
Bir genel değerlendirme, üç ana başlık
Her durumda Türkiye on dört ya da on altı ay sonra sandığa gidecek.
Olağan koşullarda, seçim zamanı olan 2010 Temmuzu’nun tatil aylarına geldiği göz önünde bulundurulursa, seçimlerin mayıs ayına çekilmesi gerekir.
Ancak o sıralarda daha fazla sayıda merkez sol seçmenin tatilde bulunacağını düşünen AKP kurmayları temmuz ayında ısrarcı olabilirler.
Her neyse, mutlak olan şu, Türkiye artık seçim sath-ı mailine girmiştir ve bundan sonra AKP için tribünlere oynamak, seçmenin nabzını tutmak temel politika olacaktır.
Bu bağlamda-önemli olduğunu düşündüğüm- genel bir girişin ardından konuyu üç ayrı başlıkta değerlendirmekte yarar var…
Özellikle ABD-AKP ilişkilerinin bu geçiş döneminde nasıl bir seyir izleyeceği dikkatle irdelemek gerekiyor…
Türkiye’nin gündemine taşınan Anayasa değişikliğinin genel bir analizi yapmak kaçınılmaz oluyor…
AKP-Ordu etkileşimi ile Silivri’nin durumunu ayrıca ele almak bir başka zorunluluk olarak ortaya çıkıyor…
Bu yazımda giriş bölümü ile AKP’nin ABD ile hayli kaygan zeminde yürüttüğü politikayı çözümlemeye çalışacağım.
Diğer önemli başlıkları bundan sonraki ilkyazımda değerlendireceğim.
Genel görünüm
Türkiye’de siyasal iktidarların üç dönem seçim kazanamayacaklarına ilişkin genel bir kanı var.
Burada bir yanlışı düzeltmekte yarar var, çünkü bizim öğrencilerin de bir bölümü –özellikle Türk siyasal hayatı dersi almayanlar- yanlış bilgiye sahipler.
Oysa Türkiye, çok partili sisteme geçtiğinde Demokrat Parti, 1950,1954 ve –bir yıl erkene alınan seçimde- 1957’de üç kez sandıktan başarıyla çıkmış, tek başına iktidar olmuştu.
Bu durum –sanki- unutuluyor.
Daha sonra Demirel’in AP’si 1965-1969 seçimleri sonucunda, iki kez -DP gibi- tek başına iktidar olabilmişti…
CHP Ecevit başkanlığında 1973 ve 1977 seçimlerinde birinci parti olabilmiş, tek başına iktidara gelememişti.
ANAP da 1983 ve 1987’de tek başına iktidar olabilmiş, ancak 1989 yerel seçimleriyle erime sürecine girmiş, 2002’de de siyasal yaşamımızdaki yerini kaybetmişti…
2002 ve 2007 genel seçimlerinde iki kez tek başına iktidarı elde eden AKP şimdi 2011 seçimlerine hazırlanıyor.
Tarihsel doğruluğu bulunmayan “Türkiye’de iktidarlar üçüncü kez seçim kazanamazlar” önermesinin ne kadar gerçekçi olduğunu sandıkta göreceğiz.
Ancak insan ve toplum bilimlerinde mutlak çıkarsamalarda bulunmak –esasen- doğru bir yöntem değil. Evet, bugün itibariyle AKP’nin bir erime süreci içinde olduğu görülüyor ama politikada –özellikle- Türkiye iç politikasında- bırakın bir yılı- bir hafta bile uzun bir zamandır. AKP de bu bir yılı biraz aşkın zaman diliminde durumunu değiştirebilmek için elinden geleni yapacaktır..
Aslında Batı’da da genellikle birkaç dönem muhafazakârlar, birkaç dönem de merkez sol partiler iktidara gelirler.
Bu durum istikrarın göstergesidir bir anlamda.
Çevre ülkelerden aktarılan artı değerin emek ve sermaye esasında paylaşımından kaynaklanan tatlı bir pazarlıktır bu.
Yani ortada emperyal iktisadi ve siyasi yöntemlerle çevreden merkeze aktarılan artı değerle üretilmiş büyük bir pasta vardır.
Sorun o pastanın dengeli bir biçimde dağıtımından ibarettir.
Dolayısıyla demokrasi -aslında-refahın paylaşımından başka bir şey değildir.
Sefaletin paylaşıldığı, ucuz hammadde deposu ve pazar konumundaki çevre ülkelerde demokrasilerin sağlıklı işleyememesinin temel nedeni, dışa bağımlı zayıf ekonomilerdir.
O büyük pastanın paylaşımı demokrasi bilincine sahip, örgütlü Batı toplumlarında daha sıkıntısız gerçekleşebilmektedir.
Gerçi bu durum 1990 ve 2000’li yıllarda, reel sosyalizmin çöküşünün ardından, neo-liberal politikalarla, Batı’da da sermayenin her alanda emeğin haklarına ciddi biçimde saldırmasıyla değişmeye başlamıştır.
Yine de şu an itibariyle genel görüntü hâlâ böyledir.
Bu arada Batı ülkelerinde de ekonomik sıkıntıların yaşandığı dönemlerde demokrasiler kesintiye uğramış, bundan bütün insanlık çok ağır yaralar almıştır.
Örneğin II. Dünya Savaşı öncesi Almanya ve İtalya çok gelişmiş endüstriyel üretimlerine karşın yeterince dünya pazarına sahip olamadıkları için çok büyük bir ekonomik dar boğaza girmişlerdi.
Bu koşullarda Almanya’da Naziler, İtalya’da faşistler, demokrasinin nimetlerinden yararlanarak iktidara gelmiş, sonra da kendi totaliter yönetimlerini oluşturup dünyaya en büyük savaş acısını yaşatmışlardı.
Yalnız, dönemin ünlü İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill, savaş sonrası, kendilerinin de Almanya ve İtalya’nın durumunda olmaları hâlinde, başka bir şey yapamayacaklarını itiraf etmişti.
Yani kapitalizm/liberalizm ile faşizm arasındaki çizginin kimi zaman kıl kadar incelebileceğini dile getirmişti…
Yalnız Almanya ve İtalya mı ?
Ekonomileri daha farklı nedenlerle tıkanan İspanya ve Portekiz, 1930’lu yıllardan başlayarak on yıllarca Franco ve Salazar faşist yönetimlerine tutsak kalmışlardı.
Çevre ülkelerde, -hele kendilerine biçilen ucuz hammadde ambarı ve pazar konumunu aşabilecek ülkelerde durum hayli farklıdır.
Her alanda üretim süreçlerini açabilen, sanayide ileri teknoloji üreterek gelişebilen, tarımda bilimsel ve verimli üretimde bulunabilen toplumlar, zincirlerini kırabilir, küresel pazara güçlü ekonomileriyle güçlü aktörler olarak katılabilirler.
Ancak bunu gerçekleştirebilmek için kendilerini uydu konumunda tutan Batı emperyalizmini aşmaları gereklidir.
Asla unutmamak gerekir, Batı, kendisi Batı olurken karşısında kendini engelleyen bir başka Batı yoktu.
Ancak XX. yüzyılda bunu gerçekleştirmek amacıyla yola çıkan toplumlar, Batı ile çok kesin bir ödeşme içine girmek zorundaydılar.
II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri sol yöntemlerle bunu başarmaya çabalarken, 1960’larda Japonya, 1980’lerde Pasifik kaplanları olarak anılan Uzak Doğu ülkeleri böylesi dönüşümleri gerçekleştirerek makûs talihlerini yenebilmişlerdi…
Şimdilerde Latin Amerika’da esen sol rüzgârlar yeni aktörleri dünya sahnesine sunuyor.
Özellikle Brezilya, bölgesel güç olmanın ötesinde dünya merkezlerinden biri olmaya ilerliyor.
Bu durum aslında, dünya kapitalizminin de yavaş yavaş sonunu getiriyor.
Çünkü küresel kapitalizmin bu kadar çok güçlü ekonomiyi, güçlü küresel aktörü taşıyabilmesi mümkün değil.
Geçmişi büyük ölçüde Brezilya’ya benzeyen Türkiye de ; 1946 ya da 1950’den bu
yana sırtına geçirdiği Batı’nın deli gömleği yüzünden, bir türlü kendisini düzlüğe
çıkaramıyor.
Çünkü komprador Türkiye burjuvazisi çıkarlarını, ayağını yere bastığı ülkenin
insanlarıyla eşdeğer görmüyor.
Batılı “SAHİP”in ticari mümessili olmak ona yetiyor, o nedenle özellikle ciddi
AR-GE çalışmaları yapıp üretken bir ekonomi yaratmayı ve sahici burjuva olmayı
hiç aklına getirmiyor…
Bu genel fotoğraf nedeniyle, bugün Türkiye yaklaşık 100 milyon dolarlık ihracatına karşılık, 200 milyon Dolar civarında ithalat yaptığı için, ülkesinin insanı bir türlü yoksulluktan kurtulamıyor.
Sıcak para ile şişkinleşen gayrisafi hasılası, bir türlü derdine derman olmuyor.
Ayrıca gelir dağılımı dengesizliği de ileri boyutlarda olduğundan, toplum bir türlü siyasal iktidarlardan hoşnut olamıyor.
Ekonomik nedenler her seçimde, daima en önemli etmen oluyor.
Bu çarpık dışa bağımlı kapitalist model geniş kitlelerin yüzünü bir türlü güldüremiyor.
O nedenle toplumun-genellikle- iki dönem sonra iktidarlardan desteğini çekmesinde bu ekonomik gerçek yatıyor.
AKP’nin durumu da diğer sağ partilerden farklı değil.
Okumaya devam edin ‘İşte AKP’nin gizli planı’
Son Yorumlar