Gelinen noktada ya da varılacak son noktada ‘millet’in lehine bir durum olur mu?.sorusunu sormak ve gidişatın demokratik teamüllere uygun ilerleyeceğini ve sonunda demokrasinin kazanacağını söylemek.. düşünmek ya da..
uzunca bir süredir ‘yeni anayasa’ ve ‘başkanlık sistemi’ ile ilgili yazılarımızı okuyanlar bilir; süreç mi ivme kazandırdı.. ya da kazandıracak; ya da hız kazanması için mi süreç ileriye alındı!. veyahut, kasım seçimlerinden önce yaşanan bir abd iç- çatışması ve yansımaları mıydı tüm bu olanlar; zaman elbette açığa çıkaracak pek çok gerçeği..
mesela tarih ; saat 21:30 da ‘DARBE KOMEDİSİ’ diye bir alt başlık açacak ve asıl gerçekleri mutlaka ortaya koyacaktır !.
ancak şu bir gerçek ki.. ve bugün tam anlamıyla ortaya çıkmıştır ki; 28 Şubat, cemaatin yapılanması açısından bir mihenk taşı görevi görmüştür!. ve topluma Atatürkçü bir tepki olarak yutturulan bu ‘çıkış’; artık bugün ayan-beyan ortadadır, ihanetin temellerini atmıştır!.
Erbakan ve ekibinin tasfiyesi, topluma Atatürkçülerin zaferi olarak pompalanırken; ‘içimizdeki ihanet’in nasıl bir örgütlenmeye gittiğini göstermesi bakımından 28 Şubat ve etkileri sosyolojik açıdan incelenmeli ve kimlerin, ne ad altında.. -sizden sandıklarınızın, sizden olmadığını- anlama bakımından ve hangi isim ve şekilde örgütlendiğini ve neleri hedeflediğini kavrama bakımından…
Sorun şu ki; amerikancı Atatürkçülük perspektifi ile amerikancı dinci perspektifi her daim bir-birini yaratan-besleyen ve çeşitli isim ve görev dağılımları ile peşi-sıra var olan ve yine olmaya devam edecek, en büyük sorunumuzdur!..
tek bir abd yanılgısına düşmek!. düşürülmek; şimdiki süreç ve geçmişten geleceğe uzanan süreç ve süreçler açısından önümüze konan en büyük tuzaktır!. oysa abd’de tüm ülkeler adına ve o ülkelerde hakim olan düşünceler adına fon ve görev dağılımı yapan çeşitli kuruluşlar -lobiler- mevcuttur ve olmaya da devam edecektir.. yani karşımızda tek bir abd yoktur!.
ABD sıfatıyla karşımızda yer alan düşman ‘çok yüzlü düşman’dır !..
‘feto’ dedikleri bu yapı da, bunlardan sadece biridir ve bugün bizim sormamız gereken soru şudur; bu temizliği yapanlar kimdir?. ve hangi akımdan ya da düşünceden beslenmişlerdir!. geçmişten bugüne ve yarına cevap ortadadır aslında..
tüm karşı çıkışlara rağmen askeriyenin çürümüş ve kokuşmuş yapısını yaklaşık -kendi adıma söyleyeyim- beş-altı yıldır yazıyorum; ve çok da eleştiri aldım..
holding yöneticisi olan emekli paşalardan tutun da.. ‘kozmik odayı’ bu ihanet şebekelerine açan Genelkurmay Başkanlarına değin hepsini yazdık..
ama enteresandır onlar hep bizden daha Atatürkçü.. daha Kemalist sanıldılar..
bugün de bu yanılgı sürmektedir !.
bugün dahi utanmadan demeç vermekteler !.
kitaplarını imzalamaktadırlar !..
tarihte bu ve benzeri ve toplumda infial uyandıran olaylar olmuştur..
olacaktır; çünkü bu ve benzeri yüksek tansiyon içeren olaylar ‘değişim’in habercisidir!. toplumlar değişimlere kolay ikna olmazlar, sıradan olaylar kamuoyunu yek-vücut yapmaz.. kimlerin, ne denli işin içinde olduğu.. toplumda hayret ve paralelinde öfke ve nefret uyandıran girift ilişkilerin yer aldığı.. açıkçası, ne olup bittiğini kimsenin çok fazla anlamadığı, anlamaya gayret etmediği olaylar silsilesi ve ardından gelen ‘değişim’!..
Türkiye, yeni bir sürece girmiştir ve bu sürecin her anı ve dakikası büyük sürprizlere gebedir!.
abd’ye bu denli sivil ve askeri bağlılık ve neticesinin; çok parlak olacağını ön-görmek, saflık olacaktır kanaatimce..
feto ve hareketinin tüm bilinmeyenlerini ve tehlikelerini yazarken, bunun aslında bir abd gizli örgütlenmesi olduğunu da ekledik çoğu defalar.. (dünyanın her yerinden cemaat önderleri abd’yi mesken tutar.. hepsinin de bahanesi ‘tedavi süreci’dir!) yani yarın feto ve teşkilatının devre dışı bırakılması tehlikenin geçmiş olacağı manasına gelmez!.
bu ülkede her düşüncenin abd’den nemalanan ‘hain’leri olduğu sürece.. ki milliyetçilik kisvesi altında oldukça çokturlar!. Atatürkçülük adına ve dahi yeni cemaatler…
huzur ; bu sıralar oldukça uzak..
şu bir gerçektir ki; ‘ordu’ bugün bitirilmiş değildir!. bugün yaşadıklarımız, bitmişin ilanıdır !..
sorun; yerine konulacak olan!.dır!..
sorun her okulun imam hatip olması ; ve lâkin, karşılığında diğerlerinin ve üniversitelerin yabancı dille eğitim yapıyor olmasıdır !..
sorun ; birine karşı çıkanların.. diğerini benimsemesidir !.
bizden yana düşman.. bizden yana ihanet olmaz!.. en azından bugünden sonra; içimizdeki ihaneti görmek ve bize yakınlığı ve uzaklığı ne olursa olsun.. reddetmek dileğiyle..
amerikancı Müslümanlık!. içinde ihanet barındırır!..
amerikancı Atatürkçülük!.. içinde ihanet barındırır!.
amerikancı sermaye.. (küresel sermaye) ihanetten de öte.. tüm kötülüklerin anasıdır!. ve sorun da buradadır!.
Liberalizm.. yani küresel ekonomi ve sistemi, faşizmi alır.. renklendirir; ve ‘demokrasi’ diye halklara satar!.. sokak ağzıyla, iteler.. kakalar ya da..
İşte dünyadaki tüm sivil ve askeri düzenler ‘devlet’ mekanizmalarından ayrı ve birlik düşüncesi ile bu sisteme hizmet ederler!. etmek zorunda bırakılırlar!.. işte yukarıda bahsettiğim ‘değişim’ bu bağlam açısından önemlidir!.
Artık ‘yeni dünya düzeni’ denen fikrin silahlı gücü ‘terör örgütleri’ ve yayılışı ‘terör olayları’ üzerinden olacaktır!. algı yönetimi medyaca sağlanırken, sosyal medya dahil (sivil hareketler).. oldu-bitti ve son darbeler, askeri düzenin değişimi ile (terörle) sağlanacaktır!. ve amerikan filmi seyreden herkesçe malumdur ki; küresel sermayenin koruyuculuğunu da ‘LAPT’ tipi (Los Angeles Polis Teşkilatı) örgütlenmeler yapacaktır!.
Yani halk açlıktan ölürken, gökdelenler sıkı bir şekilde korunacaktır!..
Artık Avrupa’da da güvenli ülke kalmayacaktır!. küresel sermaye; küresel terör ağlarıyla düşmanlar yaratacak ve terörden rahatsızlık duyan toplumların desteğiyle yeni savaşlara yelken açacaktır!.
Güvenli ülke diye bir kavram tarih olurken.. güvenli bölgeler yaratılacak ve sermaye sahipleri ile onların sadık hizmetkarları oraları mesken tutacaktır!.
‘değişim’ demiştik!. yerel açılımı ‘yeni anayasa’ ve ‘başkanlık’ ve hemen arkasından ‘eyalet sistemi’.. bölünme süreci..
Deniz Gezmiş Şarkışla’da kendini kuşatan askere silâh sıkmamıştı.
Çünkü Mehmetçik bizim kardeşimizdi ve devrimciler kendi Ordusuna, kendi askerine
silâh sıkmazdı.
12 Eylül sonrasında sadece yenilmiştik.
Kötüydü yenilmek ama, elimizden geleni yapmıştık.
Yapmamız gerekeni yapmıştık, yapılmaması gerekeni de yapmamıştık.
Evet, en önemlisi buydu; bize — solcu yurtseverlere karşı darbe yapan ordumuza,
bizler savaş açmamıştık.
Bu ülkeye belki kardeş kavgası yaşatmıştık ama iç savaş yaşatmaktan kaçındık.
Ve işte, 12 Eylül acısını asıl şimdi — bugün çekiyoruz…
Asılan arkadaşlarımı düşünüyorum, Deniz’i…
Deniz bir askere kurşun sıkmamak için teslim olmuştu da, asmışlardı.
“Asmayalım da besleyelim mi” diye sormuştu başları ve hep astılar bizi.
Ama 30 bin askerin kanı üzerinde oturan biri içerde besleniyor hâlâ.
Daha ağır ne olabilir bir devrimci için, bir yurtsever için…
Artık ülkemizin yarınından emin değiliz.
Belki birkaç yıl sonra Türkiye diye bir ülke bırakmayacaklar.
Bu ülke insanının hep bir umudu olmuştu.
Çok ileri gidemezler, sonunda asker izin vermez diye.
Ama artık o umut da bitti.
Evet, en ağır travma bu.
İnsanlarımızın ilk defa umutları böylesine kırıldı.
Daha düne kadar sokaklarda “Yaşa, varol..” diyer marş söyleyenler şimdi
evlerindeler, şaşkın, aldatılmış…
Elimizden gelen bir şey yok.
Evet, en ağır travma bu.
Eskiden en azından dört duvar arasında hapistik de, elimizden bir şey gelmiyor
diyebiliyorduk kendimize.
Oysa şimdi hapislerin en ağırını yaşıyoruz evimizde.
Aslında canevimizde.
CANEVİMİZDE.
Evet, en ağır travma bu.
Ve bu hapislikten kurtulmadan bunu atlatmanın imkânı yok.
Bizi canevimizde gönüllü hapse razı eden her türlü kolaycılıkla, umursamazlıkla,
reformculukla, birşeyolmazcılıkla hesaplaşmadan kurtulmanın imkanı yok.
“İş başa düştü” dememek için geçirdiğimiz yılların bedelini ödemeden kurtulmanın
imkânı yok.
Hep beraber yeniden yollara, meydanlara inmek gerek..
Yeniden başlamaya…
* * * * *
NOT : Aşağıdaki video 2007 yılına aittir, fakat Türkiye’de son 66 yılın özeti gibidir..
Özellikle günümüzle de “paralellik” arzettiğinden “AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE” dedirtiyor..
Oyuncular değişse de, son 66 yıldır oynanan hep aynı “FIRILDAK SAĞCILARIN İKTİDARI MİRAS GİBİ DEVRALMALARI” tiyatrosudur..
Atatürk Türkiye’si CUMHURİYET DEVLETİ’ni kurulduğundan beri yıkmak amacındaki her türlü iç ve dış mihrakların maşası olan bu sağcı mirasyedilerin, hele bu sonuncuların, insanlarımızı bölerek devletimizi paçavraya çevirip yokoluşa götürdükleri apaçık ortadadır…
Uluslararası Af Örgütü, “Darbe girişiminin ardından resmi ve gayri resmi olarak gözaltına alınanların dövüldüğüne, işkence yapıldığına, ve tecavüz edildiğine ilişkin güvenilir kanıtlarımız var” açıklaması yaptı.
Türkiye’nin bağımsız gözlemcilerin, gözaltına alınan kişilere erişimine izin verilmesini isteyen Af Örgütü, Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’ni de derhal Türkiye’yi ziyaret etmeye çağırdı.
Af Örgütü, Ankara ve İstanbul’da gözaltına alınanların 48 saat boyunca stres pozisyonunda tutulduğuna, yemek, su ve tıbbi ihtiyaçlarının giderilmediğine, tehdit edilip sözle taciz edildiklerine yönetil “güvenilir rapor”lara sahip olduğunu belirttiği açıklamasında, “En kötüsü, bazıları şiddetli dayak ve tecavüz de dahil olmak üzere işkenceye maruz bırakılmış” dedi.
Dalhuisen : Durum son derece ürkütücü
“Geçtiğimiz haftaki gözaltıların boyutunu düşündüğümüzde, bu durum son derece ürkütücü” diyen Af Örgütü Avrupa Direktörü John Dalhuisen işkencenin gözaltı merkezlerinde gerçekleştiğini belirtti.
Açıklamada, Olağanüstü Hal’in (OHAL) ilanını ardından gözaltı süresinin 30 güne uzatılmasıyla gözaltındakilerin daha fazla işkence ve kötü muameleyle karşılaşma riskinin arttığı vurgulandı.
Spor salonu, mahkeme koridorları gözaltı merkezi oldu
Gözaltına alınanlarla ilgili olarak avukat, doktor ve yetkililerle görüştüklerini belirten Af Örgütü, bazı kişilerin spor salonları gibi resmi olmayan yerlerde gözaltında tutulduğunu, aralarında üç hakimin de olduğu bazılarının mahkeme koridorlarında tutulduğunu belirtti.
İşkence ve tecavüz
İşkence ve kötü muameleye ilişkin en çok raporun Ankara Emniyet Müdürlüğü spor salonu ile Ankara Başkent Spor Salonu’nda ve bu tesisteki biniş kulübünde olduğunu aktaran açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“Gözaltına alınanlarla ilgilenen iki avukat, Af Örgütüne, gözaltında bulunan bazı kıdemli askerlerin cop ve parmakla tecavüze maruz kaldığına şahit olduğunu aktardı.”
“Hükümet işkenceye göz yumuyor”
Açıklamada Dalhuisen’ın şu ifadelerine yer verildi:
“Ülke genelinde yayınlanan işkence görüntü ve fotoğraflarına rağmen hükümet yetkilileri şüpheli bir şekilde bu konuda sessiz kalıyor. İşkence ve kötü muamelenin kınanmaması bu durumda göz yumma anlamına geliyor.”
Tanıklıklar
Af örgütünün ulaştığı tanıklıklar şu şekilde:
Dayak
* Ankara Emniyet Müdürlüğü Spor Salonu’nda görevli bir kişi, gözaltına alınanlardan birinin dayak kaynaklı feci yaraları ve kafasında şişliği olduğunu, odaklanamadığını, ayağa kalkamadığını ve sonunda bilincini kaybettiğini aktardı.
* Tanıklardan biri, bir emniyet sağlık görevlisinin “Bırakın ölsün, bize geldiğinde ölmüştü zaten deriz” dediğine şahit olduğu.
* Aynı tanık Ankara Emniyet Müdürlüğü Spor Salonu’nda tutulan yaklaşık 800 erkek askerden 300’ünün feci şekilde dövüldüğüne dair izler taşıdığını, bazılarında kesik ve kırık kemik olduğunu, 40’ının yürüyemeyecek şekilde yaralandığını, ikisinin ayağa kalkamadığını, başka bir kısımda tutulan bir kadının yüzünde ve bedeninde bereler olduğunu söyledi. Tanık, “konuşabilirler” diye gözaltındakilerin dövüldüğünü aktardı.
* Ön kötü muamelenin yüksek rütbeli askerlere uygulandı. Gözaltında tutulanlar ters kelepçeyle, dizleri üzerinde saatlerce oturtuldu, bazılarının gözlerinin bağlandı.
* Avukatlar, birçok kişinin ifade vermeye kan içindeki giysilerle getirildiğini aktardı.
* Çağlayan Adliyesi’ndeki bir avukat, gözaltındakilerden birinin kendisini altıncı katta atmaya çalıştığını, başka birinin kafasını duvarlara vurduğunu aktardı.
* Ankara ve İstanbul’da 10 avukat, gözaltındakilerin çoğunlukla 20’li yaşlarında erkeklerden oluştuğunu belirtti.
* İsimlerini vermeyen avukatlar, gözaltındakilerin dört gün boyunca alıkonulduğunu, haberleşmelerine izin verilmediğini, ailelerin habersiz bırakıldığını aktardı. Gözaltındakilerin avukatlarını aramasına, ifadeye çıkarılana kadar izin verilmedi.
* Gözaltındakiler avukatları ve aileleriyle görüştürülmediği belirtilmedi, suçlamalarla ilgili olarak da bilgilendirilmedi.
Gözaltına alındıkları inkâr ediliyor
* Ankara’da gözaltına alınan yüksek rütbeli askerlerden birinin ailesi, en son 16 Temmuz’da haber aldıklarını. O zamandan beri, gözaltı merkezleri ve Emniyet’e başvurmalarına rağmen kendilerine sürekli “Burada yok” cevabı verildiğini aktardı. Af Örgütü, bu durumun gözaltındaki kişiyi hukukun korumasından mahrum bıraktığını, işkence ve infaz riskine maruz bıraktığını belirtti.
* Gözaltındakilerden bizinin kendi avukatını seçebildiğini öğrendiklerini belirten Af Örgütü, çoğunlukla gözaltındakilerin kendi avukatlarını seçemediklerini, Baro tarafından yetkilendirilen avukatlarca temsil edildiklerini belirtti.
* Af Örgütü’ne konuşan avukatlar birçok kişinin keyfi olarak gözaltında tutulduğunu, makul şüphe için haklarında hiçbir kanıt olmadığını belirtti. Avukatlar, mahkemeye çıkarılanlardan birine hakimin hiçbir soru sormadığını aktardı. Bazı sorgulamalarda hakimler darbe girişimiyle alakası olmayan, sanığın Fethullah Gülen ya da kurumlarıyla bir alakasının olup olmadığının sorulduğunu belirtti.
Bizim muhalefet başkanları da ( ki lider falan değiller, çünkü lider en zor şartta bir yol açan, bir hedef gösteren kişidir), Avarel rolünü oynamaya bayılıyor. Darbe karşıtlığı üzerinden, demokrasiye sahip çıkıyoruz diye ortalığa döküldüler.
Sevsinler demokrasinizi.
15 Temmuz 2016, Türkiye’nin 11 Eylül’üdür.
Darbe bahane edilerek, ülke dönüştürülecek dedik, haklı çıkmaya başladık bile.
Resmi kurumlardan atılan binlerce insan içinde ülkücülerin, sosyal demokratların, CHP’lilerin, Alevilerin olduğu haberleri geliyor.
AKP bu darbemsi şeyi kendi devletini kurmak için fırsata çevirdi.
İki Avarel, AKP’NİN KENDİ DEVLETİNİ KURMASINA yardım ediyor.
Bu sözümü bir yere not edin ve unutmayın.
Deneyimlerimizle biliyoruz; hemen birileri şöyle bir aptal savunma yapacak, ve
“Darbecilere mi sahip çıksalardı ?” diyecekler.
İki seçenek arasına ancak aptallar sıkışır.
Akıllılar üçüncü – dördüncü – beşinci, hatta çok daha fazla çıkış yolunu daima bulur.
İlk andan itibaren, “devleti korumakla hükümeti korumanın arasındaki farkı” millete anlatabilirlerdi.
Devlete karşı yapılan bu alçak darbeye karşı çıktıklarını beyan ederlerdi.
Mesala şöyle bir açıklama bile yeterliydi : “Darbe devletimize yapılmıştır. Hükümet bu darbeyi 14 yıllık uygulamaları ile besleyip, büyütmüştür. Fetullahçı ajan örgüt, bütün kurumlardan, hukuk çerçevesinde ayıklanmalıdır. Bu çerçevede yapılacak ayıklama için yasalar yetersiz gelirse, yeterli hale getirmek için desteğe hazırız.
Hükümetler geçici, devlet bâkîdir.
Devlet bütün Türk Milletidir.
Hükümetin, darbeyi, hedefine ulaşmak için, ülkeyi dönüştürme maksatlı kullanıp kullanmayacağını, partilerimizden bir komisyon oluşturarak takip edeceğiz.
Yasaya dayanmayan uygulamalar mağduriyet doğuracak, devlet dışarıda itibar kaybedecek, devlet büyük tazminatlar ödemek zorunda kalacaktır. “
Darbe kalkışmasından sonra, ilk andan itibaren, bütün meydanlarda, “linç” meşruiyet kazanmıştır. İçeri sağlam girenlerin, yüzü-gözü darmadağın olarak resim verdirilmesi ve bu resimlerin basına servis edilmesi, korkunç bir geleneğin başlamasına neden olacaktır. Okurum, arkadaşım, gerçek vatansever Fatma Zengin Söğüt haykırıyor ;
“Çocuğumu linç kültürüyle büyütmek istemiyorum.”
Haklı değil mi ?
Ey muhalefetimsi Avareller, meşrulaştırdığınız her antidemokratik uygulama, sonunda size döner.
O zaman da eleştirecek hakkınız asla olmaz.
Çağdaş, anayasaya bağlı her birey, intikam duygusuyla değil, medeni dünyada olduğu gibi, yasalar çerçevesinde hareket eder.
Bu linç olaylarına bir tepki veren muhalefet başkanı oldu mu?
Bundan sonra;
Devlete değil de, Erdoğan demokrasisine sahip çıkan Avareller, Erdoğan’ın antidemokratik hiçbir uygulamasını eleştiremeyecektir. Bu haklarını Erdoğan’ın olmayan demokrasisine sahip çıkarak kendi elleriyle teslim ettiler.
Devlet ve devletin kurumlarına sahip çıkmak yerine, Erdoğan’a sahip çıkmak, bumerang etkisi yapacak, dönüp kendilerini vuracaktır.
Kendi ayağının altına muz kabuğu koyan bu ikiliye, Dalton çetesinin Avarel’i denir ancak.
Kılıçdaroğlu 24 Temmuz Pazar günü meydanlara çıkıyor. Ah canım benim, meydanlara çıkmayı da bilir miş meğer(!)… Hazır elin değmişken, İzmir’e de bir uğrayıver. Bir de şu Yunanistan’ın işgal ettiği adalar için meydana çık. Hem bütün İzmir gelir o meydana… Hazır AKP ile flört ederken, AKP’liler de sana destek verir belki, kimbilir?
Bu Avarellerin sahip çıktığı demokrasiye acı bir örnek vereceğim.
Okurlar mı ?
Okusalar DA ANLARLAR MI BİLMİYORUM.
Alın size demokrasiye örnek bir uygulama(!):
GÖKÇEK ÖZERK EMİRLİĞİ
Melih Gökçek, sultanın sultanlığı içinde, bir Arap Emiri gibidir.
Sayın Emir(!), belediye şirketlerinde çalışanlarını(hangi kademede olursa olsun), her seçim çalışmasına, her açılışa, imza alarak, mecbur bırakarak götürüyor.
Bu durum yıllardır devam ediyor.
Katılmazlarsa işten atılmakla tehdit ediliyorlar. Maaşlarını sanki cebinden veriyor. Kaldı ki, kendi şirketinde çalıştırsa dahi, böyle bir hakkı yok. Personel çalıştırma şartları yasalarla belirtilmiştir. 8 saatten fazla çalıştırdığın elemana mesai vermek zorundasın. Ayrıca, çalışanları sorumlu olduğu iş dışında, özel işlerinde kullanamazsın.
Ankara büyükşehir belediye sultanlığı belediyesinde çalışan şirket elemanları, “kadın-erkek fark etmez”, Kızılay’da AKP’nin bindirilmiş kıtalarına katılmak zorundadır. Kızılay’da imza verdiklerinden, kaçış şansları yok. Çalışanlardan biri ağlamaklı bir durumda vaziyeti anlattı ve, “artık Türkiye’den gitmek istediğini, bu olanlara dayanamadığını” söyledi.
Daha vahimi de oldu. Erdoğan’ın çağrısına gitmeye mecbur edilen personel, bu sefer de Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek’in takımı Osmanlı Sporun maçına, imza karşılığında, belediye otobüsleriyle gitmeye mecbur bırakıldı.
Ankara’nın göbeğinde, bu derebeyi saltanatından haberi olmayan Avarel ikilisi, işte bu demokrasiye(!) sahip çıkıyor iyi mi?
Kısacası, Türk vatandaşı sahipsizdir. Ortaçağ derebeylik sultası, her alanda Türk Halkını esir almıştır. Milletin ekmek parası kazanma mecburiyeti, aynı zamanda esareti haline gelmektedir.
Bu konuları meclise taşıyacak olan muhalefettir de, ortalarda gerçek bir muhalefet gören var mı? Şimdi ;
Meydanlarda çocuklarımız öldürtüp, azmettirdikleri polise “destan yazdılar”deyip, bir maaş tutarında ikramiye veren Erdoğan demokrasisine sahip çıkacaklarmış…
Seçim meydanlarında, 14 yaşında, polis kurşunuyla ölen bir çocuğun cesedini üzerinde tepinen, hırsını alamayıp, anasını da yuhalatan Erdoğan demokrasisine sahip çıkacaklarmış…
En ufak eleştiriye gelemeyen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, şehit babasından tutun, küçücük çocukları bile dava eden, tutuklattıran, kendine demokratik tepkisini gösteren genç bir çocuğun boğazını sıkan Erdoğan’ın demokrasisine sahip çıkacaklarmış…
Biri bu Avarellere, Erdoğan’ın demokrasisine değil, Erdoğan ve hükümeti tarafından bütün kolon direkleri kırılan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve maymuna çevrilen vatandaşa sahip çıkmaları gerektiğini lütfen anlatsın.
Yoksa diyeceğim ki;
İnşaAllah başınıza Erdoğan demokrasisi düşer.
Erdoğan yargısında hesap verirsiniz…
Yalan söylemedi diye, saatlerce sorgulanan, “Allah’tan korkup, yalan söylemediği için sürülen” müezzinin durumuna düşersiniz inşaAllah…
Dalton çetesinin Avarelleri sizi…
Bombokrasinin sprey sıkıcıları, AK Hamamın tellakları sizi…
Zahide UÇAR
NOT : Her kurum talan ediliyor.
F-CİA İLE BİRLİKTE MUHALEFET TEMİZLENİYOR.
Bir okurum soruyor : “Her kurum da Fetullahcı var da, kimsenin atılmadığı Gökçek belediyesinde Fetullahçı yok mu?
Valla bilemiyorum(!)..
Demek ki Gökçek Erdoğan ve Genelkurmay Başkanından daha iyi bir istihbarata sahip(!)..
( NOT : Bu yazı ilk olarak 08.01.2013 tarihinde yayımlanmıştır..)
darbe mi istiyorsunuz ?
alın size gerçek darbeler dizisi :
Şu ülkede en samimi dediğimiz kişi bile darbe konusunda konuşup yazarken; “tabii biz de darbeler olmasın istiyoruz ama…” diye söze başlayarak darbeci sivillere bir özür mesajı yolluyor.
Bıktım bu korkaklıktan.
Bıktım bu ikyüzlü, yüreği başka, kalemi başka, dili başka aydınlardan.
Hangi darbe ey insancıklar ?
1960, 1971, 1980, 28 Şubat mı ?
100 yıla dayanan Cumhuriyet’in darbeleri bunlardan mı ibaret ?
Neden gerçekleri yazmıyorsunuz ?
Psikolojik harp elemanlarının kulaklarınıza fısıldadığı kafa karışıklığını bilgi diye mi pazarlıyorsunuz?
O zaman ben sizlere gerçek darbeler silsilesini 74 yıllık tarihi süreç içinde yazayım da, ezberiniz bozulsun.
Belki bozuk plak gibi aynı cümleleri tekrarlamaktan kurtulursunuz.
Alın işte size tarihsel olarak gerçek darbe süreçleri :
Atatürk’ün ölümünden sadece altı ay sonra ilk darbe İsmet İnönü hükümeti tarafından indirildi.
Bağımsız dış politika anlayışından vazgeçilerek, İngiltere ve Fransa ile iki ayrı deklarasyon imzalandığı gün bu ülkeye yapıldı DARBE.
Dışişlerine getirilen Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine;“Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı ülkelerinin hizmetine verdiğini” söylediğinde indirdi DARBEYİ !..
Antlaşma yapılan İngiltere 1930 yılına kadar süren bütün Kürt ayaklanmalarını kışkırtıyordu.
Atatürk’ün ölmesinden önce projeleri hazırlanan Demir Çelik, Genel Makina ve Elektrolit Bakır gibi yatırımların programdan çıkarılmasıyla ekonomik bağımsızlığımıza karşı yedik DARBEYİ.
ABD ile gizli “sanayileşmeme” anlaşmaları yapıldığı tarih, milletin geleceğine indirilen en gerçek DARBELERDEN biridir!!. 1947 Yılında İMF, Dünya Bankası ile antlaşmaların yapıldığı gün ülkenin boynuna esaret halkası geçirilerek yapıldı DARBE!!.
1947de Truman Doktrini kabul edildi. 1948de Marshall yardım planı kabul edildiğinde ABD kapısına bağlanan Türkiye’ye siyasiler eli ile indirildi DARBE!!.
ABD ile yapılan Eğitim Antlaşması 27-Aralık 1949 yılında imzalandı. İmzalanan antlaşmaya göre Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu kurulacak, parasını Türk Devleti verecekti. Komisyon üyeleri dördü ABD, dördü Türk olmak üzere 8 kişiden teşekkül edecek, oylar eşit olduğu takdirde kararı komisyon başkanı verecekti. Komisyon başkanı olarak ABD’nin diplomatik misyon şefinin kabul edildiği gün bu millete sadece darbe yapılmadı, bütün gelecek nesillerin başına Amerikan çuvalı geçirildi.
Söyler misiniz? Darbeci diye damgalanan ordu mu yaptı bu anlaşmaları?
CHP Vekili iken çıkarılmak istenen toprak reformuna toprak ağası olduğu için karşı çıkarak istifa eden Menderes, toprak reformunu engelleyerek vurdu DARBEYİ. Toprak reformu yapılabilseydi eğer, Güneydoğu sorunu bu günkü çetrefilli hale gelmeyebilirdi. Menderes halkı ezen ağaları meclise taşıyarak zalimleri devlet yaptı. Zalim devlet olursa, halkın sığınıp adalet bekleyeceği bir merci kalır mı? Kalmaz!. Bu günkü Güneydoğu sorununda Menderes’in harcı vardır, emeği vardır. Günahı vardır.
Toprak reformunu askerler mi engelledi?
NATO’ya girerek ABD askerlerini en mahrem yerlerimize, Genelkurmay’ın içine yerleştirenler, bütün yapılacak darbelere de zemin hazırladı. El verdi. Yol verdi.
NATO’ya girmek uğruna yer altı kaynaklarımızı 50 yıl çıkarmama GİZLİ anlaşması yapılarak yapıldı DARBE!.
Atatürk’ün kurduğu uçak fabrikası kapatıldığı gün yedik darbelerden birini.
Avrupa ülkeleri, ABD vb. ülkeler ülkelerinin bekası için bir dış düşman belirler. Yunanistan Türk düşmanlığı üzerinden halkın önüne bir hedef koyar. Bir avuç aç Ermenistan gençliğinin önüne hedef olarak Ağrı’yı ve Büyük Ermenistan’ı koyuyor. İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin bile bir hedefi var. Ekümen olduğunu kabul ettirerek İstanbul’un bağrında ikinci Vatikan’ı kurmak için çalışıyor. 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra İstanbul geri alınana kadar kapattıkları Patrikhanenin kapısı hala kapalı olduğuna göre, 1453 yılından beri İstanbul’u geri alma hedefi Patrikhane için devam ediyor.
Bir tek Türk Devleti’nin hedefi yok !..
Neden ?
Askerler yüzünden mi?
HAYIR !..
ABD memuru siyasiler yüzünden.
Ufuksuz, çapsız siyasiler; devletin bekası için ancak iç düşman yaratabilecek kapasiteye sahiptiler.
12 Eylül öncesinde sağ-sol diye ikiye bölünen gençlik üzerinden siyaset yapanlar aslında 12 Eylül Darbesi ile aklandı. Evet, yanlış okumadınız.
Siyasiler 12 Eylül Darbesi üzerinden aklandı !!.
12 Eylül öncesinde sağ-sol diye ikiye bölünen polis taraf olduğu kesime arka çıkmakla kalmayıp teşvik ederken, işlenen cinayetlerden İçişleri Bakanı sorumlu değil miydi?
O silahların gençlere ulaşmasını engellemeyen MİT ve bağlı olduğu Başbakan, Gümrük Bakanı, Milli Savunma Bakanı suçlu değil miydi?
Polis, asker, üniversiteler, mahalle ve sokakların bölündüğü, penceresinin önünde otururken serseri kurşunlarla ölen insanların yaşandığı bir ülkede siyasiler ne halt ediyordu? Ne halt ettiklerini ben size anlatayım:
Sağ hükümetler solcu memurları öldürülsün diye Yozgat, Çankırı, Erzurum gibi illere gönderiyordu. Sol hükümetler sağcı memurları öldürülsün diye Kars, Tunceli gibi illere gönderiyordu.
Gençliği kışkırtıp birbirine kırdırırken kendileri Anadolu Kulüp’te karşılıklı oyun oynuyordu.
Hızlı eğitimler icat ettiler. 3 ayda maydanoz bile yetişmez ama bunlar öğretmen yetiştirdi. Al sana Milli Eğitim sistemine yapılan bir darbe daha.
Bu darbeleri asker mi yaptı ?
Ecevit ve Demirel günlerce bir Cumhurbaşkanı seçemedi. Cumhurbaşkanı seçimi komediye döndü. Ajda Pekkan bile dalga geçmek için aday gösterildi.
Peki 57. Koalisyon hükümetinin Başbakanı Merhum Ecevit koalisyon döneminde ne yaptı? Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresini uzatmak için uğraştı, başaramadı. Demirel’i ancak keşfetti demek ki(!)…
Olan 12 Eylül öncesi birbirine boğazlatılan gençliğe oldu.
Ya o zamanın sözde gazetecileri…
Şimdi birçoğu 2. Cumhuriyetçi veya Liboş, ya da devlet düşmanı, Kürtçü faşist…
Onlar köşelerinde kimi yazsalar ölüm emri olarak alınır, o isim ortadan kaldırılırdı.
Hiç biri cinayete azmettirmekten yargılanmadı.
12 Eylül Darbesi aslında ihaneti akladı. Hainleri, ucubeleri kurtarıp yeniden başlayabilecekleri bir sayfa açtı.
Darbe siyasilere ve medya yamyamlarına değil, millete yapıldı. Siyasiler karaya oturttukları devlet gemisinden darbe sayesinde kurtuldu.
ABD, NATO Paşaları ile NATO partilerine operasyon yapmış.
Bu millete ne?
Bu milleti ilgilendiren mezara koyduğu evlatları, idam sehpalarında sallandırılan canlarıdır.
Hepsi bu!!.
12 Eylül Darbesinden Özal hükümeti çıktı. “Ben zengini severim”dediği gün sosyal devlete darbe yaptı.
“Benim memurum işini bilir” dediği gün rüşvete meşruluk kazandırarak ahlaka darbe yaptı.
ABD’den aldığı icazet ile hükümet olan Demokrat(!) Özal, siyasi yasakların kalkmaması için referanduma gitti. Yasaklar kalkmasın diye seçim propagandası gibi propaganda yaptı. Oylama yasakların kalkması yönünde çıktı. Şimdi o Özal’ın Bakanı Cemil Çiçek 12 Eylül darbe yasasını değiştirmek için adeta mabadını yırtıyor. Siyasi ilke denen böyle bir şey olmalı(!).. Sonra da bizden saygı bekliyorlar ama bu gerçeği hatırlatacak muhalefet yok.
Mesut Yılmaz AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer dediği gün bu milletin birliğine DARBE yaptı.
Bu milletin 30 bin evladını katleden bebek katilinin idamdan kurtarıldığı gün en kahpe DARBELERDEN birine maruz kaldı bu millet.
BOP’nin eşbaşkanı olanlar, Diyarbakır’ı BOP’un yıldızı yapanlar yaptı asıl DARBEYİ.
Sürekli Kürt, Türk, Çerkez diye etnik fesat tohumlarını eken Ordu değil, SİYASİ DARBECİLERDİR.
Bebek katili sapığa gizli af çıkaran da Ordu değildi. (AKP Hükümeti gizli af çıkarmıştı.)
Bebek katili teröriste “sayın” diyerek itibar kazandıranlar, ülkenin Genel Kurmay Başkanına “terörist” damgası vurup itibar cellatlığı yaptığı gün yedi bu millet çivili DARBEYİ!..
Şimdi operasyon yaptığını zannederken operasyona uğrayan bir kesim daha var. Onlar 40 yıldır aynı evlerde, aynı yemekleri(maklube) yiyerek, aynı sohbetleri dinleyerek efsunlandılar, mankurtlaştılar.
Şimdi ABD maşası olarak DARBE yapıyorlar. Hem de en ahlaksızından… Masonları Atatürkçülük maskesi ile 80 yıl kibarca kullanan küresel elit, 9 yılda bunları en pespaye şekilde kullanıp afişe etti. Çünkü (AKP+F Tipi) koalisyon hükümeti üzerinden Müslümanlara DARBE yapıyordu.
AKP koalisyonu 90 Yıllık kinlerinin intikamını alırken, Türk Ordusu üzerinden Türk Milletine DARBE yaptı.
Son sözüm 2007 yılından beri darbe ile yatıp darbe ile kalkanlaradır:
Ordu 50 yılda 4 defa darbe yaptı. Farz edin ki ABD Ordu’ya 4 defa darbe yaptırdı. O da Ordunun tamamına değil, üst kesimine.
Oysa AB-D güdümündeki siyasiler, gazeteciler, MİT ve bürokratlar eliyle 73 yıldır bu ülkeye DARBE yapılıyor.
İşte asıl gerçek budur!
“Darbeler olmasın ama…” diyen cümleler ile söze başlayarak asıl gerçeği gözden kaçırmayın!.
“Bırakın Atatürk’ün yaptıklarını, sadece hayalleri için sadaka verecek olsak ve topunuzu toplasak o sadakayı karşılamazsınız.”
Darbeymiş…
4 mevsimi yaşayan ülkemiz kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri iken, bu ülkenin tarımını asker mi bitirdi ?
Hayvancılığı bitirip, utanmadan Sırbistan’dan bile hayvan ithal edenlerde mi askerdi yoksa?
Ülkenin neyi var, neyi yok satıp, mirasyedi kumarbazlar gibi ülkeyi borç batağına sürükleyenlerde mi askerdi?
2002 yılına kadar 230 Milyar Dolar olan dış borç 20012 yılı başında 520 milyar dolara çıktı. Ülkenin 80 yıllık varlıkları 10 yılda 50 Milyar Dolara satıldı. Abdülhamit’in dediği gibi; borç alan emir de alır.
Ülkemizi bu borç batağına askerler mi sürükledi?
Ülkenin savunma silahlarını üretmeyerek ülkemizin savunmasını Türkiye üzerinde emelleri olan AB-D ve İsrail’e ihale edende mi askerlerdi?
Vatan topraklarını satan, Kıbrıs’ta Rum’a, K. Irak’ta Barzani’ye arka çıkan; Ege’de iki adamızı Yunanistan’a verende mi askerdi?
Banka sektörünü yabancıya devreden, borsayı yabancılara vergisiz işleme açarken kendi vatandaşına vergi koyanda mı askerdi?
Bir ülkenin namusu olan sınırındaki araziyi İsrailli iş adamlarına 49 yıllığına kiraya vermeye kalkanda mı askerdi?
Ağrı’yı isteyen, Türkiye üzerinde 3T(Tanıtma-Tazminat-Toprak) hedefi olan Ermenistan’ın ayağına askerler mi gitti?
Devletin savcısını, yargıcını, valisini PKK’nın ayağına götürüp, PKK tahrik olmasın diye devletin bayrağını bile asamayanlar, PKK önünde koskoca devlete diz çöktürenlerde mi ASKERLERDİ?
Darbe arıyorsanız eğer; Habur rezaleti bu milletin onuruna, haysiyetine, bayrağına, yargısına, Ordusuna yapılmış en rezil DARBEDİR!..
73 yıldır dilimize, dinimize, eğitimimize kimler darbe yapıyor biliyor musunuz?
UCUBE SİYASİLER!!.
Askerler darbe yapmış. 40 yılda 4 defa. Ucube siyasiler 73 yıldır sürekli DARBE yapıyor bu millete.
AKP 10 yıldır paramıza, Misak-ı Milli sınırlarımıza, tarihimize, kimliğimize, bütünlüğümüze, bütün maddi ve manevi değerlerimize DARBE yapıyor. Ne ölümüz kurtuldu bu saldırıdan, ne dirimiz. CFR’nin yolladığı memorandumu parti programı haline getiren AKP, ülkemize karşı küresel elit tarafından bir TERMİNATÖR gibi kullanılıyor.
Aslı yok örgütün aslı olmayan delilleri üzerinden, aslı olmayan darbe suçuyla “gerçek insanlar” yargılanıyor.
Ve AKP hükümeti bu milletin bütün değerlerine TECAVÜZ ederken; mağdur olan kendisi imiş gibi “canım yanıyor” diye cıyaklamayı da ihmal etmiyor.
Ey Türk Milleti; CİA elemanları, FBI Savcıları ile birlik olup Türk Ordusu’nun mensupları esir alındığı gün yedin sen DARBEYİ!!.
Erdoğan ülkede yok ettiği değerler tartışılmasın diye 10 yıldır bir münazara konusu bulup çadırın oyuncularına veriyor.
Çadırın oyuncuları ev ödevleri olan bu münazara konularını tartışırken, malı götüren Kuveyt-Dubai ve İsviçre benzeri yerlerde nefes alıyor.
AKP CFR’nin virüslü bir dosyası gibi hareket ederek ülkenin bütün kurumlarını tahrip etti.
Yurtsever asker işini yaptı — şimdi diğer herkese iş düşüyor :
Yağma düzeninden beslenen ve şimdi de özüm ona “demokrasiyi
koruma” ayaklarıyla “askere karşı olun” çağrısına uyan ve hırsız
iktidarın götünden akan pekmezden sinek gibi geçinen zavallı göt
yalayıcılarına KÜÇÜCÜK bir hatırlatma :
Hiç kimsenin tasmalı köpeği olmayan özgür ruhlu TÜRK ASKERİ’ne
selâm olsun :
22 Şubat 1962 Direnişi ve 21 Mayıs 1963 İhtilal Girişimi’nin lideri, devrimci ve gerçek Atatürkçü subay, Talat Aydemir’i hasretle andığımız ve aradığımız bir dönemi yaşıyoruz.
Ne diyordu CHP Genel Başkan yardımcılarından Süheyl Batum?
Ordu kağıttan kaplanmış meğer !
CHP ile Ordu arasındaki bu “beklenti” ve “hüsran” dengesi, Türkiye’nin en temel sorunlarının belki de en başlarında gelir.
Türkiye’de 27 Mayıs’tan hemen sonra öylesine bir Atatürkçülük gelişmiş ve yerleşmiştir ki, sağcı güçler iktidara her geldiğinde Atatürkçü ve solcu halk yığınları arasında bir “sakin olun” çağrısı yayılmaya başlar.
Kulaktan kulağa “merak etmeyin Ordu var” sözleri yayılmaya başlar.
Ama bu sözlerin yayılmasına bile gerek yoktur, bu artık bir şartlı refleks olmuştur ve her seçim yenilgisinden sonra Atatürkçü kesimler koltuklarına bu şekilde rahatça oturur ve uykuya dalarlar.
Aslında burada beklenti, Ordu’nun müdahale ederek Türkiye’nin sorunlarına eğilmesi veya düzeltmesi değildir. O anlayıştakiler, Türkiye’nin sosyal gerçekleri ile meşgul olacak bir Ordu istemezler.
Beklenen tek şey, seçim sandığında bozulan dengenin düzeltilmesidir. Bu ise açıkça sağcı partilerin iktidardan indirilerek CHP’nin iktidar yapılmasıdır.
Maalesef bu tür beklentiler ve girişimler nedeniyle de Türkiye’de Ordu, partiler üstü, siyaset üstü bir koruyucu ve kollayıcı kuvvet olarak değil, CHP’nin imdadına yetişen ve onu koruyup kollayan bir kurum olarak algılanır.
Sonuç, hem CHP’nin hiçbir zaman kendi ayakları üzerinde durabilen devrimci bir partiye dönüşememesi, Ordu’nun ise “tarafsız ve bağımsız” bir devlet kurumu olarak görülmemesidir.
Türkiye’nin makus talihi ve Ordumuzun da talihsizliği, gerici partilerle arasına koyduğu mesafe değildir, bu zaten doğaldır ama Ordu CHP ile arasına mesafe koyamadığı için, muhalefet hep Ordu yardımına muhtaç bir “çocuk parti” görünümü kazanmıştır. Bunun Ordu’nun imajına verdiği zararlar ise cabası.
“Evet efendim”ci subaylar
Eğer ülkemizin sorunlarını masaya yatıracaksak, kimilerine son derece ürkütücü gelecek olsa da, yaşamını idam sehpasında sonlandıran ve ‘darbeci Ordu’ imajının de belki en saf örneği olarak görülen Albay Talat Aydemir’in fikirlerine eğilmek zorundayız.
Talat Aydemir, gerek Ordu’nun kendi iç yapısını, gerek sahte Atatürkçülüğü, gerek CHP’yi gerekse Amerikancı düzeni ve diğer partileri eşit mesafeden eleştirebilmiş ender aydınlarımızdandır.
Talat Aydemir, herşeyden önce Ordu’nun kendi iç yapısını ve yarattığı subay profilini cesaretle eleştirebilmiştir.
Katı Harp Akademileri sisteminin ortaya çıkarttığı subay tipini şu şekilde değerlendirir:
“O mektep öyle bir yerdir ki, inandığın fikirleri savunmana hiç imkan vermez. O baskı altında yetişen subaylar hayatta inisiyatiflerini kaybederler. Daima ‘evet efendim’ci olurlar. Hakikatleri haykırmak istedikleri halde yapamazlar. Daima boyun eğerler.”
Talat Aydemir’in bu satırları yazdığı sene 1954’tür.
Bu sözler son derece önemlidir. Askeri sistemin yarattığı “evet efendim”ci zihniyet, Türk Ordu tarihinde çok önemli iki büyük tarihsel süreçte başımıza bela olmuştur.
Birincisi Türk Ordusu’nun Osmanlı’nın son döneminde Alman Genelkurmayı’nın emrine verildiği dönemdir. Bu dönem, Türkiye’nin batışını getirmiştir.
Dönemin komutanları önce Alman Genelkurmayı’nın emriyle savaşa girmiş ve orada yenilmiştir.
Hemen ardındansa İngiliz işgal kuvvetlerine teslim olmuş ve silahını teslim etmiştir.
“Evet efendim”ci subayların karşısına çıkan tek örnek Mustafa Kemal’dir.
Önce Çanakkale’de Alman komutanını dinlememiş ve savaşı kazanmıştır. Asidir ama asi olmadan �evet efendim’le Çanakkale destanını yaratamazdı.
İngiliz İşgali başladığında ise, silahları teslim etmeme çağrısı yapabilmiş tek subaydır.
Ama çok daha önemlisi, gücünü üniformasından ve apoletlerinden değil, halktan aldığının bilincindedir ve o nedenle askeriyeden istifa ederek sivil bir şekilde Kurtuluş Savaşı’nı başlatabilmiştir.
NATO Subayları
21 Mayıs gecesi, Ankara
Kurtuluş Savaşı sonrasında ise NATO’ya ve Amerikan güdümüne sokulan Türk Ordusu yeniden eski düzene dönmüştür.
Bu defa “evet efendim”ler Amerika içindir.
27 Mayıs’ta bile genç ihtilalciler ‘korkarak’ hemen ‘NATO ve CENTO’ya bağlıyız diyebilmişlerdir.
12 Mart ve 12 Eylül’de ise doğrudan Amerikan hiyerarşisine bağlı darbeler gerçekleştirilmiştir.
Amerikan bağımlılığı o kadar köklüdür ki, Türk Genel Kurmay Başkanları arasında ayrı bir yeri olacak olan Hilmi Özkök, açıkça Amerika ile karşı karşıya gelmenin Türk Ordusu için en kötü seçenek olduğunu açıklayabilmiştir.
Bu, kendi ülkesini tehdit eden bir kuvvete karşı “evet efendim”in en bariz örneğiydi.
Nitekim hemen ardından Amerikan askerleri Kuzey Irak’ta Türk subaylarının başına çuval geçirdiklerinde de bu zat, susmanın dışında bir açıklama yapamadı.
Nerede Mustafa Kemal’in ‘size ölmeyi emrediyorum’ diyen sesi.
Nerede Hilmi Özkök’ün ‘size teslim olmayı emrediyorum’ diyen sesi..
* * * * *
Darbeci Türkeş, Demokrat Aydemir…
İşte Talat Aydemir’in eleştirdiği subay tipi budur.
Bu egemen subay tipine karşı, 27 Mayıs İhtilali alt rütbedeki subaylar tarafından örgütlenmiştir.
27 Mayıs harekatı için harekete geçen ilk subaylardan birisi de Talat Aydemir’dir. İhtilal sırasında ise Kore’de bulunduğu için katılamamıştır.
Ancak buradan Talat Aydemir’in bir “darbe heveslisi maceracı” olduğu düşünülmemelidir. O hedefi gerçek demokrasi olan bir subaydı.
Ordu’daki ilk demokrasi istekleri daha tek parti döneminde doğmuştur. Talat Aydemir, çok partili rejime geçişi sevinçle karşılayan subaylardandır.
Demokrat Parti’nin açık diktatörlüğe yöneldiği 1957 yılına kadar da, bir askeri girişimde bulunmamıştır. Hatta Ordu içindeki diğer ihtilalci gruplarla bu nedenle tartışması vardır.
Şimdilerde MHP askere ve darbeye karşı konumlanmıştır ama bu partinin kurucusu ve önderi Alparslan Türkeş, 27 Mayıs İhtilali’nin en önemli isimlerindendir.
Üstelik Türkeş ve arkadaşları, 27 Mayıs’ın hazırlıklarına daha 1952 yılında yani Demokrat Parti hükümet olur olmaz başlamışlardır.
27 Mayıs’ın hemen ardından Türkeş’in yardımcısı Muzaffer Özdağ ile tartışmaya girişir Talat Aydemir. Türkeş grubu 27 Mayıs’ı kendilerinin yaptığını ve harekete ilk geçenin kendileri olduğunu iddia etmekte ve faaliyetlere 1952 yılında başladıklarını söylemektedir.
Aydemir onlara şu soruyu sorar:
“1952 yılı Türkiye’de demokrasinin altın devridir. O senelerde sizi ihtilale sürükleyen ne sebepler vardı?”
Darbeci İnönü
Gerçekten de Talat Aydemir gibi kimi subaylar demokrasi ve vatan için 27 Mayıs’a katılırken, kimileri iktidar için bu harekete katılmışlardır.
Talat Aydemir’in burada üzerinde durduğu ikinci önemli konu ise CHP’nin pozisyonudur.
CHP lideri İnönü, 1957 yılından itibaren Ordu’nun darbe yapması için toplantılara katılmıştır. Ordu’yu 27 Mayıs’a yönlendiren odur.
Ama Talat Aydemir gibi idealist subaylar politikanın dışındadır. Onlar, Ordu’nun CHP’nin yanında gözükmesinden son derece rahatsızdırlar, çünkü onlara göre Ordu tarafsız ve partiler üstü olmalıdır.
Bu fikirler dillendirilmeye başlandığı anda CHP ve İnönü grubu rahatsız olmaya başlar. Onlar Ordu’nun yardımı ile biran önce hükümet olmak taraftarıdırlar. 27 Mayıs’ın önde gelen kadrolarını da Meclis ve Senato koltukları ile ikna etmiştir.
Talat Aydemir’in ‘darbeci’ olarak adlandırılmasına neden olan dönem işte tam da burada başlar. Aydemir ve arkadaşları, CHP’nin payandası olacak bir Ordu olmak istemezler.
Bir grup subay arkadaşı ile 25 Ağustos 1961 günü toplanır ve silah üzerine yemin ederler:
“Türk milletinin bekası, 27 Mayıs inkılap ruhunun devamını, demokratik bir rejimin kurulmasını temin ile Milli Birlik Komitesi’nin müspet icraatını destekleyeceğime ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetten uzak kalmasının temini hususunda kendimi şimdiden Türk milletine feda edeceğime namusum ve şerefim üzerine and içerim.”
Benim Damarlarımda CHP’lilik Kanı Dolaşmıyor,
Vatanseverlik Kanı Dolaşıyor
Bu yemin üzerine İnönü harekete geçer. Artık İnönü’nün hedefi Talat Aydemir’dir.
Bundan sonra Ordu içinde oyun üzerine oyun oynanmaya başlanır. Hedef, Aydemir’i harekata zorlamak ve bu şekilde tasfiye etmektir. Aydemir planın farkındadır, Harp Okulu komutanı olarak öğrencileri olaylardan uzak tutar.
Ama hemen hemen her gün bir ihtilal fısıltısı yayılır ve Harp Okulu, yüksek rütbeli subaylar tarafından basılır. Her seferinde öğrenciler koğuşlarında uyurlar. Ortada bir ihtilal hazırlığı yoktur.
21 Şubat günü Cevdet Sunay Talat Aydemir’i makamına davet eder ve ona şunları söyler:
“Evladım, yavrum, Hava Kuvvetleri bana bir ültimatom verdi. Sezleri feda etmek zorundayım. Ancak hepiniz himayemdesiniz. Sizlerin yerini değiştiriyorum.”
Aydemir cevap verir :
“Ben Allah’tan başka kimsenin himayesi altına girmem. Bu işte ben suçlu değilim. Suçlu olan Hava Kuvvetleri ve sizsiniz. Çünkü CHP’lilerin oyununa geldiniz.”
Sonra tabancasını çıkarır ve masanın üstüne koyarak devam eder :
“Beni şimdi ya bununla temizlersiniz ya da Divan-ı Harbe verirsiniz. Eğer geceki harekete ben sebep olduysam, beni kurşuna dizdirirsiniz. Benim damarlarımda CHP kanı dolaşmıyor, vatanperverlik kanı dolaşıyor.”
22 Şubat Direnişi
Talat Aydemir ve arkadaşları cezaevinde
İnönü Hava Kuvvetleri’ni yanına çekerek Aydemir’i yok etmek istemektedir. Ancak Aydemir oyuna gelmemektedir.
Bunun üzerine İnönü’ye bağlı Hava Kuvvetleri harekete geçer. Harp Okulu sarılır ve Talat Aydemir’in tutuklanması emri verilir.
Sebep, sözde Aydemir’in darbeye başlamasıdır. Böyle bir durum yoktur ama artık bir çarpışma başlamıştır.
Bunun üzerine 22 Şubat gecesi Harp Okulu öğrencileri komutanlarını teslim etmemek üzere direnişe geçerler. Ortada bir darbe teşebbüsü değil, sadece ve sadece direniş vardır.
Bu sırada Aydemir’le birlikte asılacak olan devrimci subay Binbaşı Fethi Gürcan Cumhurbaşkanlığı köşkünü sarmış ve idareyi almıştır.
Fethi Gürcan, Talat Aydemir’i arar ve şöyle sorar:
“Albayım şimdi burada kuvvet kumandanları, İnönü dahil bütün kabine Köşk’te toplantı halindeler. Şimdi hepsini enterne edeyim mi? Hesaplarını göreyim mi?”
Talat Aydemir, ‘hayır’ der ve hepsi serbest bırakılır.
Daha sonra Talat Aydemir, bu davranışı nedeniyle eleştirilecektir. İnönü bile, “bizi asacak cesareti yoktu, bir ihtilalci asmayı göze almalıdır”diyordu.
Ancak ortada basit bir acıma ve vicdanlı olma durumu yoktur.
Hava ve Deniz Kuvvetleri’nin komutanları, Talat Aydemir’i açıkça NATO’ya sağınmakla tehdit etmiştir. Böylesi bir durumda Hava ve Deniz Kuvetleri NATO’ya sığınacaktır. Amerikalılar ise füze rampalarını korumak için Samsun-İskenderun hattına el koyacaktır.
Bu plana karşı Aydemir’in sadece Kara Kuvvetleri ile direnmesinin imkanı yoktur.
İkincisi ise harekata devam etmek demek bir dikta idaresi kurmak ve çok kan dökmek demektir. Oysa Aydemir’in niyeti dikta değil demokrasidir.
Sonuçta teslim olma kararı verir:
“Bizim başımız gitsin, yeter ki Türkiye kurtulsun.”
İnönü’nün İsmi Zekâsından Büyüktür
Aydemir ve arkadaşları emekliye sevkedilir ama Türkiye durulmaz.
Sadece Türkiye değil İnönü’nün Aydemir’e olan kini de bitmez.
22 Şubatçıları suçlayan bir konuşma yapar Meclis’te. Ona göre Talat Aydemir bir sezgüzeştçidir ve ona inananlar yani Harp Okulu öğrencileri ise ‘aldatılmış’tır.
Bu açıklama üzerine Harp Okulu öğrencileri ‘Harbiyeli Aldanmaz’ yazılı bir çelengi Atatürk Anıtı’na koyar.
Aydemir’le İnönü arasındaki ikinci savaş artık başlamıştır.
8 Temmuz günü Aydemir bir basın toplantısı düzenler.
8 Temmuz Atatürk’ün askerlikten istifa ederek sivil mücadeleyi başlattığı tarihtir. Aydemir de artık sivildir.
Aydemir’in açıklamaları Türkiye tarihinin belki de en devrimci ve korkusuz açıklamasıdır:
“Bir hususu açıkça beyan etmek isteriz ki İnönü’nün ismi zekasından büyüktür. Bu zaviyeden tatkik edilince Atatürk’ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan mahrum statik devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir. Reformlara en çok ihtiyacımız olduğu bu devrede bütün hayatı statükoyu muhafaza ile geçmiş İnönü’yü tekrar başında görmek bu milletin tahilsizliği olmuştur.”
Hemen ertesi günü Talat Aydemir tutuklanacaktır.
Enteresan bir benzerliktir, bugün Tayyip Erdoğan’ların yaptığını o gün İnönü yapmakta ve Türk Ordusu’nun subaylarını hapse attırmaktadır.
Mahkeme safhası son derece ilginçtir, her yönüyle hukuksuzdur ve Aydemir şöyle söyler:
“Hakimlerimiz Türkiye devletinde memur gibi aldıkları emirlerle hareket ediyorlardı. Hakimler bu vaziyete düştükten sonra adaletten bahis edilemez.
“Türkiye’de adalet yalnız Milli Şef İnönü’nün elinde idi. Maalesef hakimler de koyun gibi ona itaat ediyorlardı.”
Yine bugünlerde yaşanan komutan tutuklamalarına benzer bir sahne yaşanır ama bir farkla, o günün komutanı ve subayının tavrı farklıdır:
“Biraz sonra beş tane sivil polisin arasında koridora çıktım, onların elleri ile yapmış oldukları halkanın içinde gidiyordum. Fena halde sıkıştım bu arada polis koridorunu bir anda yardım, onların arasından fırladım. Bu sefer cahil polisin biri kaçıyor diye bağırmaz mı! İşte bundan sonra ne oldu ise oldu. Bu söz üzerine subaylar galeyana geldiler o bağıran polisi tekme ve yumruklarla dövmeye başladılar.”
Hapishane kısmı da oldukça günümüze benzer. İnönü’nün Sağlık Bakanı Yuzuf Azizoğlu hapishaneye gelir gece.
Azizoğlu’nu şöyle tanıtır Aydemir:
“Yusuf Azizoğlu malum Türkiye’de en azından muhtariyet isteyip çalışan Kürtlerin lideri durumundadır. Bu gibi insanlar İsmet Paşa’nın kabinesinde yer almıştır”
Demek ki ne CHP ne de liderleri o gün bugün Kürtçülerle ittifaktan vazgeçmemiştir.
CHP Sahte Atatürkçü
Hapishaneden çıktıktan sonra gözler yine Talat Aydemir’in üzerindedir. Gazeteciler bundan sonraki amacını sorarlar o da bir değerlendirme yapar:
“Statükoculuk yerine hamlecilik ve devrimciliğin kabulü zaruridir. Türk halkının arzularının karşısında değil, bizzat halkın içinde olmak, halkla beraber çalışmak en lüzumlu unsurdur.”
10 Kasım’da yaptığı açıklama ise yeni bir Samsun içindir:
“Atatürk sağ olsa idi, bugünkü memleket gerçekleri karşısında tekrar Samsun’a ayak basar ve mücadeleye yeni baştan girişirdi. Biz de kendimizi Atatürk’e af ettiremezdik”
Atatürk’le İnönü arasındaki, Atatürkçülükle İnönücülük arasındaki ideolojik mücadele, ilk defa bu kadar net açıklanmıştır.
Aydemir, Atatürk’ün Altı Ok’u ile sahte Atatürkçü CHP’nin Altı Oku’nu karşılaştırır, ki günümüzde bile CHP aynı CHP’dir:
“CHP, halen iktidar partisi, vasıfları :
1- Şefinin huyunda yoğrulmuş Kinci
2- Mütegallibe kadrosu ile Benci
3- Umdelerini yerine getirmemekle İnkarcı
4- Türk toplumunu hor görmekle İstismarcı
5- Vaat ettiklerini yapmamakla Yalancı
6- Millet sevgisinden yoksun olduğu için Bölücü“
CHP’nin yeni Altı Oku’nu bu şekilde tarif ettikten sonra CHP ile ilgili değerlendirmelere devam eder:
“Hiçbir zaman milletin reyi ile iktidara gelemez. Halk ekseriyetinin sevgisini kazanmamış bir siyasi teşekküldür.”
Türkiye’de 70 yıldır neden hep sağ iktidarlar kuruluyor diye soranlara işte devrimci cevap!
Aydemir ve Chavez
Talat Aydemir’in bu görüşleri, aslında yeni ve devrimci bir partinin kuruluşu için gerekçe olabilirdi ama o gün bu adım atılamadı.
Eğer o gün Aydemir bir parti kursa ve gerçek Atatürkçülüğü CHP’nin elinden alabilse idi, ülkemiz bugünkü durumuna gelmezdi.
Bu yönde bazı öneriler de olmuştu.
Ancak Aydemir şöyle diyordu :
“1- Bizler Türkiye’de ihtilalci olarak tanınıyoruz. İhtilalcilerin siyasi hayatta hele bir parti içinde şansları yoktur.
2- Parti para ile kurulur, parti taraftar ister, CHP’den kimse bu yeni partiye iltifat etmez.”
Görüldüğü gibi o günkü siyasi partiler düzeni Aydemir’i partili mücadeleden uzak tutmuştur.
Aslında teşhislerinde büyük ölçüde doğruydu ama doğrunun diğer tarafı bu partinin, yani gerçek Atatürkçü partinin kurulmasının zorunluluğuydu.
Eğer Aydemir bu adımı atabilse idi, o dönemin Chavez’i olabilirdi.
Bugün bizlerin Ulusal Parti’yi kurarak giriştiğimiz adım, Aydemir’in atma imkanı olmayan 50 yıl gecikmiş bir adımdır.
Kağıttan kule CHP
Günümüzde bile CHP, İnönü’nün o gün bıraktığı CHP’dir.
Bunların Ordu’dan beklentileri vardır ve beklentileri yıkıldığında da “kağıttan kaplanmış”demektedirler.
Ama asıl gerçek CHP’nin bir iskambilden kule olduğudur.
Şimdi yapılması gereken o kuleye üflemek ve yıkmaktır!
CHP ve CHP zihniyeti yerle bir edilmeden, Türkiye’yi kurtarmanın imkanı yoktur.
Kaldı ki CHP’yi yıkmak, Ordu’yu da kurtarmak olacaktır. Ordu o zaman gerçekten partiler üstü ve bağımsız bir güç olarak “müdahil” olabilecektir.
Eğer bugün Ordu bu kadar sessizse, bunun sebebi Ordu içindeki CHP beklentilerinin bitmemiş olmasıdır.
Ordu CHP’nin oy alacağını sanarak beklemekte, CHP ise Ordu’nun müdahale ederek kendisini iktidar yapacağını sanarak beklemektedir.
Gerek CHP gerekse Ordu içindeki yanlış Atatürkçülük yıkılmadan, Samsun’a çıkma iradesi gösterilmeden bu ülke düzelemeyecektir…
Talat Aydemir : Dava Uğrunda Çoluk Çocuk Düşünülmez
Talat Aydemir bu yolda yeni bir ihtilal girişiminde bulundu. Aslında bu onun istediği şey değildi.
O yeniden Harp Okulu’nun başına geçerek, partiler üstü, gerçek Atatürkçü, bağımsız ve özgür Türk subaylarını yetiştirmek istiyordu. Eğer bu subaylar yetişse idi Türk Ordusu, diri ve devrimci bir güç olarak yerini muhafaza edebilirdi.
İnönü ve CHP buna engel olmak için ellerinden geleni yaparak onu yeni bir ihtilal girişimine adeta zorladılar. Çünkü Aydemir’in kimsenin kanına girmeyecek kadar insanlıkla yoğrulmuş biri olduğunu biliyorlardı.
21 Mayıs ihtilal gecesi sabaha karşı tutuklandı.
Polis karakoluna götürüldüğünde sorguya alındı :
“-Albayım, harekatın muvaffak olmadığını görünce kaçmayı ya da ecnebi bir sefarete sığınmayı düşünmediniz mi ?
– Hayır..!!! Bir lider hiçbir zaman kaçmaz, sefaretlere girmek de bana yakışmaz. Ben yaptığım işin ne olduğunu biliyorum. Milletime hesap vermeye hazırım.
Son Yorumlar