Mandacılık: Can çekişen sömürgeciliğin
son sığınağı
Mandacılık ezilen dünyada egemenlerin resmi ideolojisidir. Ancak düşünce akımı olarak mandacılık aslında sömürgeciliğin gücünün değil, güçsüzlüğünün ürünüdür.
500 yıldır dünyanın hâkim sistemi sömürgecilik. Sömürgecilik tüm dünyaya 500 yıldır egemenliğini, ekonomik ve ideolojik hegemonyayla değil doğrudan doğruya şiddet yoluyla kurdu.
Kızılderili Kıtası, Batı sömürgeciliği için bir sıçrama tahtası oldu. Batının amacı ekonomik sömürü sistemi kurmak değil, korsanlıktı.
Sömürgeciliğin bir “ekonomik sistem” olarak ortaya çıkması bundan sonradır. Yok edilen İnka ve Aztek kentlerinde bunca altın ve gümüş nereden geliyordu diye düşünen korsanlar kıtanın zengin madenlerini sömürmeyi akıl ettiler. Kalan yerli nüfusu çok az olduğu için köle olarak Afrika kıtasının halklarını kullanmak zorundaydılar. Sıra Afrika’ya gelmişti.
Kıtadan kıtaya sıçrayan sömürgeci talan, 1918’de Asya’nın son kalesini, Türkiye’yi, yutmak üzeriydi. Atatürk önderliğinde Türkiye şiddet yoluyla egemenlik kuran emperyalizme karşı şiddet yoluyla yanıt veren ilk başarılı örnek oldu.
Bu noktadan sonra “ekonomik sömürü”, “himaye” ve “manda” gibi ek yöntemler emperyalizm tarafından devreye sokulmak zorunda kaldı. Kızılderiliyi, Afrikalıyı, Hintliyi “himaye etmek” gibi bir düşünce daha önce hiç önerilmemişti. Çünkü sömürgeci tartışmasız bir zaferle buraları zaten köleleştirmişti. Mevzi mevzi sömürgeleştirmek ve gireceği ülkenin halkını önce siyasi ve ekonomik kuşatmayla teslim almak gibi bir zorunluluk söz konusu değildi.
Ulusal Kurtuluş çağını açan ve ezilenlerin ulus devlet gerçeğini sömürgecilere ilk dayatan Atatürk ve Türk Ulusu oldu.
Dünya değişmedi,
Atatürk’ün her öğrettiği doğru kaldı
20.yy’da böylelikle oyunun kuralları değişti. Ezilenler için direnmenin yolu çizilmiş oldu. Salt şiddete dayalı sömürü yolu ise sömürgeci kapitalizm için kapandı.
Kutupların ortaya çıkması, blokların kurulması, himaye ve manda politikaları, daha sonra uydurulan BM gibi siyasi mekanizmalar ve IMF gibi ekonomik mekanizmalar bundan sonranın hikâyesidir. Bu sömürgeciliğin bitişi değil, ekonomik ve ideolojik hegemonya aygıtlarını geliştirmek zorunda kalmasının göstergesidir.
Öncesinde sömürge halkları Batılı için hayvandan farksızdı. Kırbacı vururdun, “medeniyet”in hakkını alırdın.
Artık sömürgecilik daha “ince” yöntemleri de kullanmak zorundadır. Ancak bu mandacıların ve sömürgecilerin iddia ettiği gibi Batı’nın bir lütfu veya kapitalizmin gelişimi değil, 1919’dan sonra içine düştüğü zorunlu durumun sonucudur.
Zorunluluk bizim açımızdan da belirleyicidir. Atatürk önce 1919’da Sivas’ta mandacıları yendi. Sonra sömürgecileri ve işgal ordularını 1922’de topraklarımızdan söküp attı. Ulus içinde kümelenen mandacılar kovulmadan, sömürgeciler de kovulamazdı.
1938’de ilk olarak geri gelen yine mandacılık oldu. Sivas’taki düşkünlerin reçetesi resmi ideolojimiz oldu. Bugün işgalcilerin yeniden vatanımıza fiilen girmesine ramak kaldı.
Kısacası Ulusal Kurtuluş çağında zorunluluk ezen sömürgeciler için de ezilen uluslar için de aynı kuralları dayatıyor.
Dünya da bir kast sistemi var. Ezilen uluslar için sömürgeci kast sisteminde dayatılan paryalık ve sömürge olmak. Ezenler ise efendi kalmak ve olmak için bizi parya haline getirmek ve sömürgeleştirmek zorundalar.
Kapitalizmin ezilenlerden alıp, ezenlere aktardığı devasa zenginlik bu kast düzenin ekonomik olarak sağlamasıdır. Ancak bu büyük soygunu sağlayan ekonomik düzen de kast olmaksızın var olamaz.
Bu yüzden Atatürk’ün 1920 ve 30’lardaki her eylemi ve düşüncesi birebir ve harfiyen bugün de doğrudur:
“Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
Yani ezilenin ulus devlet kastın içinde yaşayamaz. Kast yani sömürgeci canavarda asla ulus devletin varlığını kabullenemez.
Ezilen bir ulus varlığını devam ettirmek için mutlak surette tamamen kastın dışına çıkmak zorundadır. Aksi takdirde bizi bekleyen tek akıbet sömürgeleşmek ve yok olmaktır.
Bu zorunluluk kuralını reddedene, istediği kadar laiklik veya çağdaşlaşma teranesi okusun asla Atatürkçü denemez. Atatürkçülüğün temeli “Tam Bağımsızlık”tır.
Önce safını belirle, sonra politika üret
Bizi gerçekçi olmaya çağıran sahte “Atatürkçüler”, kastın içinde sıçramayı çağdaşlaşma ilan eden yeni mandacı hayalperestler, aslında Atatürk’ü çağdışı ve hayalperest ilan ediyorlar.
Oysa dünya onların umduklarından hızlı döndü. 1990’larda ezilen dünyaya Batıcılık ve mandacılık muzaffer bir şekilde egemen ideoloji olarak girdi. Tıpkı 1938’de bizim ülkemize girdiği gibi. Şimdi tankları ve ordularıyla en bayağısı ve en eski türünden sömürgecilik ülkelerimize giriyor.
Mandacılık bir geçiş ideolojisi olarak çöküyor. Çünkü yeni sömürgeci saldırı bizzat kendi yarattığı ideolojik hegemonya araçlarını yok ederek ilerliyor.
İşte gerçek ortada… Sömürgecilik haricinde var olabilecek çağdaş bir kapitalizm yok. Artık safları belirleme zamanı geldi. Uyanma zamanı geldi.
Yoksa tıpkı Atatürk’ü dinlemeyip İstanbul’a giden ve Meclis-i Mebusan’a katılan Sivas’ın mandacıları gibi, gerçeğin tokadı şimdiki aymazları uyandıracak. Himaye bekledikleri emperyalistlerce tutsak düşecekler.
Oysa bugün Türkiye’de hâlâ bazıları politika üretmek adına kimsenin umurunda olmayan fantezilerini sayıklıyorlar.
Son bir haftaya bakalım. Rusya Gürcistan’a girdi. ABD İran’a saldıracak. Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan projeleri ilerliyor. ABD Karadeniz’e girdi. Türkiye’yi kuşatan Kafkas Seddi tamamlandı.
Bir Türk bu cendereden çıkış yolunu arar. Bizim mandacılar ne yapıyor? Kimi, Rusya güçlendi Türkiye’nin işine yarar diye seviniyor. Kimi, esas ABD güçlendi diyor. Öbürü AB’yi unuttuk diye hayıflanıyor. Başka biri ABD İran’a girecek bizim önemimiz aratacak diye seviniyor.
Kardeşim kimsiniz siz? Türk mü, Rus mu, Amerikan mı? Bir de sizin “reel politika”, “strateji” diye ürettiğinizi kim takar? Bush sizi dinler mi? Putin umursar mı?
Artık eski tür mandacılık bu dünyada kimseyi kandırmıyor. Türk milletini bu tür jeo-stratejik masallar hiç alakadar etmiyor. Bush ve Putin bile senden işbirliği değil, itaat istiyor. “Gerçekçi” mandacılar, gerçeklerden o kadar kopuk ki; her yaşanan gelişme, emperyalizmin her yeni saldırısı onları şaşkına çeviriyor.
Karşımıza Türkiye’nin çıkarları için politika ürettiğini söyleyen her türlü mandacıya söyleyeceğimiz tek bir şey var. Önce safını seç, sonra politika üret. Aksi takdirde Türkler adına konuşma!
Mandacılık çöktü
Çok değil daha bundan birkaç yıl önce mandacılarımız biz Atatürkçüleri hayalperestlik ve paranoyayla suçluyorlardı.
Şimdi soralım.
“AB Türkiye’yi dost olarak görüyor. Bizi içine alacak, kalkındırıp demokrasi getirecek” masalı anlatabilen bir tek kimse kaldı mı?
“ABD en iyi dostumuz ve stratejik müttefikimiz. Güçlü Türkiye’nin teminatı ABD ile işbirliğidir” diyebilecek tek bir mandacımız kaldı mı?
“Rusya geliyor. Bizi kurtaracak.” diyenlerden eser kaldı mı?
Artık AB’ciler, AB Türkiye’yi niçin üye olarak almıyor ve almamalı bunun teorisini yapıyorlar.
Amerikancılar, ABD laik ve güçlü Türkiye’yi sever masalını bıraktılar. Bizzat kendileri Kürtçü ve İslamcı oldular.
Rusçular ise daha zavallı durumdalar. Bir kısmı içeride, bir kısmı dışarıda, Türk Ordusu’nun ABD ile anlaşmasından ve ABD’nin AKP’yi frenlemesinden medet umacak kadar rüyalar âlemindeler.
Afganistan ve Irak’ta başlayan yeni sömürgeci saldırı mandacılığı sadece Türkiye’de değil tüm ezilen dünyada çökertti. Çünkü mandacılık ulus devlet mevzisini koruyan ezilen ulusların içine sızmak için geliştirilmiş bir ideolojidir.
Ulus devlet mevzisine saldırı başlayınca, bu ideoloji bir iki yıl içinde kendini tüketti.
“Türkiye’nin yararı” için Batı’ya bağlanmayı savunan her renkten mandacı artık “Türkiye’nin yararı” argümanını terk etti. Sahte Atatürkçüsünden dincisine, liberalinden sahte solcusuna kadar hepsi doğrudan doğruya Türkiye ve Türklük kavramlarıyla hesaplaşıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelden sakat olduğunu, Türklük kavramının bile uydurma ve dayatma olduğunu iddia ediyorlar.
Bu tarihsel misyonlarını doldurdukları anlamına gelir. Tıpkı Batı uydusu parlamentarizmin yerini Kürt-İslamcı açık faşizme bırakması gibi, mandacılık da yerini Türklüğün reddine ve açık sömürgeciliğe bırakıyor.
Sömürgecilerin ve mandacıların en güçlü göründükleri anda en zayıf düştükleri gerçeği burada ortaya çıkmaktadır. Sömürgecilik ve iç temsilcileri artık Türk Milletine bizim yararımızı düşündükleri hikâyesini anlatamıyorlar. Tersi durum çok açık ortada olduğu için Türklere “aslında siz Türk değilsiniz, burası da Türkiye değil” propagandası yapılıyor.
Buna politika denemez artık. Bu gerçeklikten kopuştur. Kaç kişi bu propagandaya ikna olur? Çok az.
Sömürgeleştirmenin tamamlanması için ideolojik ve ekonomik yöntemler tükenmiştir. İş silahın devreye gireceği noktaya geldi. Bu yüzden Batıcılık artık Türkiye’deki en hayalperest, Batı karşıtlığı ve antiemperyalizm ise tek gerçekçi politikadır.
Batıcıların son kozu
Bu noktada sahte Atatürkçüsü de AKP’lisi de her türden Batıcı aynı silaha sarılıyor. Emperyalizme bağımlılığın Türkiye’yi batırdığını artık reddedemiyorlar. Türkiye’nin âli çıkarlarını bilen, gerçekçi ve dünya politikasından anlayan devlet adamı pozlarını birden bırakıyorlar ve korku politikasına sarılıyorlar:
“Doğru, çok zor dönemlere giriyoruz ama ne yapalım? Türkiye bir yerlere tutunmak zorunda… Ya ABD ya AB ya Rusya… Hem ampul bile tavana iple asılı duruyor. Bir yere bağlanmazsak bu büyük strateji satrancında bizi yerler. Ya Kürdistan’a toprak kaybederiz. Ya da Ermenilere… İşbirliği yapmazsak halimiz harap…”
Batıcı politikanın, mandacılığın çöküşüdür bu. Eskiden Türkiye’ye çağ atlatmaktan bahsediyorlar, Batı kapılarında nurlu ufuklar vaat ediyorlardı.
Şimdi ise halkı korkuyla terbiye etmek istiyorlar. Kimi ABD ordusunun ne kadar güçlü olduğundan bahsediyor. Kimi AB’ye bağlanmazsak hepten ABD’ye yem olacağımızı ileri sürüyor. Kimi ise son çare Rusya diyor?
Atatürkçülerin bile aklına tam bağımsızlık veya direnmek gelmiyor. “Borcumuz çok fazla”, “bağımsız sanayimiz ve ordumuz yok” gibi gerekçelerle sömürgeci devletlerden en az birine yanaşmamız gerektiği iddia ediliyor. Veya meşhur bir “Atatürkçü”müzün ifadesiyle, “en azından yumurtaları tek bir sepete koymayalım, biraz da Rus sepetini kolumuza takalım” deniyor.
Ve eski Genelkurmay Başkanı itiraf ediyor: “ABD’yle savaşmak zorunda kalırsak kötünün kötüsü olur.”
Yani kırk katır ve kırk satır hikâyesi…
Sömürgecilik de çöküyor
Emperyalizmin dostumuz olmadığını ve bizi yok etmek istediğini eski mandacılar bile kabul ediyor. Bir tek önerileri var: şu fırtınalı dönemi birilerinin kanatları altında geçirmek. Yoksa Batı’nın gazabının daha kötü olacağını iddia ediyorlar.
Peki, doğru mu? Sömürgeciler bu kadar güçlü mü? Gerçekten de ABD, Rusya veya başka bir emperyalist devlet önlerine ne çıksa buldozer gibi ezip geçebiliyor mu?
Tam tersi. Üçüncü Dünya direniyor. Ve ulus devlet gerçeği dimdik ayakta duruyor. Emperyalizm daha savaşmadan ulus devletin yenilgisini ilan etti. Güya “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” engellenemez bir süreçti.
İyi ama tarihsel çelişkiler kuru propagandayla ortadan kaldırılamaz ki!
İstediğiniz kadar sömürgecilerin ne kadar güçlü olduğunu, teknolojilerinin, ekonomilerinin ve ordularının yenilmez olduğunu ilan edin. Hatta ezilenler buna inansın. Sonuçta gelip o ezilmez gücünüzü fiilen kabul ettirmeniz gerekiyor.
Irak’ta ulus devlet yok edildi. Ulusu aşiret ve mezheplere böldüler. Ama yine de sömürgeciler çaresiz. Mezara gömdük dedikleri ulus yine onları yeniyor. Irak’tan çıkmak bir dert, çıkmamak daha büyük bir dert.
Üçüncü Dünya’nın en geri coğrafyası Afganistan’a girdiler. “Sizi taş devrine geri göndereceğiz” diye yola çıkmışlardı. Oysa şimdiden bir tane Peştun aşiretinin karşısında diz çöktüler. Şimdi “yeni ve Batı yanlısı bir Afgan ulusu yaratmalıyız, kalplerini ve beyinlerini kazanmalıyız” diye zırvalamaya başladılar. İyi de hani uluslar tarihe gömülmüştü. Artık küresel dünya vardı. Ulus düşüncesine ve Üçüncü Dünya’nın direnişine daha başından teslim olmuşlar farkında değiller.
Değil ulusları yenmeyi ve tarihe gömmeyi, direnen birkaç aşiret bile onları geriletiyor. Tüm politikalarını alt üst ediyor.
Yeni sömürgecilik Atatürk öncesi dünyayı yeniden kurmak istiyordu. Ulusların ve ulus devletlerin miyadını doldurduğunu iddia ettiler. Ama 19.yy’a geri dönelim derken, karşılarında uyandırdıkları bir canavar buldular. Küresel rüzgârlara direnemeyip, modern ekonomiye kapılıp, uysalca sömürgeciliğe teslim olacaktı hani ezilenler. Bakın şimdi Batının karşına kendi füzeleri ve nükleer bombalarıyla çıkıyorlar. Hani Batı güçlüydü, biz güçsüzdük.
Ezilen uluslar aptal değil ki! Tarihi iki kez yaşamak isteyen Batılı gibi kafasını kimse kuma gömmek istemiyor. 21.yy, 19.yy’ın tekrarı olmayacak.
İlla strateji üretmek isteyenler önce kafasını kumdan çıkarsın. Gerçekleri görsün. Ezen ve ezilen çelişkisi olduğu gibi duruyor. Atatürk’ün dünyasında yaşıyoruz. Tek fark var, o da şu: ezilenler artık çok daha güçlü, ezenler çok daha güçsüz. Kimse bizden kutup seçmemizi istemesin. Bırakın dost arama kaygısını emperyalistler yaşasın.
Savaşamayana politika hakkı yok
Aptallığın ve hayalperestliğin toplumlara bir süre egemen olduğu tarihsel dönemler olmuştur. Ancak bu dönemler hep gelip geçicidir.
Mandacılık ve Batıcılık çağdaşlık değil, çağdaş yobazlık ve aptallıktır. Batının da, Batıcıların da devri kapanıyor.
Tek tek uluslar uyanıyor. Sömürgeci kastın dışında başka bir dünyanın mümkün olduğu gün be gün daha da netleşiyor.
Dünyanın diğer ucunda Chavez, Atatürk’ün yolundan gidiyor. Ampul gibi bir yere bağlanmayı değil, tüm kutuplardan bağımsız tek başına egemen olmayı seçiyor. ABD’ye arka bahçesinde meydan okuyor.
Yanı başımızda Ahmedinejad gibi bir dinci bile sırf ülkesini savunabilmek için aklını çalıştırabiliyor. Chavez’in yanına gidiyor. Bizim “Atatürkçülerimiz” ve “milliyetçilerimiz” Bush mu iyi Putin mi derdinde. Latin Amerika’daki insanların gördüğünü göremiyor.
Herkesin hayran olduğu Castro bile Atatürk heykelini direnen Küba’nın ortasına dikmiş, bizim sahte Atatürkçülerimiz ve her türden mandacılar Batılı liderlerin putlarına tapınmaya devam ediyorlar.
Her kıtada ABD ve Batı için “çatlak” sesler çoğalıyor. Batı’nın soykırımcı ilan etmediği kaç Üçüncü Dünya ulusu kaldı?
Bu noktadan sonra dünyada yalnız kalmamak adına Batı’ya teslim olmayı savunmak deliliktir.
Her şeyden önce bütün uluslar bağımsızlıklarını, egemenliklerini ve çıkarlarını savunmakta her zaman yalnızdır. Ayağa kalkar ve özgürlüğünü eline alırsan yalnız kalmamaya da hak kazanırsın.
Sömürgeci yaşamak için önce ezmek sonra sömürmek zorundadır. Ezilen ulus ise yaşamak için önce savaşmak sonra da emperyalist sistemden kopmak zorundadır.
Dünyada daha bağımsızlığını kazanmış tek bir sömürge yokken, Atatürk bu yolu seçti. Çünkü hayalperest değildi. Tam bağımsız olmayana düşmanı bile saygı duymaz.
Diğer ezilen ulusların Atatürk Türkiye’sinin etrafında kenetlenmesi, emperyalistlerin ise hiçbir konuda Türkiye’yi tehdide kalkışamaması bundandı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve ulusal çıkarları için savaşmayı göze alamayan bir ulus değil ittifak kurmayı, yaşamayı bile hak edemez. Önce bağımsızlık, koşulsuz tam bağımsızlık, sonra politika… Bu ezilenlerin kırmızı çizgisidir.
Başka bir dünya, Batının değil Üçüncü Dünya’nın kurallarının yeniden egemen olacağı bir dünya çok yakın ve mümkün.
Ali ÖZSOY
Son Yorumlar