Şubat 2012 için arşiv

29
Şub
12

Sanatçılar : Bu bir başkaldırıdır..!!!

Sanatçılar ülkenin gidişatına el koydu :  “Bize engel olamazsınız..!!!”

Aralarında Mehmet Güleryüz, Rutkay Aziz, Mehmet Aksoy, Eşber Yağmurdereli, Bedri Baykam, Edip Akbayram, Ataol Behramoğlu ve Orhan Aydın’ın da bulunduğu kültür ve sanat dünyasının biraraya gelerek oluşturduğu Sanatçılar Girişimi, bugün Taksim Halep Pasajı’ndaki Ses Tiyatrosu’nda kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.

Girişim üyeleri, cumhuriyetin hiçbir döneminde demokrasiye, sanatçılara yönelik bu denli baskı görülmediğini belirterek “Sanatçılar olarak sesimizi yükseltiyoruz. Bu bir başkaldırıdır. Bundan sonra nerede bir haksızlık varsa orada Sanatçılar Girişimi olacak” dedi. Girişimin kendiliğinden oluştuğu ve gün geçtikçe büyüyeceği bildirildi. Toplantının açılış konuşmasını yapan Ataol Behramoğlu, tarihe not düşmek için toplandıklarını belirterek “Sanatçıların sesini yükseltiyoruz. Sanata ucube diyen anlayışı reddediyoruz” değerlendirmesi yaptı.

Sanatçılar adına basın açıklamasını Orhan Aydın ise “Sanatçılar olarak ülkenin geleceğinden kaygılıyız.
Cumhuriyetin kazanımları yok ediliyor, laik, bilimsel eğitim adım adım gerici, çağdışı bir niteliğe bürünüyor. Bağımsız düşünce, demir parmaklıklar arkasında. Halkın haber alma özgürlüğü gaspedilmiş durumda”
diye konuştu.

Yalan, tehdit, santaj, talan, vurgun, cemaatçilik ve adam kayırmacılığın toplumsal ahlakı kemirdiğini anlatan Aydın, “Türkiye, emperyalist çıkarların Ortadoğu’daki işbirlikçisi olmaya dönüştürülüyor. Karanlık bir ortaçağ ülkesi olmaya sürükleniyor. Çocuklarımızın ve sonraki kuşakların gelecekleri için kaygılıyız. Kaygılıyız ve reddediyoruz” dedi. Bütün bunları reddettiklerini vurgulayan Aydın, şunları kaydetti:

“Tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz. Sanatçılar Girişimi, emeğin, demokrasinin, adaletin, çağdaşlığın, haksızlığa ve baskıya karşı direnişin yanında, toplumsal muhalefetin en ön saflarında yer almayı, sanatçılık onurunun, sanatçı vicdanının onurlu görevi ve gereği saymaktadır.”

Sanatçılar ne dedi?

Toplantı sonrası açıklamaya katılan sanatçılar görüşlerini bildirdiler. Sanatçılardan bazılarının isimleri ve görüşleri şöyle:

Mehmet Aksoy: Türkiye’de son dönemde sanata baskılar arttı. Resim öğretilmek istenmiyor. Devlet galerileri kapatılıyor. Taksim Meydanı beton yığını haline getirilmek isteniyor. Şehrin ciğeri rant alanı haline getirilmek isteniyor. Gidişat çok kötü ve herkesin kendi alanını koruması gerekiyor. Biz umutsuzluğa düşmeyiz ve geri adım atmayız.

Levent Kırca: Memleket elden gidiyor. Aydınlar ve yurtseverler cezaevlerinde tutuluyor. Türkiye Cumhuriyeti tehlike altındadır. Artık son noktadayız. Bugün tam zamanıdır. Bütün sanatçı arkadaşlara ihtiyacımız var. Bırakın para peşinde koşmayı, memleketin peşinde koşun.

Bedri Baykam: Türkiye’de dindar gençlik yetiştirilmek isteniyor. Bunun yanında kindarlıktan da bahsediliyor. Haber alma özgürlüğü yok edilmek isteniyor. Laikliğe ve özgür yaşam tarzına saldırılar artarak sürüyor. Biz bağımsız ve çok sesli Türkiye istiyoruz. Biz buradayız.

Mehmet Güleryüz: Bu ülkenin sanatçıları susturulmak isteniyor. Bu ülkenin sanatçıları susacak sanıyorlar. Biz her şeyden haberdarız ve nöbetteyiz.

Rutkay Aziz: ‘Ne yapabiliriz’ diye buradayız. Ve cumartesi günü Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan için Taksim’de olacağız.

Sanatçılar “ Sesimizi dünyaya duyuracağız”

Bildiride evrensel kazanımların ve Cumhuriyet değerlerinin yok edildiği öne sürülerek şu görüşlere yer verildi: “Laik, bilimsel eğitim adım adım gerici, çağdışı bir niteliğe bürünüyor. Gençliğin özgürlük, emekçinin hak arayışı, polis copu ve zindan tehdidi altında. Bağımsız düşünce demir parmaklıklar arkasında. Adalet, adaletsizliğin aracı olmuş. Halkın haber alma özgürlüğü gasp edilmiş, sanatçıların eserleri sansür ve otosansür tehdidi altında. Çocuklarımız ve sonraki kuşakların gelecekleri için kaygılıyız. Kaygılıyız ve reddediyoruz. Tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz”

Sanatçılardan Basın Açıklaması Metni Şöyle: “Reddediyoruz”

Bizler, Türkiye’nin yazarları, şairleri, ressamları, heykeltraşları, sinema ve tiyatro sanatçıları, karikatüristleri, fotoğraf sanatçıları, tüm sanat insanları, ülkemizin geleceği için kaygılıyız.

Evrensel aydınlanma değerleri, Cumhuriyetimizin kazanımları yok ediliyor.

Laik, bilimsel eğitim adım adım gerici, çağdışı bir niteliğe bürünüyor.

Gençliğin özgürlük, emekçinin hak arayışı, polis copu ve zindan tehdidi altında.

Bağımsız düşünce, demir parmaklıklar arkasında.

Adalet, adaletsizliğin aracı olmuş

Halkın haber alma özgürlüğü gasp edilmiş

Ressamın, şairin, yazarın, heykeltıraşın, müzisyenin, tiyatro ve sinema sanatçısının, tüm sanat insanlarının, kendi yaratıcı düşleri ve kendi sorumluluk duyguları dışında hiçbir baskı ve sınırlamanın kabul edilemeyeceği yaratma özgürlüğü, yakın ve uzak tarihimizin hiçbir döneminde görülmedik ölçüde sansür ve otosansür tehdidi altında.

Yalan, tehdit, şantaj, talan, vurgun, köşe dönmecilik, adam kayırmacılık, cemaatçilik, toplumsal ahlakı kemiriyor.

Ülke zenginlikleri yağmalanıyor.

Doğal ve kültürel doku katlediliyor.

Sanatsal yaratma özgürlüğü tehdit altında.

Emek hakkı için savaşım, yerini sadaka ekonomisine; özgür, cesur, çağdaş insan, yerini ezik, boyun eğimiş yazgısına razı kula bırakıyor.

Türkiye, sadece Cumhuriyet tarihinin değil, birkaç yüzyıllık demokrasi, bağımsızlık ve uygarlık savaşımları tarihimizin yörüngesinden koparılarak, emperyalist çıkarların Ortadoğu’daki işbirlikçisi olmaya sürükleniyor.

Karanlık bir ortaçağ ülkesi olmaya dönüştürülüyor.

Ülkenin kendi yurttaşları arasında ayrımcılık, yaşadığımız coğrafyanın komşu ve kardeş ülkelerine karşı düşmanca söylem ve eylemler her zamankinden daha keskin ve kaygı verici.

Bölgeyi ve dünyayı bir kan gölüne çevirecek bir savaş çılgınlığında Türkiye sanki suç ortağı olmaya kışkırtılıyor.

Çocuklarımızın, sonraki kuşaklarımızın gelecekleri için kaygılıyız.

Kaygılıyız ve reddediyoruz.

Bütün bunları reddediyoruz. Ve tepkimizi Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmayı görev sayıyoruz.

Sanatçılar girişimi emeğin, demokrasinin, adaletin, çağdaşlığın, haksızlığa ve baskıya karşı direnişin yanında, toplumsal muhalefetin en ön saflarında yer almayı, sanatçılık onurunun, sanatçı vicdanının, sorumlu yurttaş olma bilincinin kaçınılmaz olduğu kadar onurlu görevi ve gereği saymaktadır.

Gücümüzü evrensel aydınlanma değerlerine olan inancımızdan, emek ve yaratma özgürlüğüne saygımızdan; sanatçı vicdanımız, bilinç ve duyarlılığımızdan alıyoruz.

Tüm sanat insanlarını, ülkemizin tüm sanatçılarını, “Sanatçılar Girişimi”nde yer almaya ve bütün ülkelerdeki sanatçı dostlarımızı çağrımıza destek olmaya, omuz vermeye; insana yaraşır, aydınlık, özgür, barışçıl bir dünya yaratma savaşımında güçlerinizi güçlerimizle birleştirmeye çağırıyoruz.

Girişime  destek  veren  sanatçıların  isimleri  şöyle :

“Tarık Akan, Edip Akbayram, Onur Akın, Sunay Akın, Üstün Akmen, Alaattin Aksoy, Mehmet Aksoy, Muzaffer Akyol, Aytaç Arman, Hayati Asılyazıcı, Semir Aslanyürek, Engin Ayça, Orhan Aydın, Rutkay Aziz, Kürşat Başar, Cezmi Baskın, Bedri Baykam, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Cahit Berktay, Mustafa Bilgin, Metin Boran, Metin Coşkun,Tuncer Cücenoğlu, İsa Çelik, Nevzat Çelik, Haluk Çetin, Meral Çetinkaya, İsmail Hakkı Demircioğlu, Metin Demirtaş, Nuri Dikeç,Atilla Dorsay, Leyla Erbil, Bilgesu Erenus, Genco Erkal, Altan Erkekli, Erdal Erzincan, Mert Fırat, Müjdat Gezen, Altan Gördüm, Mehmet Güleryüz, Tarık Günersel, Hüseyin Haydar, Emin İgüs, Levent İnanır, Özdemir İnce, İlhan İrem, Ekrem Kahraman, Bülent Kayabaş, Yıldız Kenter, Erol Keskin, Suna Keskin, Tuğrul Keskin, Arif Keskiner, Levent Kırca, Mine Kırıkkanat, Kemal Kocatürk, Nuri Kurtcebe, Orhan Kurtuldu, Mustafa Köz, Küçük İskender, Safiye Mine, Mustafa Mutlu, Yılmaz Onay, Zeynep Oral, Yılmaz Onay, Fikret Otyam, Nedim Saban, Vedat Sakman, Sali, Menderes Samancılar, Osman Şahin, Osman Şengezer, Ferhan Şensoy, Burhan Şeşen, Cihat Tamer, Yavuz Top, Gülsen Tuncer, Cüneyt Türel, Yaman Tüzcet, Metin Uca, Engin Uludağ, Ersan Uysal, Nejat Yavaşoğulları, Timur Selçuk, Işık Yenersu, Ender Yiğit, Ümit Zileli.

http://www.ilk-kursun.com/haber/97298

29
Şub
12

EŞBAŞKAN KÜKREDİ

“Ak  Tolgalı  Beylerbeyi  Haykırdı :  İlerle !..

Bir  yaz  günü  geçtik  Tuna’dan  kafilelerle…”

Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırır da, AK Partinin Bey’i geri durur mu ?..
Durmadı  duramadı.

Bağırdı,  çığırdı,  haykırdı  ve  demokrasinin  tüm  kurallarını  yerle  yeksan etti.
Eşbaşkan’a göre herkes onun dediği gibi düşünmek, konuşmak ve onun emirlerine uymak zorundaydı. Her şeyin en iyisini o bildiğine göre kim aykırı düşünüp konuşabilirdi ki?..
Nasıl olur da TÜSİAD denen, Türkiye’de ki istihdamın yaklaşık %50 sini sağlayan tesisleri bünyesinde barındıran kuruluş, Eşbaşkan’ın emriyle TBMM gündemine gelen Eğitim politikasını eleştiriyordu ? Kim ki bu TÜSİAD’çılar, Eşbaşkan onlara daha önce; “Siz işinize bakın, biz de işimize bakalım. Siz başka işlere karışmayın, sonra karışmam ha” dememiş miydi?
Herkesin istediğini söylemesi gibi bir adet demokrasilerde var mıydı?
Eşbaşkan şimdi TÜSİAD’çılara, gördüğü yerde okkalı birer kafa atsa haksız mı olurdu yani !…
Ey TÜSİAD’çılar; Neyinize gerek sizin ballı börek, alın elinize birer kürek sanayi kurun, adam çalıştırın, üretim yapın, ihracat yapın, döviz getirin, ülkeyi büyütün, vergi verin vergi, bize para lazım yahu…
Gerisine karışmayın, siz kendinizi ne sanıyorsunuz be, sizi gidi türban düşmanları sizi !…

Anlaşılan Eşbaşkan’ın sinirleri de çok bozulmuştu.
Eşbaşkan; “28 Şubat Demokrasi tarihimize vurulmuş kara bir lekedir” diye buyurdu. Buyurmasına buyurdu ama, 28 Şubat Kararlarını alan ve bunları imzalayanların Erbakan- Gül ve zamanın Milli Eğitim Bakanı, şimdiki AKP TBMM Başkanvekili Mehmet Sağlam olduğunu unuttu, iyi mi?
Anladık, Erbakan Hoca sağlığında Eşbaşkan ve partisi için; “ Siyonistler, AKP’yi iktidara getirdiler, bunlar aynı zamanda Amerika’nın adamları” demişti ama, Gül’ün ve Sağlam’ın ne kabahatleri vardı? Bunlar gerçekten demokrasiye leke sürdüler ise, Eşbaşkan niçin birini “kardeşim Abdullah” deyip Cumhurbaşkanı, diğerini de “sağlam memedim” deyip TBMM Başkanvekili yaptı?
Hangisi doğruydu; Bu üçünün demokrasiye leke sürdükleri mi, yoksa Fethullah Gülen’in söylediği gibi, “28 Şubat’ın Demokrasinin gelişmesine katkıda bulunduğu” mu ?…

Eşbaşkan daha sonra, İstiklal Mahkemeleri ve Dersim İsyanı üzerinden Cumhuriyetin kurucularına verdi veriştirdi. Bu konularda devletin arşivi elinde olduğu halde, tarihi gerçekleri öğrenmek kendisi için çok daha kolay olmasına rağmen, bunların yerine devlet ve cumhuriyet düşmanlarının çarpıtmalarını, yalanlarını aktardı. Kurtuluş Savaşımız sırasında, İngiliz-Yunan Ajanlığı yapan ve bu faaliyetleri belgelenen birine, tüm Türk Milleti önünde sahip çıktı. Bu kişiye sahip çıkmanın, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuranlara karşı çıkmak olduğunu bile, bile…

Eşbaşkan Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ının yapmaması gereken işleri yapıyor. Libya’dan 8 binden fazla insanı Türkiye’ye getirtip, hastanelere ve otellere yerleştiriyor. Bunlar sabah çıkıp, bütün gün eğlenip akşam yatmaya hastanelere ve otellere geri dönüyorlar. Canları sıkılırsa, doktor-hemşire demeden sıradan dayak atıyorlar.
Suriye’den, Esad yönetiminden kaçan ne kadar it-uğursuz-terörist varsa hepsini Türkiye’de topladı. Bunlar günde 3 öğün yemek yerler, bedavadan elektrik-su kullanıp, Türk Milletinin sırtından yaşarlar. Bunlara ne polis, ne de Jandarma karışabilir…
Bu işler için ödenen paralar bizlerin cebinden çıkmıyor mu? Bu milletin kıt kaynaklarını, elin teröristine harcamaya kimin ne hakkı var?…

Bu soruların cevabını Suriye Dışişleri Bakanı verdi. Bir grup Türk Gazeteciyi misafir eden Suriye’li Bakan, Eşbaşkan Erdoğan’ın Esad’dan “Müslüman Kardeşler” adlı terör örgütünün, Mısır’da olduğu gibi seçimlere katılmasını istemiş. Esad bunu reddedince de, Türkiye ve Suriye ilişkileri bozulmuş…
Yani iki komşu ülkenin savaşacak hale gelmesinin sebebi
“Müslüman Kardeşler” Terör Örgütü imiş…

Eşbaşkan Erdoğan’ın sahip çıktığı İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemeleri tarafından; İngiliz-Yunan Ajanı olduğu belgelenince idam edilmişti. Atıf Hoca ile birlikte hareket eden ve “Hilafet ve Şeriat” düzeninin devamı için uğraşan,
Teali İslam Cemiyeti ve İngiliz Muhipleri(Dostları) Cemiyeti üyesi Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise Mısır’a kaçıp, oradaki Müslüman Kardeşler Örgütüne sığınmıştı. Bu ekibin İskilipli Atıf Hocaya, Şeyhülislam Mustafa Sabriye, Menemen’de Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet’e sahip çıkmalarının en önemli sebebi, kafalarının arkalarında “Hilafet-Şeriat” özlemi duymaları ve tüm dünyada “Terör Örgütü” olarak kabul edilen “Müslüman Kardeşler “ örgütünün bu dava uğruna savaşmasıdır…

Defalarca yazdım:
Bu olay yeni değildir. Yakın tarihte bugün yaşadığımız sıkıntıların benzerlerini çok yaşadık.
En son Büyük Atatürk, tavrını Hilafet ve Şeriattan yana koyanlarla mücadele etmiş ve bu savaşı kazanarak, Cumhuriyeti bizlere armağan etmiştir.
Benzeri bir mücadele şimdi yaşanıyor. Görmek istemeyen gözler, anlamak istemeyen kafalar lütfen artık gerçekleri görüp, anlasınlar…

AKP, bir takım cahillerin elinde Cumhuriyet Rejimi ile kavgaya sürüklenmek istenmektedir. AKP’nin içinde bu gerçeği görecek veya “Serdaroğlu, sen doğru söylemiyorsun, gel televizyonda milletin önünde hesaplaşalım” diyecek birini arıyorum. Var mıdır acaba, ne dersiniz?…

Not: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na
İskilipli Atıf Hoca’nın, Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin ve Saidi-Kürdi’nin içinde bulunduğu Teali İslam Cemiyetinin İstiklal Mahkemesinde yargılanması ile ilgili zabıtları ve suçlarını kabul ettikleri resmi evrakları lütfen aldırıp okuyunuz.
Başbakan Erdoğan’ın Salı günkü TBMM Grup toplantısındaki konuşmasını okuyunuz. Sonrada Anayasamızın ilgili maddeleri ile karşılaştırınız.
Hukuk ve görev anlayışınız neyi emrediyorsa onu yapınız, ama lütfen susmayınız…

Sağlık ve başarı dileklerimle  / 29 Şubat 2012

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/97182

29
Şub
12

Tek Bir Kurşun Atmadan Ülke İşgal Ediliyor – UYANıN A.Q.larım.!!!

Tarih  30 Ekim 1918,  yer  Limni  Adası.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Türkiye, Agamemnon Zırhlısı’nda bir ateşkes sözleşmesi imzaladı.

Tarihlere ‘Mondros Mütarekesi’ olarak geçen sözleşmenin 7. maddesinde, müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durumun ortaya çıkması halinde, Türkiye’nin stratejik noktalarını işgal edebilecekleri yazılıydı ve başta İzmir olmak üzere, Anadolu’nun birçok yeri bu maddeye dayanılarak işgale uğradı.

Tarih   19-20 Kasım  2010,  yer  Lizbon.

“Vaat  edilen  topraklar”  inşa  etmek  isteyenler  adına  ABD ve  Müttefik  Devletler (AB)  ile  Türkiye  arasında,  tarihe  “LİZBON  ZİRVESİ”  olarak  geçen  sözleşme  imzalanıyor.

Buna  göre  ABD,  İsrail ve  AB’nin  güvenliği  için Malatya’da / Kürecikte, hedef  kitlesi,  başta  İran  olmak  üzere  tüm  İslam  coğrafyası  olan  NATO  kamuflajlı  bir  Amerikan  Radar  Üssü  kuruluyor.

Proje  Amerika’nın,  ama  uygulandığı  ülke  halklarının  tepkisinin  tolere  edilebilmesi  için,  “NATO  Projesi”  olarak  ambalajlandı  ve  AKP  hükümetine  kabul  ettirildi.

Füzeler  Romanya’da,  Erken  Uyarı  Üssü  Malatya / Kürecikte,  Komuta  Kontrol  Merkezi  Almanya’da.

Füze  Kalkanı  Projesinin  asıl  sahibi  Amerika,  taşeronu  ise  Türkiye.

ABD  Avrupa  Ordusu  ve  7. Ordu  Komutanı  Korgeneral  Mark  Hertling,  Türk  halkından  gizlenen  bu  anlaşma  gereğince,   “ABD  Askerlerinin,  Türkiye’nin  güneyinde  bulunan  radar  tesislerine  yerleştirildiğini”  resmen  açıkladı.

Yani   öncü   işgal   kuvvetleri   AKP  hükümetinin   “olur”u   ile   Şubat  2012’de  

Türkiye’nin   güneyine   asker   çıkardılar.

Böylece   fiili   işgal  başlatılmış   oldu..!!!

30 Ekim 1918 den önemli bir farkla ki; Mondros Mütarekesine savaştan yenik çıkan bir ülke olarak masaya oturulmuştu.

2010 Lizbon zirvesinde ise “tek bir kurşun atmadan” teslim olmuş bir ülke olarak “işgal” koşullarını imzaladık.

Sanki 2012 de sanki Damat Feritler, Vahdettinler, Anzavurlar, Ali Kemaller yeniden hortladı. Sanki “işbirlikçi ruhlar” başka isimlerle yeniden bedenlenip geri geldiler! Sanki Mütareke basını hortlayıp, mezardan çıktı ve bir kere daha Türkiye’nin üstüne karabasan gibi çöktü!

Türkiye’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal orduyu denetim altına alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği çok dikkat çekicidir.

O günlerde “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine “din, iman, hilafet” diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

İşbirlikçiler, o gün olduğu gibi bugün de ulusalcı asker ve sivillerin ortadan kaldırılmasını, tutuklanmasını istiyorlar.

Vahdettin, bir taraftan aktif orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları, sivil ulusalcıları Bekirağa Bölüğü Zindanları’na tıkarak etkisizleştirirken, diğer taraftan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını yapacak ordular kurmuştur.

Bu günün Damat Feritleri, Vahdettinleri, Anzavurları, Ali Kemalleri aynı yolu izliyorlar.

Bir taraftan Türk Silahlı Kuvvetlerinin ulusalcı subay ve generallerini, ulusalcı aydınları Silivri, Hasdal zindanlarına tıkarak etkisizleştirirken, diğer taraftan Küresel Çetenin isteklerine karşı çıkmayacak yalnızca “ılımlı İslamcı-işbirlikçi, Damat Feritler, Vahdettinlerin muhafızlığını” yapacak bir güvenlik gücü yaratmanın yasal zeminini hazırlıyorlar.

O günün, Alemdar, Söz, Sabah gazetelerinin ORDU KARŞITI yazılarını bugünün Taraf, Zaman, Vakit, Yeni Şafak, Sabah gazetelerinde görüyoruz.

Alemdar’da yayımlanan bir yazıda, “Ordunun beş vakit namazda Padişah’a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır” denilirken, Ali Kemal de yazılarında sıkça, “Artık harp ve darp ile yapılacak bir şey yoktur” demektedir.

Bu günkü Mütareke Medyasının Türk Silahlı Kuvvetlerine kin, nefret ve hınçla saldırması, adeta işgal güçlerinin sözcülüğünü yapmalarındaki benzerlik tartışma götürmez derecededir.

Türkiye’yi, yeniden bir uçuruma sürüklemiş olan yeni Damat Feritler, Anzavurlar, Çerkez Ethemler, Saidi Nursiler, Derviş Vahdetiler sahnededir .

Atatürk’ün yıktığı ne kadar satılmış din sömürücüsü ve yabancı uşağı varsa, hepsi birer birer dirilip Kanla irfanla kazanıp kurduğumuz Cumhuriyetin iktidar koltuklarını ele geçirmişlerdir.

Türk halkını yabancıların vasiyetine sokmak isteyenler, Atatürk’ün kurup yönettiği TBMM’ni ve ulusal onurumuzu kirletmektedirler.

O Meclis ki “Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.” diye işgalcilere meydan okuyan bir meclistir.

Şimdi  ulusal  onurumuzla  yeniden  ayağa  kalkmanın  “GELDİKLERİ  GİBİ  GİDERLER !”  demenin  zamanıdır.

ADD  YÖNETİM  KURULU  ADINA

Mahmut  ÖZYÜREK

29
Şub
12

AKP’NİN EKMEĞİNE YAĞ SÜRENLERİ DEŞİFRE EDİYORUZ…

SORU :  BU  SAYFADA  KEMALİST  OLMAYAN  VAR  MI ?

YOK…

AKP’Lİ  OLAN  VAR  MI ?

O  DA  YOK,  BİZİM  İÇİMİZE  SIZAN  TRUVA  ATLARINI,  KENDİ  İÇİMİZDEKİ  AMERİKALILARI  DEŞİFRE  EDİNCE  BU  SAYFAYI  TAKİP  EDENLER  GİDİP  AKPYE  Mİ  OY  VERECEKLER ?

HAYIR…

O  HALDE NEDİR  BU  BAZILARINCA  İLERİ  SÜRÜLEN  KENDİ  CEPHEMİZDEKİ  YANLIŞLARI  ORTAYA   KOYUNCA  “AKP’NİN  EKMEĞİNE  YAĞ  SÜRÜYORSUNUZ “  SÖYLEMİ…

Oysa   biz…

Bize   sızıp,   bizden   görünüp   aslında   bize   ihanet   eden,   şike   yapar  misali  

düşmana   puan   kazandıran   demeçler   vererek   AKP’NİN   EKMEĞİNE   YAĞ  

SÜRENLERİ   DEŞİFRE   EDİYORUZ…

Tüm  eşbaşkanlıklarına  ve  bunu  sayısız  kere  itiraf  etmelerine  karşın  hâlâ  daha  iktidarlar.

NEDEN  Mİ..?!!!

ÇÜNKÜ  MUHALİF  SAFLARDA  BİR  SÜRÜ  SAF  VE  BİR  SÜRÜ  TRUVA  ATI  VAR,  TRUVA  ATLARI  EMPERYALİZMİN  KONTROLÜNDEKİ  MEDYANIN  RÜZGARI  İLE  “SAF“LARI  KANDIRIP  MİLLİ  GÜÇLERİ  YÖNLENDİREN  KONUMLARA  GELİP  GAYRI  MİLLİ  GÜÇLERE  HİZMET  EDİYOR…

TÜM  ÇABAMIZ  SAFLARI  TRUVA  ATLARINA  KARŞI  UYANDIRMAKTIR,  SADECE  AKP  MUHALİFİ  DEĞİL  ONU  KULLANAN  ASIL  DÜŞMAN  ABD’YE  MUHALİF,  DAHA  DOĞRU  BİR  İFADEYLE  ANTİEMPERYALİST  OLMAK  ZORUNDAYIZ  VATAN  SAVUNUCUSU  İSEK,  VATANSEVERSEK…

EMPERYALİZM  TEK  BİR  GÜCÜ  KULLANMAZ  AKPYİ  DE  KULLANIR,  PKKYI  DA,  BARZANİYİ  DE,  BDP’Yİ  DE,  SOROSU  DA,  FETULLAHI  DA  VE  MUHALEFETE  DE  SIZAR…

BİRİNİN  KULLANIM  SÜRESİ  BİTİNCE  YENİSİNİ  PİYASAYA  SÜRER… 

ÖZAL  GİBİ,   MÜBAREK  GİBİ  KULLANIM  SÜRESİ  BİTİNCE  KULLANIR  VE  ATAR…

BOP’UN  EMRİNDEKİ  MEDYADAKİ  SATILIK  VE  KİRALIK  KALEMLERİN  YORUM  VE  HABERLERİYLE  POLİTİK  FİKİR  GELİŞTİREN  İNSANLARDAN,  TAKIM  TUTAR  GİBİ  PARTİ VE  ADAM  TUTMAKTAN  BAŞKA  NE  BEKLENİR…

YA  DA  BAZI  KURNAZLAR  “AMAN  SUSUN  BİZİM  “SAF”LARI UYANDIRMAYIN..!!!”  MI  DEMEK  İSTİYOR ?

TSK’YA  KARŞI  PSİKOLOJİK  SAVAŞ  YÜRÜTME  AMACIYLA  KURULAN  TARAF  VE  RADİKAL  GİBİ 

GAZETELER  KURULTAY  SÜREÇLERİNDE  NEDEN  YENİ CHP  YÖNETİMİNE  TAM  DESTEK  VERİYOR ?

TESEV  SOROS  TARAFINDAN  TSK’YA  KARŞI  ÇALIŞMA  YAPMASI  İÇİN  FONLANAN  BİR  İHANET  ODAĞI 

DEĞİL  Mİ ?

Güneş  ERKUL

http://www.ilk-kursun.com/haber/97164

28
Şub
12

28 “şubat”tan güya “mağdur”cu tüm orrrospu çocuklarının dikkatine..!!!

Ulan    orrrospu    dölleri..!!!

Esas   darbe   bu   milleti   açlık   sınırının   altında   yaşamaya   mahküm   etmenizdir..!!!

Hemi   de   bu   darbe   60   yıldır   sürüyor..!!!

Siz —  amerikan   gâvurunun  soysuz   köpekleri,   bu   millete  bir   tek   bile   AK  GÜN  

göstermediniz..!!!

Tabiii   sizin   tuzunuz   kuru,   götünüz   trompet   çalıyor,   durmadan   “28  şubat   da   28

şubat”   deyip   bozuk   plâk    gibi    kafa   sikiyorsunuz..!!!

Ulan   esas   sikilecek   olan   “göt”ünüzden   “ossurduğu”nuz   “gündem”lerinizdir..!!!

Kış    uzadı…      Millet   aç – bitap   ve   fakr-u   zaruret   içinde   can   çekişiyor..!!!

Ve   tek,  ve   yegâne   gündem   milleti   bu   durumdan   kurtarmak   olması   gerekir..!!!

Ama   siz   hâlâ   28  şubatta  SİKİLMEYEN   GÖTLERİNİZİN  DAVASINI   üfürmektesiniz..!!!

KEŞKE   SAĞLAM  Bİ  SİKİLSEYDİNİZ  DE,   ŞİMDİ   ESAMENİZ   OKUNMASAYDI   A.Q.LARIM..!!!

EEEE,   NE   DE   OLSA   “SİKİLMİŞ”    “GÖT”ÜN    DAVASI   OLMAZMIŞ..!!!  

Allah’tan   tek   duam ;  bu  ülkedeki   aç   ve   yoksulların,   tüm   zengin   ve   haramzâde  

parazitleri    çiğ    çiğ    yiyeceği   günlerin   gelişini     çabuklaştırmasıdır..!!!

—————————————————————————————————————

TÜRK-İŞ, Şubat ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 973.58 TL, yoksulluk sınırının ise 3 bin 171.27 TL olarak gerçekleştiğini açıkladı.
Mutfak enflasyonunda aylık artış yüzde 1.53 oranında gerçekleşirken, bir önceki yılın aynı ayına göre değişim oranı yüzde 9.45 olarak hesaplandı.
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Şubat ayı açlık-yoksulluk sınırı verilerini açıkladı.
TÜRK-İŞ tarafından, çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay düzenli olarak yapılan “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının 2012 Şubat ayı sonuçlarına göre dört kişilik bir aileninsağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarını ifade eden açlık sınırı 973.58 TL oldu.
Gıda harcaması ilebirliktegiyim, konut, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarını ifade eden yoksulluk sınırı ise 3 bin 171.27 TL olarak gerçekleşti.
RAKAMLARLA  DURUM :
Mutfak enflasyonunda aylık artış yüzde 1.53 oranında gerçekleşirken, bir önceki yılın aynı ayına göre değişim oranı yüzde 9.45 olarak hesaplandı.
Son 12 ay itibariyle gıda fiyatlarındaki gelişim TÜRK-İŞ ve TÜİK verileri baz alındığında; Fiyat artışları nedeniyle son bir yılda sadece mutfağa gelen ek yük 84 TL olarak hesaplanırken, ailenin yaşama maliyeti bir önceki yıla göre 274 TL arttı.
Önceki yılın aynı döneminde açlık sınırı 889.54 TL ve yoksulluk sınırı 2 bin 897.54 lira olarak hesaplanmıştı.
TÜRK-İŞ verilerine göre, Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin gıda için yapması gereken asgari harcama tutarı bir önceki aya göre yüzde 1.53 oranında arttı.
Yılın ilk iki ayı itibariyle artış oranı yüzde 3.53 olurken, gıda enflasyonunda 12 ay itibariyle artış oranı ise yüzde 9.45 oranında gerçekleşti.
Yıllık ortalama artış oranı ise yüzde 6.82 olarak hesaplandı.

Anlaşıldı   mı   a.q.larım..!!!

28
Şub
12

Memurlar, kuru ekmeğe talim ediyor

Türk  Enerji-Sen  Ege  Şube  Başkanı  Recep  Çakmak,  hükümetin,  kamu  çalışanlarının  18 aydır  beklediği  Toplu  Sözleşme  Yasasını  bir  türlü  çıkarmadığını  belirterek :  “Anlaşılan  odur  ki;  ülkemizi  idare  edenler,  2012  yılında  kamu  çalışanlarını  ve  emeklileri  yarı  aç  yarı  tok  yaşatmayı  veya  açlığa  mahküm  etmeyi  düşünmektedirler.   Ben,  bu  mahkumiyet  kararına  uyacağım.   Toplu  Sözleşme  Yasamız  çıkana  ve  haklı  taleplerimiz  karşılanana  kadar  sendika  büromuzda  arkadaşlarımla  sohbet  edip,  çay  kahve  içeceğim  ve  bundan  sonra  kuru  ekmeğe  talim  edeceğim”  dedi.

Türk Enerji-Sen Ege Şube Başkanı Recep Çakmak, yandaş Sendikanın beceriksizliği yüzünden ; Memurların kuru ekmeğe talim eder hale geldiğini, bundan cesaret alan ülkemizi idare edenlerin, 2012 yılında kamu çalışanlarını ve emeklileri yarı aç yarı tok yaşatmayı veya açlığa mahkum etmeyi düşünmekte olduğunu ileri sürdü.

Recep Çakmak İzmir’de yaptığı kitlesel basın açıklamasında, ” 9 yıllık AKP Hükümetleri döneminde gerçekleşen zamlar ve devalüasyonlar sebebiyle piyasalarda meydana gelen artışlar devasa boyutlardadır.

Yani emeğiyle, alınteriyle geçinenler; Kamu-Sen Genel Merkezinin araştırmalarına göre son 9 yılda %30 civarında fakirleşmiştir. ” dedikten sonra taleplerinin ne olduğunu söyledi;

Talebimiz   nedir ?

” Emekli milletvekili maaşlarına yapılan %20 maaş artışının; 2012 yılı için kamu çalışanlarına, tüm emekliler ile gazi, dul, yetim aylıklarına da yapılmasını istiyoruz.

” Kamu çalışanlarının brüt maaşını oluşturan tüm kalemlerin emekli keseneğine yansıtılmasını, emekli maaşlarının geçinilecek düzeye yükseltilmesini istiyoruz.

” Özelleştirmelerin durdurulup, kamu çalışanlarının bir oraya bir buraya, eğitimleriyle alakasız işlere gönderilmelerine son verilmesini istiyoruz.

” Kamu çalışanları arasındaki 4/A, 4/B, 4/C statülerinin kaldırılarak herkesin kadrolu Devlet Memuru statüsüne alınmasını, taşeron işçiliğine son verilmesini ve herkesin insanca yaşama ücretine kavuşturulmasını istiyoruz.

” Kamu çalışanlarına sendikal tercihlerinden dolayı uygulanan sürgün, sindirme ve yıldırma politikalarının son bulmasını, istiyoruz.

” Toplu Sözleşme Masasında kamu çalışanlarının adil bir şekilde temsil edilmesini ve Hakem Heyetine gitme hakkının konfederasyonların her birine tanınmasını istiyoruz.

” İLO standartlarında Sendikal Haklar ve Sendika Yasası istiyoruz.

Çakmak; Mevcut Hükümete yandaş olmaktan başka, Kamu Çalışanları için herhangi bir sendikal faaliyeti olmayan bu sendikanın yöneticilerinin; 500 bin kamu çalışanından aldıkları gücü Kamu kuruluşlarındaki idari kadrolara kendilerini tayin ettirmek için; yani şahsi çıkarları için kullandıklarını; Yandaş Sendikanın beceriksizliği yüzünden; Cumhuriyet Tarihinde ilk defa Memurların yeni yıla zamsız maaşlarla girdiğini ve Yandaş Sendikanın tepkisizliği yüzünden ; Memurların kuru ekmeğe talim eder hale geldiğini ” ileri sürdü.

Çakmak, ” Emekli Milletvekilleri için 15 dakikada yasa geçiren; istediğinde 18 saatte kanun çıkaran Meclis, ne yazıktır ki kamu çalışanlarının 18 aydır beklediği Toplu Sözleşme Yasasını bir türlü çıkarmamaktadır. Anlaşılan odur ki; ülkemizi idare edenler, 2012 yılında kamu çalışanlarını ve emeklileri yarı aç yarı tok yaşatmayı veya Açlığa Mahkum etmeyi düşünmektedirler.

Ben, bu mahkumiyet kararına uyacağım. Sendikacılık yapmamıza imkan kalmadığı için, kurumumdan izin kullanmak suretiyle eylemim süresince kendimi SENDİKA BÜROMA HAPSEDECEĞİM. İLO standartlarında Toplu Sözleşme Yasamız çıkana ve haklı taleplerimiz karşılanana kadar sendika büromuzda arkadaşlarımla sohbet edip, çay kahve içeceğim ve bundan sonra KURU EKMEĞE TALİM EDECEĞİM.

Şayet bu süreç içerisinde yukarıda saydığım taleplerimiz karşılanmaz veya yandaş konfederasyon tarafından kamu çalışanları ve emekliler üç kuruşluk sadaka karşılığında Hükümete pazarlanırsa, bunun sorumlusu; 500 bin üyesine rağmen sessiz kalan Yandaş Sendikanın yöneticileri ile halen o sendikanın üyesi olarak kalmaya devam eden kamu çalışanları olacaktır. ” dedi.

Basın Açıklamasına Türk Enerji-Sen Genel Başkanı Celal KARAPINAR, Genel Merkez Yöneticileri İbrahim ÖRS, Kemal BOL ve Mustafa TÜMER katılarak destek verdiler. Basın Açıklamasına katılan Türk Enerji-Sen Genel Başkanı Celal KARAPINAR, ” Ege Şube Başkanımız Recep ÇAKMAK, çok doğru tespitlerde bulunmuş, 18 aydır Toplu Sözleşme Yasamız çıkarılmamış ve memurlar mağdur edilmiştir.

Şube Başkanımızın haklı taleplerimiz karşılanıncaya kadar ortaya koyduğu ve koyacağı her sendikal eylemin arkasındayız. Sonuna kadar destekliyoruz. Kendilerinin de sendikacılık yaptığını iddia edenleri Şube Başkanımızı ve Türkiye Kamu-Sen’i örnek alarak memurlar için biraz kılını kıpırdatmaya davet ediyorum ” dedi.  (AA)

http://www.ortadogugazetesi.net/haber.php?id=22993

28
Şub
12

28 Şubat askerî değil, ekonomik operasyondu

Bugün  28  Şubat.

15  yıl  önce  bugün  yapılan  bir  Milli  Güvenlik  Kurulu  toplantısında  alınan  kararlarla  anılan  bir  sürece  bu  ismi  takmıştık.

“28  Şubat  süreci”  15 yıl  geçmesine  rağmen  hâlâ  “şiddet”le  “tartış”ılıyor.

– YANLIŞ   TARTIŞMA :  Ancak özellikle bugünün dinci egemenleri 28 Şubat’ı işlerine geldiği gibi anlatıyorlar. Kendilerine aydın diyen maskeliler ise geçmişin hıncını çıkarmaya çalışıyor.  Size  çok  farklı  bir 28 Şubat  anlatmak  istiyorum.

– KİM  YAPTI :  28 Şubat bir askeri darbe gibi algılanıyor bugün. Gerçi o gün de bu yönde görüşler hâkimdi ama, 28 Şubat askeri bir operasyondan ziyade, büyük sermayenin ekonomik çatışmasıdır.

– MERKEZ  SAĞ :  Özal’ın ölümünden sonra bütün taşlar yerinden oynamıştı. Demirel’in Çankaya’ya çıkması ile Tansu Çiller adeta yaratılmıştı. Merkez sağ-sol koalisyonu iktidardaydı.

– GÜMRÜK  BİRLİĞİ:  Dönemin iktidar ortağı SHP (sonra CHP oldu) gönülden olmasa da Çiller’li DYP’nin AB hayaline destek veriyordu. Gümrük Birliği’ne bu dönemde girmiştik.

– SERMAYE  RAHATSIZ :  O günün büyük sermayesi AB hedefinden rahatsızdı. Çünkü henüz Avrupa ile rekabet edebilecek düzeye ulaşmadığına inanıyordu. Buna şiddetle karşı çıkıyordu.

– REKABET  BAHANE :  Avrupa ile rekabet edememe gerekçesi görünüşte doğruydu ama büyük sermaye devletten iş almaya alışık olduğundan aslında uluslararası rekabetten kaçıyordu.

– 95  SEÇİMLERİ :  Gümrük Birliği’ne girdikten hemen sonra gidilen seçimlerde iki merkez sağ parti DYP ve ANAP’ın başa baş çıkması, ama dinci Refah’ın birinci olması endişe yaratmıştı.

– DYP – ANAP :  Bu endişe Çiller’li DYP ile Yılmaz’lı ANAP’ın koalisyon kurması ile bir parça giderildi. Ancak Mesut Yılmaz bu koalisyonu fazla sürdüremedi.

– SERMAYE  KARŞIYDI :  Çünkü büyük sermaye hâlâ AB hedefindeki Çiller’den rahatsızdı. Çiller ise koalisyonu AB’ye girmek için zorluyordu. Sonunda Yılmaz hükümeti bozdu.

– REFAHYOL :  Koalisyon bozulunca AB’ye “batıl” diyen Refah’ın ANAP’la koalisyon kurması gündeme geldi. Asker ise endişeliydi. ANAP kontrolü ele alamayabilirdi.

– İRTİCA  GELİR :  Yılmaz’lı bir Refah koalisyonu AB hedefini bir kenara bırakırdı ama ANAP içindeki dinci unsurlarla birleşecek Refah Partisi ülkeye irtica getirebilirdi.

– ÇİLLER’E  DESTEK :  Tam Yılmaz Erbakan’la koalisyon kuracakken, askerler Çiller’i cesaretlendirerek “Hükümette siz olun, Yılmaz’a güvenmiyoruz” mesajı ilettiler. Şöyle oldu:

– ULUDAĞ  ZİRVESİ :  O  tarihteki  Genelkurmay  Başkanı Karadayı  Uludağ’da  tatil  yapıyordu.  Çiller  de  Uludağ’a  gitti.  Temsilci  olarak  Yalım  Erez’i  Karadayı’ya  gönderdi.

– RAHAT  EDİN :  Karadayı  Erez’e  “Hükümette  siz  olun,  ekonomi  ve  dışişlerini  mutlaka  siz  alın.  Biz  Refah’a  baskı  yapabiliriz,  ama Tansu  Çiller  sakın  alınmasın”  dedi.

– YENİ  HÜKÜMET:   Askerler ve büyük sermaye Refah’ın AB yolunu törpüleyeceğine inanıyordu. Bu nedenle REFAHYOL’un kurulmasına hiç ses etmediler.

– BEKLENMEYEN : Aslında hükümetin Çiller Başkanlığı’nda kurulacağı sanılıyordu. Ama iki parti dönüşümlü başbakanlıkta anlaştı. İlk başbakan Erbakan olacaktı.

– RAHATSIZLIK :  Erbakan İslam dünyasında etkili olmak isterken Çiller’in AB hayaline de karşı çıkmadı. Çiller AB çalışmalarını sürdürdü. Asker ve sermaye rahatsız oldu.

– SUSURLUK  KAZASI :  Hükümetin dönüm noktası Susurluk kazasıdır. Aynı gün mini yerel seçimler yapılmış ve DYP büyük başarı kazanmıştı. Seçim bir anda arka plana düştü.

– BAHANE  BULUNDU :  Avrupa Birliği karşıtı sermaye ve güdümündeki medya Susurluk’u bahane ederek iktidara yüklenmeye başladı. “Bir dakika karanlık” eylemleri başladı.

– İRTİCAYA  DÖNÜŞTÜ :  Avrupa Birliği’ne açıkça karşı çıkamayanlar Sincan’ı, Başbakanlık’taki iftarı bahane ederek eylemi bir anda irtica karşıtı eyleme çevirdiler.

– ASKER  DEVREDE :  Medyanın ve büyük sermayenin dayanak noktası yoktu, bu nedenle asker devreye sokuldu. Medya asker üzerinden iktidara vurmaya başladı.

– ASKER PİYONDU :  28 Şubat’ın asker eylemi olduğu söylense de, askerler aslında o dönemin piyonlarıydı. Medya askeri kullanıyordu, asker de ses etmiyordu.

– DÜZMECE  HABERLER :  O dönemde medya pek çok düzmece habere imza attı. Her haberde asker kişilere atıf yapılıyordu, çoğundan askerin haberi bile yoktu. Ama…

– HOŞLARINA  GİTTİ :  İktidardan doğal olarak rahatsız olan asker ise çok gündemde olmaktan hoşnuttu. Darbe dönemlerindeki gibi herkes askerin etrafında adeta pervane olmuştu.

– NELER  OLUYORDU :  Oysa bu sırada büyük sermaye de medya da sistem üzerinde egemenlik kurmuştu. Bankalar leblebi gibi satılıyor, yolsuzluklara arşıâlâya ulaşıyordu.

– HÜKÜMET  YIKILIYOR :  Sonunda DYP’ye operasyon yapıldı, bakanlar milletvekilleri tehdit ve şantajlarla birer birer istifa ettirildi. Hükümet ayıplı biçimde düşürüldü.

– AB  DURDURULDU:  Cumhurbaşkanı Demirel Çiller’i kandırarak başbakanlığa Mesut Yılmaz’ı getirdi. Yılmaz AB karşıtı partilerden alelacele bir hükümet kurdu.

– YÜRÜMEDİ :  Ancak Yılmaz hükümeti derme çatma olduğu için yürümedi. Ülke 1999’da tekrar seçime gitti. ANAP ve DYP iyice eridi, DSP- MHP ise güçlendi.

– YENİ  HÜKÜMET :  Refah’ın yerine kurulan Fazilet geriletilmişti. Ecevit Fazilet ve DYP dışındaki partilerle dörtlü koalisyon kurdu. AB ile ilgili çalışmalar durma noktasına geldi.

– AB’DEN  KOPUŞ :  Ecevit hükümetinin en büyük başarısı(!) 1999’da AB ile ipleri tamamen koparmak oldu. Lüksemburg toplantısında Türkiye AB’den vazgeçtiğini açıkladı.

– GLOBAL  EKONOMİ:  Oysa aynı dönemde dünya artık Global Ekonomi’nin hâkimiyetine girmişti. Türkiye’nin bundan kaçması da mümkün değildi. Üstelik Orta Doğu değişecekti.

– YENİ  DÜZEN :  Türkiye’de AB karşıtları asker üzerinden oyun oynarken, Amerika Orta Doğu’da yeni bir düzen kurmaya kararlıydı. Türkiye’deki kadrolar ise yetersizdi.

– ILIMLI  İSLAM :  Amerika Orta Doğu’ya demokrasi getirmek bahanesiyle eyleme başlarken Türkiye’ye de rol biçilmişti. Türkiye bölge hâkimiyeti için daha İslamcı görünecekti.

– İSİM  BELİRLENİYOR :  Mevcut kadroların bunu yapması mümkün değildi. İşte AKP fikri bu dönemde ortaya çıktı. İslami özelliğini öne çıkaran bir isim aranmaya başlandı.

– ERDOĞAN :  Bulunan isim Erdoğan’dı. Genç, mücadeleci, belediye başkanlığı yapmış, hapse girmiş Erdoğan için Amerika’da yoğun bir kulis yapıldı. Sonunda parti kuruldu.

– AKP  KAZANIYOR :  Türkiye 2002 seçimlerine bu ortamda gitti. Halk yolsuzluklardan bıkmıştı. AKP yenilikçi olarak ortaya çıkmıştı, Erbakan tehlikesi de artık yoktu.

– TEKRAR  AB :  Yeni dünya düzeni nedeniyle AB karşıtlığından artık vazgeçen büyük sermaye ve medya yeni iktidara büyük destek verdi. AKP bunu fırsat bilip AB hedefine sarıldı.

– GERİSİ  MALUM :  Bundan sonrasını zaten defalarca yazdım. AKP büyük sermaye ile işbirliğini AB hedefinde buldu. Türkiye yeni ekonomik düzenle büyümeye başladı.

– SONUÇ :  Evet 28 Şubat’ta askerler vardı. Ama asıl büyük oyuncular sivillerdi. AB’yi engelleyerek zaman kazandılar ve yeniden organize oldular. Uyum sağladılar.

– MERKEZ  BİTTİ :  Ancak kapitalizmin temsilcisi merkez sağ bu arada yok olup gitti. Yerine yine sağda ama daha dinci bir iktidar kuruldu. Çok güçlendi. Dönüşüm başlattı.

– DEĞİŞİMİ  OKUMAK :  28 Şubat sayesinde AKP yaratıldı. AKP değişimi iyi okudu ve sisteme hâkim oldu. Ama şimdi dünya yeni bir değişimin eşiğinde. AKP ise statükocu oldu.

– DEĞİŞİMİ  OKUYAMAMAK :  Şimdi değişimi okuyamama sırası AKP’de. Çok güçlendiklerine inanıyorlar. Ama dünya yeniden değişiyor. Bazı gelişmelerin kaynağı budur.

Can  ATAKLI

http://www.ilk-kursun.com/haber/97062

28
Şub
12

CHP KURULTAYı ÇETELER SAVAŞı Mı

Üst  üste  iki  kurultay  Kılıçdaroğlu’nun  “zafer”iyle  sona  erdi.

Şüphesiz geniş kitleler bu kurultaylar ne anlama geliyor gerçekte olup biten nedir sorusunu arıyor, ancak yazılı ve görsel medyayı izlediğinizde ‘oldu bitti maşallah’ dışında bir şey görünmüyor.

En derinde tartışılanları sonucu acı da olsa dostları üzmek yeni düşmanlar kazanmak da olsa yine bize düşüyor.

Medyanın dillendiremediği hatta muhaliflerin dahi ‘resmi olarak’ söyleyemediği çok sıkı bir DEPREM söz konusu.

Tartışmanın kökeni Kılıçdaroğlu’nun CHP’de kayıtsız şartsız ipleri eline geçirme meselesi hiç değil, çatlağın kökeni TESEV tartışması.

Muhaliflerin kafasını karıştıran Tayyip Erdoğan’ın önceki aylarda Deniz Baykal’a karşı kaset suikastinin parti içinden birilerinin yaptığını ima eden konuşmaları.

Söylenen şu, Deniz Baykal’a karşı suikast düzenleyenler gerçekten parti içinden mi ?

Ya da Tayyip Erdoğan’ın elinde bu konuda bilgiler varsa muhtemel bir erken seçim sürecinde bu iddiasını belgelerle ortaya koyup CHP’yi infilak ettirme keyfiyetini elinde tutuyor demektir.

Bu ne anlama geliyor, ‘kaset’ iddiaları hukuken cevaplandırılmadığı sürece CHP’nin bir parti olarak varlığının kaderi Tayyip Erdoğan’ın elinde demektir. Yani şu anda ‘ipleri eline aldığı söylenen Kılıçdaroğlu’nun kaderi de hem TESEV hem kaset iddiaları cevaplandırılmadıkça Tayyip Erdoğan’ın elinde’ demek.

Mesela bir erken seçimde Tayyip Erdoğan iddialarını belgeleyip CHP’yi infilak ettirip oy oranını fazlasıyla düşürüp anayasa için gerekli çoğunluğu pekala sağlayabilir.

Yani  C HP’de   TESEV  tartışması  tavan  yapmış  durumda.

TESEV’in  CHP’de  çok  ciddi  bir  operasyon  yaptığı  dillendiriliyor.

TESEV’in Türkiye’de Amerika gibi iki büyük parti tasarladığı ancak bu ikili sisteme yeni anayasanın kabulüyle başlayacağı söyleniyor.

Aydın Ayaydın,  Binnaz Toprak  ve  Sezgin Tanrıkulu  vs.  gibi isimlere ‘kitle partisiyiz’ her renge açılmalıyız deyip kucak açanlar neden bir kitle partisi olarak  (Tayyip Erdoğan  Ertuğrul Günay’a  dahi  üç-beş  milletvekili  vermişti)  neden İşçi Partisi’nden sembolük değerde olsun bir-iki ismi parti listelerinden talep edildiği halde aday gösterilmediğini söylüyor.

Üstelik Ergenekon sürecinde ağır zayiatlar veren ve her şeye rağmen canla başla çalışan ve ideolojik yakınlığı bulunun ve baraj problemi olan İşçi Partililer’den bir iki ismin listede gösterilmeyip tam tersine ideolojik olarak çok uzak ve hatta uzun yıllar CHP’nin tam karşı cephesinde bulunmuş isimlerin partide yer alması, işte bütün bunlar kuşkuları çoğaltan bir TESEV operasyonu olarak dillendiriliyor.

Mesela Kılıçdaroğlu’nun her iki kurultay gününde AKP’yi eleştirmesine rağmen, Suriye savaşından hiç bahsetmemesi de kuşkuları arttırıyor.

Velhasıl her iki kurultayın da YENİ CHP’ye hayırlı olmasını diliyoruz, ancak, Kılıçdaroğlu’nun ilk mesaisine, işte bu SORULARI bütün içtenliğiyle kamuoyu önünde cevaplandırmasıyla başlayacağını düşünüyoruz.

Çünkü bu müphem, şaibe, tezgah, fırıldak kokan sorular üç-dört ay sonraki büyük kurultaya kadar aydınlatılmadığı sürece, sadece Kılıçdaroğlu’nun değil, CHP’yi  (beklendiği  gibi  marjinal  değil)  ortadan ikiye ayıracak çok derin bir BÖLÜNME bekliyor olacak.

İMZA :  BİR  DOST.

Nihat  GENÇ

Odatv.com

27
Şub
12

F Tipi Gladyo Üzerinden Aklanmak

BU   YAZIYI   OKUYUP   ANLA(YA)MAYAN   VARSA    EĞER, 

İNSAN   SIFATIYLA   ORTALIKTA   DOLAŞMASIN   VE   GİTSİN 

KENDİNİ   NÜFUSTAN   SİLDİRSİN..!!!

Oyun   Oskarlık

Erdoğan’ı  sahneye  sürenler,  çık(artıl)an  her  “kriz”i  Erdoğan  ve  ekibinin  günahlarını  temizlemekte  çok  iyi  kullanıyor.

MİT  Müsteşarı’nın  Erdoğan’ın  talimatı  ile  narko – terör  örgütü  PKK’nın  uyuşturucu  ekibiyle  yaptığı  görüşmeleri  basına  sızdıranlar,  Erdoğan’a  güzel  bir  fırsat  sundu.
Özel  Yetkili  Savcının  Hakan  Fidan  ve  ekibini  sorguya  davet  etmesi  ise  ballı  börek  oldu.
Başbakan  yargı  yoluyla  kendisi  için  koruma  kalkanı  kurmakla  kalmadı,  “ak-lan-ma”  fırsatını  da  eline  geçirdi.
Erdoğan’ın  eline  verilen  Suriye  ve  İran  operasyonunun  iç  kamuoyu  nezdinde  kabul  görmesi  mümkün  değildir.
O  zaman  iç  kamuoyu  için  Erdoğan’ın  imajını  değiştirecek  bir  operasyon  gerekir.
Ayrıca  Abdullah  Gül’ün  ABD  ile  yaptığı  yazılan  ve  inkar  edilmeyen  gizli  anlaşmada  PKK  ile  federasyon  sözü  verilmişti.
Küresel  elitin  Erdoğan’ın  eline  verdiği  ev  ödevinden  biri  de  yeni  bir  anayasa,  federasyon    (ABDullah  Öcalan)  anayasası  yapmasıdır.
Erdoğan’ın  ev  ödevlerini  yapmak  için  önünde  en  büyük  engel  ulus  devletten  yana  olan  %50’lik  kesimdir.
O  kesimi  ikna  etmek  için  aklanması  gerekiyor.
Aklanmak  için  kendini  “milli”  bir  çizgiye  “oturtma”sı  gerekiyor.
KCK  “operasyon”ları  bu  oyunun  önemli  bir  ayağıdır.
BDP  gibi  freni  olmayan  cazgır  PKK’lıların  bu  operasyonları  göstermelik  tepkilerle  geçiştirmesi  AKP  ile  yaptıkları  karanlık  ittifakın  açık  bir  göstergesidir.
 
Erdoğan’ın  ayağındaki  en  büyük  pranga  Ergenekon  davasıdır. Ergenekon  tezgahı  zaten hedefine  ulaşmış,  korku  imparatorluğu  oluşturulmuş,  Ordu  üzerinde  ki  operasyonlar  hedefine  ulaşmış,  intikamın  psikolojik  tatmini  yaşanırken  Ordu  kendi  istekleri  doğrultusunda  dizayn  edilmiştir.
Bu  safhadan  sonra  dava  Erdoğan  için  de  yarardan  çok  zararlı  olacaktır.
O zaman  bu  prangadan  kurtulmak  gerekir.
Dava  görünen  hali  ile  bitirilemezdi.
Onurları  linç  edilen,  insanları  ölümlere  sürükleyen,  hukuk  cinayetleri  ile  dolu  bir  davayı  öylesine  bitiremezsiniz.
Bitirmek  için  bir  suçlu  bulup ;  “pardon”  demek  gerekiyordu.
İçerideki  insanlara  ve  kamuoyuna  ben  yapmadım,  onların  kurbanı  oldum,  bakın  beni  bile  tutuklamaya  kalktılar”  diyebilmek  için  güzel  bir  oyun  oynandı.
Tam  da  OSKARLIK.
Doğrusu  alkışlamak  gerekir.
Belli  ki  ABD  istediği  gibi  yeni  bir  taşeron  bulamadı.
CHP’yi  ne  kadar  yenileştirse  de  CHP  geleneği  yeni  bir  Erdoğan  çıkarılmasına  izin  vermez.
Parti  bölünür.
O  da  Derviş’in  DSP’yi  bölmesine  benzer.
Bölünen  parti  Soros’un  kucağına  ölü  doğar.
Çünkü  CHP  seçmeni  AKP  seçmenine  benzemez.
CHP  seçmeni  ulus  devleti  savunur.
 
O zaman ellerindeki hazır oyuncu Erdoğan’a yeni bir imaj  ( kendisine   ilişkin  olarak  halk  üzerinde  yaratmak  istediği  ya  da  bıraktığı  izlenim ) giydirmek  lazım.
“Muhafazakar  Milliyetçi  bir  Erdoğan  imajı…”
Erdoğan   F tipi  gladyoyu  kullanarak  nasıl  bir  Ergenekon  çukuru  oluşturdu  ise,  işlevini  tamamlayan  bu  çukuru  gene  F tipi  gladyoyu  kullanarak  kapatacak  ve  aklanacak.
 
MİT  yasası  ile  de  oluşturduğu  kalkan,  gizli  örgütlenmelerin  de  gizli  kalmasına,  yargı  denetiminden  kaçırılmasına  yarayacak.
Yani,  başında  sadece  Cumhuriyeti  kalmış  ülkemizin  hafızası  değiştirilirken,  yargı  dışı  bırakılan  denetlenemez  bir  yapı ülkemizde  istediği  gibi  operasyon  yapabilecek.
Bakın,  Hakan Fidan’ın  ifadeye  çağırılması  ne  çok  işe  yaradı.
Esen  rüzgara  karşı  durmak  yerine,  yelkenlerini  rüzgarın  esiş  yönüne  çevirmek  ve  o  rüzgarın  gücüyle  yelkenlerini  şişirerek  çıkarına  kullanmak  işte  buna  denir. Bu  da  muhalefet  olamayan  muhalefete  ders  olsun.
Savcılar  davalardan  alınıyor,  Erdoğan’ın  “yazar”ı  Bayramoğlu ;  “Ergenekon  davasında  sahte  delil  üretildi”  diye  yazıyor.
Cemil  Çiçek  “özel  yetkide  ölçünün  kaçtığını”  söylüyor.
Ergenekon  dava  sürecindeki  hukuk  katliamlarına  sağır  olanların  birdenbire  insafa  gelmesi  söz  konusu  olamayacağına  göre ;  Ergenekon  çukurunu doldurma,  yani  bir  şekilde  sonlandırma  hazırlığı  yapılıyor.
Ölçüyü  kaçırmanın  faturası  F tipi  gladyoya  çıkarılacak. Böylece  sahte  delillerle  Erdoğan’ın  kandırılarak  tuzağa  düşürüldüğü  vurgusu  işlenecek. 
Mağduru  oynayarak,  yeni  milli  görüntüsüyle  hesaplanan federasyonun  başkanı  veya  başbakanı  yapılacak.
Öyle  ya ;   ilk  mağduriyet  oyunu  işe  yaramış,  resmen  hotel   gibi   kullandığı  hapisten  başbakanlığa  yürümüştü.
PKK  ile  oluşturulacak  federasyonda   ( Hakan  Fidan’ın  Oslo  görüşmesinde açıktan  federasyon  sözü veriliyordu )  PKK’nın  partisi  BDP  olacak,  Türk  tarafınınki  ise  AKP…
Cilalanarak  görüntüsü  yenilenmiş  olan  Erdoğan,  milliyetçi-muhafazakar  bir parti  başkanı  aldatmacasıyla  BOP’un  yeni  tasarım  oyuncusu  olarak  sahnede  yerini  alacak (!)…
Kış  gününde  F tipi  polislere  çıkan  tayin  piyangosu,  savcıların  davalardan  alınması  Erdoğan’ı  F tipi  gladyo  üzerinden  aklama  oyunudur.
Ve  oyun  gerçekten  OSKARLIK  bir  oyundur.
Bu  da  küresel  elitin  Türkiye  üzerindeki  hesaplarında  ne  kadar  ince  ince  çalıştıklarının  açık  bir  göstergesidir.
Hiçbir  olgu  ve  oluşum  göz  ardı  edilmiyor.
Çünkü  ABD  Türkiye’de  kaybederse  Ortadoğu’da  kaybeder,  Asya’da  kaybeder.
MİT  yargısı  ile  CİA  ajanları  kendilerini  de  koruma  zırhına  alıyor.
Yalnız  şu  unutulmasın  ki :   “Hiçbir  proje  mükemmel  değildir.”
Hiçbir  cinayetin  kusursuz  olmadığı  gibi…

Zahide  UÇAR

27
Şub
12

Y-CHP’ nin “Demokrasi” “Şölen”i Muhalif İsa Gök’ün Tartaklanmasıyla “Taç”landı..!!!

Korku imparatorluğunu (!) yıkmak iddiasıyla işbaşına gelen Kılıçdaroğlu yönetiminin “Demokrasi Şöleni” diye alaladığı tüzük kurultayında muhalif milletvekili İsa Gök’ün kurultayın açılması için 625 delegenin imzasına ulaşılamadığına ilişkin dilekçesini divana vermek istemesini Kılıçdaroğlu yandaşlarının tartaklama yöntemiyle engelemeye kalkışması ve Gök’ün karga tulumba kurultay salonunun dışına atılması çok düşündürücü.

Merkez medya ve diğer yandaş medya organlarında Y-CHP yönetimine verilen cömert destek ve Y-CHP yapılanması dışındaki partililerin yerden yere vurulması da.

Bakalım bu medya desteğiyle gerçekler ne zamana kadar ters yüz edilecek ve mızrak çuvala sığdırılmaya çalışılacak.

Ali Rıza Üçer/İLK KURŞUN

SAAT 13.30
İSA GÖK’TEN AÇIKLAMA
CHP Mersin Milletvekili Gök:
-”Bu kurultayı beceremediler. Bu kurultayı kanuna aykırı hale getirdiler, bu kurultayı iptale mahkum yaptılar”
-”Kurultayın açılması için gereken 625 sayısına ulaşılamadı, 583 imza ile kurultayın açılması kanuna aykırı”
-”Biz CHP olarak ‘hukukun üstünlüğü’ diyoruz ama hukuk uygulanmıyor. Derdim, partim hata yapmasın”
CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, ”Bu kurultayı beceremediler. Bu kurultayı kanuna aykırı hale getirdiler, bu kurultayı iptale mahkum yaptılar” dedi.
Kurulta girişinde yaşanan arbede sonrası salondan çıkarılan Gök ile beraberindeki bir grup partili, Divan Başkanlığı’na ”Kurultay’ın hukuka aykırı olduğu” iddiasına ilişkin dilekçe verdikten sonra salondan ayrılışında gazetecilerin sorularını yanıtladı.
Bir gazetecinin kendi isteğinizle mi dışarı çıktınız?” Diye sorması üzerine Gök, ”Zorla çıkarıldım” yanıtını verdi.
”Kurultayın açılması için gereken 625 sayısına ulaşılamadı, 583 imza ile kurultayın açılması kanuna aykırı” diyen Gök, sahte imzaların olduğunu da savundu.
Siyasi Partiler Kanunu’nun ilgili maddesine göre Medeni Kanun’un ve Dernekler Kanunu’nda aynen uygulanması gerektiğini belirten Gök, şunları söyledi:
”Bu bir tüzük kurultayıdır. Medeni Kanun’un 78. maddesi der ki; tüzük kurultayında tüzük değişikliği varsa delege tam sayısının üçte ikisi yani 840 imza zorunluluğu vardır. Medeni Kanun açıkça diyor ki: 840 imza yoksa kurultay açılamaz. Bu, kesin kanunsuzluk halidir. Bu durumda bu kurultayda yapılacak her şey iptale mahkumdur. Çünkü kanunen yok hükmünde. Biz CHP olarak ‘hukukun üstünlüğü’ diyoruz ama hukuk uygulanmıyor. Derdim partim hata yapmasın.”

http://www.ilk-kursun.com/haber/96908

27
Şub
12

“CHP’de ulusalcıları tasfiye kaçınılmaz oldu”

*****************************************************************

************************************************************************

Kılıçdaroğlu  yönetimine  desteği  bilinen,  2.Cumhuriyetçi  çizgideki  Okay  Gönensin  Vatan’daki  köşesinde  Kılıçdaroğlu’nun  bu  kurultayla  ulusalcıları  tasfiye  edeceğini,  etmesinin  kaçınılmaz  olduğunu  yazdı

İŞTE  O  YAZI :

İki  CHP’nin  tescili
Hafta sonunda üst üste yapılacak iki tüzük kurultayıyla CHP’deki iç savaşta son aşamaya gelinecek. İki kurultayda da seçim olmamasına rağmen “taraflar” bütün güçlerini gösterecek ve “iki CHP”nin tescili sonunda gerçekleşecek.

CHP’deki eski yönetimin tüzük kurultayı yoluyla Kılıçdaroğlu ve kadrosunu ‘zorlama kalkışması’na girişmesinde, örgütün alt birimlerinde yapılmakta olan kongrelerle örgütün tümünün yenilenmesi çalışmasının yattığı anlaşılıyor.

Sözcüsü  ve  lideri  eski  genel  sekreter  Önder  Sav  olan  eski  yönetim,  bu  kongrelerle  örgütteki  etkinliğinin  gerilediğini,  giderek  tasfiye  edileceğini görerek  tüzük  kurultayıyla  başlayan  bir  “nihai  savaş”  ortamını  yarattı.

***

Kılıçdaroğlu’nun  genel  başkanlığıyla  birlikte  CHP’yi  çağdaş  bir  sol,  sosyal  demokrat  partiye  dönüştürme  umuduyla  gelen  yeni  kadronun  tüzük  kurultaylarına  hazırlanırken  herhangi  bir siyasi  tartışma  içinde  olmaması dikkat  çekicidir.

CHP’nin  “ulusalcı  damarı”nı,  devletçi  muhafazakâr  geleneğini  temsil  eden  kanat da  siyasi  bir  muhalefet  yürütmüyor,  Kılıçdaroğlu  ile  birlikte  gelen  yönetimin  “beceriksizliği”  ve  son  seçimdeki  başarısızlık  üzerinden  ilerliyor.

İsmet İnönü’nün 1965 yılında “CHP ortanın solundadır” demesinin ardından Ecevit’in CHP’de yükselip İnönü’yü de yenerek yönetime gelmesinden bu yana CHP “solcu” olarak algılanmaya devam ediyor.

70’li yıllarda birkaç slogan ve Ecevit imajından öteye geçmemiş bir “solculuk” algısına rağmen CHP’nin ana damarı, temel siyasetleri hiçbir zaman “devletçi-ulusalcı” çizgiden şaşmamıştır.

Bu hattın sandıktaki karşılığı, kendisini solcu hisseden seçmen de CHP’de kalmasına rağmen yüzde 20’lik bir halk desteği olmuştur. Destek 1999’da yüzde 10’un altına inmiş ve Baykal’ın CHP’si Meclis dışında kalmıştır.

***

Kılıçdaroğlu ve kadrosu, “ulusalcı devletçi” damarla bir arada yaşamayı seçmişti. Ancak hayatın gerçekleri bu şekilde bir arada yaşamanın mümkün olmadığını da gösterdi. CHP ya çağdaş bir sosyal demokrat yapı oluşturabilmek için sabır gerektiren bir yolda ilerleyecek ya da geleneksel ulusalcı-devletçi hattına dönecektir.

Hafta sonunda başlayacak süreç CHP’yi kaçınılmaz bir “tasfiye” hattına sokacaktır. O hattın ucundan da her durumda, küçülmüş bir CHP çıkacaktır. Küçülmüş CHP ulusalcı-devletçi kanadın elinde kalırsa ne olacağı bellidir.

26
Şub
12

‘Bu kurultayı beceremediler’

İsa  Gök,  Ankara  Arena  Spor  Salonu’ndan  ayrıldı.

CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, ”Bu kurultayı beceremediler. Bu kurultayı kanuna aykırı hale getirdiler, bu kurultayı iptale mahkum yaptılar” dedi.

Kurultay girişinde yaşanan arbede sonrası salondan çıkarılan Gök ile beraberindeki bir grup partili, Divan Başkanlığı’na ”Kurultay’ın hukuka aykırı olduğu” iddiasına ilişkin dilekçe verdikten sonra salondan ayrılışında gazetecilerin sorularını yanıtladı.

KURULTAY’DA  İSA  GÖK  GERGİNLİĞİ

Bir gazetecinin kendi isteğinizle mi dışarı çıktınız-” Diye sorması üzerine Gök, ”Zorla çıkarıldım” yanıtını verdi.

”Kurultayın açılması için gereken 625 sayısına ulaşılamadı, 583 imza ile kurultayın açılması kanuna aykırı” diyen Gök, sahte imzaların olduğunu da savundu.

Siyasi Partiler Kanunu’nun ilgili maddesine göre Medeni Kanun’un ve Dernekler Kanunu’nda aynen uygulanması gerektiğini belirten Gök, şunları söyledi:

”Bu bir tüzük kurultayıdır. Medeni Kanun’un 78. maddesi der ki; tüzük kurultayında tüzük değişikliği varsa delege tam sayısının üçte ikisi yani 840 imza zorunluluğu vardır. Medeni Kanun açıkça diyor ki: 840 imza yoksa kurultay açılamaz. Bu, kesin kanunsuzluk halidir. Bu durumda bu kurultayda yapılacak her şey iptale mahkumdur. Çünkü kanunen yok hükmünde. Biz CHP olarak ‘hukukun üstünlüğü’ diyoruz ama hukuk uygulanmıyor. Derdim partim hata yapmasın.”

-”Kurultay, ertelenmeli”-

Kendisinin kurultayın açılması için yeterli imzanın olmadığına yönelik dilekçesinin de kabul edilmediğini ifade eden Gök, imza sayısının yetersiz olmasından dolayı Kurultayın geç başladığını söyledi.

Gök, ”Genel Başkan, Kurultayı açtığında yine de sayı 583′tü, 600 dahi değildi” dedi. 840 imzaya ulaşılamadığı için kurultayın ertelenmesi gerektiğini dile getiren Gök, ”Birinci toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantının yer, gün ve saatinin ilan edilmesi lazımdı ama Genel Merkez ikinci toplantıya ilişkin ilan da vermediği için bu tümüyle iptal. Hukuku bilmemek ancak bu kadar olur” diye konuştu.

”Yargıya gidecek misiniz-” sorusu üzerine Gök, ‘‘Kanun açık zaten. Ben Genel Başkanı uyarmak için bağırıyorum, önergeyi veriyorum. Ne Divan Başkanı önergeyi yerine koyuyor, ne kimse bakıyor ne de Genel Başkan…” dedi.

Kendisini gerçek CHP’li olarak nitelendiren Gök, ‘‘Bu kurultayı beceremediler. Bu kurultayı kanuna aykırı hale getirdiler, bu kurultayı iptale mahkum yaptılar. Hiç kimse benim partime bu rezilliği yaşatamaz, Genel Başkan dahil ” diye konuştu.

Kendisinin partiye hizmet etmeye çalıştığını anlatan Gök, ”Yanlış yapıldı, yanlışı uyarmaya çalışıyorum ancak tekmeyle, kavgayla, küfürle ceket yırtarak dışarı çıkarıyorlar. Hani demokrasi-” diye sordu.

Açıklamaların ardından Gök, aracına binerek Ankara Spor Salonu önünden ayrıldı.

26
Şub
12

“ATATÜRK” ADıNı ANMAMAK, ÇOK YıKıCı BİR YANıLGıDıR..!!!

Saygıdeğer  dostlar,

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçtaroğlu’nun Genel Başkan olarak yaptığı konuşmalarda “ATATÜRK” adını anmaktan kaçınma tutumunu Tüzük Kurultayı’nda da sergilemesi üzerine gönderdiğim mektubu, ilgi ve takdirlerinize saygıyla sunuyorum.

Prof. Dr. Özer Ozankaya
Toplumbilimci

——————————————

“Sayın Kemal Kılıçtaroğlu

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı

Sayın Kılıçtaroğlu,

26 Şubat 2012 günü yapılan CHP Tüzük Kurultayı açış konuşmanızı, bir bilim insanı ve CHP seçmeni olarak, baştan sona dikkatle dinledim.

Böyle konuşmaların, söyledikleri kadar söylemedikleriyle de önem taşıdığı açıktır.

Bu konuşmanızda CHP’nin ulus ve ülkemize yaptığı ve her birisi kurtarıcı değerde olan hizmetleri dile getirirken, yalnız CHP’nin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucusu olan, bütün uygar insanlığın en içten ve sonsuzluğa değin sürecek saygı ve sevgisini kazanmış olan ATATÜRK’ü, ulusunun O’na verdiği ATATÜRK adıyla anmama tutumunuzu sürdürmekte oluşunuzu çok derin üzüntü duyarak yadırgadım.

İdeolojisi asla “demokrat” olmayan, çünkü proletarya diktatörlüğüne inanan bir ozanı ikide bir adıyla anıp, “Özgürlük ve bağımsızlık” ülküsünün tutkun ve seçkin önderini, ulusunun armağanı olarak en büyük mutluluk duygusuyla kullandığı, aynı zamanda içindeki “TÜRK” adına uygar insanlığın her zaman saygısını kazandıran ATATÜRK adıyla anmamanın, “demokrat”lıkla, özgürlük- ve bağımsızlık-severlikle, haktanırlıkla, mertlikle, birleştiricilikle, sevgiyle … bağdaşmayacağı açıktır.

Yakındığınızı söylediğiniz ve günümüzde “post modern” biçim alan “emperyalizm”i yenilgiye uğratmanın da insanlık tarihindeki tek uygar, insancıl, çağ açıcı, en geçerli yolunu eylemli olarak gösteren ve ulusu tarafından tam da bu özelliklerini simgelemek üzere ATATÜRK olarak adlandırılan, yalnız Türk tarihinin değil tüm insanlık tarihinin eşsiz yücelikteki bu düşünür önderini gerçek adıyla anmamakta gösterdiğiniz diretme, kanımca yalnız bu üstün kişiliği değil, kılcal damarlarına dek ulaşmak gereğini söylediğiniz Türk ulusunu da tanımıyor, bilmiyor olmakla açıklanabilir ancak.

Sayın Kılıçtaroğlu, Türk ulusu ATATÜRK adını duymaktan yalnızca mutluluk duyar! Türk ulusu ve özellikle Türk gençliği, ulusal egemenlik düzeninden kadın haklarına, uçak yapmaktan demiryolu döşemeye … değin sizin bugün Kurultayda CHP’nin Türk ulusuna yapmış olduğunu ancak bir bölümüyle söyleyebildiğiniz gerçekten kurtarıcı nitelikteki bütün o hizmetlerin, ATATÜRK’ün önderliği sayesinde gerçekleştiğini dile getirmenizi bekliyor!

ATATÜRK’ün, hangi siyasal düşüncede olursa olsun demokrasiye inanan tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak paydası olduğunu haykırmanızı bekliyor. Aşık Veysel’in AĞIT’ı, bunun tanığı ve kanıtıdır.

ATATÜRK adından rahatsızlık duymak, O’nun önderliğinde kurulan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal ve toplumsal düzenini yıkmak isteyen AKP yönetimiyle sömürgeciliği ayıp saymayan ABD/AB hükümetlerinin politikasıdır.

Bir uygarlık projesi değerindeki üstün düşünce önderliğini simgeleyen ATATÜRK’ün adını ağza almamak, CHP’ye seçim kazandırıp çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme şansı sağlamak şöyle dursun, ancak Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk bağımsızlığını yıkmayı amaçlayan BOP’un bilerek ya da bilmeyerek örtülü eşbaşkanlığını yapmak işlevi yerine geçer, kanısındayım!

Eğer bu tutumunuz, “Çağdaş Türkiye”nin ve O’nu simgeleyen ATATÜRK’ün elele vermiş iç ve dış düşmanlarının hışmını çekmemek gibi bir kaygının sonucu ise, bunun da çok yanlış olduğuna inandığımı izninizle belirtmek istiyorum. Çünkü bir bilgece deyişin belirttiği gibi “Kötüler korkak olur.” ATATÜRK adının bayraklaşmış gücünü göstermeniz, yerli, yabancı kötücüllerin yüreğine korku ve yılgı salar; onları inlerine çekilmek zorunda bırakır. Anmamanız ise, onların gözüpekliklerini arttırır, yıkıcı niyetlerini kolaylaştırır.

Sayın Kılıçtaroğlu, bu eleştiri ve uyarılarımı “Dost acı söyler” ilkesi ışığında, Türk Devrimi üzerine geniş araştırma ve yayınlar yapmış bir bilim insanının içtenlikli görüşü olarak karşılayacağınıza inanıyor, saygılar sunuyorum.

Prof. Dr.  Özer  OZANKAYA  /  Toplumbilimci

http://www.ilk-kursun.com/haber/96913

26
Şub
12

“Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlûkat Ankara’dadır.” (!!!!!)

“İskilipli   Atıf  Hoca’ya   devletten   iade-i  itibar”

BASIN  AÇIKLAMASI

“Çorum’un İskilip ilçesindeki İskilip Devlet Hastanesi’nin ismi İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi olarak değiştirildi.

İskilipli Atıf Hoca’nın adı, Sağlık Bakan Yardımcısı Agâh Kafkas’ın da katıldığı törenle memleketi İskilip’teki devlet hastanesine verildi. Hastanenin önünde yapılan törende, İskilip Devlet Hastanesinin tabelası, ”İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi” olarak değiştirildi.

Törende konuşan Sağlık Bakan Yardımcısı Kafkas, Atıf Hoca’nın İstiklal Mahkemelerinde idam edilmesinin cumhuriyet tarihinin karanlık noktalarından biri olduğunu belirten Kafkas, bir din âliminin hukuksuzluğun kurbanı olduğunu kaydetti.” (Tarih 24 Şubat 2012 Cuma, İskilipli Atıf Hoca’ya devletten iade-i itibar)

Türkiye’nin aydınlık ve çağdaş yüzünü değiştirmeye çalışan, Eğitimi çağdaşlıktan uzaklaştırarak küçük çocukları nerede ise medrese eğitimine Yönlendiren, İlköğretim öğrencilerini Umre’ye gönderen zihniyet, Said-i Kürdi’ye – İskilipli Atıf Hocaya, Dersim olaylarına itibarlarını iade etmeye çalışıyor.

İskilipli Atıf Hoca: Teali İslam Cemiyeti Reis-i Evveli olarak yayınladığı bildiride aynen şunları söylemiştir:

“Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.

Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?”

Cumhuriyetin ilanı, harf devrimi, şapka devrimine karşı çıkan İskilipli Atıf Hoca:

“Yeni harfleri kullananlar cehennemde yanacak”, “Şapka giymek küfürdür, dinsizliktir”

Diyerek halkı Kurtuluş hareketine ve devrimlere karşı kışkırttığından Devrim karşıtlığından ve İşgal güçleriyle işbirliği yaptığı için yargılanmıştır.

“Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlûkat Ankara’dadır.”

İktidar hükümeti, toplumu gündemden uzaklaştırmak ve Laik demokratik Cumhuriyet’e ve Ulus Devlet’e karşı başlattıkları karşı devrimi sürdürmek için, tarihin geçmiş olaylarını ısıtarak topluma sunuyor. Ülkemiz ise her yönden yangın yerine dönmüşken, İktidar hükümeti günün sorunlarına çare bulmak yerine, Tarihi çarpıtarak “cambaza bak” oynuyor…

Osmanlı’nın mandacılığa razı olan, İngiltere ve Amerika’nın vesayetine girmeyi kabul eden köhne yapısından yeni bir Devlet kuran ve bağımsız onurlu bir Ulus yaratan yüce önder Atatürk’ün kendisine ve Devrimlerine karşı başlatılmış karşı savaş, Atatürk’ün kurduğu Mecliste ve Çankaya’da oturan siyasetçiler tarafından yönetiliyor!

Türk toplumu, İktidar tarafından etnik yapısı, inancı, düşünceleri yönünden sürekli olarak bölünerek toplum kamplaştırılıyor. Taraflar birbirine düşman kılınıyor. Başbakan dindar gençlik yetiştirmekten bahsederken aynı gençliğin kindar da olmasını öğütlüyor!

Kime  karşı  kindar ?

Hepimizin üzerinde dikkatle durmamız gereken konu şudur; Türkiye bu dibi görünmez olan karanlık çukura neden itilmeye çalışılıyor?

ABD ve AB ile İsrail’in küresel emperyalist politikaları ülkemizi parçalayarak bölmek, Kürdistan kurmak ve Ermenistan’ı tekrar yapılandırarak, Condelizza Rice’ın açıkladığı gibi Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da 22 Ülkenin sınırlarını ve yönetimleriyle birlikte yönetim şeklini de değiştirmeyi amaçlamaktadır. Ilımlı İslam projesinin deneme laboratuarı Türkiye’dir.

CIA eski yöneticisi, ABD Dışişleri Bakanlığı görevlisi Graham FULLER’in aşağıdaki deyişini hatırlatmak isterim;

“Türkler  Kemalizm’i  terk  edip ılımlı  İslam’ı  benimsemelidir.   Ilımlı  İslam,  Kemalizm’i  silmeye  yönelik  bir  karşı  devrimdir.   Bu  devrimin  karşısındaki  tek  güç  Türk  Ordusu  ile  ulusalcı  aydınlardır  ve  TASFİYE  EDİLMELERİ  gerekir”

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Ulusal yapısı, Ulus Devlet, Ulusal Bilinç yok edilmeye çalışılmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü de Ulusalcılığı suç grupları arasına almıştır.

İşte bu nedenlerin doğurduğu sonuç yakın tarihimizde Devlet’e başkaldırma isyanlarını ve önderlerini aklamaya giden yolu açmıştır. Bu tavır, Devlet’i yönetenlerin uygulamalarıyla Cumhuriyet rejimine ve Atatürk’e ve Devrimlerine karşı bir başkaldırmaya dönüşmüştür.

Bu günün siyasetçilerine ve Kamu yöneticilerine, görev yaptıkları Devlet makamlarını veren Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Atatürk’e ihanet edenler, geçmişte ülkemizi işgal edenlerle birlik olan, İngiltere’ye, Fransa’ya, Yunanistan’a, Amerika’ya hizmet edenlerin koruyucusu olmaları ne yaman bir çelişkidir.

Düşmanla  işbirliği  yapanlara  iade-i itibar  yapılması  akıl  durmasıdır.

Bunu  yapanlar,  Kendi  Ulus  Devletine  ve  kendi  varlığına  ihanet  halindedirler.


YÖNETİM  KURULU  ADINA    MAHMUT  ÖZYÜREK

ADD  ISPARTA  ŞUBE  BAŞKANI

26
Şub
12

CHP’DE RENKLİ DEVRİM

Bir süredir temel kavramların ve pratiklerin “Neo” eki ile içeriklerinin değiştirildiği, anlamlarından koparıldığı ve bambaşka mecralara doğru sürüklendiğini görüyoruz.

Yeni liberalizmden Yeni Kamu Yönetimine kadar uzanan bu yozlaştırılma sürecinde ülkemizde de “Yeni CHP” ile karşı karşıya kaldık.

21. yüzyılda küresel güçler, ulus devletlere karşı  savaşlarını  yoğunlaştırdılar.

Bu küresel savaş, iki yoldan yürütülmeye devam ediyor. Ulus devletlerle savaşın ülke dışındaki ağları olduğu gibi, ülke içinde de yeni şebekeler yaratarak devletleri ve ulusal çıkarları savunan güçleri yok etmeye çalışıyorlar. Küresel proje, ulus devletleri iki koldan etkisizleştirmeye çalışıyor; Birincisi, ülke dışındaki küresel güçleri kullanarak ve ikincisi, ülke içinden ulusal işbirlikçiler ve terörist-ayrılıkçı hareketler yoluyla.

Ulus devletlerin ekonomi politikalarına yön veren, uluslararası ilişkilerini denetleyen, işgaller ve Renkli Devrimler hazırlayan, ülkeleri borçlandırıp dışa bağımlı kılan küresel bir savaş yürütülüyor. Bu savaştaki unsurlardan bir kısmı gizli örgütlerken, bir kısmı da açık biçimde faaliyet gösteren uluslararası ve ulusal “sivil” toplum örgütleridir. Açık faaliyet gösteren küresel örgütler arasında IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve OECD gibi doğrudan bu amaçla kurulmuş uluslararası organizasyonlar da bulunmaktadır. Bu küresel seferberliğin amacı, ulus devletlerin egemenliklerini sınırlamak, ekonomilerini ve dış politikalarını denetlemek, ülkeleri güçsüz kılmak ve ekonomik-siyasi istikrarsızlıklar yaratılması için projeler üretmektir. Kısacası, temel amaç küresel güçlerin isteği doğrultusunda güçsüz devletler yaratmak, dünyayı ekonomik ve siyasal alanda yeniden düzenlemektir.

Küresel emperyalist projenin ulusal çaptaki uzantılarından ilki, ulusal işbirlikçileridir. Bu amaçla yaratılan ve işbirlikçilere milyonlarca dolar dağıtan küresel kuruluşlar bulunmaktadır. Bu güçler, Rusya’da Vladimir Putin öncesinde ulusal işbirlikçiler yaratmak amacıyla 2 milyar dolar para dağıtmışlardır. Bu para dağıtma ağının birçok ülkede uzantıları olduğu gibi Türkiye’de de (özellikle bazı “sivil” toplum örgütlerine) her yıl yüz milyonlarca dolar dağıtılmaya devam ediyorlar. Küresel işbirlikçiler, dış güçlerin çıkarları lehinde lobi oluşturmak, hükümetleri ve kamu yönetimini denetim altına almak, ulusal çıkarlara karşı eylemler ve söylemler geliştirmek, ulusal kimliği yok etmek, ulus devleti etkisizleştirmek ve ülkenin savunulmasını üstlenen güçlü kurumlara karşı psikolojik savaş yürütülmesi için kullanılmaktadırlar.

Küresel projenin ulusal çaptaki ikinci ayağı ise ulus devlet içinde istikrarsızlık yaratan oluşumlardır. Bunlar arasında silahlı mücadele veren terör örgütleri, ulus-devlete karşı silahlı siyasi hareketler, etnik ve bölücü oluşumlar, muhalif dinsel tarikatlar ve değişik biçimlerdeki diğer devlet karşıtı örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu güçlerin küresel askeri örgütlenmeleri de gizli ve açık biçimde yapılandırılmış olup Gladio türü örgütler, bu güçlerin gizli ve küresel güçlerce yönlendirilen etkili silahlarından birisidir. Bu devasa küresel projenin amacı, ulus devlet içinde istikrarsızlık yaratmak, vatandaşın devlete duyduğu güveni zedelemek, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık yaratarak ülkenin kendine yeterli bir noktaya gelmesini engellemektir. Sonuçta, amaçları, bağımsız ve güçlü ulus devletleri ortadan kaldırmaktır.

Yeni  Renkli  Devrimler

Soğuk Savaş sonrasında eski sosyalist ülkelerde gerçekleştirilen Renkli Devrimler, bugün yeni kıtalara ve yeni ülkelere yayılmaya devam ederken, renkli devrimlerin ülkeler boyutunu aşıp kurumlar boyutunda boy gösterdiğine tanık olmaya başladık. Bu yeni süreçte sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler, yeni renkli devrimlerin hedefinde yer almaya başladılar. Yazımızın başlığındaki “CHP ve Renkli Devrimler” konusu da bu nokta ile ilişkilidir.

Gürcistan’da “Gül Devrimi”, Ukrayna’da “Turuncu Devrim” ve Kırgızistan’da “Lale Devrimi” ile başlayan Renkli Devrim sürecinin bugünlerde Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki post-modern işgallere olanak tanıyan planlanmış “halk” hareketleri ile sürmesi karşısında, ulus devletlere yönelik renkli devrim projeleri devam ediyor. Bu ülkeler arasında Suriye, Mısır, Yemen, Tunus, Libya ve Azerbaycan, Ermenistan, Beyaz Rusya, Tacikistan, Kazakistan ve Kırgızistan ev Türkiye de bulunuyor. Bu ülkelerin bazılarında renkli devrimler çoktan başarılmış durumda.

Renkli devrimleri yaratmak için birçok ülkede benzer bir dizi strateji ve taktik uygulanmış ve uygulamaya devam ediyor. Bu yöntemlerin başlıcaları şunlardır: milli güçlerin parçalanıp güçsüzleştirilmesi, işbirlikçi basın-yayın organları ağı oluşturulması; renkli devrime öncülük edecek eğitimli ve genç devşirmelerin yetiştirilmesi; renkli devrim öncesinde muhalefetin bir lider ve dış destekli bir siyasal hareket etrafında bütünleştirilmesi, bütün muhalefet odaklarının satın alınması, satın alınamazsa tasfiye edilmesi, muhalefet hareketlerinin yaygınlaştırılması ve geniş katılımlı gösteriler örgütlenmesi konusunda uluslararası sivil toplum örgülerinde çok sayıda genç liderin eğitilmesi ve finans desteği ile teşvik edilmesi; NED, IRI, Albert Einstein Enstitüsü (AEE), Freedom House, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın denetimindeki USAID ve BM Kalkınma örgütü olan UNDP tarafından küresel güçler denetimindeki örgütlerle ve işbirlikçiler ile muhalif hareketlere mali ve stratejik destek verilmesi (örneğin NED, 6 kıta ve 90 ülkede bu faaliyetleri yürüttüğünü kendi internet sayfasından duyurmaktadır); toplum mühendisliği çalışmaları ile yeni tür protestolar, tiyatro ve sinema etkinlikleri, halk konserleri, mitingler düzenlenmesi ve bu etkinliklerde motive edilen genç kitlenin protesto gösterileri için meydanlara yığdırılması; facebook ve twitter gibi internet üzerinden belirli merkezler denetiminde yaygın ve geniş bir kitle iletişim aracı yaratılması ve iletişim aracılığıyla kitlelerin yönlendirilmesi ve eğitilmesi; renkli devrimlerin propagandasını yapan iletişim örgütleri, tv, radyo, internet siteleri oluşturulması, gazete ve dergi çıkarılması ile her türlü propaganda aracının yaratılması ve kullanılması; muhalefetin kontrollü bir siyasi hareket ve denetim altına alınmış ve yetiştirilmiş işbirlikçi güdümlü bir lider etrafında birleştirilmesi ve uluslararası sivil kuruluşların katkısıyla gösteri ve emperyalizmin gözden çıkardığı yönetimlere karşı protestoların organize edilmesi; bütün bu önlemlerin bir proje doğrultusunda aynı anda ve birbiriyle uyumlu olarak yaşama geçirilmesi ve aynı anda uluslararası destek sağlanarak emperyalist müdahalelerin zemininin hazırlanmasıdır.

Renkli  Devrimin  Arkasındaki Küresel  Güçler

Renkli Devrimlerin kimler tarafından organize edildiği, kimler tarafından desteklendiğiyle yakından ilişkilidir. Özellikle finans desteğinin kimler tarafından yapıldığı, bu konuda önemli ipuçları vermektedir. Renkli Devrimlerin sponsorları; George Soros fonları, National Endowent for Democracy (NED), BM Kalkınma Programı olan UNDP, IRI, bütün bunlara kaynak sağlayan ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı USAID ve diğer ABD istihbarat örgütü denetimindeki uluslararası örgütlerdir. Bütün bu örgütler, ABD tarafından ve özellikle ABD istihbarat örgütlerince denetlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir.

Kısa  ve  net  biçimde  ifade  etmek  gerekirse,  renkli  devrimlerin  arkasında  küresel  güçler  bulunmaktadır.

Bunlar  arasında  ABD’nin  rolünü  en  başat  olarak  görmek  gerekir.

Renkli  CHP

Renkli   devrim   projelerinin   amacı,   bağımsız   ve  

güçlü   ulus   devletlerin  yerine   işbirlikçi   pezevenk

yönetimlerden   oluşan   yeni   devletler   oluşturmaktır.

Bugüne kadar devlet kurma fikriyle iktidar partileri yaratan renkli devrim projeleri, son zamanlarda muhalefet partilerini ve devletlerin önemli kurumlarını da ele geçirmeye başlamıştır.

Bu  açıdan  Türkiye,  iyi  bir  örnek  oluşturmaktadır.

Birkaç  ay  önce   “CHP :  Made  in  USA”  isimli  bir  makale  kaleme  almıştım.

Bu makalede, “CHP’nin yeni Genel Başkanı’nın ABD derin devletinin para oyunlarının finans kaynağı olan George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün çizgisindeki TESEV isimli örgütün kurucusu olduğu ortaya çıktı” diye yazmıştım.

Makalemden bir süre sonra CHP Genel Başkanı, TESEV kurucusu olduğunu kabul ettiği gibi, bu örgütten istifa etmeyeceğini de açık biçimde dile getirdi.

Peki  daha  sonra  neler  oldu ?

Wikileaks belgelerinde Deniz Baykal sonrası CHP için yapılan planlar ortaya çıktı.

Bu planlar arasında Deniz Baykal yerine CHP Genel Başkanlığı koltuğuna getirilecek bir isimle ilgili bilgiler de vardı.

Bu  isim,  Kemal  Kılıçdaroğlu  idi.

Türkiye’de yalnızca ulus devleti ortadan kaldırıp işbirlikçi bir yönetim oluşturulması ile yetinilmediği, ana muhalefet partisi CHP’nin de renkli devrim projesi kapsamında yeniden dizayn edildiği anlaşılıyor.

Bu  durumda  Yeni CHP,  bir  renkli  devrim  projesi  olarak  önümüzde  durmaktadır.

Renkli Devrim ve Renkli CHP projesine karşı Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatma mücadelesi verecek güçlerin çıkış noktasının yeni bir SOL PARTİ’de mi, yoksa başka seçeneklerde mi aranması gerektiği konusundaki düşüncelerimi daha sonraki makaleme bırakmak istiyorum.

Ancak,  bu  makalede  vurgulanması  gereken  son  bir  nokta  olduğuna  inanıyorum.

Renkli   CHP,   Türkiye   Cumhuriyeti’ni   yok   etmeye  

çalışan   küresel   güçlerin   Türkiye’deki   birçok

taşeronlarından   sadece   birisidir.

BU   KADAR   BASİT…

Birol  ERTAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/96897 Okumaya devam edin ‘CHP’DE RENKLİ DEVRİM’

26
Şub
12

CAMCıKLAR

Tayyip  Bey  teknolojiyi  çok  sever.

Yapacağı  konuşma  için,  güvenlik  görevlilerinden  önce,  halk  dilinde “Camcıklar”  denen  “Prompter’i”  yani  cam  ekranları  taşıyanlar  giderler.

Camcıklar ;  Camları  kurarlar,  boylarını  Başbakan’ın  boyuna  göre  ayarlarlar  ve  korku  içinde  beklemeye  başlar.

Çünkü  en  ufak  bir  hatada,  ana – avrat  küfür  işitmek, işten  kovulmak  da  vardır.

Başbakan Erdoğan, konuşma yapılacak yere havadan helikopter eşliğinde, karadan motosikletli polisler, trafik otoları, dev gibi ciplerden oluşan koruma ordusu, cemmırlar ve takipçileriyle, yüzlerce araçtan oluşan bir konvoyla gelir. Konvoy çok ihtişamlı olmalı, gelen Başbakan değil sanki işgal orduları komutanı gibi karşılanmalıdır.

Başbakan kürsüye çıkar ve konuşmasını sular-seller gibi camdan okumaya başlar. Sinirlenip camda yazan metnin dışına çıkarsa, o an hayat camcıklara zehir olur. Çünkü konuşmanın bütün düzeni alt üst olur. Başbakan, tekrar camda yazanı okumaya karar verip cama baktığında her şey hazır olmalıdır.
Bir defa aksaklık olmuş ve Başbakan “şimdi rakamları veriyorum” diye 6 kez tekrarlamak zorunda kalmıştı.Nasıl tekrarlamasın camda rakam yazmıyordu ki. İşte o gün camcıklar için en kara gün idi, ilk dayağı o gün yemişlerdi…

Başbakan, Gençlik Kolları Kongresine de camcıkların hazırladığı yazıyı evinde, televizyondan okuyarak ve oturarak seslendi…

Başbakan Erdoğan’ın bu okumasını Tire yakınlarında ki bir köyde adına, “vatandaş” denen kişilerle beraber dinledik; Konuşma bitince çarıklı erkânı-harp tipi yorumlar başladı;
*Macuncu Bülent; Tayyip Bey, milletle aynı yöne bakmayan her girişim gayrimeşrudur, dedi. İyi de benim baktığım yönü hükümet ne biliyor? Benim baktığım yerden, ödeyemediğim banka kredisi yüzünden elimden giden tarlam görünüyor. Yabancıların sahip olduğu bankalar, Trakya’nın yarısına sahip oldular. GAP civarı da aynı… Sorumlusu kim ?
*Hamsi Hayati; Seçilmişleri, atanmışlara ezdirmem diyor, sen 10 senedir iktidardasın. Bu atanmışları sen mi atadın, cemaat mi atadı ?…
*Motorcu Ömer; Dindar gençlik diyor, gelsin bu kahveye aç ve işsiz gezen gençleri görsün. Aç ve işsiz genç dindar olsa ne olur, olmasa ne olur?
*Yumuşak Bekir; Ah Tayyip ah Libyalılara, Suriyelilere baktığın gibi bize baksaydın seni top bile yıkamazdı ama geçti gayrı.
Libyalılar hem otelde kalıyorlar, hem de bizim adamlarımızı dövüyorlar.
Van’da ise garibanlar çadırda donuyorlar. Devlet yardımı almak için illâ,
“ARAP” olmak mı lazım !…

Bu arada son bombayı “Kayserili Kıbrıs Gazisi Gül Dede” patlattı;
*Tayyip bak Almanya’da 41 yaşında bir Savcı, Alman Cumhurbaşkanını burnundan yakalayıp indirivermiş. Ne iş bu? Söyle bakalım; Almanlardaki Demokrasi bizimkinden geride mi?
Bizde memura bile dokunamayan Savcı, Alman Cumhurbaşkanının paçasını nasıl aşağıya alıyor? Deniz Fenercileri bizim Savcılar saldı, Alman Savcılar hapse attılar. Ya bizde ki Savcılar da Almanlaşırsa ne yapçez ?…

Gerçekten,  şu  Alman Savcılar “Kısa  Dönem”  için  Türkiye’ye  gelseler,  neler  olurdu  acaba !…

Sağlık  ve  başarı  dileklerimle  /  25 Şubat 2012

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/96796

26
Şub
12

Hasan Âli YÜCEL’İN 51. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ

Cumhuriyet  Türkiyesi’nde  eğitim  ve  kültür  alanında  son  derece  kapsamlı  ve  önemli  reformlarını  gerçekleştiren,  Anadolu  köylüsünün  okumaz – yazmazlığı  ve  geri kalmışlığına  çözen   ‘bize özgü’  Köy  Enstitüleri  projesini  kurup  yürüten  öğretmen,  şair,  yazar  ve  Milli  Eğitim  Bakanı  Hasan  Âli YÜCEL’i,  ölümünün  51.  yıldönümünde  anmak,  uygar  bir  dünyanın  özlemini  çekenler  için  bir  insanlık  görevidir.

Ayrıca  Yücel’i  henüz  tanımamış  olan  yeni  kuşakların  onu  bilip  anlaması gerekir.

16 Aralık  1897’de  istanbul’da  doğdu.

Babası Ali Rıza Bey,Annesi Neyire Hanım ve Eşi ise Gülsüm Refika Hanımdır.   Ailesi  ekonomik  bakımdan  iyi  koşullardadır.

Ailede  ilk  ve  tek  çocuk  olarak  geniş  bir  ortamda  büyür.  Gelişiminde  içine  doğduğu  ortamın  etkisi  (örneğin  Mevlevilik)  görülür.

Eğitimine 1906’da Mekteb-i Osmani’de başlar ve Vefa Lisesi’nde sürdürür.  1908’de  2. Meşrutiyet  dönemine tanık olur ve ilk kez sihirli bir sözcük olan ”hürriyet” ile karşılaşır. Liseye devam ederken Ülkemiz Balkan bozgununu yaşar. Bu yıllarda bütün harçlığını kitaplara harcadığını söyler. “Gece  sabahlara  kadar  mum  ışığında  durmadan  okuyordum”  demiştir.

Birinci Dünya savaşının patlamasıyla 1915’te Lise son sınıfında iken askere alınır. Savaştan sonra okulu bitirir ve İstanbul Hukuk Fakültesine girer,Hocasının birisi ile tartışır,fakültesinden ayrılır ve Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne (Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olarak) kaydolur. Bu yıllarda İfham gazetesinde çalıştı ve daha sonra Dergah dergisinde şiirleri yayımlandı.

Üniversite eğitimi sırasında,dönemin önemli şair, yazar, edebiyatçı ve Ziya Gökalp gibi düşünürleri ile tanıştı. Akşam gazetesinde yazılar yazdı. Yabancı düşünürlerin fikirlerinin tartışıldığı toplantılara katıldı.

İzmir işgalden kurtulduktan 3 ay sonra, 9 Aralık 1922’de İzmir Erkek Öğretmen Okulunda Türkçe öğretmeni olarak görevine başladı. Öğretmenler Birliği ve Türk Ocağının kuruluşunu gerçekleştirdi. 3 Şubat 1923’ te İzmir’e gelen Gazi Mustafa Kemal, halkla bir toplantıda savaş sonrası durumu konuşurken Hasan Ali, Gazi’ye :  “Okulların yanında fosil haline gelmiş medreselerin yaşatılıp yaşatılmayacağını” sorar. Gazi bu sorudan çok memnun olur ve düşüncesini söyler.

1924’te İstanbul’a dönen Yücel, Kuleli Askeri Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi ve Galatasaray Lisesinde çeşitli dersler verdi. Gençlerle yeni fikirleri tartışır,onların ufuklarını açardı.

1926’da  Can  ile  Canan  adında  ikizleri  ve  1936  yılında  Gülümser  adında  bir  kızları  doğdu.

1926 yılında  İstanbul’da  müfettişliğe,  sonra  da  Maarif  Müdürlüğüne,  1929’da  ise  Maarif  Vekaleti  (Milli  Eğitim  Bakanlığı)  Teftiş  Kurulu  Üyeliğine  atanır.

Yazı ve dil konuları ile uğraşırken, Tevfik Fikret’in bir şiir kitabını Latin Harfleri ile yayımlar.  (Bu, Türkiye’de  Latin  harfleri  ile  yayımlanan  ilk  kitaptır).

1930’da Fransa’da okulları ve ilgili mevzuatı incelemek üzere bir yıllık bir süre ile görevlendirilir. Batının uygarlığı ile tanışır, konser, opera ve tiyatro gibi sanatsal etkinlileri izler.

Serbest Fırka kurulmuş ve kısa sürede kapatılmıştır. Anadolu’nun durumunu bizzat incelemek üzere büyük bir geziye çıkan Gazi Mustafa Kemal, çeşitli Bakanlık  temsilcileri  (Milli  Eğitim’den  Hasan  Ali’dir)  ile  yola  çıkar.  Bu Anadolu gezisi sırasında Gazi ile önemli görüşme ve fikir alış verişinde bulunurlar.

Bir  örnek  şudur :  Atatürk çevresindekilere bir soru sorar :  ”Türk  Milleti  kendini  ne  zaman  kurtulmuş  sayabilir ?”.

Yanındakiler  çeşitli  tipte  yanıtlar  dile  getirirler.

Hasan  Âli ise,  “Paşam, Türk  Milleti  ne  zaman  kurtarıcı  ihtiyacını  duymayacak  hale  gelirse,  o  zaman  kurtulmuş  olur”  yanıtını  verir.

Gazi :  ”Hepiniz  güzel  fikirler  söylediniz.  Fakat  bu  çocuğun  ileri  attığı,  üzerinde  derin  derin  düşündürmeye  değer  bir  fikirdir”  der.

Ayrıca  Gazi  ile  Yücel  ‘dilde  arılaşma’  konusunu  da  konuşurlar.

Bu gezi ardından 12 Temmuz 1932’de Dolmabahçe Sarayında yapılan toplantıda “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” kuruldu. Hasan Ali bundan sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğüne, sonra da Orta Öğretim Genel Müdürlüğüne getirilir.

1934’te Cumhuriyet Halk Partisine dilekçe ile adaylık için başvurur ve İzmir’den Milletvekili seçilir.

1935-37 yılları arasında yayınladığı yazılar, kitap ve yazıları Yücel’in eğitim ve kültüre olan ve daha sonra olabilecek önemli katkılarını ortaya koymaktadır.

Atatürk 1938’de vefat edince naaşını TBMM adına taşıyacak ve kur’a ile seçilen 12 milletvekili arasında yer alır.

Cumhurbaşkanı  İ.İnönü’nün  desteği  ile  28  Aralık 1938’de  kurulan  Celal  Bayar  Kabinesinde  Maarif  Vekili  (Milli  Eğitim  Bakanı)  olur.

Eğitim  ve  kültür  alanındaki  büyük  reform  hareketini  çalışma  arkadaşları  ile  birlikte  başlatır.

Bakanlığı   döneminde   yapılan   önemli   işler   özetle   şunlardır :

Eğitim,Sanat ve Kültürle ilgili Şuralar (1.Milli Eğitim Şurası ve benzeri) ve Kongreler ilk kez toplanmaya başlanmıştır; Birinci Devlet Resim ve Heykel Sergisi açılmıştır;Tercüme Bürosu kurularak 14 ayrı kültüre ait 496 çeşit Dünya klasik eserleri dilimize kazandırılmıştır;Yerli telif Ansiklopediler yazdırılmaya başlanmış, yabancı dillerde yazılmış olanlar dilimize çevirtilmiştir; 1939-1945 yıllarında 7 ayrı dergi yayına geçmiştir; Ankara Devlet Konservatuvarı, Ankara Fen Fakültesi, Ankara Tıp Fakültesi, adı değiştirilerek İstanbul Teknik Üniversitesi gibi önemli Kurumlar kurulmuştur; Ders kitapları standartlaştırılmıştır; Mesleki ve teknik Öğretim Müsteşarlığı Bakana bağlı 2.bir Müsteşarlık olarak kurulmuştur; Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü Milli Eğitim Bakanlığına bağlanırken, 1.Beden Eğitimi ve Spor Şurası toplanmıştır; Bakanlık bünyesinde Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü Kurulur; 20 Kasım 1945’te Londra’da yapılan ilk UNESCO toplantısında Türkiyeyi temsil etmiştir; 4 yıl süren hazırlıktan sonra 15 haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Yasası çıkartılır. Bu yasa üniversiteyi daha ileri düzeyde özerkleştirmiştir.

Köy   Enstitüleri

Dünya Eğitim tarihinde eşine rastlanmayan örnek bir eğitim ve öğretim kurumu olan bu Enstitüler, Nerdeyse ortaçağ koşullarında yaşayan ve büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen köylülerimizi eğitirken, ayrıca tarım,hayvancılık,balıkçılık,duvarcılık,demircilik ve benzeri zanaatların bilgi ve teknikleri öğretiliyordu. Aynı zamanda, bu okullarda yetişen sağlık memurları onların ilk tedavilerini yapıyordu. İlköğretim Genel Müdürlüğüne atanan İsmail Hakkı Tonguç (Tonguç Baba) öğrencilerin, öğretmenlerin ve köylülerin sevgilisi olmuştur. 1938-1946 yıllarında bu Enstitülerde yetişen ve köylerde görev yapan toplam eleman sayısı 22 456’ya ulaşmıştı. Yalnızca askere alınırken ve vergi toplanırken anılan, unutulmuş Anadolu köylüsünün her alanda uyanışına yol açmışlar (adeta uyuyan devin uyanışı gibi) ve Cumhuriyeti koruyacak sivil bekçiler olmuşlardır. Atatürk’ün öngördüğü laik, karma, çağdaş ve bilim ışığındaki bu eğitim yuvaları ne yazık ki ancak resmen 1940-1954 yılları arasında açık kalabilmiştir.

Cumhuriyet döneminin en akılcı, en çağdaş eğitim atılımı olan Köy enstitüleri, 1945’lerden sonra karanlıkta kalmışların, Atatürk,bilim,devrim ve uygarlık karşıtlarının hedefi haline getirilmeye başlanmıştır.Türlü siyasi propagandalar ve iftiralar sonucunda 1946 sonrasında Hasan Ali Yücel Bakanlıktan istifa etmiş, İ.Hakkı Tonguç Genel Müdürlükten alınmıştır. Önce bu Enstitülerin programı ve uygulamaları değiştirilmiş, daha sonra da 1954’te çıkan 6234 sayılı yasa ile kapatılıp öğretmen okulu adını almışlardır.

Bakanlıktan   istifası

Yücel, 5 Ağustos 1946’da 7 yıl,7 ay, 7 gün süren Milli Eğitim bakanlığı görevinden istifa etti.Yerine sağa yakın görüşlere sahip Reşat Şemsettin Sirer atandı ve yozlaşma süreci başlatıldı. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra Yücel, Partinin Ulus gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Bu Gazetede bir gün yazısı yayınlanmayınca, hemen Parti binasına gitti ve: “düşüncelerini açıkça söyleyemeyeceği bir kuruluşta daha fazla kalamayacağını” yazılı olarak bildirdi. Böylece,14 Mayıs 1950 seçimlerinden 6 ay sonra Yücel’in politik yaşamı sona erdi.

Yücel’in  Şiir  Kitapları :   “Dönen Ses”,  “Sizin İçin”,  ve   “Dinle Benden”.

Diğer Kitapları: Goethe-Bir Dehanın Romanı; Türk Edebiyatına Toplu bir Bakış; Pazartesi Konuşmaları; İçten Dışa;Türkiyede Orta Öğretim; Davalar ve Neticeleri; Hürriyete Doğru;İyi vatandaş-İyi İnsan; Kıbrıs Mektupları; Edebiyat Tarihimizden; İngiltere Mektupları; Türkiye’de Maarif; Hürriyet Gene Hürriyet; Mevlana’nın Rubaileri.

26 Şubat 1961 sabahı, İstanbul’da misafir olarak kaldığı Prof.Dr.Tevfik Sağlam’ın evinde kalp krizinden vefat etti.

Cenazesi Ankara’ya getirildi ve 2 Mart’ta Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde katafalka konarak büyük bir törenle Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Prof.Dr. Ali  Nihat  BOZCUK

http://www.ilk-kursun.com/haber/96832

25
Şub
12

GLADYO SAVAŞLARı

NATO   adlı   terör   örgütüne   girme   talebiyle   başladı   bütün   kanlı   hikaye.

Önce   Kore’ye   “sür”düler   bizi.

Türkiye  açısından  sonuç :  741 şehit,  2068 yaralı,  163 kayıp,  244 esir,  2068 yaralı

Nazım  Hikmet   25.6.1959’da  şöyle  sesleniyordu  Menderese :

“Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,

iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle

bakarsınız kürsüden

Meclis’e  kibirli  kibirli  ve  topraklarına  çiftliklerinizin

ve  çek  defterinize.

Ellerinizin  ikisi  de  yerinde,  Adnan Bey,

iki  elinizle  okşarsınız,  iki tombul,  iki ak,

vıcık  vıcık  terli  iki  elinizle  okşarsınız  pomadlı

saçlarınızı,  dövizlerinizi,

ve  memelerini  metreslerinizin

iki  bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş
kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in, ve bütün
kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır.

Benim  gözlerimin  ikisi  de  yok.
Benim  ellerimin  ikisi  de  yok.
Benim  bacaklarımın  ikisi  de  yok.
Ben  yokum.

Beni,  üniversiteli  yedek  subayı,
Kore’de  harcadınız,  Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza
bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da..!!!”

******* ********* ********** *******

Bir  daha  beli  doğrulmadı  ülkemin.

Gladyo soğuk savaşı bahane edip, Özel Kuvvetler içine çöreklendi önce.

Meclis koridorlarından istihbarata kadar her yere girdiler.

Hatta o zamanki adıyla MAH olan MİT’i kendi istihbarat örgütü gibi kullandılar.

Çünkü  MAH’ın  maaşını  ABD  ödüyordu.

Artık GLADYO her yerdeydi.

Sivas’ta,   KahramanMaraş’ta,   Taksim’de…

Türk  aydınlarına  uzanan  tetikte…

Ülkeyi kaosa sürükleyen her olayın arkasındaydı.

Türk Milletine ışık tutan kim varsa faili meçhule yazıldı.

Sanayileşmemize el kondu.

Milli Eğitim politikalarımız onlar tarafından belirlendi.

Gerçek tarihimiz saklandı.

Değerlerimize savaş açıldı.

Türkiye bağımsız politikalarını terk edip AB-D kapısına bağlandı.

Dış politikada içe kapalı ve korkak, iç politikada hedefi olmayan bir ülke haline geldik.

Artık GLADYO’nun yerli işbirlikçiler eli ile operasyonlar yaptığı bir ülkeydik.

Birinci körfez savaşında asker Amerika’nın nihai hedefinin Türkiye olduğunu anladı.

Hüseyin Kıvrıkoğlu Özel Kuvvetleri milli bir yapıya dönüştürdü.

Bu durumda GLADYO’nun kendine yeni bir ortak bulması gerekiyordu.

Bulmakta gecikmedi.

Altın nesil diye yetiştirilen ve nerede ise her siyasinin el verdiği F Tipi yapı yeni ortağıydı artık.

Erdoğan iktidar oldu ama yetişmiş kadro sorunu vardı.

F tipiyle çıkar koalisyonu yapıldı.

F tipi gladyo kanser hücresi gibi ülke organlarında metastas yaparken, Erdoğan’ı da kıskaca aldı.

Beraber çok suç işlediler.

Erdoğan özel örgütü ve F tipi gladyo…

Küresel elit çıkarları doğrultusunda birini diğeri ile kontrol etti.

Şimdi F tipi gladyo ile Erdoğan tipi gladyo çatışıyor.

Ve engin görüşlü yorumcular “paylaşım” kavgası diye yorumluyor(!)..

Ben de gülüyorum.

F tipi gladyo ile R tipi gladyo’nun hür iradesi mi var ki, paylaşım kavgası yapabilsin.

Efendileri ne emrederse onu yapmak zorundalar.

Efendilerinin baskısından bunaldıklarında öğrenci, işçi dövüp ezikliklerini hafifletirler.

Ya da kin duydukları birinin evini basıp “tatmin” yaşarlar.

Tıpkı mafya tetikçilerinin “baba” dedikleri efendilerine iki büklüm olmanın acısını birinin kafasına sıkarak çıkarttıkları gibi…

Erdoğan köşeye sıkıştı.

Yalan tükendi.

Bu güne kadar barış, din, örtü deyip idare etti.

Kaynağı belirsiz paralarla rahat edenler, el atının üzerinde saltanat sürdü.

Şimdi   fatura   çıktı :   “ÖDE..!!!”   deniyor.

Ortadoğu’yu kana kesecek bir ateşin fişeğini ateşleme görevi Erdoğan’a veriliyor.

9 yıldır bir delinin günlüğünü yazan Erdoğan’a Ortadoğu’yu yakacak NERON olma şerefi(!) bahşediliyor. Ve küresel elit karanlık odalarda verilen sözlere sadakat istiyor.

Peki Erdoğan neden tıkandı?

Menderes’in misyonunu taşımakla övünen Erdoğan Kore misali ABD adına Suriye ve İran’da neden tetikçi olamıyor?

Çünkü Erdoğan bırakın Ordu’yu ikna etmeyi, kendi tabanını bile ikna edemeyeceğini çok iyi biliyor.

Esat’a git derken, evlatları şehit olan AKP’li seçmenin kendini Esat’tan beter duruma düşürebileceğini biliyor.

Erdoğan korktukça, küresel elit F Tipi Gladyo’yu Erdoğan’ın başında Demoklas’in kılıcı gibi sallıyor.

Savaşın  faturasının  Erdoğan’a  çıkacağını  bilen  F tipi  gladyo  tuzunun  kuru  olduğunu  sanıyor.

Oysa  operasyon  yapana  mutlaka  operasyon  yapılır.

F tipi  gladyo  güç  biriktirdiğini  zannederken  aslında  sadece  nefret  biriktiriyor.

Onlar  gladyonun  sadece  tuzak  kurucusu,  tetikçisi  değil ;  aynı  zamanda  karanlık  misyonerleridir.

Şimdi  işlenen  günahlar,  yapılan  bütün  ihanetler  “şantaj”  malzemesi  olarak  piyasaya  sürülüyor.

Allah’ın  ne  büyük  takdiridir  ki,  ülkeyi  şantajla  yönetenler  şimdi  “ŞANTAJ”  kıskacında  kıvranıyor.

GLADYO’nun  yarattığı  sahte  cennetin  oyuncuları  şimdi  gladyonun  cehenneminde  kıvrım  kıvrım  kıvranıyor.

Sözün  özü :

Okumaya devam edin ‘GLADYO SAVAŞLARı’

25
Şub
12

“Hepimiz Ermeniyiz”cilere çağrı

Hrant  Dink   öldürüldüğünde  meydanları  doldurdular.

Sloganlarına  bakılırsa  hepsi  Ermeniydi.…

Görünüşe göre bir cinayete tepki veriyorlardı, madem ki bir Ermeni sadece Ermeni olduğu için öldürülmüştü, o zaman gün destek olma, tepki verme ve ölenin yüzü suyu hürmetine Ermeni olma günüydü.

Üstelik  bir  gazetecinin  fikirlerinden  dolayı  öldürülmesi  asla  kabul  edilemezdi.  Sırf  bunun  için  bile  Ermeni  olunabilirdi.

Anlayacağınız Ermeni olmak için neden arayana neden çoktu.

Sonra sonra bu Ermeni olmayı kanıksadılar ve gelenek haline getirdiler. Ermeni olmak açıkça hoşlarına gidiyordu.

“Bir Türk nasıl olur da ben Ermeniyim diyebilir” itirazlarına cevapları hazırdı: Mazlumla  dayanışma  için.

Yani Ermeni olma heveslerinin nedeni sadece ve sadece hümanist olmalarıydı.

Onlar her ezilenin kimliğini taşırlardı ve gerekirse zenci olurlardı, gerekirse Kürt, gerekirse eşcinsel, gerekirse de Ermeni.

Anlayacağınız onlar için Ermeni olmak siyasi bir tavırdı, eşcinsellik gibi kişisel bir tercihti, biyolojik değil.

Bunlar  analarının  karnından  “hüman”ist  doğmuşlardı.

Ama  doğmadan  önceki  dönemlerine  gidebilirlerdi  gerekince.

Kâh  1915’e  döner  Ermeni  olurlardı,  kâh  1938’e  döner  Dersimli  olurlardı…..!!!

…Evet  şimdi  bu  kitleyi  bir  kez  aha  göreceğiz  bu  hafta.

Bu  hafta  önemli  bir  hafta.

Bundan tam 20 yıl önce, 1992 yılının 26 Şubat tarihinde Rus askerleri Azerbaycan topraklarındaki Hocalı kasabasını işgal etti. Yanlarında Ermeni askerleri vardı.

Hocalı’da o gece tüm sivilleri, kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden katlettiler.

Hem de öyle böyle öldürmek değil, yakarak, işkence ederek, süngüleyerek, derisini yüzerek.

O   gece   orada   632   Hocalılı   sivil   katledildi.

5.000   Hocalılı  kayboldu,  cesetleri  bile  ortada  yoktu.

5.000   kadar   Hocalılı   rehin   alındı.

Sonuçta  16 bin  nüfuslu  kentte  tek  bir  insan  kalmadı.

Sadece   bir   gecede..!!!

Bu  gerçek  anlamıyla  bir  barbarlık  ve  soykırım  örneğiydi.

Failleri belliydi; Ermeni ve Rus askerleri, kurbanları da belliydi; Türk siviller.

Yani askeri bir işgal, askeri bir operasyon ve sivillerin yok edilmesi.

Bir hümanist için bulunmaz bir fırsat.

Madem ki bizim hümanistimiz siyasi tavır alırdı, katledilenin, öldürülenin, zulme uğrayanın yanında yer alırdı, o zaman bundan büyük bir fırsat olamaz.

Dün “Hepimiz Ermeniyiz” diye sokağa dökülen biyolojiden soyutlanmış hümanistler eminiz bu defa da sokağa çıkacaktır.

Evet pankartlarını görebiliyorum: Hepimiz Türk’üz!

Eminim bu koronun içinde en başta Hrant Dink’in ailesi yer alacaktır. Onlar zaten Ermeni diasporasına da karşı çıkan, demokrat, Türkiye dostu insanlar.

Ölüm acısını en iyi onlar bilir, eminiz Hrant yaşasa o da gelir, “Hepimiz Türk’üz” derdi.

Sonra eminim BDP’li milletvekilleri de gelecektir. Bir gün Apo’nun saçı için, diğer gün kıçı için sokağa çıkan bu zevat da, “Hepimiz Türk’üz” diyeceklerdir.

Eminim bilumum solcu örgüt mensubu da gelecektir.

Elbette liberal aydınları, büyük yazarları, Genç Sivilleri, Taraf’tarları, İslamcı aydınları da orada göreceğiz.

Ve eminim tüm büyük basın manşetler atacak, televizyonlar canlı yayına geçecek.

Tıpkı 1915 Ermeni ve 1938 Dersim iddialarını tartışırken yaptıkları gibi, Hocalı mağdurlarını çıkartacaklar ekranlara.

Hangi kanalı açsanız bir mağdur çıkacak ve annesinin, babasının, kızının, oğlunun nasıl katledildiğini anlatacak.

Olur mu canım sen bizle dalga mı geçiyorsun diyenleriniz varsa içinizde, ben size sorayım; bu “Hepimiz Ermeniyiz”ciler eğer bizimle dalga geçmedilerse, bizi kandırmadılarsa, birazcık yürekleri, azıcık vicdanları varsa gelirler.

Evet,  madem  ki  Ermeniler  o  halde  gelmeliler.

26 Şubat Pazar günü, Azerbaycanlı ve Türkiyeli Türkler, İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde buluşacak, oradan yürüyüşe geçecek ve Mecidiyeköy’e kadar yürüyecek.

Ermeniler  gelmezlerse  bizi  yalnız  bırakırlar  ve  buna  çok  üzülürüz.

Onları  da  aramızda  görmek  istiyoruz.

Birlikte  yürüyelim  ve  bir  ay  önce  Agos’un  önünden  “Hepimiz  Ermeniyiz”  diye  yüründüğü  gibi,  bu  defa  “Hepimiz  Türk’üz”  diye  geçelim.

Gökçe  FIRAT

http://www.turksolu.org/355/basyazi355.htm

25
Şub
12

Türkler değil, Ermeniler soykırım yaptı : Hocalı Soykırımı

Kafkaslarda  Türk  Soykırımı

Batı dünyasının gözünü kapadığı en büyük felaketlerden biri Azerbaycan Türklerinin Rus emperyalistleri ve onların uşakları Ermeniler tarafından son iki yüzyıldır uğradıkları soykırımdır.

Kafkaslar’da Azerbaycan Türklerinin soykırımı Rus yayılmacılığının 1812’de Osmanlı, 1813’de ise İran’daki Türk Kaçar Hanedanlığını yenilgiye uğratmasıyla başlar.

Hocalı’ya giren silahlı Ermeniler ve Rus askerleri şehirde amansız bir katliama
giriştiler. Rus tankları sivil halkı Ermenilerin önüne sürüyor. Ermeniler ise önlerine
çıkanı katlediyordu.

Bu tarihe kadar Kafkasya bir bütün olarak Türk yurduydu. En az 5000 yıldır Türkler, 1000 yıldır ise Oğuz Türkleri Kafkasya’ya egemendi. Tıpkı Anadolu ve Türkistan gibi Kafkasya da kadim Türk yurduydu.

Arap ve Fars kaynakları bu coğrafyaya ve kuzey İran’a bir bütün olarak Azerbaycan adı veriyordu. Ancak Türkler açısından İran, Azerbaycan veya Türkiye arasında zaten bir fark yoktu. Tüm bu topraklar Türk Eli’ydi.

16.yy’ın başından itibaren Batı’da kalan Oğuz Türkleri ile Doğu’da kalan Oğuz Türkleri (her ikisi Selçuklu’nun mirasçısıydı) Azerbaycan için farklı hanedanlıklar olarak mücadele etmişti.

Ancak Ruslar sırasıyla hem Osmanlıları hem de Kaçarları yenince Kafkasya’da kanlı soykırımlar çağı açıldı. Türklerin egemenliğinde kardeşçe yaşayan farklı din ve dilden insanlar Rusların elinde birbirine kırdırılmaya ve katledilmeye başlandı.

Bugün haritada Ermenistan olarak görülen topraklar tarih boyunca asla o coğrafyada bulunmamış bir devletti.

İran Kaçar Hanedanlığı, Çarlık Rusyası’nın ordularına yenilince 1813’de Gülistan ve 1828’de Türkmençayı Antlaşmalarını imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşmalardan sonra Çarlık Orduları Azerbaycan’a girdi.

Yapılan ilk iş Kaçarlara bağlı olan sekiz tane Türk Hanlığını yok etmek oldu. Bunlar arasında Bakü, Karabağ, Nahçıvan ve İrevan Hanlıkları da bulunuyordu.

İrevan Hanlığı’nın merkezi bugünkü Ermenistan’ın başkenti olan Erivan’dı. Bugün bu kentte tek bir Türk yaşamıyor. Oysa 1828’de şehrin nüfusunun %80’i Azeri Türkü’ydü.

Rusların ilk işi Azerbaycan toprakları üzerinde Ermenistan özerk bölgesi yaratmaktı.

Bundan sonra Kafkaslarda parmakla sayılacak kadar az olan Ermeni nüfus Ruslar tarafından özel olarak arttırıldı. Dünyanın her yerinden ve özellikle Türkiye’den Ermeniler Erivan’a taşınıyordu. Azeriler katlediliyor, köyleri yakılıyor ve zorla sürülüyorlardı.

İran ve Türkiye’den bölgeye toplam bir milyon Ermeni taşındı. Türk bölgelerine yerleştirildi. Böylelikle bugünkü Ermenistan yaratılmış oldu.

Stalin’in  attığı  soykırım  tohumu

Tüm bu katliamlara rağmen araştırmacı yazar Hüseyin Adıgüzel’in titiz verilerine göre 1897’ye gelindiğinde Ermenistan’ın nüfusunun hâlâ neredeyse yarısı Türk’tü.

Ancak Rusya’daki 1905 ve 1917 İhtilâllerini fırsat bilen Ermeniler katliamlarını Bakü’ye kadar ilerlettiler.

1905’te Ermeniler Azeri işçilerin grev yaptığını bahane ederek Çarlık birlikleriyle binlerce Türk’ü katletti.

1918’de ise Ermeniler bu sefer Bolşevik kılığında, bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan Devleti’ne saldırdılar. Bakü’ye girdiler ve bir ay içinde 20 bine yakın Azeri Türkü’nü katlettiler.

Nuri Paşa’nın komutasındaki Türk Ordusu yetişmeseydi Bakü’de belki de tek bir Azeri Türk’ü kalmayacaktı.

Daha sonra Neriman Nerimanov gibi Türk komünistleri artık bir Sovyet Cumhuriyeti olan Azerbaycan’ı ayakta tutmaya ve toprak bütünlüğünü korumaya çalışacaktı.

Stalin bir “komünist” olarak Çarlık politikasını Çarcılardan iyi yürütüyordu. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin (Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti) toprakları Sovyet İdaresi tarafından Gürcistan, Ermenistan ve Rusya arasında parçalandı. Ermenistan ve Gürcistan’da kalan Azeri Türklerine saldırılar kışkırtıldı.

Stalin, Nerimanov’un itirazlarına rağmen yeni kurulan Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nden sürekli toprak törpülüyordu. Nerimanov ise buna karşı çıkıyordu. Ancak Stalin, Neriman Nerimanov’u da bir tertiple Moskova’ya getirtti ve katletti.

1920 yılında Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin toprakları 114 bin km kareydi. Ancak Stalin ve sonrasında gelen yeni Çarların sürekli Azerbaycan’dan Ermenistan’a toprak vermeleriyle, 1991 yılında bağımsızlığına kavuşan Azerbaycan’ın yüzölçümü 86.600 km kareye kadar düşmüştü.

Stalin’in en önemli icraatı Türkiye ile Azerbaycan’ın bağını koparmak oldu. Gökçe, Zengezur, Dereleyez ve Mehri bölgeleri tek bir kararnameyle Ermenistan’a verildi.

Böylelikle Azerbaycan ile Nahçivan ve Türkiye arasındaki koridor kalkmış oldu. Bu bölgede aslında hemen hemen hiç Ermeni yoktu. Ancak Stalin Türkiye’yi bir tehdit görüyordu. Bu yüzden araya kama gibi Ermenileri soktu.

Sadece birkaç saat süren katliamın ortaya çıkardığı manzara 21. yüzyılın eşiğinde tüm dünya için bir utanç manzarasıydı. Ermeniler kadınları, çocukları ve yaşlıları kurşuna dizdi, süngüyle biçti. Hırslarını alamayan caniler hamile kadınların karınlarını kesti. Bebeleri nişan tahtası yaptı. Kurbanların kafalarını kesti. Yaralıların üstünden tanklarla geçildi. Bir gecelik katliamın sonunda resmi rakamlara göre ortaya çıkan bilanço şuydu: 613 ölü. Bunun 63’ü çocuk, 196’sı kadın, 70’i yaşlıydı. Öldürülenlerden üçü canlı canlı yakılmıştı. 56’sı işkenceyle öldürülmüştü. 100’den fazla cesedin kimliği tespit edilememişti. 155 kişi kayıplara karıştı. 5.000 kişi rehin olarak götürüldü. 1.500 kişi ise ağır yaralandı. Katliamda 25 çocuk her iki ebeveynini, 137 çocuk bir ebeveynini yitirdi.

Stalin için bu da yeterli değildi. 1923’te alınan bir kararlar Azerbaycan’ın kalbinde, Dağlık Karabağ’da bir otonom bölge yaratıldı. Böylelikle hizadan çıkmaları halinde Azerbaycan’ı tekrar parçalamak için bir koz yaratıldı. Bu sinsi plan 70 yıl sonra gerçekten de işe yarayacaktı.

Ortodoks Okulu mezunu -Lenin’in tabiriyle en Çarcı Rus’tan daha şoven- Stalin’in Türklere karşı kini bitmiyordu. Gürcistan’daki Ahıska Türkleri Türkiye’ye bağlılar diye 1944’de Stalin tarafından temizlenmişti.

Ermenistan’da hâlâ 500 bini aşkın Azeri Türkü yaşamaktaydı. Stalin’e göre bunlar da sorundu. 1948-1953 yılları arasında büyük katliamlar ve vahşetlerle 400 bini aşkın Azeri Türk’ü Ermenistan’dan sürüldü.

Azeri  Türk’ünün  kara  kaderi

Kafkas Türkü’nün başına gelen felaketler ne yazık ki bitmeyecekti. Sovyetler Birliği dağılma sürecine girince 1989’da Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlandığını ilan etti. Azerbaycan tabiî ki bu kararı reddetti.

Azerbaycan’da yeni bir bağımsızlık hareketi başladı. Ancak Nobel Barış ödüllü Gorbaçov Bakü’de barış içinde gösteri yapan sivillerin üstüne Sovyet tanklarını sürdü. Hepsi sivil 137 kişi 20 Ocak 1990’da tankların ateşi ve paletleri altında can verdi.

Batı dünyası Sovyetler’e güya düşmandı. Ama bu Türk katliamına gözlerini yumdular. Ardından hem ABD hem AB hem de Rusya’nın desteğini alan Ermeniler Azerbaycan topraklarına saldırdı.

Azerbaycan yoksuldu. Silahsızdı. Ancak halk kahramanca direndi. Ermenilerin saldırıları püskürtüldü. Vatan toprağı ne pahasına olursa olsun savunuluyordu.

Sovyetler yıkılmıştı. Ama Rus politikası değişmiyordu. Ruslara göre Azerbaycan parçalanmalıydı. Yoksa Türkiye’yle birleşebilirdi. Bu yüzden bizzat Rus Ordusu Karabağ’a Ermenilere destek olmak için girdi.

Güya Ruslarla düşman olan ABD söz konusu olan Ermeniler olunca Rusya’yla tamamen birleşti. Rus Ordusu’nun yanı sıra başta ABD ve Fransa’dan olmak üzere Batılı paralı askerler Ermeni saflarında çatışmaya girdi. Savaşın gidişatı tersine döndü.

Azerbaycan’ın tek umudu Türkiye’ydi. Türkiye’de halk infialdeydi. Ayağa kalkmıştı.

Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Özal “Onlar Şii, biz Sünni’yiz” diyerek Türk kardeşlerimize ihanet edecekti.

Türk olmayan kardeşlik görevini bilemezdi ki zaten!

Hocalı  Faciası

Yıl  1992…

Karabağ  Savaşı  en  kanlı  şekilde devam  ediyordu.

Azerbaycan topraklarında gözü olan Ermeniler için Hocalı ilk hedef haline gelmişti.

Çünkü Ermenilerin zulmünden kaçan Azeri Türkleri için Hocalı adeta bir son direniş kalesi olmuştu.

Hocalı, tarihi bir Türk kentidir.

Hocalı, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde Kızkale ve Kırkız dağları ile Badara ve Gargar ırmakları arasında kalan bir ilçedir.

Hocalı, Tunç Devri’nin sonu ve Demir Devri’nin başından itibaren Oğuz Türklerine mesken olmuştur.

Bölgede 18. asırda Karabağ Hanı Penah Ali Han tarafından “Askeran Kalesi” yaptırılmıştır. Hocalı’nın sol yanında Kerkicihan kasabasında 1400’lü yıllara ait Türk mezarları ile Oğuz Türklerinin Hıristiyanlık devrinden kalma “Yedi Kilise” mevcuttur.

Hocalı, yok edilmeden önce adeta Oğuz Türklerinin yerleşme tarihini aşama aşama dünyaya anlatabilecek bir müzeydi.

Şehir 7 ay kuşatma altında kaldı.

Elektrikler kesilmiş, yiyecek ve erzak tükenmişti.

Tüm yollar kapandığı için insanlara ancak helikopterlerle ekmek atılabiliyordu.

Şehirde kalanların büyük çoğunluğu silahsız ve sivildi.

Ermeniler, Hocalı’yı savunan hafif silahlı sadece 160 Azeri’nin kahramanca direnişini kıramamıştı.

Ancak 1992 yılında 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan o uğursuz gece Ermeni birlikleri Rus Ordusu’nun 366. Motorize Piyade Alayı’nın desteğini alarak şehre girdiler.

Hocalı’ya giren silahlı Ermeniler ve Rus askerleri şehirde amansız bir katliama giriştiler. Rus tankları sivil halkı Ermenilerin önüne sürüyor. Ermeniler ise önlerine çıkanı katlediyordu.

Ahıska Türkleri yerleştirildikleri barakalarda canlı canlı yakıldı. Hemen hemen hiçbiri kurtulamadı.

Şehirden kaçan çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı sivil halk ormanlık alana sığındı. Ancak burada onları tarihin en kanlı katliamlarından biri bekliyordu.

Sadece birkaç saat süren katliamın ortaya çıkardığı manzara 21. yüzyılın eşiğinde tüm dünya için bir utanç manzarasıydı.

Ermeniler kadınları, çocukları ve yaşlıları kurşuna dizdi, süngüyle biçti.

Hırslarını alamayan caniler hamile kadınların karınlarını kesti.

Bebeleri nişan tahtası yaptı.

Kurbanların kafalarını kesti.

Yaralıların üstünden tanklarla geçildi.

Bir gecelik katliamın sonunda resmi rakamlara göre ortaya çıkan bilanço şuydu: 613 ölü.

Bunun 63’ü çocuk, 196’sı kadın, 70’i yaşlıydı.

Öldürülenlerden üçü canlı canlı yakılmıştı.

56’sı işkenceyle öldürülmüştü.

100’den fazla cesedin kimliği tespit edilememişti.

155 kişi kayıplara karıştı.

5.000 kişi rehin olarak götürüldü.

1.500 kişi ise ağır yaralandı.

Katliamda 25 çocuk her iki ebeveynini, 137 çocuk bir ebeveynini yitirdi.

Rehinlikten fidye karşılığı kurtulanların ifadelerine göre halen 4.500 kişi Ermeni hapislerinde işkence çekmektedir. Ancak Ermenistan bu insanların varlığını inkâr etmektedir.

Bu rakamlar Azerbaycan hükümetinin tespit edebildiği resmi rakamlardır.

Ancak kayıpların çok daha fazla olduğu ifade edilmektedir. Hükümetin resmi rakamları sadece tespit edilebilen cesetlerden ibarettir. Oysa zaten Hocalı’nın dünyayla bağı koptuğu için kayıplar sayılamamıştır.

Hocalı Soykırımı 51 ülkenin parlamenterlerinden oluşan “İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği” tarafından soykırım olarak tanındı ve kınandı.

Pakistan Parlamentosu ve en son Meksika Parlamentosu da resmen bu katliamı soykırım olarak tanıdı.

Hocalı soykırımı dışında Karabağ’da toplam 30 bin Azeri Ermeniler tarafından katledildi ve 1 milyon Azeri de etnik temizliğe tabi tutularak Karabağ’dan sürüldü.

Bugün hâlen Azerbaycan’ın üçte biri işgal altındadır ve “medeni Batı” her türlü uluslararası sözleşmeye ve insan hakkına aykırı olan bu işgale ve etnik temizliğe gözlerini kapamaktadır.

Hocalı, Türk milletine “soykırımcı” iftirası atan Ermenilerin ve Batılıların büyük bir ikiyüzlülükle gizlediği ancak artık tüm dünyada tanınmaya başlanan bir katliamdır.

Soykırımdan kurtulanların tanıklıkları ve katliamın görüntüleri gerçek soykırımcıların kimler olduğunun belgesi olarak Ermeni ve Batı dünyasının yüzünde patlayan bir tokattır.

Hocalılıların  cellâdı  ve  “cellâd”ın  “dost”ları

Hocalı soykırımını bizzat yöneten bugünkü Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan İngiliz araştırmacı-yazar Thomas De Waal’ın kendisine Hocalı’yı sorması üzerine hiç çekinmeden “gururla” şu yanıtı vermiştir :

“Hocalı’dan   önce,   Azerbaycanlılar   bizim   “şaka”  

yaptığımızı   sanıyordu.

Ermenilerin   sivil   topluma   karşı   kesinlikle   el  

kaldırmayacaklarını   sanıyordu.

Ama   biz   bu   stereotipi   kırmayı   başardık..!!!”

Katliam anında sözde Ermeni “Nagorno-Karabağ Savunma Ordusu” başkomutanı olan ve aslında savaş suçlusu olarak yargılanması gereken Sarkisyan ne yazık ki Türkiye dâhil pek çok ülkeye devlet başkanları tarafından davet edilmiş ve diplomatik törenlerle karşılanmıştır.

Fransa’da asılsız “Ermeni soykırımını” inkârı suç sayan kanun yasalaşınca, Türkiye’de medya Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile çocuk katili Sarkisyan’ın yan yana fotoğraflarını sık sık yayınladı.

Oysa “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demeyi ilkellik sayan, AKP Cumhurbaşkanı Abdullah Gül değil miydi Sarkisyan’ın ayağına kadar giden?

Onu Türkiye’ye şaşalı törenlerle karşılayan…

Arkadaşıyla birlikte Bursa’da maç izleyen…

Sarkisyan rahatsız olmasın diye binlerce ay yıldızlı Azerbaycan bayrağını polislere toplatıp, çöpe attıran…

Aynı AKP’nin basını neden acaba Ermeni ve Fransız kahpeliğini bile fırsat bilip kardeş Azerbaycan’a saldırır?

“Azerbaycan  bizi  yalnız  bıraktı”  diye  iftira  atar ?

Oysa  onları  yalnız  bıraktığımız  için  bizim  utancımızın  onlara  karşı  sonsuz  olması  gerekmez  mi ?

Türkiye’nin   Başında   1990’larda   ve   2000’lerde  

Türk  yöneticiler  olmadığı  ve   bu  yüzden   Azerbaycan 

Türklerine   yardıma  koş(a)madığımız   için   bizim  

utanmamız   gerekmez   mi..??!!!

“Siz  insan  öldürmesini  iyi  bilirsiniz”  demişti  birisi  Davos’ta  İsrail  Cumhurbaşkanı  Peres’e.

Siz  de  Türk  katilleriyle  dost  olmayı  iyi  bilirsiniz..!!!

Türk de gerçek kardeşini, düşmanını, cellâdını ve cellâdının dostunu iyi bilecek artık.

Bir  daha  Hocalı  olmayacak.

Asla.

Tek  millet  tek  devlet  olacak.

İntikam  diyerek  bebek  kanı  emen  Ermeniler  ve  Batılı  soykırımcılar  bu  yüzyıl  Türk’e  bir  daha  bu  soykırım  acısını  yaşatamayacak.

Biz  onlar  gibi  intikam  değil,  vatan  toprağının  peşindeyiz.

Türk’ün  gazabı  işte  asıl  bu  yüzden  korkunç   olacak !

Ali  ÖZSOY

http://www.turksolu.org/355/ozsoy355.htm




İstatistikler

  • 2.406.122 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Şubat 2012
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
272829  

En fazla oylananlar