İnsanın tutsaklığı ve özgürlük mücadelesi
Sınırlarımız, toplumsal hayatın bizi içine hapsettiği çerçevedir.
Sınırlarımızı genişletmek için zorlamak ve savaşmak da, sınırlarımızın içinde mümkün olan en güzel yaşamı kurmak için çabalamak da kutsaldır.
Yoz olan ise daralan sınırların farkında bile olmadan; çerçeve içindeki bir fotoğraf gibi anlamsız bir tebessümle, gayesizce bekleyerek yaşamı tamamlamaktır.
Yaşamlarımız er geç tamamlanacak, ardımızda savaşımlarımızın sonuçları kalacaktır.
İnsan bilinen diğer canlılardan bir fark olarak üremekle kalmayıp, üreyen nesillerinin nasıl ve nerede yaşayacağını da düşünebilen, sorgulayabilen bir canlıdır. İnsan gelecek için endişe duyabilen farklı bir canlıdır.
Bu gelecek kaygısı, insanı geleceği planlamaya, gelecekteki ihtiyaçları için üretim yapmaya yöneltmiştir. Üretme güdüsü ise zamanla karmaşık üretim süreçlerini ve üretici güçleri yaratmıştır. Bu şekilde üretim yaparken insanın harcamış olduğu o kutsal enerji ise insanı insan yapan bir yolu açmış zamanla insanı sürüler halinde yaşayan bir canlı türü olmaktan çıkartmış bir toplum haline getirmiştir. İnsanı ve hayatı geliştirip dönüştüren şey bu kutsal enerjinin ta kendisi yani emektir.
Toplumsal gelişim ve beyinlerimiz emek süreçlerinin içerisinde olduğumuz sürece gelişmeye devam edecektir.
Dolayısıyla beyinlerimiz ve hafızalarımız bir tarihsel süreç sonunda bir yığın canlıdan biraz daha gelişmiş olduğu için gelecekle ilgili kaygılar duyabiliyor, sorumluluklar edinebiliyoruz. Yahut belki de böyle sanıyoruz.
Çok sorumlu davranamasak bile gelecek kuşaklarımız için biraz endişelenebiliyoruz. Yahut endişeleniyormuş gibi davranarak kendimizi rahatlatmaya çalışıyoruz.
Çevre ve doğa sorunları bu işin en çok su yüzüne çıkartıldığı yer. Atmosferin incelmesi, delinmesi, mevsimlerin değişmesi, toprak, hava ve su kirliliği, özellikle son zamanlarda gıda sağlığı ve güvenliği gibi konuları konuşurken endişeleniyoruz. Hem bu işlerin kendi yaşamlarımızın tamamlanmasını hızlandıracak şeyler olmasından, hem de gelecek kuşakların bu konuda giderek daha kötü koşullara maruz kalacağından endişe duyuyoruz.
Bunların özünde “doğal yaşam akışının tasfiyesi” ve yerine tamamen kontrollü, yönetilebilir, izlenebilir bir dünya kurulmak istenmesi vardır.
Olasılıksız, rastlantısız bir dünya
Tüm bunlar dünyanın başına musallat olmuş obsesif (takıntılı) nevrotik bir zümrenin eğilimidir.
Her şey planlı, kontrol altında, düzenli, simetrik, yönetilebilir ve mükemmel olmalı ve her şeyin üstünde de bu zümre olmalı.
Tam anlamıyla, yüzde yüz yönetilebilir bir yaşamdan söz ediyoruz. Olasılıklardan, rastlantılardan, özgür iradeden söz edilemeyecek bir yaşam…
Biraz etrafımıza baktığımızda henüz tekelleşmemiş küçük boşluklar dışında her ekonomik alanda oluşan tekelleri görebiliriz.
Örneğin pek yakında ülkemizde de dünyada da tarım yapmak, nasıl yapılacağına, ne üretileceğine karar vermek tümüyle dünya çapında merkezi bir şirketler bütününün elinde olacaktır. Hiç kimse istediği tohumu, fideyi istediği yere ekemeyecektir. Hatta birçok kişi belki bağ bahçesini, topraklarını çok uluslu şirketlere satmış olacak ve neyin, nereye, nasıl ekileceğine kafa yormayı zaten bırakmış olacak
Bu şirketler “artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak” için hem kâr etmek hem de rekabet edebilecek durumda olmak zorundalar.
Evet, ekonomik sistem bir ölçüde halen rekabet içerdiği için daha çok ürünü daha ucuza mâl etmek zorunluluğu olacak bu şirketlerin.
Aslında dertleri dünya insanlığının artan ihtiyaçlarını karşılamak falan değildir. Amaç dünya pazarının hâkimi olmak ya da gücünü korumak olacaktır. Bir başka deyişle yüzde yüz yönetilebilir dünya sistemi içerisindeki emir-komuta kademesinde yani hiyerarşi piramidinde üstlerde olmak dertleri.
En düşük mâliyetli üretim nasıl olur? Bu öncelikle havayı, suyu, toprağı kirleterek ve emeği ucuza satın alarak, kalitesiz ve sağlıksız ürün üretmekle olur. Bu nedenle sömürgeci ülkeler en kirli ve emek yoğun üretim tesislerini sömürdükleri ülkelerin toprakları üzerinde inşa etmişlerdir. Çünkü bu ülkelerde uymaları zorunlu bir çevre standardı yahut gelişmiş bir çevre güvenlik yasaları, sağlık standartları, emeği koruyan çalışma kanunları olmayacak, olsa da göstermelik olacaktır. Yahut rüşvetle işleyen bir ankesör sistemi olacak jetonu atan istediğini yapacaktır.
Fazla yasası olan ülkelerin de Anayasası halledilip idealsizleştirilecektir!
Her zaman, sömürgeciler pis işlerini kendi ülkelerinden başka yerlerde yapmak istemişlerdir. Örneğin plastik üretimi yapmayı ve plastik atıklarını değerlendirmeyi geri kalmış bir ülkede yaparken bilgisayar harddiski ya da mikro işlemcisini, yazılımlarını kendi ülkelerinde üretirler. Sanki aynı gezegenin üzerinde yaşamıyormuşuz gibi. Sanki gün gelip aynı kirlilikten onlar da etkilenmeyecekmiş gibi.
Halbuki artık Çin’de bir fil gaz çıkarttığında kokusu Pentagon’da duyulmaktadır.
Sömürgeci ülkelerde hele de yönetici düzeyinde kişilerin daha zekice düşünebileceklerini sanıyorduk belki de, ama bu ülkeleri yönetenleri de, birileri, bu sistemi bir şekilde yürütmeleri için oturtuyor oraya. Yani Obama ya da Debaba fark etmiyor.
Birileri dedik yine gizemli bir söz oldu bu…
Bu birilerinin amacı üretim yaparak çok para kazanmak değil.
Dünya ölçeğinde sadece üretimin tümünü kontrol altında tutmak da değil.
Asli hedef yüzde yüz yönetilebilir bir dünya ve yüzde yüz yönetilebilir bir insan populasyonu.
Düşünsenize örneğin günün birinde bir gıda üreticisi dev kartel ya da bir üst organizasyon, dünyanın bir bölgesinde insan populasyonunun (nüfusunun) hızlı geliştiğine, nüfusun izin verilenden hızlı arttığına karar verecek ve bir tür gıda ürününü geliştirip o bölgeye göndererek ortalama insan ömrünü 20 yıl azaltacak. Belki bir başka yerde başka şirketlerin araştırma geliştirme departmanları insanlar üzerinde de genetik denemeler yapacak.
İnsanı dünya üzerinde yaşayan mikrop benzeri bir canlı gibi gören bazen “halk düşmanı” da dediğimiz psikopatolojik “üstün insanlar” böyle düşünecek ve böyle görecek hayatı. Böyle görüyorlar hatta. Onların izin verdiği şekilde ve onların müsaade ettiği kadar yaşayacağımız bir sistemin öngörüsü bu.
Bazı şeyler bize çok korkunç gelir, sonra saçma gelir, sonra imkansız deriz, sonra belki, olabilir deriz, sonra da gerçekleştiğini görürüz. Hatta bazı gerçekler de gözümüzün önünde, ortadadır da biz göremiyoruzdur.
Teknolojik tutsaklık
Çoklarımız yaptığımız her şeyin Tanrı tarafından görüldüğüne, duyulduğuna inanırız. Günah olarak bilinen şeyleri yapmaz bu gibi düşüncelerle hareketlerimizi ölçülü hale getiririz. Bu günlerde bilişim teknolojisi ve elektroniğin geldiği nokta neredeyse bir insanın kendinden habersiz olarak günlük tüm hareketlerini izleyip dinleyebilecek, kaydedebilecek ne yiyeceğini belirleyip, dışkısını bile alıp analiz edebilecek noktada. Sömürgeciler teknolojik ürünleri geliştiriyor ve kullanımını giderek yaygınlaştırmaktalar.
Hatta bilmediğimiz, gizlenen yeni teknolojiler de olabilir.
Örneğin araçla giderken artık polis ekiplerinden, radarlardan çok mobese kameralarına daha fazla dikkat göstermekteyiz.
Cüzdanlarımızda taşıdığımız bir yığın kimlik kartı, banka kredi kartı şimdilerde anahtarlık ve bilekliklerle süs gibi taşınmaya başlandı.
Kısa süre sonra bunların da üzerindeki mikro chiplerini kollarımıza dövme biçiminde bir moda özentisi ile övünerek yapıştıracağız hem kartlarımızın çalınmasına kaybolmasına da engel olduğumuzu düşünüp rahatlayacağız ve farkında bile olmadan göz göre göre barkodlu insan olacağız.
Abartı gelecek ama daha sonraki aşamada bu elektronik icatlar, chip türü şeyler sinir sistemimize entegre edilebilirse uzaktan kumandalı insan bile olabiliriz.
Okumaya devam edin ‘Yüzde yüz yönetilebilir Dünya ve İnsanlık’
Son Yorumlar