Haziran 2011 için arşiv

30
Haz
11

Can alıcı soru !

Başladık.

Devam  edelim.

Manzara :   Ayakta  ağlarım.

Ankara’da  Türkiye  Meclisi  toplandı.

Diyarbakır’da  bir  Meclis  daha  açıldı.

Bir  de  “Kürt  Meclisimiz”  üretildi.

Tek  Meclis  için  oy  verdik.

İki  Meclisimiz  birden  oldu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan bağımsız milletvekilleri (sayısı 36), “Dıyarbakır’da ayrı bir Kürt Parlementosu”nu çalıştıracak adımları attılar.

Tesadüf  olabilir  mi ?

PKK’nın Baş Komutanı Murat Karayılan yanında diğer komutanlarla birlikte gazeteci Hasan Cemal ile ABD ordusunun koruması-kollaması-kontrolü altındaki Irak Kandil Dağı’nda karargahında görüştü. Bir ceviz ağacının altında öğlen yemeğinde; kebap, derede tutulmuş ala balık, beyaz pilav, kaburga dolması, et kavurma, ciğer, yoğurtlu yaprak sarma, lavaş ekmeği yanında dilimlenmiş francala yedikleri sırada Murat Karayılan, basın için fotoğraf çektirip “Diyarbakır’da açılan Kürt Parlementosu’nu silahlarıyla koruyacaklarını” açıkladı.

Aynı  güne  rast  geldi.

Kürt  Meclis’i  Dıyarbakır’da  açıldı.

Karayılan Hasan Cemal’e Kandil’de aynı gün; “…(!) halk meclisleri var. Kim onları hedef yaparsa, saldırırsa yanıtını alır. Özerklik örneğin Hakkari’de uygulanıyorsa ve polis saldırıyorsa, bizim açımızdan savunma olur… Devrimci halk savaşı olur…” dedi. (Kaynak 29 Haziran 2011 Milliyet Gazetesi, sayfa 14)

Xxx

Bu  söyleşiiden  anlıyoruz.

Üç  silahlı kuvvetlerimiz  olmuş.

Birincisi :  Türk  Ordusu.

İkincisi :  Türk  Polisi.

Üçüncüsü: Kürt Ordusu PKK:

Gazeteci Hasan Cemal, Kandil Dağı’ndaki PKK Karargahın’da Murat Karayılan’a “Üçüncü Silah Kuvvetlerimizin Baş Komutanı” edasıyla  sorular soruyor, Karayılan da “Üçüncü Silahlı Kuvvetler Komutanı” kararlılığıyla; “Devrimci Halk Savaşı’nın başladığını” Hasan Cemal aracılığıyla bütün dünyaya duyuruyor.

Karayılan,  çok  net.

Ne  söylediğinin  farkında.

Her ettiği lafının bilincinde.

Karayılan ordusunu “zafere ulaştırmış” bir muzaffer komutan gibi konuşuyor. Ankara’da devletten izin alınmış gibi konuşturuluyor.  TESEV’ci gazeteci Cengiz Çandar da zaten hazırladığı “PKK dağdan nasıl indirilir?” raporunda “bu zaferi” Ankara’da Türk Başbakanı Tayyip Erdoğan’ı da şahit göstererek ilan etmiş, tarihe not düşmüştü.

Xxx

Bunlar tarihe tanıklık eden, not düşüren gazeteciler! TESEV raporunda yazılı:  “Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Hükümet, Genel Kurmay’a “Siz bu PKK’yı askeri olarak yeneriz, bitiririz diyor musunuz?” diye soruyor. Alınan cevap olumsuzdur”

Yani Türk Ordusu havlu atmış.

“Biz PKK’yı yenemiyoruz” demiş.

Cengiz Çandar’ın yazdığı doğru mu?  PKK’yı yenemiyoruz diyen Genel Kurmay Başkanı kim? Emekli olunca binsin diye kendisine trilyonluk otomobil verilen mi, ondan önceki mi, yoksa ondan sonraki Genel Kurmay Başkanı mı? Hangisi?

Rapor bir hafta önce açıklandı.

Başbakan, “bu rapor yanlış” demedi.

Genel Kurmay’ın eski başkanlarından hiç biri de kalkıp, “Biz PKK’yı yenemiyoruz” diye bir lafı kimseye etmedik demedi.

Cengiz Çandar da nedense sormamış.

Adını açıkça yazmaktan kaçınmış.

Cengiz Çandar, arkasına TESEV’i de alarak, madem Türkiye’nin cumhuriyet tarihini değiştirecek bir döneme “tanıklık olsun” ittirmesiyle rapor yazma çetin görevine soyundu. İsmini Başbakandan öğrendiği o genel kurmay başkanıyla da görüşüp; “PKK’yi yenemeyeceğinizi söylemişsiniz.

Doğru mu?

Havlu atmışsınız.

Eksiğiniz nedir?

Elinizi, kolunuzu tutan mı var ?

Sizi yalnız bırakan mı oldu ?

Askeri bilginiz mi yetmedi ?”

diye sorması ve o genel kurmay başkanının adını da belirterek açık açık yazması gerekirdi.

Değerli okurlarım!

Velhasıl manzara; şiir okutuyor.

Yağsın nesi varsa kainatın.

Lakin bu derin sukut bitsin.

Necati  DOĞRU

SÖZCÜ

http://www.ilk-kursun.com/2011/06/necati-dogru-can-alici-soru/

1 Yorum:  

“Kısa  ve  öz  olarak  Türkiye’nin  mevcut  durumu”

 ( En  cahil  ve  geri  zekâlıların  bile  anlayacağı  dilden…)

Efendiler,  artık  işin  açıklanması  safhasına  girildi. 

Bakınız  öyle  şuydu  buydu  lafını  lütfen  bırakıp 

herkesin  bildiğini  açık  açık  söyleyelim  lütfen . 

Bu  işin  oluşması  için  herkes  mutabık  oldu . 

Kısacası (OYDAŞMA)  SAĞLANDı .  Buna  karşı  çıkacak 

olanlar  da  esir  edildi.  Çünkü  SUTAN  PALAMUT’UN  CUMA 

SELAMLıĞı  YENİÇERİLERİ  DE  içlerinde  mıcırık  çıkaracak 

olanların  safdışı  edilmesine  onay  verdiler.   Ehhhh 

diğer  sözde  partiler  purtiler  de  sivil  alaca  ineklerin 

ahıra  kapanmasına  rıza  gösterdiler.  Şimdi  engel 

kalmadı —  işte  her  şey  açıktan  açığa  oynanmaya 

başladı .  Hiçbir  engel   yok  artık…  Haaa  vatandaş  mı 

dediniz…  Boşversene  sen…  Bu  ülkede  ne  zaman 

vatandaşa  bir  şey  soruldu  ki…  Vatandaş  sadece  ya 

felaketlerde,  ya  da  savaşlarda  vatandaştır  ve  sırtı

sıvazlanır.. Barışta  köledir;  sadece  savaşta  ve vergide 

vatan  “onundur”.  İşte  bu  yüzden  ona  sormaya  hiiiç 

gerek   duymadılar,   duymuyorlar  ve  duymayacaklar…  

BU   KADAR   BASİT…

30
Haz
11

SARıZEYBEK, TERÖR VE HUKUKUN SAYGıNLıĞı…


TBMM tarihinde bir ilk; PKK siyasetçileri Diyarbakır’da ayrı bir Meclis oluşturuyor, ana muhalefet partisi CHP vekilleri yemin etmiyor, iktidar olan AKP ise sessiz… Hepsinin gerekçesi aynı, “Hukuka Saygı”, ama hepsinin de yolu ayrı, sonucu ayrı, amacı ayrı…

Neler  oluyor  ülkemizde ?

Silivri’de görülen bir dava var, kod adı Ergenekon, Beşiktaş’ta da buna bağlı bir soruşturma… Diyarbakır’da da bir dava var, kod adı KCK ve yine buna bağlı bir soruşturma sürüyor… Her iki davanın da tutukluları var ve her iki soruşturma da savcılar tarafından hala yürütülüyor, kiminin KOD ADI Ergenekon, kiminin GERÇEK ADI ise Cumhuriyet… Her iki davanın tarafları da şikâyetçi, hukuktan şikâyetçi, hukukun siyasallaşmasından şikâyetçi…

PKK siyasetçileri KCK davasını izliyor, eleştiriyor, bunun bir hukuksuzluk olduğunu söylüyor… CHP siyasetçileri de Kod adı Ergenekon davası ve soruşturmasını izliyor, eleştiriyor, ağır bir hukuk skandalı olduğunu açık açık ifade ediyor…
İktidar partisi AKP Kod adı Ergenekon meselesinin ardında duruyor, destekliyor, sonuna kadar gideceğiz diyor, ama KCK davasına karşı ise sessiz kalıyor gerekçesi ise Hukukun bağımsızlığı… MHP ise çok sessiz, her iki dava ve soruşturmanın dışında tutmaya çalışıyor kendini, bağımsız yargı diyerek, hukuka saygı diyerek…

Biz bilmeyiz kim suçlu kim değil, elbet hukuk bunu çözecek, yargı çözecek… Ama gördüğümüz, bildiğimiz şudur; bu davalarda açık hukuksuzluklar var, açık ve net hak ve hukuk ihlalleri var, hepsine tanığız…

Bildiğimiz o ki bir köy görünüyorsa kılavuz istemez… Şapka düşmüşse baş da kel ise, görünür… Yani gerçek gerçektir, görmezden gelinemez, biz devekuşu değiliz… Hiç kimse ve hiçbir parti gerçek apaçık orada dururken, “ben hukuka saygılıyım, yargı sürecini bekleyelim, hukukun üstünlüğü var” gibisinden laflarla milleti ahmak yerine koyamaz… Burada söz konusu edilen, adalettir, vicdandır… İstedikleri kadar bize hukuk kurallarını anlatsınlar, istedikleri kadar evrensel hukuktan, AB müktesebatından bahsetsinler, istedikleri kadar “herkes hukuka saygılı olmalı, yargı sürecini beklemeli” desinler, boş, evet bunların hepsi boş… Önemli olan yaşadığımız gerçeklerdir, vicdan ve adalettir… Ve bu adalet öyle yüksek bir duygudur ki, tecelli edebilmesi için vicdanla buluşması gerekir, vicdanla, yargıçlarda vicdan, hukukta vicdan, alınan ve verilen kararlarda vicdan… Vicdansız hukuk, adalet olmaz… Ve bugün bizim gördüklerimiz ve yaşadıklarımız karşısında vicdanımız sızlıyor, öyleyse adalet yok, hukuk yok demektir bize göre…

Peki,  neden  vicdanımız  sızlıyor ?

Türkiye artık iki terör örgütü sahibi oldu; biri gerçek terör örgütü PKK, diğeri ise sözde terör örgütü kod adı Ergenekon…

Bizim ülkemizde “terör örgütü olmak” kolay bir iş değildir, herkes terörist olamaz, her üç kişi de terör örgütü olamaz. Bizim ülkemizde terör örgütü ve terörist arıyorsanız ve de “örgüt” nedir, “terörist” nedir bilmek istiyorsanız önce PKK’ya bakmanız gerekmektedir, gerçek bir terör örgütüdür PKK…

PKK gerçek bir terör örgütüdür, çünkü hakkında verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı var. Yani PKK’nın statüsü hukuka uygun; bağımsız mahkemeler, bağımsız ve Türk Milleti adına verilmiş bir karar, temyize gitmiş ve onaylanmış… Kod adı Ergenekon ise sözde bir terör örgütüdür, çünkü hakkında verilmiş bir karar yok, mahkeme kararı yok, temyizi yok, onayı yok, kelimenin tam anlamıyla SÖZDE BİR ÖRGÜT…

PKK gerçek bir terör örgütüdür, çünkü öldürüyor, ölümün şiddetiyle korku salıyor, korku gücüyle otorite oluyor… Bu bugünün işi değil, otuz yıldır adam öldürüyor, hala da öldürüyor, dün yine şehidimiz vardı İzmir’de. Toplam şehidimiz ise 8.389… Demek ki terörist olmak için öldürmek gerekiyor, durmadan, bıkmadan, usanmadan öldürmek, terör örgütü olmak kolay değil… Kod adı Ergenekon’da öldüren yok, faili meçhul cinayetleri bu işe bağlamak isteseler de, ortada katil yok, silah yok, delil yok, hukukun tam tarifi ile bu aşamada SÖZDE BİR ÖRGÜT olmaktan öteye gidemedi hala…

PKK gerçek bir terör örgütüdür ve başı olan yaratık İmralı’da istirahat etmektedir. Hakkı idamdır ama AB’ye uyum dediler, idam cezasını ertelediler, sonra tekrar yargıladılar, şimdilik ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm, İmralı’da yatıyor şimdilik… Gerçek bir terör örgütü olunca, elbet gerçek bir de başı olacak, tıpkı İmralı gibi… Ama kod adı Ergenekon’da baş yok, lideri yok, “1 Numara, 1 Numara” deyip bizi uyuttuklarına bakmayın siz, hala başsız ve kıçsız bir örgüt bu Ergenekon, yani SÖZDE ÖRGÜT…

Örgüt deyince PKK gibi olmalıdır, yani para olmalı para… Öyle ya binlerce terörist, yiyecek, silah, cephane… PKK’nın var, kasası var, İsviçre’de, hem de yıllık bir milyar doları aşkın bir para dolanıp duruyor AB’de… Sorsanıza bizi şehit eden merminin parası nereden geliyor diye, sorun isterseniz, Cemil Çiçek’e sorun, İsviçre’den geliyor… Peki ya bu Ergenekon? Parası, kasası nerede? Yok, evet hala kasası olmayan bir örgütten bahsediyoruz biz… Kasasız örgüt olmaz dediler, bir kasa buldular, hatırlayınız, Kuddi Okkır, garibim cezaevinde bakımsızlıktan öldürüldü, suçu üstüne alan olmadı, fakirlikten cenazesini Belediye kaldırdı, işte ilk örgüt kasası bu oldu… Baktılar olmayacak, hukukta parasız örgüt olmuyor, öyle ya finansman gerek, beni buldular bu kez, PKK’nın kasası diyerek… Evet, neden şaşırıyorsunuz ki, gerçek bu, yıllardır bizi izliyorlar, dinliyorlar, banka kayıtlarımızı araştırıyorlar, PKK’nın yeni kasası diyerek… Şikâyet ettik, dilekçemize cevap bile vermediler… Yani şu anda PKK’nın kasası biziz, ama bizde de para yok, bu yüzden henüz medyaya açıklayamadılar bizi… Öyle ya halkımıza nasıl açıklayacaksınız bir emeklinin PKK’nın kasası olduğunu, banka kredileriyle boğuşan bir emekliyi, bir borçluyu, nasıl diyeceksiniz ki PKK’nın kasası budur diye… Yani Ergenekon hala sözde…

Peki ya teröristler? Terörist dediğiniz zaman PKK gibi olmalı, binlercesi… Canınızı ortaya koyup teröristi etkisiz hale getirdiğiniz zaman da, ülkeyi yöneten siyaset hemen dağa adam çıkarmalı ya da çıkarılmasına göz yummalı, öyle ya teröristi olmayan örgüt olur mu hiç! Bakın halimize, otuz üç yılda kırk bin terörist etkisiz hale getirmişiz ama hala dağda terörist var, bitmiyor hiç, neden? Çünkü ülkeyi yöneten siyaset dağa göz yumuyor da ondan…

Peki ya teröristlerin sözde liderleri? Onlar da PKK gibi olmalı, her gün televizyonlara çıkıp demeç vermeli, sözde de olsa terörist lideri olmak kolay değil… Hele ki Osman Öcalan, 74 askerimizi şehit eden katil, teröristin tam lider kadrosu bunlar, Murat Karayılan gibi, istediğin kadar öldür, ne dava açan var ne yakalayan…

Peki ya Ergenekon? Lider kadrosu; Prof. Dr. Mehmet Haberal, Gazeteci yazar Mustafa Balbay… Emekli Orgeneral Hurşit Tolon… Ya teröristleri? Uzmanlar, akademisyenler, gazeteciler, siyasiler… Ve emekli askerler, üstelik çoğu PKK ile mücadeleye fiilen katılmış, emekli korgeneral Engin Alan gibi… Ve ben, evet ben Erdal Sarızeybek, biz de bu terör örgütünün şüphelisiyiz, yani teröristiz bir bakıma, bizi izliyorlar, bizi dinliyorlar, bizi takip ediyorlar… Şikâyet ediyoruz, dikkate bile almıyorlar… Ama İmralı ile görüşüyorlar, İmralı aksırınca hemen doktor gönderiyorlar, ihtimam gösteriyorlar ama bize yok… Osman Öcalan’ın düğün resimlerini bile yayınlıyorlar… Üstelik bu Osman Öcalan bizim gibi şüpheli bile değil, yargılanmıyor, soruşturulmuyor, telefonları dinlenmiyor, banka hesap kayıtları araştırılmıyor tıpkı Murat Karayılan gibi…

Yani hukukun üstün olduğu ülkemizde, saygın hukukun tam tanımıyla bu Ergenekon hala SÖZDE BİR ÖRGÜT, ÇÜNKÜ PKK DEĞİL, PKK’LI DEĞİL…

PKK’nın silahlı kampları var ABD ve Barzani himayesinde, hemen Şemdinli’nin yanı başında, Hakurk’ta, Basyan’da, Avaşin’de, Zap’ta ama Ergenekon’un yok…

PKK’nın siyasi kanatları ve kolları var Diyarbakır’ı merkez tutan, ama Ergenekon’da yok…

PKK’nın dernekleri, büroları, vakıfları, federasyonları, konfederasyonları var AB ülkelerinde, harıl harıl çalışan, ama Ergenekon’un yok…

PKK’nın destekçileri de çok; siyaset, yazarlar, aydınlar, gazeteler, televizyonlar, çok desteği var çok ama Ergenekon’un yok… Üstelik PKK’nın gizli tanıkları da var, onlar konuşuyor, onlarla mücadele etmiş olanlar ise yargılanıyor…

Ergenekon  Kasası  bizmişiz,  adım  Erdal  Sarızeybek…

Ergenekon Terör Örgütü Üyesi de bizmişiz, bizim adımız Erdal Sarızeybek…

Bakın şu işe, bunlar yetmemiş gibi, bizim saygın hukuk, bizim üstün hukuk bizi PKK terör örgütü üyesi ve bu örgütle uyuşturucu kaçakçılığı yapan kişi olarak da soruşturdu, üstelik medya eliyle de bunu ilan etti, Zaman Gazetesi gibi… Allah bilir hala da soruşturuyorlar, ne diye? PKK terör örgütü üyesi, PKK ile örgütsel uyuşturucu kaçakçılığı gibi…

Şimdi siz bana diyeceksiniz ki hukukunun üstünlüğü…

Diyeceksiniz ki hukukun saygınlığı…

Diyeceksiniz ki bir suçları var ki Silivri’de yatıyorlar…

Biz size açık açık bunları anlatacağız, fırsat verirlerse televizyonlardan haykıracağız, sekiz kitap yazacağız, içine düşürüldüğümüz durumu size anlatabilmek için ve siz hala bana diyeceksiniz ki hukukun üstünlüğü ve saygınlığı…

Biz  soruyoruz  o  zaman :

Ergenekon  Terör  Örgütü  ise,  PKK  nedir  ulan..??!!!!!

Gerçek şudur: Silivri bugün Malta’dır, Silivri’de yatanlar ise Malta Sürgünleridir ve Türkiye bugün işgal altındadır, tıpkı 1919’da olduğu gibi…

Bugün Silivri’de adalet yok, çünkü içinde vicdan yok…

Olsun, bu bir mücadeledir ve bizim mücadelemiz son nefesimize kadar sürecektir…

Erdal SARIZEYBEK

http://www.ilk-kursun.com/2011/06/sarizeybek-teror-ve-hukukun-sayginligi/

30
Haz
11

“CHP’nin Mahrem Yerinde Yabancılar var”

Bu güne kadar Cumhuriyet Halk Partisine emek vermiş zor zamanlarında mücadele etmiş ve direnmiş büyüklerimiz şuan ki sıkıntıları defalarca anlattı uyarılarda bulundu.

Fakat karşılık olarak ya ‘kendilerine yer bulamadı o yüzden eleştiriyorlar’ denildi yada ‘Disiplin Kurulu İşletiriz’ tehditleri savruldu.

En genç kurultay delegelerinden biri olarak bu süreçte gençlerinde sorumluluk alması ve konuşması gerektiğini düşünüyorum.

Siyasi partiler her dönemde toplumun bazı kesimlerine mesaj vermek için dışarıdan adaylarla listelerini süsler ama örgütle arada bir denge kurarak bu dönem olduğu gibi örgütü yok sayarak değil.

Bu başlı başına bir iç tartışma olmakla beraber yaşadığımız süreçte çok daha vahim bir durum vardır. Milletvekilliği vitrindir belli noktalarda partinin topluma yansıyan yüzüdür örgütün içinden olmayan isimleri kısmen taşıyabilir, geniş bir yelpazede fikirsel farklılıklar olabilir.

Ancak PM ve MYK parti politikalarının üretildiği noktadır burada görev yapan herkesin Partinin Kuruluş İlkelerini benimsemiş olması gerekir, Temel değerleri partinin çizgisiyle örtüşmelidir.

Kısacası PM ve MYK Cumhuriyet Halk Partililerin ‘MAHREM’ yeridir, Partinin kuruluş ilkelerini benimsemeyen arkadaşlarda ‘Mahrem Yerindeki Yabancılardır’.

Bahsettiğimiz ‘EKSEN KAYMASI’ işte budur.

Cumhuriyet Halk Partisinin Mahrem Yerinde Yabancılar vardır ve Derhal Çıkartılmalıdır. Toplanması gereken Kurultay, Mahrem yerindeki yabancıların yerine Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kuruluş ilkelerine yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bize öğretmiş olduğu İlke ve Devrimlere bağlı arkadaşlarımızı getirmelidir.

Bu kritik durum karşısında ATATÜRK İLKE ve DEVRİMLERİNİ benimsemiş her Cumhuriyet Halk Partili arkadaşımın özelliklede Kurultay Delegelerimizin Medya baskısı, Yönetici Tehtidi veya Kişisel Siyasi İkbal düşüncesi gibi gayri ahlaki etkiler altında kalmadan bu sorunların çözümü için KURULTAY ÇALIŞMALARINA DESTEK VERECEĞİNİ İNANIYORUM.

Bazı partili arkadaşlarımız Bireysel Siyasi İkbal Peşinde Koşarak Bulundukları Konumu Kaybetmemek Adına Kurultay’ın toplanmasını engellemeye çalışıyorlar ancak unutmamalılar ki:

Bugün  Kaybetmekten  Korkanlar,  Yarın  Kaybedecek 

HiçBir  şey  Bulamayacaklardır…

Ona  göre…

İstanbul  KURULTAY  Delegesi

Öztürk  HOCAOĞLU

http://www.ilk-kursun.com/2011/06/chpnin-mahrem-yerinde-yabancilar-var/

30
Haz
11

“AMAN SORUN ÇıKMASıN” SİYASETİ, TÜRKİYE’Yİ BUGÜNLERE TAŞıMıŞTıR…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü PKK denilen bir ihanet şebekesi tarafından tehdit edilmektedir, bu açık ve nettir, her şey gözlerimizin önünde cereyan etmektedir…

Önümüzdeki süreçte yapılacak olan anayasa değişikliği temelinde, TÜRK- TÜRK MİLLETİ ve ATATÜRK değer ve kavramlarının anayasadan çıkarılması yani Türk Milleti’nin kimliksiz bir topluma dönüştürülmesi ele alınacaktır, bu da açıktır, her gün televizyonlar bunları anlatıyor bizlere…

İstanbul soruşturmasına gelince, kod adı Ergenekon olan bu girişimle Türk Tarihi çocuklarımızın hafızasından silinmiştir ve bu süreç devam etmektedir…

Bugün tehdit altında olan Türk kimliği, Anadolu’daki Türk varlığı ve tarihi ve Anadolu’daki son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekasıdır, bunu görmemek için deve kuşu olmak gerekir yani başını kuma gömüp gerçeklerden uzak bir hayal dünyasında yaşamak gerekir ki bizler bunu yapamayız…

Geçen gün ADD ve ÜLKÜ OCAKLARI HAREKETE GEÇMELİDİR diye bir yazı ile düşüncelerimizi size duyurmaya çalıştık, hemen medya yoluyla cevap verenler oldu: “AMAN SORUN ÇIKMASIN” diyerek…

Dün ÜLKÜCÜLER ANKARA’DA BİR KURULTAY TOPLAMALIDIR diye yazdık, buna da cevap yazanlar oldu medya eliyle, “AMAN PROVOKASYON ÇIKAR” diyerek endişelerini dile getirdiler…

Bakın şu halimize: PKK meydanları yakıyor yıkıyor, kimsenin provokasyondan derdi yok… PKK İstanbul’da otobüs yakıyor, bir genç kızımızı yakıyor, PKK ortalığı kasıp kavuruyor, ama kimseden ses yok, kimsenin “BİR SORUN ÇIKAR” diye derdi yok, ama ne zaman ki biz “ADD ve ÜLKÜCÜLER ARTIK BU MESELEYİ ANKARA’DA TOPLANSIN VE OTURSUN KONUŞSUN” dediğimizde, “sorun çıkar, provokasyon olur”, deyip geri çekilmemizi öğütleyenler var, bunu anlamak zor…

Bu tavır bize geçmişte yaşadıklarımızı hatırlattı, bir okuyun, belki çıkarılacak bir ders bulursunuz bizim yaşadıklarımızdan, sizin de bilmeniz için anlatıyoruz, YA GAZİ PAŞA DUYARSA:

“…Yaşadıklarımız yanında üç günün beş günün ya da üç beş ayın önemi kalmadı artık. Tarihsel akışı içinde ayları, haftaları yeri yerine koyarız da, tam gününü hatırlamak zor. Yıllar geçiyor işte şöyle ya da böyle. Önemli olan sizde bıraktığı izidir yılların. Otuz yıl öncesine gidiyorum, yılları takvim yaprağı gibi çeviriyorum. Bakıyorum yaprağa, izi görmeye çalışıyorum bende kalan o yıllardan. Sadece yıllar mı? Değil! Bir de olaylar var, yılına bakmadan, bir isim, bir kavram söylendiğinde hemen akla gelen.

“Çocuk” derseniz, aklıma Şemdinli gelir, yıl 1993. PKK kampını haritada tarif eden on yaşlarında bir çocuk. Dediği doğru çıktı, saatlerce çatıştı kahramanlarım. “Hacı” dediğinizde Van, yıl 1998. Oğuldamı karakolunu emanet alan Hacı. Karakola saldırmasınlar diye teröristlerle pazarlık yapan Hacı. “Şıh” dediğinizde yıl 1992, Horyürek. Şıh Reşit Beğ. Beğ olmasına karşın ve de Şıh olmasına karşın silahını alıp PKK’ya amansız mücadele veren Hacı. “Uçmak” derseniz Aralık, yıl 1979. Bir katilin peşinden birinci kattan aşağı atladığımız olay…

İşte ben de birbirini kovalayan bir yıllar var, bir de olaylar, kavramlar, isimler. Yaş günü de işte böyle bir şey. “Yaş günü” derseniz bir “İmralı gelir” aklıma, “Bir Diyarbakır” ve “bir de ateş”...

Yıl 2004. Nisan’ın dördü. Katillerin başı İmralı’da, hapis. Her ne kadar binlerce canımızın katili de olsa, doktorlar onu muayene ettiği zaman, nasıl ki sizi bizi muayene ediyor, onu da öyle. Yani bir insan gibi! Yani o bir insan. Allah onu da yaratmış, bizim gibi. Onun da iki gözü, iki kulağı ve iki eli var. İğneyi batırdığınızda onun da canı yanıyor. Ateş bir düşse üzerine onu da yakıyor, hiç düşmemiş olsa bile. Madem o bir insan, o da bir yılın, bir ayında ve bir gününde doğmuş. Katili de olsa binlerce canın, onun da bir günü var, doğduğu. Yaş günü!

Siz ben doğum günü kutlarız da o kutlamaz mı! Ama bilmem ki o ne dilekte bulunur? Siz biz olsak, “Allahım, bize iyi günler göster, çoluk çocuğumuzu koru, namerde muhtaç etme, vatanımızı milletimizi koru”, deriz ya da buna benzer. Acaba o ne der? Dileği ne olabilir ki? “Allahım beni kurtar”, dese, cehennemde bile hesap sorulur ondan.

Acaba hala içinde bir kurtuluş umudu var mıdır?

Var ki, yandaşları ha bire bağırıyor:  Apoya af !

Bilmiyorum ki onu kim af edecek ?   Biz etmeyiz, o kesin !

Başka kim affedebilir ?

Avrupa Birliği mi ?

Niye ?

Biz bağımsız bir ülke değil miyiz ?

AB’nin lafıyla mı hareket edeceğiz ?

Yoksa iktidar sahipleri mi af edecek?

Ne dersiniz, buna cesaret edebilirler mi ?

Okumaya devam edin ‘“AMAN SORUN ÇıKMASıN” SİYASETİ, TÜRKİYE’Yİ BUGÜNLERE TAŞıMıŞTıR…’

30
Haz
11

Tayyip’in en büyük şansı : Muhalefet yapamayan muhalefet

Tayyip’in  büyük  şansı :  MHP  ve  CHP’nin  beceriksiz  muhalefeti

12 Haziran akşamı televizyonların başında tüm Türkiye, tüm Türkiye olmasa bile Tayyip’e oy vermeyen %50, “Nereye gidiyoruz” sorusunu kendisine sorarken, gidişatın farkında olmayan tek insan televizyon ekranlarında görünüvermişti: Kemal Kılıçdaroğlu!

Milletvekili sayısını artıran tek partinin CHP olduğunu anlatmış, çok kısa sürede partisinin oy oranını yükselttiğini söylemiş ve büyümekte olan CHP’den bahsetmişti…

İşin ilginci, iktidar partisinin yarısı kadar oy almış bir ana muhalefet partisi lideri bunları söylerken, CHP Genel Merkezi önünde toplanmış kalabalık da “Başbakan Kemal” sloganları atmaktaydı.

Bu bir inanmışlık mıydı, yoksa körlük mü?

Anlama zaafiyeti miydi, yoksa kararlılık mı?

Siyasi kabızlığın bir örneği miydi, yoksa umudun mu?

12 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte pek çok siyasi tespit yapılabilir. Ancak, nedense üzerinde durulmayan bir gerçek var: Tayyip’in ve AKP’nin en büyük şansı, MHP ve CHP gibi muhalefet partilerinin olmasıdır. 9 yıllık iktidarına rağmen AKP’nin hiç yıpranmamış, aksine güçlenerek iktidarını devam ettirmiş olması AKP’nin başarısının değil, CHP ve MHP’nin başarısızlığının bir sonucudur.

AKP  son  iki  yılda  oylarını  üçte  bir  oranında  artırdı

2007
2009
2011
AKP
% 47
% 39
% 50
CHP
% 21
% 23
% 26
MHP
% 14
% 16
% 13
DP
% 5.4
% 3.7
% 0.6

Peki neydi muhalefeti başarısız kılan şey ?

Muhalefet partileri sesini duyuramadı mı ?

Hayır. CHP lideri Kılıçdaroğlu 81 ilde miting yaptı. Bahçeli ise Diyarbakır’a bile gitti.

İki partinin de reklamları sürekli televizyonlarda döndü, gazetelerde yayınlandı, reklam panolarında yer buldu.

Yani, CHP de MHP de Türk insanına ulaşma konusunda bir sıkıntı yaşamadı.

Ulaştılar ulaşmasına da, demek ki doğru şeyler söylemediler ki, oy alamadılar.

Peki nerede hata yaptılar ?

AKP’ye yanlış yerden yüklendiler. MHP de CHP de seçim süresince bir yoksulluk edebiyatı yapıp durdu. CHP’nin en büyük seçim vaadi “Aile Sigortası”ydı. Kılıçdaroğlu her eve 600 TL maaş bağlayacakları vaadinde bulundu. MHP’nin en yaygın söylemi de asgari ücreti 825 TL’ye çıkaracaklarıydı.

Ancak bu vaatlerle oy toplayamadılar. MHP’nin oy oranı düştü. CHP ise 2009 İl Genel Meclisi sonuçlarına çok yakın oy alabildi. İki muhalefet partisinin toplamda %39 oy aldığını görüyoruz. Tabloda da görülebileceği gibi, 2009’dan beri CHP ve MHP’nin oy toplamında bir değişiklik olmamış: %39. Üstelik bu seçimlerde eriyen Demokrat Parti’nin oyu da eklenirse, 2009 sonuçlarına göre muhalefet partileri %3 oyu AKP’ye kaptırmış.

Kısacası AKP, 9 yıldır iktidarda olmanın getirdiği kaçınılmaz yıpranmaya karşın, oylarını %38’den %50’ye artırmayı başarmış.

Okumaya devam edin ‘Tayyip’in en büyük şansı : Muhalefet yapamayan muhalefet’

30
Haz
11

‘HÜRRİYET’ FETHULLAH GÜLEN’LE HELALLEŞİYOR…

Aydınlı  Grup’un   sahibi   Mustafa  Şevki  Kavurmacı,  Hürriyet’ten   Demet  Cengiz  Bilgin’in  sorularını  yanıtladı.

– Muhafazakar   sermayenin   farkı   nedir ?

– Malum muhafazakarlar dindar insanlardır.  Fert kendi için yaşıyorsa topluma faydalı değildir. Muhafazakar insanların temel felsefesi topluma faydalı olmaktır.  Bencil değildir.  Dünyadaki vazifesi bir istasyonda beklemek gibidir.

– ‘Cemaat  ekonomisi’  için  neler  söyleyeceksiniz?

– 1963′ten beri Fethullah Gülen’i tanırım. Türkiye’deki bütün İslami cemaatlerin büyükleriyle tanıştım. Hepsinin toplantısında hakim olan hava mistikti. Fakat Gülen’in mesajında peygamberin “İki günü musavi olan insan ziyandadır”, “Bir insan açken, tok olanın imanından şüphe ederiz”, “İşçinin alın teri kurumadan hakkını ödeyin” hadisleri vardı. Gülen hareketi, Peygamberimizin verdiği mesajın hayata geçmesidir.

– İslam’ın  ekonomik  yönü  mü  ortaya  çıktı ?

– Bizdeki küllenmiş değerlerin yeniden alevlenmesi diyelim.

– Siz  de  cemaattensiniz…

– Cemaati seven birisiyim. Hocaefendi Türkiye için bir şanstır. Dünyada başka bir ülkede olsa Nobel Barış ödülü alırdı.

– İslami  bir  ekonomik  model  anlatıyorsunuz ;  çok güzel  ama  cemaatin  siyasete  müdahalesi  endişe  de  yaratıyor.

– Efendim siyasetle hiç ilgileri yok.  Fakir fukaranın yanındalar, eğitim olmazsa olmaz diye düşünürler, sosyal güvenliğe inanırlar ama siyasetle ilgileri yok.  Hocaefendi’nin bir ağacı bile yoktur.

http://www.ilk-kursun.com/2011/06/hurriyet-fethullah-gulen%E2%80%99le-helallesiyor%E2%80%A6/

29
Haz
11

İhanet Raporu (2) – Teslimiyet Şartları

Gazeteciliğin  güç  ve  acı  bir  durumudur.

Çok önemli bir gelişme olacağı bellidir ama bunu haber yapamazsınız, yorumlayamazsınız; çünkü -“dead line”- “kesim hattı” vardır. Gazetenin baskısının, posta ve dağıtım hatlarına yetişmesi gerekir. Bu hatlar kaçırılırsa gazete dağıtılamaz! TV ve radyoda bu sorun olmaz; yayını keserler, haberi verirler; alelacele ayaküstü yorumlarlar.
Dün böyle bir açmaz karşısındaydım; “kesim hattı” yani gazetenin baskısına yetişmek sınırı TBMM’deki kritik, krizli oturumun saatine uymuyor. Bu çok önemli konuyu ertesi güne bırakmak zorundayım. Ne var ki Meclis’te yaşanacaklar, son günler üzerinde durduğum “Kürt sorunuyla” yakından bağlantılı.

***
“Kürt sorunu” iyice ısındı; önce Soros’un TESEV’den beslemeli Çandar ve ekibinin “İhanet Raporu” vardı. Sonra Hasan Cemal, Kandil’den eşkıya başı Karayılan’ın “İkinci Açılım” şartlarını iletti; iki gündür devlet, daha doğrusu AKP iktidarının Apo ve Kandil’deki Karayılan’la yakın temasları hakkında ilgi çekici bilgileri, “İhanetin ve gafletin” ayrıntılarını veriyor. Hükümet, “Apo ile pazarlık ve müzakere yetmez” diye Kandil’le de temas aramış…
Çandar “raporunda” ana tema, “PKK terör değil, Kürt isyanı” idi. Hasan’ın mesajındaki en en önemli unsur, “Apo protokolleri” , devlete, hükümete sunulan barış şartları…
Erdoğan, Apo ile pazarlık yapıldığını söyleyenlere “şerefsizler” demişti. Ama şimdi ortaya çıktı. İki devlet arasındaki gibi “pazarlık” yapılmamış, “Protokoller” teati edilmiş ve Karayılan’dan yardım istenmiş… Karayılan da “asıl muhatabınız Apo’dur” diye cevap vermiş…
Neymiş bu “protokoller” ? Sözde “barış şartları” !. “Türkiye’de Kürt sorununda demokratik çözümün ilkeleri” . Önce demokratik yeni anayasa konusu. Türkiye’de devlet ve toplum ilişkilerinde adil bir barış, yani genel af… Demokratik ve adil barış için acil eylem planı vb…
Karayılan’a göre bu şartlar: “Demokratik ulus çerçevesinde yeni anayasayı içine alan, Türkiye’deki tüm kimliklerin tanınması temelinde toplumsal bir barış projesi. Tarafların karşılıklı olarak birbirlerini af temelinde, şiddetin tümüyle devre dışı kalması ve silahsızlandırmayla ilgili koşullar”.

***
Bizlere, devletimizin onuruna, bütünlüğüne adanmış olanlara göre ise, mağlup tarafa dayatılan “teslimiyet şartları” !..
Okumaya devam edin ‘İhanet Raporu (2) – Teslimiyet Şartları’

29
Haz
11

AKP, ABD’NİN YANıNDA YER ALARAK, İSLAM ÜLKELERİNİ DÜŞMAN İLAN ETTİ…

ABD’nin desteğini arkasına alan AKP, 2002 yılında hükümet oldu.

Beklenmeyen  bir  sonuçtu  bu.

Çünkü çoğunluk, İslamcı bir partinin seçimlerden başarı ile çıkıp, iktidarı ele geçireceğine inanmıyordu.

Kemalist Cumhuriyet rejimi ile yönetilen, laik bir ülkede kimse şeriatçı bir yapılanmaya şans tanımıyordu.

“Burası ne İran, ne Arabistan… Böyle bir değişime ordu, yargı, Cumhuriyet kurumları izin vermez” diyorlardı.

Ama göz ardı edilen iki önemli gerçek vardı; birisi, Amerikancı 12 Eylül darbesinden sonra neoliberal politikalarla Türkiye’nin adım adım emperyalizme daha bağımlı bir sürece sokulması; ikincisi, Refah Partisi içerisinde “yenilikçi” adı verilen bir grubun 1990’lı yıllarda, kapalı kapılar arkasında ABD ile gizli görüşmeler yaparak, anlaşma yoluna gitmesiydi…

CIA’nin yan kuruluşu Rand Corporation ANAP, DYP, MHP gibi düzen partilerinden umudunu kesmiş, yönünü siyasal İslamcı partilere çevirmişti. Çünkü o, Türkiye’deki dinci örgütlerin Osmanlıdan bu yana emperyalizmle işbirliği yapıp, kendi öz yurduna ve vatandaşlarına karşı nasıl savaşım verdiğini çok iyi biliyordu.

Rand Corporation, Ocak 1997’de bu konuda bir rapor hazırlamıştı. “Yenilikçi” grupla işbirliği yapılmasını öneriyor, ABD’nin Ortadoğu’daki geleceğinin buna bağlı olduğunu vurguluyordu.

Graham FULLER, Türkiye’nin rotasını, gideceği yönü çok önceden belirlemişti zaten.

“Türkler Kemalizm’i terk edip ılımlı İslam’ı benimsemelidir. Ilımlı İslam, Kemalizm’i silmeye yönelik bir karşı devrimdir ve bu devrimin karşısındaki tek güç Türk Ordusu ile ulusalcı aydınlardır ve TASFİYE EDİLMELERİ gerekir…”

Bu nedenle, henüz milletvekili bile değilken Recep Tayyip Erdoğan, Amerika’ya çağrılmış, bir takım ön görüşmeler ve hazırlıklardan sonra taahhütlerde bulunulmuş; sözler alınıp, sözler verilmişti.

“Hükümlü” olması nedeniyle 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili seçilemeyen Recep Tayyip, ABD ile yapılan görüşmelerin ardından, sanki başbakanmış gibi birçok devlet yetkilileriyle bir araya gelerek, bir takım gizli anlaşmalara imzalar atmıştı.

Türkiye’nin resmi dış politikasında “gizli olan bir sürü gelişme” yaşanırken asla tutanak yapılmıyor, yetkili Türk diplomatları kapı dışında bekletiliyordu. Uluslar arası İlkelerimiz ayaklar altına alınıyor; Türkiye’nin Kıbrıs, Kuzey Irak, PKK, azınlıklar alanlarındaki kırmızı çizgileri görmezden geliniyordu.

Bunlar siyasal İslam’ın Türk toplumunu deneme girişimleriydi. Devrimcilerin, demokratların, Kemalist kurumların tepkisini, sabrını, direnme gücünü ölçüyordu.

Ne var ki, Kemalizm duvarında açılan bu gedikler karşısında devrimci ve demokrat kesim suskunluk içerisindeydi. Bazı yurtseverlerin karşı devrimci gidişe karşı çıkmaları ise “komploculuk” olarak değerlendiriliyordu.

AKP, toplumu alıştıra alıştıra dinci faşizme doğru ilerliyordu. Alıştıra alıştıra siyasallaştırıyordu PKK’yı. Tepki alınca duraklıyor, geriliyor, ortamı elverişli bulunca başını yeniden kaldırıp, yoluna devam ediyordu. Mehter takımı gibi, bir adım ileri, iki adım geri…

İktidarın bu dinci yürüyüşüne tepkiler cılız kalınca bu kez subaylar, sendikacılar, aydınlar, politikacılar, yazarlar çizerler tutuklanmaya başlandı. Bu tertip, bu komplo çok önceden, AKP iktidarından da önce ABD tarafından düzenlenmişti.

Eski istihbarat başkanı Sabri Uzun’un ifadesine göre 2001’de daha ortada fol yok, yumurta yokken Ergenekon tutuklama listesi getirilip önüne konmuştu. 2007’de Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra bu planın uygulamasına geçildi.

Emekli kuvvet komutanları, ordu komutanları savcıların huzuruna çıkartıldı. Ordunun can evine baskınlar düzenlendi. Tarikat soruşturması yapan görevli savcılar, askerler ve mitçiler hakkında soruşturmalar açıldı.

Amerika, Fethullah Gülen ve Recep Tayyip üçlüsünün planı yürürlüğe girmişti. Recep Tayyip BOP Eşbaşkanı olarak atanmıştı.

Böylece Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilmesi için kollar sıvandı. Sevr haritaları sandıklardan çıkarıldı. AKP sayesinde, Batı’nın Kürdistan, Ermenistan hayalleri yeniden gerçeklik kazanmaya başladı. Batı, Atatürk’ten, Lozan’dan öcünü alıyordu şimdi.

AKP, Atatürk’lerin, İnönü’lerin, Ecevit’lerin “mazlum milletlerle dostluk ve dayanışma temeline dayanan, “bölge merkezli” dış politikasını bugün tümüyle terk etmiştir. Emperyalizmle bütünleşmiş, kaynaşmış, İslam ülkelerinin parçalanıp bölünmesi ve haçlı ordularının ayakları altında ezilmesi için elinden geleni ardına koymamaktadır. AKP, Amerika ile birlikte İslam ülkelerini düşman ilan etmiştir.

Irak’ta, Afganistan’da 2 milyon insanı katleden, kadınların, kızların ırzına geçen, Libya’yı bomba sağanağına tutan Amerika’nın yanında yer almıştır.

Özgürlük, demokrasi, insan hakları getireceğiz bahanesi ile Irak’a saldırıp 1,5 milyon insanın ölümüne neden olan ABD’nin şimdi hedefinde Suriye vardır.

Amerika,  Suriye  ile  Türkiye’yi  karşı  karşıya  getirmeye  çalışmaktadır.

AKP’li milletvekili ve parlamentonun Dışişleri Komisyonu sözcüsü Metin Yılmaz bu çatışmanın sinyallerini şu sözlerle vermişti :
Okumaya devam edin ‘AKP, ABD’NİN YANıNDA YER ALARAK, İSLAM ÜLKELERİNİ DÜŞMAN İLAN ETTİ…’

29
Haz
11

İhanetin raporu -1-

“Rüşvetin belgesi” olmaz ama “ihanetin” belgesi, raporu oluyor..

Örnek: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) tarafından Cengiz Çandar ve “ekibine” herhalde yüklü bir meblağ karşılığı yazdırılan, “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı rapor…

Ana konusu: “Kürt sorununun şiddetten arındırılması”, yani malum iddia: “PKK terörü”, haklı bir direniş; “milli” birlik, halk “isyanı” olarak değerlendirilmeli!

Bu “direniş” nasıl yatıştırılır?

Bunun da cevabı özetle; “Öcalan ile müzakereye oturulmalı, Türk Ceza Kanunu’nda ve Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılmalı, demokratik özerklik, anadilde eğitim vb. sağlanmalı”…

Bir anamızın nikâh kâğıdını, vatanın tapusunu istemedikleri kalıyor!..

***

Bu ihanet raporunun ana hatlarını belirtmeden önce, raporu hazırlatandan, TESEV’den başlayalım. Can Paker adlı zatın başkanı olduğu bu vakıf Macar asıllı George Soros’un vakfıdır… Soros, dünyanın her bölgesini karıştırarak bundan nemalanır… TESEV, Türkiye’de de Soros’ın pompaladığı milyonlarca dolarıyla döner; en hassas konularda, mesela daha önce TSK ve Türkiye’deki etnik gruplar hakkında hazırlatılan raporları Soros’un “fonladığını” Can Paker açıklamıştı… TESEV 2010’da ve Nisan 2011’de “Kürt sorunu” hakkında raporlar hazırlatmış ve yayımlamıştı…
Soros’un kolları uzundur; mesela Bilgi Üniversitesi’nde de parmakları vardır… Rivayete göre şimdi CHP’ye genel başkan olmaya aday Mustafa Sarıgül’ün de Soros’la bağlantısına bir “mim” koyun…
Kimse sormaz mı; George Soros Türkiye’nin en önemli, en hassas konularında neden araştırmalar yaptırmak için milyonlar döker?.. Bizi çok sevdiği, iyiliğimizi istediği için mi?!! Ne hikmetse, ne tesadüfse Türkiye, böyle “iyiliğimizi” isteyen yabancı güçler, vakıflar ve cemaatler tarafından çembere alınmış!..
Bu “Büyük Oyunun” içindeki yeni oyunun eşhasına bakalım… Önce, ekip başı, gazeteci kisvesi altında “tetikçi” Cengiz Çandar… Geçmişte Filistin Kurtuluş Örgütü’nde eğitim gördükten sonra 1970’lerde terör örgütlerine karışmış… Rahmetli Turgut Özal’ın özel danışmanı olarak “Özal ve Apo arasında” güya “barış”, gerçekte “teslimiyet ve taviz” postacılığı yapmış bir kişi… “Ana Bilim” dalı “Kürt sorunu uzmanlığı”, “TSK düşmanlığı”… “Ekibi” de her zaman Soros’tan beslenen “şüpheliler”… “Kürt sorunu” hususundaki peşin hükümleri de mâlum!..

Okumaya devam edin ‘İhanetin raporu -1-‘

28
Haz
11

KURULTAY VE GERÇEKLER..!!!

Demokrasi denilince mangalda kül bırakmayanlar, siyasi kurumlarda parti içi demokrasinin işlemesini istemiyor. Bu yüzden CHP tabanı kurultayla ilgili gerçekleri de öğrenemiyor…

Dün bazı gazetelerde, kurultay imzalarının 500’ü geçtiği yazılınca, CHP’yi dizayn etmeye çalışan kimi medya organlarında büyük bir panik başladı!..

CHP’den nemalanan kimi kiralık klavyeler ise partiye zarar verme pahasına, örgüt dinamiklerini yıpratma kampanyasına giriştiler!..

Bir yalan rüzgarı estiriliyor ki; kirlenmekten korkan gerçekler, kaçacak delik arıyor…

Bir CHP il başkanının dediği gibi, “Yalan para etseydi, medya pompalaması işe yarasaydı CHP bugün oy patlaması yapardı!..

İşte Aydınlık’a yansıyan son bilgiler; CHP’de kurultay çalışmalarını iddia edildiği gibi Baykal-Sav ikilisi yürütmüyor.

Gürsel Tekin’in görevden aldığı ya da milletvekili adaylığı için istifa eden Ali Yıldızlı’nın da aralarında bulunduğu 15’ten fazla il başkanı ile en az 30 ilçe başkanı çalışmaları koordine ediyor.

Yani ortada bir “taban hareketi” var… İmzacılar diyor ki; “Biz partiyi rotasından çıkarmaya çalışan ve Kemal Kılıçdaroğlu’na zarar veren zevattan daha çok CHP’yi seviyoruz.”

CHP’nin eski il başkanları ve delegeleri SMS ve maillerle ısrarla şu mesajı gönderiyor, “Amacımız CHP’yi tek, güçlü ve büyük bir parti yapabilmektir. Sayın Kılıçdaroğlu görevine devam edecek ancak partiye zarar verenlerin yerine CHP’nin ruhuyla entegre olmuş kadrolar seçilecektir. Kurultayın tek hedefi budur.

Derlediğimiz gibi bilgilerden yola çıkarak son bilgileri buradan duyuralım; kurultay isteyen “taban hareketi“nin topladığı imza sayısı 3 günde 500′ü aşmış…

İl başkanları yarın çalışmalarını Ankara’da basın toplantısıyla açıklayacaklar. Hedefleri hafta içinde 700 imzayı aşmak.

İşte  CHP’yi  Sarsan  Tutanak !..

CHP’de “eksen kayması” yaşandığından yakınan çevreler haklı olarak kurultayın acilen toplanmasını ve Kemal Kılıçdaroğlu‘nun çevresini saran, CHP’yle entegre olamamış kadroların değiştirilmesini istiyor…

Bu arada medyada, kimi partililer hakkında disiplin incelemesi başlatıldığı iddiası da tartışılıyor!..

Oysa Atatürk’ün partisinin omurgasına zarar verenleri artık herkes biliyor…

Zaman gazetesine “Tekke ve zaviyeler açılmalıdır” diye demeç veren PM üyesi Bülent Kuşoğlu!..

Tarikat şeyhine saygılarını sunan PM üyesi Muhammed Çakmak!..

Kara çarşaflılara rozet takan Gürsel Tekin…

Öcalan’ın taleplerini dinlendirmekten çekinmeyen PKK’lıların avukatı Sezgin Tanrıkulu…

Her açıklamsı infial uyandıran Binnaz Toprak ve diğerleri!..

İşte tutanak!..

Ve  de  Bursalı  Sena Kaleli

Hani şu  “Atatürk  ilkelerinin  bekçisi  olmak  zorunda  değilim”  diyen  Kaleli !..

Siyasette yediği kazığı unutan kimi amatör gazeteciler ile internet uşakları her ne kadar Kaleli’nin bu çıkışını örtbas etmek için tepinip dursalar da nafile!..

Hatta, Kaleli bana gönderdiği mektupta, “öyle demiştim ama ondan sonra da şöyle devam etmiştim” diye mahcup bir savunma içine girse de, gerçekler hiç de öyle değil.

Kaleli, infial yaratan konuşmasını, CHP Bursa İl Örgütü‘nün 23 Ekim 2010′dai Bursa Almira Otel’de düzenlediği il dayanışma kurulu toplantısında 250 kişinin önünde yapmış.

Okumaya devam edin ‘KURULTAY VE GERÇEKLER..!!!’

28
Haz
11

CHP’nin Yapması ve ‘Hiç Yapmaması’(!) Gerekenler…

Haber şöyle diyor: “CHP’de lider Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine muhalifler hakkında disiplin incelemesi başlatıldı.

CHP Genel Merkezi’nden 15 kişilik bir komisyon, muhaliflerin medyaya yansıyan açıklamalarını inceliyor.” Hemen komisyonu bilgilendireyim :  Bu yazımdan önce, CHP’yi eleştirdiğim diğer iki yazımı gazete arşivinden alabilirler !

Normalde gündem, Haberal, Balbay, Alan ve Dicle’nin durumları ve atılması gereken ivedi ama kararlı adımlardı… İster parlamentoya hiç gitmeme, ister yemin etmeme, CHP, “Zor, oyunu bozar” taktiğiyle tüm dışlanan vekilleri parlamentoya taşımayı tabii ki ana görevi bilmelidir.

Ama ne var ki bunlara paralel sürrealist krizler yaratılıyor: Gürsel Tekin’in ardından, Kılıçdaroğlu da “Partiyi eleştiren muhaliflerin sözlerinin araştırılıp disiplinin çalıştırılacağı” yönünde demeç verebildi. Bunu okuyunca, partinin kaderine üzülüyorum. Şu aşamada CHP yönetimine söylenebilecek tek söz var: Ne siz bu lafları söylemiş olun ne de biz duymuş olalım. Çünkü ciddiye alacak olsak, hepinizin toptan istifa etmesi lazım. Bunu da ülkenin konjonktürü kaldıramaz! Parti, “Yanlış anlaşıldı, biz o komisyonu da, Haberal ve Balbay’ın durumlarına destek olarak seçtik” deyip yola devam etsin…

Mayıs 2004’te ortaya konan “30’lar Bildirisi”nde Kılıçdaroğlu’nun da imzası vardı. O günlerde kendileri “Seçimli Olağanüstü Kurultay” isteyenlerin, bugün bu şekilde davranmaları düşünülemez! İkincisi, Kılıçdaroğlu’nun böyle bir geçmiş belgede imzası veya “CHP’de biat kültürü yoktur” şeklinde (haklı) demeçleri olmayabilirdi. Konu, Parti kültürüdür. CHP de 1950’lerden günümüze, kendi demokratik yapısı içinde her türlü sert muhalefeti rahatlıkla taşımıştır. Dolayısıyla ortada salt bir siyasi eleştiri olduğu sürece, bu komisyona düşen “tek görev” kendini lağvetmektir. Bunun tersi, CHP’ye yapılacak en büyük kötülüktür. Sürekli olarak yıllarca en sert sözlerle eleştirilen Baykal, bu şekilde davransaydı, partide üye kalmazdı!

Okumaya devam edin ‘CHP’nin Yapması ve ‘Hiç Yapmaması’(!) Gerekenler…’

28
Haz
11

AYNAYA BAK ve YÜZÜNE TÜKÜR !

Hep  beraber  akrebe  mi  dönüştük  biz,  kendimizi  sokuyoruz ?

Şeytan  mı  olduk,  halimize  kıs  kıs  gülüyoruz ?

Ruhlarımızı   mı  sattık ?

Paraya  güce  teslim  mi  olduk  cümbür  cemaat?

Öldük de cehennemde miyiz? Kimsenin kimseyi tanımadığı, herkesin birbirini aradığı ama bulamadığı kıyamet gününü  mü yaşıyoruz?

Zabanilere hizmet mi ediyor Cumhuriyetin bütün  yetiştirdikleri, emek verdikleri, okuyup adam ettikleri?

Nasıl  aynaya  bakıyorsunuz  efendiler ?     Hanımlar ?

Geçin ayna karşısına. Gözlerinizin içine bir bakın! Ta içine! Utanç var mı bir parçacık? Yanaklarınızda kızarma? Kalbinizde sıkışma?

Siz hiç kendinizi, sizin için görev yapan birinin yerine koydunuz mu? Bir an deyin ki orada şehit olan, al kanları toprağa karışan, bedenleri parçalanan gençler sizin yavrunuz. Sizin oğlunuz. Sizin ciğerpareniz…

Askere gitmiş. Kendi yurdunun bir şehrinde, bir köyünde. Köy yolunda askerî araçla göreve gidiyor. Bir hainin eli tetiğe dokunuyor o an, yolun berisine saklanmış, pusu kurmuş, kendi milletinin, kendi  devletinin askerine ölüm kusmuş… Hiç acımadan, çekinmeden, bir an tereddüt etmeden, ne olduğunu bile anlayamayan,  silahına bile davranmaya vakti olmayan oğlunuzu vuruyor. Yanındaki askerlere de ateş ediyor aynı uğursuz eller. Satılmış vicdanlar, gözü kararmış caniler…Hayvan denemeyecek adi, pis yaratıklar…

Bu olay haber olmuyor gazetelerimizde , haber değeri bile olmuyor, işin en acı tarafı bu! Öleni bir daha öldüren bu!

İyice şımarıp arsızlaşan , devletine korkmadan, çekinmeden baş kaldıran, ben bölünme istiyorum, ben  senden değilim, ben ayrılmak isteyen bir bölücüyüm, sizi öldüre öldüre korkutan, yıldıran, dize getiren  örgüt benim örgütüm, lideri doğal liderimiz, ben sömürgecilerin maşasıyım, onların emellerinin aletiyim diyen düzenbazların fotoğrafları baş köşelerde. Şişli’de yürüyüş yapmışlar, bu askerimize silah çeken, kan döken  çeteye sevgi duyan, onları koruyan, bu, örgüt övgüsü yapma  suçu  yargının hükmüyle kesinleşmiş  bir bölücü kişi, hapisten çıksın diye.

Aynı günün gecesi bir askerimiz öldürülüyor, üçü ağır yaralanıyor…Ortalık kan gölü…

Beri yanda bunları yapana, eli kanlı caniye övgüler düzülen, sözde özgürlük yürüyüşü…

Sözde milletvekilleri Şişli’de yürümüşler…En baş haber buydu  dün. Birinin  gözü incinmişmiş de, kızmışmış da, polisler için şunları demişler…Ballandıra ballandıra ayrıntılar veriliyor. Çığlık çığlığa muhabirler. Sevinçliler…Heyacan dorukta!

Öte yanda şehit haberinin verilişi  bu kadar:

“Van’ın Saray İlçesi’ne bağlı Örenburç Köyü’nde askeri aracın geçişi sırasında uzun namlulu silahlarla saldırı düzenlendi. Olayda 1 asker şehit oldu, 3 asker de yaralandı.”

Askerlerimizi , ölen ve yaralanan askerimizi  bir eşya,  bir malın sayısını sayar gibi hem de, sayıyla yazıyorlar.:

Olayda 1 asker şehit oldu, 3 asker de yaralandı.”

Şuna en azından bir askerimiz şehit oldu diyemez misin? Yazıyla yaz sayıyı. Bir  de, iki de! Saygıyla de! Önünde eğil, biraz üzül, utan! Minnet duy, kendini borçlu hisset, suçluluk duygusu duy!

Hiç olmazsa böyle düşman eliyle yazılmış gibi bir haber yazma!

Yüreğini kat yüreğini, eğer varsa, bir kırıntı insanlık kalmışsa içinde!

Askerimiz de! Askerim de! Gâvur  askeri mi  bu çocuklar?

Başka bir vatanın var da oranın askerleri mi? Bir adam öldü, üç kadın yaralı der gibi, bir trafik kazası haberi verir gibi verme bari! Böyle  verme ki bu haberi, aynaya bakmaya yüzün olsun!

Sonra haberin ayrıntıları geliyor gazetelere.

“Saldırı bölgesinde yapılan arama tarama çalışmaları sırasında ise 1 antitank mayını ile 1 roketatar mühimmatı bulundu.”

Böyle  haberlerin ayrıntılarında  hep şunlar var:

Uzun namlulu silahlarla ateş, askeri pusuya düşürmek, açılan ilk ateşte şehit olunması, karşılık verilmesi üzerine çatışma çıkması. Bu yüzden yeni şehitler veya yaralılar olması…

Tabii sonu da böyle bitiyor bu haberlerin her zaman, ne bir kelime eksik, ne bir kelime fazla:

“Teröristler karanlıktan faydalanarak kaçtılar ve bölgede geniş çaplı operasyon başlatıldı…”

Bu nasıl iştir? Askeri öldür, karanlıkta  kaç, görünmez adam ol!..

Benim bildiğim, on yıllar önceden beri karanlıkta görme gözlükleri, dürbünleri var. Karanlıkta gören, ateş eden silahlar var. Bunlar  in mi cin mi ki bir şişeye girdiler, yerin dibine indiler ve kayboldular?

Terörle mücadele eden “Ordu’nun Generali’ni” bilgisayarına bilmem ne bilgisi gelmişmiş, gizli tanıklık yapan eli kanlı terörist şöyle demişmiş diye akıl almaz bir cüretle, ve hiyanetle tutuklayabiliyorsun, teröristlerin ise karanlıktan faydalanıp, pırrrr!

Sonra bunları, bu milletin gazetecisi , muhabiri, habercileri olarak kimse görmeyecek, duymayacak , anlatmayacak, haber yapmayacak!

Kulaklarının üstüne yatacaklar. Maaşlarını ücretlerini alıp bir güzel evlerinde uyku çekecekler…Oh, ertesi gün yine aynısı olacak. Görmeyecek,duymayacak, yine bunlar…

Asker haberi tek satır, teröriste övgü, koruma sayfalar dolusu…Bölücü başları her eve girecek televizyonlarla. Ahkâm kesecekler. Halk kahramanıymış bunlar gibi yutturulacaklar…Döktükleri kanlarının üstü örtülecek, kedi pisliğini örter gibi kapatacaklar marifetlerinin üstünü…

“Vatanı bir kadın memesine satarım”  diyenlerin yazıları yazı diye okunabilecek, gerdan kıracak  dış fonlardan beslenen besililer…Borsaları,  çevremizdeki gelişmeleri, BOP’u, Türkiye’ye biçilen görevi ağızları köpüre köpüre  size bir güzel anlatacaklar…

Koşacak, bu gazeteleri bayiden para verip alacaksınız!

Televizyondaki dizileri hatırına bunların verdiği haberleri dinleyeceksiniz…Reklâmlarını duyup Yunan Migros’tan alışverişe koşacaksınız…Yabancı malları kapış kapış, borç parayla, krediyle yağmalayacaksınız…İhya edeceksiniz başka ülkeleri, başka ekonomileri kendiniz batarken…

İngiliz’in, Conilerin, İsraillilerin… konserlerini silme dolduracaksınız…Şarkılarıyla mest olacaksınız…Dilleriyle sarhoş…

Askerin şehit olurken sen duymazdan geleceksin! TRT oyun havaları çalacak, bayram havaları…

Aynı  gün ve gece manşetlerde hava civa haberler olacak:

Guti ve Quaresma’ya (kimse bunlar) ulaşılamıyormuş.

Erciyes’te bir Cumhurbaşkanıymış…

İzmir pistinde biri 200 kilometre hızla ölüme gitmişmiş…

AKP’li, yeni seçilen biri, 1500 kişiye kutlama yemeği vermişmiş…

İsrailli grup konseri iptal etmişmiş…

Bize ne bunlardan ey  yurdumun gazetelerine çökerek, haberlerini yazan  insanlar ?

Sizin  vatanınız  milletiniz  yok  mu ?

Okumaya devam edin ‘AYNAYA BAK ve YÜZÜNE TÜKÜR !’

27
Haz
11

İktidar bloğu ve 2011 seçimleri — (2)

Solun  liberalleşmesi  ve  Kemalizmin  tasfiyesi

Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra liberalizm ve muhafazakarlığı birleştirerek oluşturulan yeni yapılanmada solcular, bağımsızlık ve ulusalcılık tezlerini terk ederek yerine eşitlik, özgürlük,  kardeşlik gibi kavramları savunmaya başladılar.

Bu  eşitlik,  farklılıkların  eşit  kabul  edilmesi  gerektiği  şeklinde  bir  eşitlik  olup,  Fransız  Devrimi’ndeki  sınıfsal  eşitlik  anlamından  uzaktır.

Kardeşlik  kavramı  da  bu  anlamda  reddedilmiştir.

Kalan  sadece  özgürlüktür.

Fransız  Devrimi’ndeki  özgürlük  de  Yahudi  burjuvazisinin  Yahudi  olarak  teokratik  Fransız  burjuvazisi  karşısındaki  özgürlüğü  anlamındadır.

Günümüzde de bu anlamda paranın özgür dolaşımının önünün açılması için ulusal devletlerin parayı kontrol eden mekanizmalarının yıkılması gibi devrimci ideolojiler yerine teslimiyetçi ancak radikal demokrasi diye tanımlanan kavramlar öne çıkarılmıştır.

Liberalizmin muhafazakarlıkla birleşmesiyle ortaya çıkan yeni liberalizmin liberal kurallarını uygulatmak için, solu liberal kurallara uydurmak için radikal demokrasi isminde liberalizm şampiyonluğu yapılan bir noktaya gelinmiştir.

Sol, gökkuşağı hareketleri ve bu anlamda cinsiyetçilik, etnik ayrımcılık ve ırkçılığa karşı bir politikaya indirgenerek sınıfçılık, halkçılık ve ulusalcılığın reddine yönelmiştir.

Sınıf mücadelesinin yerini alan Güney Amerika’da Ernesto Laclau’nun popülarize ettiği halkçı devrimcilik, aslında devrimci bir çizgiyi temsil eden bir harekettir, ama giderek halkçılığın reddine varan, ideolojinin yerine söylemin geldiği bir anlayış olarak tanımlanabilir.

Radikal demokrasi ismiyle halkçılık reddedildiği gibi kimlik siyaseti öne çıkarılmıştır.

Etnik-cemaatsel ayrılıklar öne çıkarılarak ulus devleti parçalama ve giderek halkları da reddederek yeşilciler, feministler gibi etnik kimliklerin ve dinsel kimliklerin öne çıkarıldığı, ulusal devletin tasfiyesine giden bir yol açılmıştır.

Böyle bir dönemde sol, “daha fazla özgürlük” diyerek, Türkiye’de ulusal devlet olarak kendini inşa etmiş, bağımsızlığın, ulus devletin ideolojisi olan Kemalizmi tasfiyeye girişmiştir. Bu tasfiye sonucunda, ne kadar emperyalizmin güdümünde olsa da, ordu bile tasfiye edilmiştir.

İktidar  bloğunun  üç  adımı

İktidar bloğunun en önemli adımı, ideolojik aygıtların dışında baskı aygıtlarını da yeniden biçimlendirmek olmuştur.

Bunu geleneksel anlamda Kemalist ideolojiyle bağımsızlık temelinde kurulmuş, Özal döneminde tasfiye edilmeye başlayan ama günümüzde kesinlikle tasfiye edilen hukukun ortadan kaldırılması ve yeri bir baskı aygıtı olarak yeniden ortaya konmasıyla ulusal devletin hukuksal yapısı değiştirilmiştir.

Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi kurumlarda da tasfiye hızla ilerlemektedir.

Ordunun da ulusalcı Kemalist yapılanması tasfiye edilerek artık askeri bir güç olma tehlikesi olmayan yapılara dönüştürülmesi söz konusudur.

Askerliğin artık zorunlu olmaktan çıkarılması, gönüllükten paralı hale getirilerek Türk milletinin ordusuzlaştırılması aşaması bunun bir ayağını oluşturmaktadır.

Bu politika vicdani retçilikle başlayan, giderek tümüyle Ordunun millet tabanıyla bağını kesen, profesyonelleştirmeye giden bir süreç söz konusudur.

Bu da baskı aygıtı olarak Ordunun Kemalist yapısının tasfiyesi anlamına gelmektedir.

Bunun anlamı da giderek artık ulus devletler yerine halkların kaderini tayin hakkıyla her halkın ayrılması ve giderek parçalanmasıdır.

Oysaki,   solun   tüm  liderleri,  Türkiye’de   halklar   olarak   ayrılma   değil,   birlikte 

mücadele   etme   yaklaşımında   olmalıdırlar.

Galiyev’de  de  Mahir’de  de  bu  bölye  olmuştur.

Ama  günümüzde  onların  takipçisi  olduklarını  söyleyenler,  özgürlükleri,  Türkiye’nin  parçalanması  anlamında  kullanmaktadırlar.

Okumaya devam edin ‘İktidar bloğu ve 2011 seçimleri — (2)’

27
Haz
11

GEÇEN HAFTA DÜNYADA

Tayyip’ten  lâik  bu  kadar  olur

İslam dünyasının önemli üniversitelerinden olan, 1975 yılında Mısır’da kurulan El Ezher’in baş müftüsü Ahmet El Tayyip ilginç bir çıkış yapmış.

Arap baharı sürecinde devrilen Mübarek rejiminden sonra Mısır ‘demokrasi’ye kavuşmuş ve Mısır da devrimi izleyen ordu tarafından yönetilmeye başlanmıştı.

El Ezher müftüsü Tayyip yaptığı açıklamalarda Msır’ın devimden sonra ‘modern, demokratik ve lâik’ bir ülke olması gerektiğini söyleyerek çağrı yapmış.

Önümüzdeki eylül ayında seçimlerin yapılıp ‘demokrasi’nin tescilleneceği Mısır’da, seçim öncesi zamanlamasıyla dikkat çeken çağrı gerçekten de tam Tayyip’lik.

Mısır’ın geçirdiği zor günlerde İslâm ve devlet arasındaki ilişkilerin iyi belirlenmesi gerektiğini belirten Mısırlı Tayyip, Kasımpaşalı Tayyip’in ‘laikliğin yeniden tanımlanması’ açıklamasından esinlenmiş gibi duruyor.

Zaten Arap baharının estiği her yerde ‘adalet ve kalkınma’dan geçilmiyor. Bölgeden ABD’nin geçtiği de belli oluyor.

Mısırlı Tayyip Mısır’da demokratik bir yönetimin kurulmasının öneminden bahsediyor ya, bunun da esin kaynağı hiç şüphesiz ‘demokrasi şampiyonu’ Tayyip’ten başkası değildir herhalde…

Mısır’da basın ve ifade özgürlüğü olması gerektiğini de belirten Mısırlı Tayyip, Şeriatın yasamanın temeli olması gerektiğinden taviz vermiyor.

Tayyip’in  lâikliği  bu  kadar  olurdu.   Ne  bekliyordunuz  ki….


Bu  sefer  de  Chavez’i  “kaybettiler”

Artık alıştık. “Kuzey Kore lideri Kim Jong İl aylarca ortalarda görülmedi” haberlerine yıllardır alışığız. Kim Jong İl’in kaybolması ile ilgili haberlerinin sonu da hep şöyle devam eder.

“Kim aslında uzun süre önce öldü, yerine törenlere katılan onun dublörü.”

Kuzey Kore halkından da bu olay uzun suredir saklanıyordur, ama bu haberlerden sonra da Kim Jong İl hemen ortaya çıkar. Hem de yeni bir nükleer deneme ile ve onun ortadan kaybolmasına en çok sevinenlerin heveslerini kursaklarında bırakarak…

Benzer haberler Küba lideri Fidel Castro için de yapılır. Artık kabak tadı vermiştir hem de…

“Fidel öldü” haberleri 1 Ocak 1959 devriminden bu yana birer ikişer yıl arayla yapılagelmiştir.

Zaten Fidel’in yerine Raul bu yüzden geçmiştir.

Allah’tan Fidel de bunların heveslerini kursaklarında bırakmada çok gecikmez.

Bu kervana artık Chavez de katıldı.

Nasıl mı?

Chavez’den 10 Haziran’da gerçekleştirdiği Küba ziyaretinden bu yana haber alınamıyormuş. Henüz Chavez öldü diyemiyorlar, ama önemli bir sağlık sorunu olduğu haberleri yayılıyor.

Emperyalizm vazgeçmeyecek ama devrimci liderler de her zaman da var olacaklar.

Hatta Che gibi bedenen aramızda olmasalar da…


Ahmedinejad  düşmanlığı  devam  ediyor

Daha önce nükleer geliştirme çalışmalarıyla gerilen Batı-İran ilişkileri uzunca bir süredir Ahmedinejad’a yönelik kampanyayla devam ediyor

İlk olarak Ahmedinejad’la Ayetullah Hamaney arası gerginlik gündemdeydi. Ahmedinejad’ın “sapkın” bir tarikat üyesi olarak Şeriata karşı olduğu bile iddia edildi.

Oldukça komik olan bu iddianın temelinde Ahmedinejad’ın görevden aldığı bir bakanın Hamaney tarafından göreve geri getirilmesi yatıyordu.

Daha sonra Ahmedinejad Batı’yla pazarlıkları daha iyi kontrol edebilmek için petrol bakanlığını yürütmeye başlamıştı. Buna yönelik parlamentonun tavrı petrol ve savunma bakanlığını birleştirmek olmuştu.

Şimdi de Ahmedinejad’ın atanmasına onay verdiği Gençlik ve Spor Bakanı’nın ataması parlamento tarafından reddedildi.

Ahmedinejad tarafından epeydir boş olan Gençlik ve Spor Bakanlığı’na atanan Cevad Cihangirzade’nin bakanlık koltuğuna oturması reddedildi. Milletvekillerinin yarısından fazlasının reddettiği atama kararı Ahmedinejad’a karşı yapılan yeni bir darbe olarak duyuruldu.

Nükleer meseleden sonra iç polikada da başlayan Ahmedinejad karşıtlığına, İran’da cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde harekete geçirilen “Yeşil hareketi” bakalım ne zaman dahil olacak?

ABD’nin önümüzdeki bir iki yıl içinde başlatacağı İran saldırısı için ısınma turları başlamış görünüyor. İran dıştan sonra artık içeriden de sıkıştırılmaya başlandı.


Esad’dan  Tayyip’e  yanıt  geldi

Suriye’de 3 aydır süren rejim karşıtı ayaklanmalarla ilgili Türkiye’nin Suriye’yi suçlayan tavrından Esad ilk defa yanıt verdi.

Tayip Erdoğan’ın en son olarak “Takat kalmadı haberiniz olsun” tehdidinden sonra Esad, rejiminin Dışişleri Bakanı aracılığıyla önemli mesajlar verdi.

Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Esad’ın görüşlerini doğrudan ortaya koydu ve başka ülkelerin Suriye’nin iç işlerine karışmaması gerektiğini belirtti. Tabiî ki de bunun muhatabı Türkiye’dir.

ABD destekli ayaklanma senaryolarının hayat bulduğu Suriye’de bakan Türkiye’den bakış açısını gözden geçirmesi gerektiği konusunda uyardı.

“850 km sınır paylaştığımız Türkiye ile iyi ilişkileri sürdürmek istiyoruz. Yıllarca uğraşıp oluşturduğuz ayrıcalıklı bağları koparmak istemiyoruz.

Türkiye bizden etkilenir, biz Türkiye den etkileniriz. Biz Türkleri dost ve komşu biliyoruz. Dost da zor zaman da lazım, ama bakış açılarını gözden geçirmelerini istiyoruz.”

Esad tarafından gerçekleştirilecek reformların ayaklanmaların üstesinden geleceğini belirten Muallim, Tayyip Erdoğan’ın Suriye’de yaşananların vahşet olarak değerlendirmesine karşılık gereken cevabı vermiş oldu.

Bakan Muallim sonunda sarf ettiği sözleriyle Türkiye daha doğrusu AKP ile aynı yöne bakmadıklarının da altını çizdi. Bu aynı zamanda bir Ortadoğulu tavrı olarak öğreticiydi de.

“Haritada Avrupa diye bir yerin var olduğunu unutacağız. Yüzümüzü doğuya, güneye ve bize yardım eli uzatan herkese döneceğiz. Dünya sadece Avrupa’dan ibaret değil.”

Bakan Muallim son olarak Türkiye’ye sığınanlara geri dönüş çağrısı yaparak güvence sözü verdi.


İsrail  “Türk  lokumu”ndan  vazgeçer  mi ?

Tayyip Erdoğan’ın bir süredir içeride sözde milliyetçi, dışarıda da sözde antiemperyalist tavır stratejisi özellikle Türkiye-İsrail ilişkilerinde en belirgin halini almıştı. İlk olarak Davos’ta yaşanan ‘one minute’ olayından ve sonraki yıl yaşanan Mavi Marmara’dan sonra gerilen ilişkilerin ne kadar gergin olduğu ortaya çıktı.

İsrail’in Haaretz gazetesinin yaptığı habere göre Türkiye ve İsrail bir süredir gizlice görüşüyormuş. Görüşmeye gelmeden İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Tayyip Erdoğan’ın seçimlerdeki başarısını kutlamak için mektup yolladığını atlamayalım. Tabi bir de İsrail ordusunun Gazze Yardım Koordinatörü Başkanının Ankara’nın Gazze’ye istediği kadar malzeme yollayabileceği açıklamalarını da unutmayalım.

Türkiye adına Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun katıldığı gizli görüşmelerin varlığını Dışişlerinden ve ABD’den yetkililer de onaylıyormuş. Aralık ve Nisan ayında yapılmış olan görüşmelerle gerilen ilişkiler gevşetiliyormuş.

Hatırlanırsa Tayyip Erdoğan hâlâ ‘Yahudi Cesaret Ödülü’ sahibi tek Müslüman! Ve AKP de İsrail tarafından ‘Türk lokumu’ olarak adlandırılan gelmiş geçmiş tek iktidar!

Hal böyleyken Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’nun ‘lider’i olarak İsrail karşıtı rol kesmelerinin yanında el altından yürütülen gizli görüşmeler de var !

Anlaşılıyor  ki,  ne  AKP  İsrail’den,  ne  de  İsrail ‘lokum’undan  vaz  geçiyor.

Okumaya devam edin ‘GEÇEN HAFTA DÜNYADA’

27
Haz
11

GEÇEN HAFTA YURTTA…

“Yeni  CHP”   değil   patatesmiş !

12 Haziran seçimlerinden hezimetle çıkan “Yeni CHP”de adet olduğu üzere iç hesaplaşmave kurultay çağrıları başladı. Bu sefer hedefteki isim, CHP’deki Kürtçü darbenin mimarlarından, örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcısı sıfatlı Gürsel Tekin.

Kızgın CHP’lilerin kellesini istedikleri Tekin, bugünlerde hayatının en zor günlerini yaşıyor desek yeridir. Çünkü bu aralar bütün gazetelere demeçler, röportajlar verip neden kellesinin istenmemesi gerektiğini anlatıp duruyor.

Gelelim “Yeni CHP”nin patatesliğine. Gürsel Tekin, Vatan gazetesine verdiği bir röportajda 20 yıldır başarısız olanlar 5 aylık bir partinin başarısızlığı üzerinden koltuk kavgasına giriyorlar. Sözlerini de şu benzetmeyle bitirmiş:  “Tarlaya  patatesi  ekersiniz  yetişmesi   6  aydır.”

Burada patates benzetmesinden kastı “Yeni CHP” mi, Kılıçdaroğlu mu yoksa kendisi mi orası biraz muğlak.  Ama  muğlak  olmayan  bir  şey  varsa  o  da  bu  benzetmenin  cuk  oturduğu.


HSYK’nın  yaz  kararnamesi

Geçtiğimiz hafta açıklanan HSYK’nın yaz kararnamesi, hukuk camiasında adeta deprem etkisi yarattı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 2011 yılı İdari ve Adli Yargı Yaz Kararnamesi’ni tamamladı. HSYK, yaz kararnamesi ile 2 bin 230 hakim ve savcının görev yerini değiştirdi.

Yargı-Sen Başkanı ve Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu ile Cihaner Soruşturmasını yürüten Erzurum Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal’ın da aralarında bulunduğu Adli Kararname tamamlandı. HSYK, Adli Yargı Kararnamesi’nde bin 816 hakim ve savcının görev yerini değiştirirken İdari Yargıda da 254 mahkeme üyesinin ataması gerçekleştirdi. HSYK, ayrıca Yargıtay Tetkik Hakimliği’ne ve Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı görevinde de 109 hakim ve savcı getirdi. HSYK, 51 Ticaret Mahkemesi Başkanın da görev yerini değiştirdi. Ömer Faruk Eminağaoğlu kararname ile İstanbul hakimi olarak atanırken Osman Şanal, Antalya Cumhuriyet Savcısı görevine getirildi.

12 Eylül referandumunda “hukukun üstünlüğü” için yetmez ama evet diyenler şimdi kınalar yakabilirler. Çünkü anayasada yapılan değişiklikle yapısı değiştirilen HSYK, son sekiz aylık icraatlarıyla tamamen iktidarın güdümünde bir kurul haline dönüştürüldüğünü gösterdi.

Atamalarla ilgili medyada yer alan haberlerden biri uzun süredir hükümetin hedefinde olan Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu ile ilgiliydi. Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı değişmişti. Yeni seçilen Hasan Erbil ile ilgili ilk yorumu Arınç yapmıştı “arkadaşımızı seçtirdik” diye. İşte Başsavcı Erbil’in, Eminağaoğlu’nun atanmasında birinci dereceden rolü olduğu haberleri yer aldı. Çünkü Hasan Erbil, Eminağaoğlu ile çalışmak istemiyormuş. Bu haberlerin ardı arkası kesilmez tabi ama bu tür haberlerde bir parça doğruluk payı vardır elbet.

Bunun yanısıra HSYK’nın kararları hukuk camiasını ayağa kaldırdı. Türkiye’nin pek çok yerinde, başta Eminağaoğlu’nun başında bulunduğu Yargı-Sen ve YARSAV olmak üzere pek çok sendika ve mesleki örgüt protesto gösterisi düzenlediler. Gösterilerde yapılan açıklamalardaki ortak görüş, bu atamaların tasfiye olduğu yönünde.

YARSAV Genel Sekreteri Leyla Köksal, adliye önünde yaptığı basın açıklamasında, Anayasa değişikliğine ilişkin referandumun ardından 25 Ekim 2010’da göreve başlayan yeni HSYK’nın 7 ayrı kararnameye imza attığını ifade etti. “Bu kurul, siyasi iktidarın iradesini kendisine rehber edinmiştir” diyen Köksal, son yaz kararnamesinin “tasfiye sürecine hız verildiğinin gösterdiğini” savundu.

YARGI-SEN Kurucu Genel Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu da “HSYK’nın, özel yetkili HSYK olma yolunda hızlı adımlar attığını” ifade etti. Eminağaoğlu, 8 ay içinde görevdeki yargıç ve savcıların yüzde 30’dan fazlasının yerinin değiştirildiğini de kaydetti.

İsminde “Adalet” kelimesi bulunan, ama sadece kelimesi bulunan, yoksa adaletle uzaktan yakından ilgisi olmayan AKP, 12 Eylül referandumunda yapılan değişiklikle birlikte yargıyı istediğişekilde biçimlendirmek için gerekli sonucu aldı. Bununla birlikte adalet mekanizmasının bütün tasarrufunu kendi yandaşlarına teslim etti.

Bugüne kadar adalet mekanizmasına sahip değilken bu kadar hukuksuzluğa imza atan AKP, bundan sonra da gemi azıya almış bir şekilde hukuksuzluğun dibine vurmaya devam edecektir.


Tarihimizden

• “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.”

• “İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.”

• “Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

….

Yukarıdaki cümleler bir yerlerden tanıdık geldi mi?

Gelmez olur mu? Ata’mızın cümlelerini nerede görsek tanırız dediğinizden eminim. Hele ki Atatürk’ün umut ve cesaret veren sözlerine daha çok ihtiyacımız olduğu günlerde bu sözler, bu şanlı tarih daha bir önem kazanıyor.

Geçtiğimiz hafta Amasya Genelgesi’nin yayınlanmasının 92. yıldönümüydü. Türk Devrimi’nin ilk ihtilal bildirisi sayılan Amasya Genelgesi, 22 Haziran günü tüm yurda telgraflarla bildirilmiş ve Türk milleti direnişe çağrılmıştır.

Türk milleti de Ata’sının çağrısına uyarak harekete geçmiş, üç yıl zarfında düşmanı yurttan atmış, bağımsız Türkiye’sini kurmuştur.

Bugünler bizleri düşündürsün ama korkutmasın. Arkasında böyle şanlı bir tarih ve böyle büyük bir lider olan millet yenilmez!


Gazete  yırtan   Altan’ın  gazetesini  yırttılar

Taraf gazetesinin misyonu hepinizin malumu. Yayın çizgisiyle Ahmet Altan’dan başka kimseyi memnun etmeyen Taraf gazetesinin başına geçtiğimiz hafta olmadık bir şey geldi.

MHP’ye olan yakınlığıyla bilinen BengüTürk TV’de sabah kuşağında yayınlanan gazete manşetlerinin özetleri yayınında spiker Murat Şahin, canlı yayında Taraf gazetesini kameraların önünde yırtıp atmış bu olay medyada çok tartışılmıştı.

Şahin önce Ahmet Altan olmak üzere Taraf gazetesi yazarlarının tepkilerini üzerine toplamış, çok ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı.

Olayın ardından Vatan gazetesi yazarı Can Ataklı, Ahmet Altan’ın evveliyatına ilişkin bir yazı yazdı. Meğersem bizim Ahmet de zamanında gazete yırtarmış. İşte Ataklı’nın yazısındaki Altan’la ilgili bölüm:

“Yırtılan gazete Taraf. Sahibi ve Başyazarı Ahmet Altan.

Gazetesi ekranda yırtıldığı için çok üzüldüğünü tahmin ettiğim Ahmet Altan bundan 19 yıl önce bir televizyon kanalında gece haberlerini sunuyordu. Hayli aykırı bir programdı. Ahmet Altan o dönemin siyasi iktidarına karşı çok sert ve hatta acımasız muhalefet yapıyordu.

Altan’ın programının en ilginç bölümü, günlük gazetelerden kestiği bazı kupürleri ya da günün haberlerinden bazılarını okumasıydı.

Ahmet Altan beğenmediği gazete kupürü ya da haberleri yüzünü buruşturarak ve ağır eleştiriler yaparak yırtar ve kenara atardı.

Bu davranışı çok tepki çektiği için bir süre sonra programı yayından kaldırılmıştı.”

Etme bulma dünyası diye boşuna dememişler. Yıllar önce gazete yırtan Altan’ın da gün geldi gazetesini yırttılar.


Yiğit  Bulut   Fethullahçı  mı  oldu ?

Ulusalcılıktan tornistan edip Tayyip yalakalığında başı çekenler arasına giren Yiğit Bulut, geçtiğimiz günlerde Fethullah’a Türkiye’ye dönme çağrısı yaptı. Hem de ne çağrı.

Yazısına 28 Şubat muhasebesiyle başlayan Yiğit, o dönemde nereden servis edildiği belli olmayan birtakım kasetlerin infaz mekanizmalarını nasıl harekete geçirdiklerini, insanların saygı duydukları toplumdan nasıl tecrit edildiğini falan yazıyor hüzünlü bir tonda. “O gün kazandılar ama Türk halkının vicdanını ve zorla bastırdıkları duygularını, aklını zedelediler.” diyor. İnanın neredeyse ağlayacağım.

Yiğit’in utanç içinde hatırladığı o günlerden bu günlere çok şey değişmiş. Uygulanan plan başarısız olmuş. Pek çok şey düzeltilmiş ama düzeltilmesi gereken tek bir şey kalmış; o da Fethullah’ın dönüşü. “Türkiye’nin ‘gerçek bir demokrasi yolunda’ daha hızlı ilerlemesi için Gülen’in dönmesi ve her şeyin 28 Şubat öncesi gibi kaldığı yerden devam etmesi gerekli. Ayıbımızı temizlememiz ve unutturmamız gerekli.” demiş Yiğit Efendi.

Bir kere ortada Fethullah’a karşı yapılan bir ayıp falan yok. Adamı kimse sürgün etmedi. Kendi isteğiyle gitti ve kendi isteğiyle ABD’de bulunuyor. Hatta kendisine dönme çağrısı yapan Hüseyin Gülerce gibi müritlerini de dinlemiyor ve gelmek istemiyor.

Ha illa ortada bir ayıp var diyorsan, gidersin Pensilvanya’ya, öpersin Hocaefendi’nin elini, özürlerini bildirisin olur biter.

Gerçi Yiğit’in bu işi de gerçekleştirdiğine dair söylentiler var. Güya Yiğit geçtiğimiz yıl ABD’ye giderek el etek öpmüş, bağlılık bildirmiş. Zaten  Yiğit’in  keskin  dönüşünün  de  o  geziden  sonra  olduğu  rivayet  edilir.

Yiğit’teki bu ani dönüşüm zaten öyle durupdururken olacak cinsten değil.  Belki gerçekten de Hocaefendisinin   nefesiyle   “hidayete  ermiştir”.


Milletvekiline  bak  çay  demle

Gerçi buna bakıp demleyeceğiniz çay da ziyan olur. Kimden mi bahsediyoruz? “Torinolu Şaban” olarak anıldığı günlerde Galatasaray seyircisine saç-baş yolduran Hakan Şükür’den tabii ki.

12 Haziran seçimlerinden sonra milletvekili seçilip TBMM’ye kapak atan Hakan Şükür, anlaşılan milletvekilliği süresince de AKP’lilere saç-baş yolduracak. Dün bir bugün iki ilk demecinde faka bastı zaten.

Hakan Şükür, kendisini havaalanında gören gazetecilerin “Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve BDP’li milletvekillerinin Meclis’e gitmeme kararı almasını” nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine “Gündemi takip edemedim. Bunun değerlendirmesini bizim büyüklerimiz, bakanlarımız, tecrübeli büyüklerimiz yapıyordur” demiş.

Okumaya devam edin ‘GEÇEN HAFTA YURTTA…’

27
Haz
11

Ulusal Güçlere Çağrı : BİRLEŞELİM…


Ulusal Parti Genel Başkanı Gökçe Fırat Çulhaoğlu 3 Ocak 2011 tarihinde İstanbul İl Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısı ile Muhalif Cephe çağrısı yaptı. Daha sonra parlamento dışında kalan 10 siyasi partinin liderine birer mektup yazarak birleşme önerisi yaptı.

Her şeyden önce kararlılığımızı bir kez daha belirtelim.

Seçim sonuçları ulusalcı cephedeki pek çokları için bir yıkım olmuş olabilir ama böylesi bir ortamda tek bir şey söylenebilir:

Yılmak  yok,  kaçmak  yok,  saklanmak  yok !

Mücadeleye  devam  edeceğiz !

Birleşecek,  savaşacak  ve  kazanacağız !

2011 seçimleri yaklaşırken Ulusal Parti bugünleri öngörerek bir çağrı yapmıştı.

Tüm muhalefet parti liderlerine gönderdiğimiz çağrı mektubu ile birleşmeyi ve seçimlere tek bir cephe halinde girmeyi önermiştik.

Görünen  köy  kılavuz  istemezdi.

AKP’nin referandumdan sonra %50’yi aşma potansiyelinin olduğu ortaya çıkmıştı.

CHP ve MHP’nin temsil edemeyeceği muhalefet bir araya gelseydi, ne AKP bu güce erişebilirdi ne de ulusalcılar için böylesi bir yıkım tablosu oluşurdu.

Şu anda görülmektedir ki, Saadet Partisi, Has Parti, Türkiye Partisi, Demokrat Parti gibi sağ cephedeki partilerle Ulusal Parti, DSP, HEPAR gibi sol cephedeki partilerin kuracağı cephe bu seçimlerde bir başarı kazanabilirdi.

Bu partilerin tek başlarına kalarak ve barajı aşma ihtimalleri olmadan aldıkları oyları bile toplasak %4 olduğunu görüyoruz.

Kaldı ki birliğin doğuracağı güç, barajı aşabilecek olmanın verdiği güvenle gelecek oylar eklendiğinde, siyasal ve psikolojik sinerji hesaplandığında, bugün tüm muhaliflerin rahatlıkla parlamentoda olabileceğini görebiliriz.

Üstelik Ulusal Parti, baraj ihtimaline karşı, ikinci bir alternatif olarak bağımsızlarla bir deneme yapma önerisini de getirmişti.

Eğer sadece bu yapılsaydı bile, muhalefette kalan partiler şu anda BDP’nin bağımsızlarından daha güçlü bir şekilde parlamentoda olabilirdi.

Sonuçta  aklın  yolu  birdir.

İnsanlar  elbette  kaybedecekleri  savaşlara  da  girebilirler.

Bir  seçim  kaybetmekle  dünyanın  sonu  da  gelmez.

Ama önemli olan, partilerin ve bu partilerin liderlerinin girecekleri savaşı kazanacak adımları atmasıdır.

Eğer bu adımlar atılmadan partiler savaşa sokulmuşsa, bu savaş değil cinayettir.

Çok  açık  bir  şekilde  bu  liderleri  eleştiriyoruz !

Kendi partilerini, kendi tabanlarını, kendilerine inananları bu savaşa sürerek bir moral cinayeti işlemişlerdir.

Siyaseti öngörememiş, kendilerini kaf dağında görmüş, parti çıkarlarını bile gözetmemiş, kendilerini uyaran kadrolarını dinle­me­mişlerdir.

İnsanlığın ortak aklından faydalanmayı denememişler, önerilere kapalı olmuşlar, dinlememeyi meziyet sanmışlardır.

Sandıklar açıldığında ise akılları başlarına geleceğine, muhasebe yapacaklarına, kendilerini düzeltme yoluna gidecekleri yerde, halkı suçlamayı kolay yol görmüşlerdir.

Şimdi ise kimileri hesap vermek, direnmek yerine kendi partilerini bırakarak kaçma yolu aramaktadır.

Bunlar her şeyden önce siyaseten ve insani açıdan kabul edilebilir şeyler değildir.

Bir lideri partisi sonuna kadar korur ama li­der de son ana kadar partisini terk etmez.

Liderlerin partilerini terk ettiği görülmüş şey değildir.

Gemiyi  en  son  kaptan  terk  eder,  savaş  alanından  kaçana  ise  komutan  denmez !

Bizim   vicdanımızsa   son   derece   rahat.

Okumaya devam edin ‘Ulusal Güçlere Çağrı : BİRLEŞELİM…’

27
Haz
11

Ulusalcı dalga neden dindi ?

“Dip  dalgası”ndan  dip  noktasına !

Seçim sonuçlarının ulusal güçler açısından önemli bir sonucu AKP’nin önlenemeyen yükselişi ise diğer sonucu da kuşkusuz ulusal cephenin önemli ölçüde güç kaybetmiş olmasıdır.

2002’de AKP’nin tek başına iktidara gelişi ve hemen arkasından uygulamaya koyduğu Türk devletini tasfiye programına tepki olarak ortaya çıkan ve cumhuriyet mitingleri ile doruk noktasına ulaşan bir sürecin sonunda gelinen nokta ciddi bir durum değerlendirmesini zorunlu kılıyor.

Daha birkaç yıl öncesine kadar ulusalcı bir “Dip dalgası”ndan bahsedilirken nerede hata yapıldı da ulusalcılık dibe vurdu, bunun üzerinde düşünmek zorundayız.

1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden birisi olan Avrupa Birliği’ne giriş sürecinden başlayarak on yılı aşkın bir dönemin muhasebesini yaptığımızda ulusalcı hareketin gerek ideolojik konumlanışı, gerekse örgütsel hazırlanışı açısından çok önemli hataların sonunda, mevcut ulusal potansiyeli de eriterek gerilediğini tespit etmek durumundayız.

CHP – MHP   kıskacına   hapsolmak

Siyasal alanda yapılan en önemli hata kuşkusuz MHP-DSP koalisyonunu işbaşında bulunduğu dönemde ortaya konan sahte mil­liyetçi ve teslimiyetçi çizginin ulusal güçler açısından tam anlamıyla değerlendirilememiş olmasıdır.

Apo’nun idam edilmesini engelleyen, AB’ye üyelik adı altında “Uyum yasaları” denilen teslimiyet yasalarını onaylayan ve Kıbrıs’tan Ermeni meselesine kadar hemen her alanda Batının dayatmalarına direnemeyen ve teslim olan bu sahte milliyetçilikle gereken hesaplaşma yapılamadı.

AKP, bu zayıf, basiretsiz ve aciz siyasal yapının karşısına bir uluslararası proje olarak çıkartıldı ve böylesine uygun bir siyasal ortamda da üç aylık kısa bir kuruluş sürecinin ardından tek başına iktidarı aldı.

Ancak burada başarının AKP ve arkasındaki ABD’den çok MHP-DSP ve o dönemde parlamento dışı kalan ama etkin bir ulusal muhalefet göstermekten uzak CHP’de olduğunu görmek durumundayız. Bu partilerin güçsüz ve teslimiyetçi duruşu karşı kutupta yeni bir toparlanmaya yol açtı ve AKP bu uygun ortamda iktidarı ele geçirdi.

2002 sonrası dönemde DSP tükenme noktasına gelmişti ama ulusal kutbun temsilcisi olma rolünü bu kez diğer iki parti CHP ve MHP paylaşmıştı.

AKP’nin dokuz yıllık iktidarı döneminde de ne yazık ki, ulusal güçlerin CHP ve MHP’den medet umma ve bu çatılar altında birleşme çağrılarından başka bir politika üretememesi noktasına doğru adım adım sürüklenildi.

2007 ve 2009 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar pozisyonunu koruması buna karşın CHP ve MHP’nin güç kaybetmesine rağmen herhangi yeni bir yön arayışına da girilmedi.

AKP  faşist  değil  de,  tipik  bir  sağ  hareket  zannedildi

Bütün bu yanılgıların üstüne, AKP’nin faşist bir hareket olarak geldiği kavranamadığı için, parlamenter denklemler içinde merkez sağ ve merkez sol siyasetin kendiliğinden AKP’yi eriteceği ve seçmenin bir süre sonra AKP’den vazgeçeceği zannedildi.

Bu yanılgıyı şu anda AKP tarafından tasfiye edilen-başta Doğan Medya-Amerikancı basın da göremedi. Zira Tayyip’in Refah Partisi’nden koptuktan sonra geliştirdiği “değiştik” söyleminin en hararetli savunucusu da bunlardı. Ancak bugün AKP’nin değişmek bir yana çok daha tehlikeli bir güce dönüştüğünü görüyoruz.

Üstelik AKP merkez sağı tümüyle tasfiye etmekle kalmadı merkez sağ seçmeni aşırı sağ ve tutucu bir çizgiye çekerek yarattığı kutuplaşmanın temel dayanağı haline getirdi. AKP’nin Anayasa Mahkemesi, yüksek yargı ve ordu gibi bürokratik devlet yapılanmasını tasfiye programı da buna eklenince faşist bir rejime geçişin tüm şartları olgunlaşmış oldu.

Bu bürokratik eğilimin toplumsal muhalefete etkisi ise ordu ve yargı başta olmak üzere AKP karşısında tutunma imkanı bulunmayan güçlere tutunma ve bu güçlerden AKP’yi tasfiye etmelerini bekleme gibi bir kolaycılık olarak ortaya çıktı.

Oysa bütün bu yanlışlardan kurtulmak, antifaşist bir halk örgütlenmesine girişmek gerekmekteydi. Ulusal güçler yeni bir örgütsel ve ideolojik yol haritası geliştirmeli ve kendi yolunu çizmeliydiler. Bu yapılamadı. CHP ve MHP’nin politikalarına bir tepki, bu iki partinin yetersizliklerine karşı bir isyan olarak gelişen ulusalcı dalga kendi örgütüyle buluşama-dığı için dağınık ve hedefsiz bir sürecin sonunda tekrar başa dönüldü ve yeniden bu partilerin kıskacına girildi.

Bu  aslında  sonun  başlangıcıydı.

2011 seçimleri öncesine gelindiğinde ise CHP-MHP kıskacı artık neredeyse tek bel bağlanan seçenek durumundaydı. Ergenekon tertibinin yarattığı korku havası ve örgütlenme arayışlarının bitirici etkisi de eklenince CHP ve MHP’ye sarılmak bir kez daha tek çözüm olarak gösterildi.

Bu yanlış eğilim o kadar güçlüydü ki, Kılıçdaroğlu’nun Yeni CHP’sininin ulusalcılık karşıtı Kürtçü çizgisi bile sineye çekilebildi.

Kürtçü Yeni CHP’yi bile kurtuluş yolu olarak görme yanılgısı ulusal güçler açısından en son ve belirleyici hataydı ve bu tercih ile ne CHP ne de ulusal güçler bir şey kazanamadı. Sadece yerel seçimlerde Kürt açılımı yüzünden %38’e gerileyen AKP’nin milliyetçilik yaparak son bir yıllık dönemde oy oranını %50’lere taşımasına yardımcı olundu.

AKP  karşıtı  bir  muhalif  cephenin  kurulamaması

Bu süreçte olayların seyrini gören, ulusal güçlerin seçimlerde önemli bir yıkıma doğru gittiğini tespit eden Ulusal Parti, sadece DSP ve HEPAR gibi ulusalcı partileri değil, Saadet Partisi, HAS Parti, Türkiye Partisi, Demokrat Parti gibi çeşitli sağ ve İslamcı partileri de kapsayan bir geniş Muhalif Cephe çağrısı yapmıştı.

Zira tek başına ulusalcı partilerin yapacağı bir ittifakın Meclis’e girmek için yeterli olmayacağını görmüştük.

Seçimlere endeksli ve Meclis dışındaki tüm muhalif güçleri Meclis’e taşımakla sınırlı ittifak çağrımızın yanıtsız kalması, seçmenin AKP karşısında yine CHP ve MHP’ye sarılmasına yol açtı.

Ancak kendi tabanlarını bile toparlamaktan uzak olan bu iki partinin ezici bir güçle gelen AKP karşısında ayakta kalmasına imkân yoktu.

12 Haziran  seçim  sonuçları  bu  gidişat  düşünüldüğünde  sürpriz  de  olmadı.

İttifak çağrımızı uygulama noktasında gereken adımları atmayan ve intiharı seçen bu partiler bindelik dilimlerdeki oy oranlarına oturmayı aslında daha seçime girmeden kabul etmişlerdi.

Okumaya devam edin ‘Ulusalcı dalga neden dindi ?’

27
Haz
11

İkinci Cumhuriyetçi “Yeni CHP”..!!!

Baykal  CHP’si  ulusalcı  olduğu  için  tasfiye  edildi

Peki, bu kadar “popülist Kürtçü vaade” karşılık
seçimlerde Güneydoğu’da ne tür bir kazanım elde edildi? Koskoca bir “hiç!…” O bölgede CHP alenen yerlerde süründü.

Kılıçdaroğlu’ndan önceki Baykal döneminde CHP’nin izlediği, karınca kararınca da olsa, ulusalcı bir “ideolojik” çizgi vardı. Bütün siyaset bu ideolojik çizgi üzerinden yapılıyordu. Bir sol partinin ilgilenmesi gereken diğer konular ve alanlar ondan sonra geliyor ya da o ideolojik çerçevenin eşliğinde dile getiriliyor ve doğal olarak da onun gölgesinde kalıyordu.

Baykal CHP’sine bazı “çok bilen” ve “şâibeli” çevrelerin eleştirisi de, bu her konuda “belirleyici” olan ulusalcı ideolojik bakış açısının terk edilerek son dönemlerde solculukla “özdeşleştirilen” ve “bindirilmiş yanaşma entelektüel kıtaların” besin kaynağı olan “liboş özgürlük piskopatlığı” bağlamında siyaset yapılması yönündeydi.

Esasında onların bütün dertleri, “nefret” ettikleri “ulusal çizginin” bertaraf edilmesiydi. Zaten yıllar içerisinde bunun için hazırlanmışlar ve halkın “zihinsel programlanması” amacıyla medya ve üniversiteler gibi “kilit noktalara” bu nedenle getirilmişlerdi. Yoksa bu “sahte entel-dantel lejyonerlerin” geniş halk kesimleriyle sınıfların demokratik ve ekonomik sorunları anlamındaki “sol ideolojiyle” uzaktan yakından ilgileri yoktu.

Bunların bu “göstermelik özgürlüklere” bu derece düşkün olmalarının nedeni ise kesinlikle “demokratik özgürlükleri” gerçek anlamdaki demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak görmelerinden kaynaklanmamaktaydı. Bütün mücadeleleri, sömürgecilerin kendilerine yükledikleri “misyon” ve BOP çerçevesinde bu özgürlüklerin “Kürtçü özgürlüklere” zemin oluşturmasına fırsat hazırlamaktı. Yani, bunlar gerçek “özgürlük savaşçıları” değillerdi. Sadece ve sadece sömürgecilerin emirlerindeki “taşeronlardı!…”

CHP  ulusalcı  olmak  zorundaydı

Evet doğruydu! Türkiye’deki tüm sınıf ve tabakaları “kucaklaması” gereken halkın partisi olan bir partinin halkın sosyo-ekonomik sıkıntılarıyla daha yakından ilgilenmesi ve yeni özgün politikalar üretmesi gerekiyordu. Bu, Baykal CHP’sinin en büyük eksiklerinden biriydi.

Ancak Türkiye, BOP’un hayata geçirilmesi operasyonunun düğmesine basılması ve AKP’nin iktidara getirilmesiyle birlikte öylesine “kritik” bir sürece girmişti ki, bu dönemde “dik durabilmesi” ve bunun için de Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine sıkı sıkıya sarılması gerekiyordu. Türkiye’nin “ulusal bütünlüğü” ve “ulusal devlet” tehlike altındaydı. Vahşi sömürgeci güçler, AKP aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin Güneydoğusunu önce özerkleştirerek sonrasında ise Kuzey Irak Kürt bölgesiyle entegre ederek “Büyük Kürdistan’ı” hayata geçirme doğrultusunda kimseyi takmadan “emin adımlarla” yürüyorlardı.

O yüzden, Türkiye’nin “ulusal bütünlüğünün ve devletinin” değerler sistemi olan “ulusal ideoloji” öne çıkarılmalı, bu doğrultuda siyaset yapılmalı, diğer alanlar “sol öncelikler” olsa da bundan türetilerek gerektiğinde ikinci planda bırakılmalıydı. Baykal CHP’sinin bakış açısı bu çerçevede şekillenmişti ve çok sayıdaki eksiklerine karşın doğru bir stratejiye işaret ediyordu.

Sömürgeciler hiçbir zaman ideolojik yaklaşımlardan hoşlanmazlar. Çünkü bu yaklaşımlar belli ilkeler çerçevesindeki bir “kararlılığı ve dik duruşu” da beraberlerinde getirir. Oysa bu tür kararlılıklar ve dik duruşlar; hele tam da BOP ile ilgili “yeni haritaların” çizilmesi aşamasında “ulusalcı” dirençler olarak şekillenmişlerse, sömürgecilerin hiç mi hiç işine gelmezler. Nitekim, Özal’ın “artık ideolojiler devri kapanmıştır” tarihî söylemi de sömürgecilerin ideolojik ve özellikle de ulusalcı olanlarına karşı açtıkları savaşın başlama düdüğünü simgelemektedir. Kendisinin kurmuş olduğu parti de zaten liberallerle birlikte muhafazakarları ve milliyetçileri sol unsurlarla “soslayarak” Türkiye’nin kapitalist sisteme kayıtsız şartsız ve “sömürge” statüsünde eklemlenmesine çanak tutan ideolojisiz, dolayısıyla da “sahte kimlikli” bir partiydi.

Baykal  döneminde  CHP’ye  yapılan  eleştiriler  neydi ?

Bu bağlamda “işbirlikçi” çevreler başta olmak üzere Baykal ve yönetimindeki CHP’ye yöneltilen ve kamuoyunda da yaygınlık kazanmış eleştirileri ana hatlarıyla şöyle özetleyebiliriz;

a) Baykal CHP’si, kendi çapında “ulusal ideolojiye” “baskın” bir ağırlık vermeye çalışmakta ve başta “özgürlükler” olmak üzere diğer “sol öncelikleri” ikinci plana atmaktadır. Örneğin; “Kürtçü özgürlüklere” beklenildiği kadar hoşgörü göstermeyerek “statükocu” yapısını bir türlü kıramamaktadır.

b) CHP kendine göre izlediği “ödünsüz” ideolojik çizgiden dolayı yalnızca bu “köşeli” sınırlara dâhil olabilecek kitlelere hitap etmekte ve bu sınırların dışında kalan ama CHP içerisine “çekilebilecek” geniş halk kesimlerini bu “tutucu ideolojik” çerçeve yüzünden ihmâl etmektedir. O yüzden kriterlerinin farklı siyasî çizgilere seslenecek şekilde “esnetilmesi” gerekmektedir.

c) Yine eski CHP’nin, (b) maddesi içerisinde değerlendirilebilecek “katı” bir laiklik prensibi bulunmaktadır ve bu prensip konusundaki “aşırı” hassasiyet, geleneksel kesimlerin CHP’yi yanlış tanımasına ve ondan uzaklaşmasına neden olmaktadır.

d) CHP “seçkinci” bir anlayışa sahip olduğundan halka “tepeden bakan” bir görüntü sergilemekte ve bu nedenle halkı anlayamamakta, dolayısıyla da onunla bütünleşememektedir.

e) Baykalcı CHP tembeldir. Köşe başlarını tutmuş “siyaset ağaları” yüzünden örgütü çalıştırmak, halka yayılmak, onun ayağına gitmek, ideolojisini ona anlatmak ve halkla birlikte büyümek gibi bir gâyeleri yoktur. Var olanla yetinip yan gelip yatmayı tercih ederler.

f) CHP “seçkinci” ve “ideolojik” bir parti olduğu için Baykal’da bir türlü halkın düzeyine inememekte ve halkın anlayacağı basitlikte bir dil kullanamamaktadır.

Genelde Baykal CHP’sine yöneltilen eleştiriler bu yönlerdedir.

İyi niyetli ve objektif yapılmaları şartıyla bu tür eleştirilerin çok sayıda doğru yanı vardır. Ama “işbirlikçi beslemelerin” bu eleştiriler içerisinde odaklandıkları ana konular ağırlıklı olarak şunlar olmaktadır;

a) Cumhuriyetçi içerikli ideolojik ilkelerden ve dik duruştan vazgeçilmelidir.

b) Yıkıcı ve bölücü özgürlükler de dâhil olmak üzere, parti siyaseti, her türlü “liboş özgürlükler” üzerine inşa edilmelidir

c) Parti, tarikatçı ve Kürtçü çizgileri de içerecek şekilde geniş bir siyasî yelpazeyi kucaklamalıdır.

Peki neden ısrarla bu noktalar üzerinde durulmaktadır? Çünkü sömürgeciler ancak bu şekildeki ideolojik ilkelilikten uzak ve kozmopolit partilerden istediklerini elde edebilecekler ve ABD’nin çıkarlarını ilgilendiren coğrafyalarda “yeni haritaları” devreye sokabileceklerdir.

ANAP’tan  AKP’ye  ulusalcı  ideolojinin  tasfiyesi

Geçmişe bakıldığında bu özelliklerin hepsini bir bütün halinde Özal’ın “ideolojisiz” ve “sahte kimlikli” ANAP’ında görmek mümkündür.

Yine ANAP gibi AKP’de de görünüşte “ideolojik” olmaktan uzak ve farklı siyasî eğilimlerin bir araya getirildiği bir yapı gözlenmektedir. Bu yapı içerisinde Millî Görüş “temel” olmasına karşın Ülkücülükten “dönme” milliyetçilerin yanında solculuktan “dönme” ilkesizler de yer almaktadır.

Ama tabii ki, ANAP ile AKP arasında “misyonları” anlamında “işlevsel” farklar da bulunmaktadır. Özal’ın ANAP’ı Cumhuriyetçi ideolojinin ortadan kaldırılması sürecinde bir geçiş dönemini simgelerken; AKP, Cumhuriyet’in ulusalcı ideolojisinin “sindirilip” yerine “Amerikancı İslâm’ın” ve “Kürtçülüğün” ikâme edildiği, Osmanlı’nın “örnek model” olarak alındığı “operasyonel” evrenin aktörü olarak ortaya çıkmaktadır.

Yani, AKP dönemi gerçekte bir taraftan Cumhuriyet’in “ulusalcı ideolojisini” yok etmeye çalışırken; diğer taraftan oluşmuş olan “ideolojik boşluğu” “Yeni Osmanlıcılık” ideolojisiyle doldurmayı hedeflemektedir. Başka bir ifade ile AKP de “ideolojik” bir partidir. Ama bu “ümmet anlayışlı” “Yeni Osmanlıcılık” BOP çerçevesindeki ABD çıkarları ile örtüştüğü için ABD açısından bir sorun yoktur ve o yüzden ABD AKP’nin bu ideolojisinin hayata geçirilmesine yeşil ışık yakmaktadır. Ama öte yandan da BOP için tehlike gördüğü “Cumhuriyetçi ulusal ideolojiyi” yok etmeye uğraşmaktadır. Tam “ideolojik” bir “çifte standart!…”

AKP’nin  alternatifi  olarak  “Yeni  CHP”nin  yaratılması  süreci

Şimdi, böyle bir durumda sömürgeciler hâliyle Tayyip Erdoğan’ın kendileri için ileride tehlike olma riskine karşılık alternatif bir parti hazırlarlarken, bunu kendi çapında da olsa “ulusalcı ideolojiyi” ve Cumhuriyet değerlerini savunmaya çalışan Baykallı CHP ile gerçekleştiremezlerdi. Baykal’ın tasfiye edilip CHP’nin de İkinci Cumhuriyetçiler ve AKP çizgisi örnek alınarak yeniden dizayn edilmesi gerekiyordu. Sonunda bu stratejiler doğrultusunda Kılıçdaroğlu parti başkanlığına getirildi ve “değişim” safsatası adı altında “Yeni CHP” yapılandırılmaya başlandı.

Bu noktada söz konusu sürecin kronolojik bir sıralamasını yaptığımızda şunları görüyoruz;

1) Önce Kılıçdaroğlu “seçilmiş kişi” bağlamında tespit edildi. Tıpkı Özal’ın, Tayyip Erdoğan’ın belirlenmesi gibi… Öz geçmişi, etnik ve mezhepsel kökeni, sâkin karakteri, aşireti ile çıktığı coğrafya, aynı zamanda da bu coğrafyadaki isyanlar ve çekilen sıkıntılar nedeniyle oluşan tepkilerin somutlaştığı bir profil oluşturması nedenleriyle “seçilmişliğe” uygun bir kişilikti.

2) Genel Başkanlığa hazırlandı. Çünkü, kaset operasyonu zamanı geldiğinde koltuğun tek adayı olmalı ve onu doldurmalıydı. Bu anlamda kamuoyuna tanıtıldı. Belki de Dengir ile girdiği o polemik bile “düzmeceydi”. Bakıldığında, her ikisi de orijin olarak aynı bölgenin insanıydı ve her ikisi de “isyan” nedeniyle çekilen sıkıntılardan dolayı bir tepki potansiyeline sahipti. Bir ihtimal bu polemik, Kılıçdaroğlu’nu öne çıkarmak için bayrak devir teslimi anlamında kurgulanmış bir mizansen de olabilirdi. Zira, bunun sayesinde Dengir piyasadan çekilirken, Kılıçdaroğlu CHP’de tüm dikkatleri üzerine çekerek sivrilen isim oldu. Arkasından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı ile tanıtımını perçinledi ve deneyimini arttırdı.

3) Gündem yaratan çıkışlarla hem tanıtımına katkıda bulunmaya devam etti hem de sömürgecilere “rüştünü” ispat etmeye soyundu. Batman’da CHP’nin görüşleri aksine “Genel affı” dile getirmesi ve Dersim isyanının “bastırılışını” eleştirmesi bu konudaki örneklerdir. Verilen mesaj; “ben statükocu ve ideolojik saplantılı kişilerden değilim ve Kürtçü ödünleri vermeye hazırım” demek anlamındaydı. Mesajın adresi de dış güçlerdi. Etnik kimliği sorulunca “Türkiyeliyim” ve “etnik kimlik üzerinden siyaset yapmam” diyerek CHP’nin göreceli “ulusalcı” politikalarına mesafeli olduğu konusunda birilerine göndermelerde bulundu.

4) Durup dururken Yaşar Büyükanıt ile ilgili “Dolmabahçe görüşmelerini” gündeme getirerek AKP’nin “asker üzerinden” siyaset yapma yarışına dâhil oldu. Çünkü, “sömürgeci demokratlığının” ölçütü asker karşıtlığıydı. Aynı zamanda, “uzaktan kumandalı liboş” yazar-çizer takımına sempatik görünme konusunda sınır tanımayacağının işaretlerini de veriyordu.

5) Sonunda, kongreye 15 gün kala “istihbarî” bir kaset operasyonuyla başkanlığa getirildi. Baykal’la ilgili kaset 7-8 yıllık bir olaydı ama her nedense üzerinde “kes-yapıştır” oynamaları yapılarak kongreye on beş gün kala devreye sokulmuştu. Neden belliydi; o an için en hazırlıklı aday Kılıçdaroğlu’ydu. Önce “seçilmiş” sonra da hazırlanarak o güne getirilmişti.

Kılıçdaroğlu  ve  ruh  ikiz i Gürsel Tekin  CHP’yi  dizayn  etti

6) Genel Başkan olduktan sonra parti organlarına kendi adamlarını monte etmeye başladı. Ruh ikizi sayılabilecek Gürsel Tekin’i tüm “dışlamalara” karşın “zoraki” bir şekilde Genel Başkan Yardımcılığına taşıdı. Ondan, örgütün yapısını kendi “mantalitelerine” uygun bir şekilde dizayn etmede yararlanmak istiyordu. Yapılan hazırlık, örgütün geleneksel CHP kisvesinden uzaklaştırılmasına yönelikti.

Beraberinde, CHP’nin kapısını her önüne gelene açtı. O kapıdan liberal Prof. Binnaz Toprak da, Kürtçü Habur Avukatı Sezgin Tanrıkulu da, Fethullahçı ve Fethullah şakşakçısı Muhammet Çakmak denilen kişi de girdi. Amaç, partiyi sömürgecilerin istediği şekilde “ideolojik” olmaktan çıkarılıp her tür görüşün yer aldığı “kimliği muğlak” bir parti noktasına getirmekti. Tıpkı Özal’ın ANAP’ı gibi…

7) Daha sonra Avrupa’da “görücüye” çıktı. Almanya’da, sanki tanımıyorlarmış gibi AKP’yi onlara anlattı. Çok şaşırdılar ve “iyi ki anlattın, sayende AKP’yi tanımış olduk” dediler. Sosyalist Enternasyonal için Fransa’ya gitti. Yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını ziyaret etti.

Daha önce Baykal’ın görüşmeyi reddettiği Kürtçü liderlerden Talabani’yle görüştü ve Talabani’nin kendisini Irak’a davet etmesini sevinçle karşıladı.

Son durak İngiltere’ydi. Londra’da CHP’nin internet yayını ile ilgili bir gazetecinin “Kürtçe internet yayını olabilir mi” sorusuna, “neden olmasın” diye cevap verdi. Dostlar alışverişte görsün diye AB’ye çatmayı da ihmal etmedi. Uçak yolculuklarından birinde Kemal Derviş’le karşılaştı “aynı yolun yolcusu” olarak el sıkıştı, hasret giderdi. ABD’ye icâzet almak için heyet gönderdi.

Ulusalcılar tasfiye edildi,  liberal ve Kürtçüler parti yönetimine girdi

Yeni CHP’de Canan Arıtman ve Onur Öymen gibi ulusalcı isimler tasfiye edilirken (en üstte), Sezgin Tanrıkulu gibi PKK avukatları ve Binnaz Toprak gibi AKP’yi öven endişeli modernler (üstte) milletvekili yapıldı.

8) Seçim gelip çattığında göstermelik bir-iki tanesinin dışında CHP okulunda yılların süzgecinden mücadele ederek geçmiş, biçimlenmiş ve deneyim kazanmış hiçbir eski politikacıyı milletvekili adayı olarak göstermedi. Kemâl Anadol’lar, Ahmet Ersin’ler, Canan Arıtman’lar, Şahin Mengü’ler, Hakkı Süha Okay’lar, Mustafa Özyürek’ler, Onur Öymen’ler, Tacidar Seyhan’lar, Cevdet Selvi’ler vs. hepsi çizik yedi.

Neredeyse Cihaner’i de es geçiyordu. O da son anda direkten döndü. Oysa partinin yeni parlamento döneminde özellikle “Kürtçü BDP” ile yapılacak kıyasıya mücadelelerde bu isimlere çok ihtiyacı vardı. DSP’den geçen Tayfun İçli CHP’ye uygun bir isim olduğu halde onu da ıskartaya çıkardı. Onun yerine Rahşan’ın kuyrukçusu ve hiçbir iş yapmadan her defasında bir şekilde milletvekili seçilen Emrehan Halıcı’yı aday yaptı.

CHP’nin iş yapacak emektarları devre dışı bırakılırken Aytun Çıray, Mehmet Haberal, Turhan Tayan, Sena Kaleli, Sinan Aygün, Umut Oran gibi merkez sağ veya liberal görüşlü adayların kendilerine listelerde yer bulmasına imkân sağladı.

Bu arada tepeden inme gelen liberal aydın Binnaz Toprak ile Kürtçü Habur Avukatı Sezgin Tanrıkulu’nu da unutmamak gerekir. Üstüne üstlük bu Kürtçüyü Diyarbakır’dan da aday yaptırmadı. Kazansın diye İstanbul’dan ve kazanabileceği bir sıradan listeye koydurdu.

DSP kökenli ve işadamı özellikli Alevi Erdoğan Toprak öne çıkardığı isimlerdendi. Eski tüfek Adnan Keskin’i unutmamış, Kemal Derviş’in grubundan Fikret Ünlü’yü ise Karaman’dan aday göstermişti. Cumhuriyet mitinglerinin protestocusu işbirlikçi sendika DİSK’in lideri Süleyman Çelebi de Kılıçdaroğlu’nun torpillilerdendi. Bu “abuk subuk çorba kadro”, “kimliksizleştirilmek” istenen CHP’de, ne yazık ki, toplumun istediği sözde “değişimin” simgesi olarak lanse edilmişti

Kılıçdaroğlu’nun  oy  getirmeyen  Kürtçülüğü

9) Seçim mitinglerinde “halkın anlayacağı dilden konuşmak” adına kullandığı “lümpen dil” ile bir “popülist vaat” bombardımanı başlattı. Askerliğin dokuz aya indirilip, üniversite mezunlarının yazın yapmasından girdi, aile sigortasından çıktı. Milletin yoksulluğunu istismar etti. Yolsuzluk dedi, kimsenin içinden çıkamadığı dosyaları örnek gösterdi. Zaten, daha öncesinden türbanı “kırmızı çizgi” olmaktan çıkarmıştı.

Öylesine ucuz “popülist uçuşlar” yaptı ki, seçmenin nezdinde bunların hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Bu resmen milleti enayi yerine koymaktan başka bir şey değildi. Aklınca halka indiğini zannetti. Bir de kılık kıyafetiyle “Ecevit taklitçiliğine” soyundu. Tabii ki, resim yerine oturmadı. Tıpkı AKP taklitçiliğinin bir işe yaramaması gibi….

Okumaya devam edin ‘İkinci Cumhuriyetçi “Yeni CHP”..!!!’

27
Haz
11

PKK affı Suriye’den

Habur  rezaleti  ve  etkin  pişmanlık  yasası

Mevcut koşullar altında gerekli diğer düzenlemeler, yani “etkin pişmanlık ve 221 ile doğan durumlar halkımızın ruhu bile duymadan kitabına uydurma yöntemiyle gerçekleştirilirken; Türk vatandaşı olduğu tespit edilen bazı kişilerin (Suriye üzerinden gelen PKK’lıların) Suriye’de işledikleri suçlardan dolayı Türkiye’de infazlarının sürdüğü ve Suriye’de çıkan aftan dolayı bunların serbest bırakılması zorunluluğu
olduğu gibi bir savunma mekanizması kurulacaktır. Türkiye’deki tüm siyasiler, partiler, bir kez daha Habur rezaleti gibi bir durumun altında kalmaktan kendilerini kurtarmış olacaklar, ayrıca büyük ölçüde kamuoyu olanların farkına bile varmayacaktır. Belki de bu öngördüğümüz süreç; biz seçimle, küfürbaz ve üç kağıtçılarla meşgul iken, Suriye’deki son gelişmeler ile birlikte işlemeye başlamış hatta ve hatta atı alan da almayan da Suriye sınırını aşmış olabilir.

Sanırım önemli bir kısmımız her ne kadar AKP’ye oy vermiş olsa da Habur sınır kapısından giriş yapan “Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısıyla” gelip teslim olduklarını, 221. Madde’den yararlanmak amacıyla gelmediklerini açıkça TV ekranından ellerindeki yazılı metne bakarak okuyan “barış grubu”nu hatırlıyoruzdur. Bunların da çadır mahkemelerinde zorla etkin şekilde pişman ettirilerek salıverildiğini biliyoruz.

Buyurun bu bilgilerimize eklememiz için 5237 sayılı Türk ceza kanununun 221. Maddesi:

Etkin  pişmanlık

Madde 221- (1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.

(2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

(3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

(4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe kadar indirim yapılır. (Not: Bu fıkrada geçen “örgüte üye olan”ibaresinden sonra gelmek üzere, 29/6/2005 tarihli ve 5377 sayılı Kanunun 26. maddesiyle “ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden”ibaresi eklenmiştir.)

(5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında bir yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli serbestlik tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir.

(6) (Ek: 6/12/2006 – 5560/8 md.)Kişi hakkında, bu maddedeki etkin pişmanlık hükümleri birden fazla uygulanmaz.

Tamam kabul edelim, çok fazla iyi niyetli bir pişmanlık yasası bu ve hatta hatta 2. kısımda belirtilen “Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını” kavunlara uygulanan kalite kontrol testleri örgüt üyelerine uygulanarak belirlendi diyelim ki. (Dikkat : Kanun maddesine bunu koymak “Dağdan Mehmetçiğe atılan her kurşunun, kim tarafından atıldığının ya da kimin Mehmetçiğe hiç kurşun atmamış olduğunun Türk devleti tarafından kesin olarak biliniyor ya da bilinebilir” olması demektir. Burada karara kaynak oluşturacak bilgiler, referanslar nereden bulunacaktır? Bu kadar güçlü istihbaratımız var ise bu halimiz nedir?)

Haydi yine kabul. Bu iş bitecek. İyi niyet ötesi bir yerdeyiz. Gerekirse 221 – (2)’ye uyanı da uymayanı da karışık affedeceğiz.

Peki  o  zaman  bu  havai  fişekli  kutlamalar  neydi ?

PKK  zafer  mi  kazanmıştı ?

Aslında hayır öyle de değildi. Terör örgütü üyeleri önce pişman olacaklar, sonra teslim olacaklar ve sonra da affedilecek hatta bir ila üç yıl şartlı gezeceklerdi.

Daha sonraları bu kanun içerisinde geçen “pişmanlık”kelimesinin çıkartılması için bir takım girişimler de oldu. Kanunun bu veya başka şekilde değişikliğe uğramış hali varsa henüz bilgimiz yoktur. Daha fazla bilgiye gerek de yoktur.

Bu olayın hemen arkasından yurdun dört bir yanında tamamen kendiliğinden şekilde başlayan halk hareketlerini de sanırım unutmamışızdır. Sanırım şeref madalyonlarını, protez bacaklarını devletin resmi makamları önünde çıkartıp fırlatan gazi gençlerimizi de unutmamışızdır.

Suriye  ile  yapılan  “Hükümlülerin  Nakline  Dair”  anlaşma

Şimdi ;   aşağıdaki  cümle  size  ne  ifade  ediyor.

6043 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakline Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun.”

Bu 2010 yılında Sayın Cumhurbaşkanının onayladığı bir kanundur.

MİLLETLER   ARASI   ANDLAŞMA

Karar Sayısı : 2011/1793

9 Nisan 2009 tarihindeŞam’da imzalanan ve 3/11/2010 tarihli ve 6043 sayılı kanunla onaylanması uygun bulunan ekli “Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti Arasında Hükümlüleri Nakline Dair Anlaşma’nın onaylanması; Dışişleri Bakanlığının 12/4/2011 tarihli ve HUMŞ/5367955 sayılı yazısı üzerine 31/5/1963 tarihli ve 244 sayılı kanunun 3 üncü maddesine göre Bakanlar Kurulu’nca

26/4/2011 tarihinde kararlaştırılmıştır.

Abdullah GÜL

CUMHURBAŞKANI

Recep Tayip ERDOĞAN

Başbakan

Ve  bakanlar  kurulu  imzaları a çılı……

Peki  bu  Milletler  arası  “andlaşma”  nedir ?

9 Nisan 2009’da Türkiye Cumhuriyeti adına Mehmet Ali Şahin ve Suriye adına Muhammed El Gafri tarafından imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti arasında hükümlülerin nakline dair anlaşmadan söz ediyoruz. Bu anlaşma 221. madde ve Ekim 2009 Habur sınır kapısı rezaleti uygulaması için adeta bir “B planı” niteliğinde içeriğe sahiptir.

Bu son süreçte Suriye ile içlerinde “Su kaynaklarının verimli kullanımı ve kuraklıkla mücadele” vs. gibi her bir kelimesi, imlası çok önemli bazı anlaşmalar imzalandı. Bu yazının konusu ise sadece “Hükümlülerin nakline dair” konulardaki anlaşma.

Bu anlaşmanın tümünü yazımıza aktaracak durumda değiliz. Sadece ilgimizi çeken ve okurların değerlendirmelerine sunmak istediğimiz bölümlere değinmek yeterli olacak sanırım. Tam metni resmi gazetede mevcuttur.

Önemli bir nokta anlaşmanın ” Madde 1 Tanımlar” da c) ve d) şıkkında bahsedilen “Hüküm devleti” ve Yerine getiren devlet” tanımıdır.

c) “Hüküm Devleti” nakledilen kişi hakkında hükmün verildiği devlet anlamındadır.

d) “Yerine Getiren Devlet” mahkûm edilen kişinin, mahkûmiyetinin infazı için nakledileceği veya nakledildiği Devlet anlamındadır.

Bu kavramların geçtiği maddelerden üçü çok önemli.

Madde 11 ) Özel Af, Genel Af, Cezanın Hafifletilmesi: Her devlet kendi kanunu veya diğer mevzuatına uygun olarak genel ve özel af çıkartabilir veya hükmedilen cezayı azaltabilir.

Madde 12 ) Hükmün yeniden incelenmesi: Yalnızca Hüküm Devleti hükmün yeniden incelenmesi için yapılacak herhangi bir başvuru hakkında karar verme yetkisine sahip olacaktır.

Madde 13 ) İnfazın Sona Erdirilmesi: Yerine getiren Devlet, hüküm Devleti tarafından hükmün uygulanır olmadığı ya da cezanın indirilmesi sonucunu doğurabilecek herhangi bir karar veya tedbiri bildirir bildirmez, hükmün infazını sona erdirecektir.

Suriye’nin  affettiği  PKK’lıları  Türkiye  de  affedecek

Bütün  bunlar  ne  anlama  gelmektedir ?

Suriye kendi sınırları içinde bulunan, faaliyet gösteren veya yakaladığı tüm PKK’lı teröristlerin içinden, Türk vatandaşı olanları istem bildirilmesi ya da kendileri talep etmeleri durumunda Türkiye’ye nakledebilecek ve bunlarla ilgili hüküm hakkı Suriye için devam edecektir.

Suriye bir af ilan ettiğinde ya da bir nedenle infazı sona erdirmesi halinde ise Türk hükümetine bu karar veya tedbir bildirilir bildirilmez hükmün infazını sona erdirecektir.

Bu  ne  demek ?

Tüm PKK’lı teröristler kolaylıkla Suriye, Irak, İran, Türkiye sınırları içinde dolaşabilmekteler. Dolayısıyla Habur’da açılamayan açılım, önce Suriye’de kısmen paketlenip Türkiye’ye verilecek ve daha sonra da yine Türkiye’deki paket Suriye tarafından daha önceki Kürt açılımı paketinin yerine açılabilecektir.

Bütün  bu  olgularla  yine  AKP  döneminde  imzalanan  bir  uluslararası  anlaşmadan 

dolayı  zorunlu  olarak  mayınlardan  temizlenmeye  başlanan  Suriye  sınırı  konusunu 

da  birleştirelim  mi ?

Bunu  birleştirmeyi  okura  bırakıyorum.

Mevcut koşullar altında gerekli diğer düzenlemeler, yani “etkin pişmanlık ve 221 ile doğan durumlar halkımızın ruhu bile duymadan kitabına uydurma yöntemiyle gerçekleştirilirken; Türk vatandaşı olduğu tespit edilen bazı kişilerin (Suriye üzerinden gelen PKK’lıların) Suriye’de işledikleri suçlardan dolayı Türkiye’de infazlarının sürdüğü ve Suriye’de çıkan aftan dolayı bunların serbest bırakılması zorunluluğu olduğu gibi bir savunma mekanizması kurulacaktır. Türkiye’deki tüm siyasiler, partiler, bir kez daha Habur rezaleti gibi bir durumun altında kalmaktan kendilerini kurtarmış olacaklar, ayrıca büyük ölçüde kamuoyu olanların farkına bile varmayacaktır. Belki de bu öngördüğümüz süreç; biz seçimle, küfürbaz ve üç kağıtçılarla meşgul iken, Suriye’deki son gelişmeler ile birlikte işlemeye başlamış hatta ve hatta atı alan da almayan da Suriye sınırını aşmış olabilir.

Bölücüler  hayallerinden  vazgeçmeden  Türkiye’ye  barış  gelmez

Peki  ya  son  söz ;

Her kim, nasıl yöntemlere başvurursa başvursun, hangi hileleri kullanarak Türk milletini kandırırsa kandırsın;

Okumaya devam edin ‘PKK affı Suriye’den’

27
Haz
11

Öcalan : Bir teslimiyet ve korkaklık öyküsü

Süt   ne   ise,   kaymak   da   odur…

Bu   bölücü   güruhun  sıfatı  ne  ki,   katil  “önderi”  de

temiz    ve   mert   olabilsin…

Bozuk   sütten   bozuk   kaymak   çıkar…

Bu   kadar   basit…

———————————————————————————————————————–

Abdullah Öcalan’ı bir halk kahramanı olarak tanımlamaya çalışan küresel sermaye destekli dezenformasyon odakları misyonlarının gereği bir film kurgulamaya çalışmaktadır.

Ancak sorulacak soru şudur : Abdullah Öcalan kişiliği gerçekten bir halk kahramanı kurgusuna uygun mudur ?

Yoksa emperyalizmin işbirlikçileri ellerindeki malzemeden zorla bir kurgu mu yaratmaya çalışmaktadır.

Gerçeği bulmamızın objektif tek yolu halk kahramanı olarak tarihe adını yazdırmış insanların yaşarken ve daha önemlisi ölürken çizdikleri resimlere bakmaktır.

Bu kahramanlardan hiç biri yakalandığında ya da ölüme giderken kendi kutsal değerleri adına ödün vermemiştir.

İşte bu nedenle halk kahramanı olmuşlardır.

Oysa Öcalan, yakalandığında kendi kutsalını inkar etmiş ve “Benim annem de Türk’tü, hizmete hazırım” demiştir.

Bu kayıtlar vardır, doğrudur ve daha dün gibi hafızamızdadır.

Ölüme  mertçe  direnen  Che Guevara,  Salvador Allende,  Deniz Gezmiş 

örneklerini  okuyarak,  bu  soylu  halk  kahramanlarının  ölüme  karşı 

duruşlarını  irdeleyelim  ve emperyalist  işbirlikçilerin  yüzlerine 

korkak  Öcalan  kişiliğinin  “halk  kahramanı”  olabilmek  için 

kumaşının  yetmeyeceğini  bir  kez  daha  haykıralım..!!!

———————————

.

Ernesto  CHE  Guevara

*      *      *     *     *     *

CHE  Guevara’yı  öldüren  Bolivyalı  Küçük  Asker’e  yazılan  şiir

( Şiirin  evrenselliği,  CHE’yi  katleden Bolivyalı askerin ve PKK’nın patronu aynı olmasındandır..)

 

Bolivyalı   küçük   asker,

sırtında   tüfeğin,   gidiyorsun

Bolivyalı   küçük  asker

tüfeğin   Amerikan   malı..!!!   ( PKK’nın  da  öyle )

Sinyor   Barrientos   verdi   onu   sana

Bolivyalı   küçük   asker

Mister   Johnson’un   armağanı

kardeşini   vurman   için..!!!

Bolivyalı   küçük   asker

kardeşini   vurman   için

Kim   bu   ölü,   biliyor   musun..?!!!

Bolivyalı   küçük   asker ?

Bu   ölü     Che  Guevara,

Arjantinliydi   Kübalıydı

Bolivyalı   küçük   asker

Arjantinliydi   Kübalıydı.

Bolivyalı   küçük   asker

En   iyi   dostundu   senin..!!!

yoksulların  dostuydu    ( Kürtlerin  meclisteki  sözde  “vekil”leri  olan  feodal  ağaların  

güruhu  sadece  zengin  dostudur — Zenginin  maraba  dostu  olması  zaten  eşyanın 

tabiatına  aykırıdır — NEW  WORLD  ORDER  maşası  olan  PKK  gibi  eşkiyanın  tabiatına 

da  aykırıdır )

doğudan   dağlara   kadar

Bolivyalı   küçük   asker

doğudan dağlara kadar.

Gitarım   tepeden   tırnağa

Bolivyalı   küçük   asker

yas   tutuyor,   ağlamıyor

ağlamak   insan   işi

Bolivyalı   küçük   asker

ağlamak   insan   işi.

Sırası   değil   ağlamanın

Bolivyalı   küçük   asker

ele   mendil   yakışmaz   şimdi

ele   tırpan   yaraşır

Bolivyalı   küçük   asker

ele   tırpan   yaraşır.

Para   veriyorlar   sana

Bolivyalı   küçük   asker

alıp   satıyorlar   seni     (aynen  PKK  güruhu  gibi)

bu  iş  zalimin  işi    (eh,  kim  olduğunu  da  bilin  artık)

Bolivyalı   küçük   asker

bu   iş   zalimin   işi.

Vakti   geldi   uyanmanın (bizim  sığır  sürüsü  nerdeee..)

Bolivyalı   küçük   asker

dünya   ayağa   kalktı

erkenden   doğdu   güneş

Bolivyalı   küçük   asker

erkenden   doğdu   güneş.

Doğru   yolu   tutmaya   bak

Bolivyalı   küçük   asker

kolay   bir   yol   değil   bu

kolay   değil,   düzgün    değil

Bolivyalı   küçük   asker

kolay   değil,   düzgün   değil.

Şunu   öğrenmen   gerek..!!!

Bolivyalı   küçük   asker

kardeş   dediğin   vurulmaz

kardeşini   vurmaz   insan..!!!

Bolivyalı   küçük   asker

kardeşini   vurmaz   insan..!!!                

Nicolas  GUILLEN

*      *      *      *      *

9 Ekim 1967  sabahı  La Higuera’ya  inen  helikopterde  CIA  ajanı  Rodriguez  de  vardı.

Rodriguez  CIA’nın  kurup  eğittiği  Fidel Castro  karşıtı  2506. Tugay’dandı.

Odaya  girdiğinde  Che  onu  süzdü.  Bolivyalıya  benziyordu  ama  değildi.

Küba hakkında çok şey bildiğine göre ya Kübalı ya da Porto Rikolu olmalıydı. Rodriguez, Che’yi doğruladı.

Rodriguez daha sormaya başlamadan Che onu uyardı:
“Sorgu vermeyeceğim.”
Sustu.
Rodriguez özellikle Fidel aleyhinde bir ifade almayı çok istiyordu ama Che reddetti.
Kendisini kurtaracak tek şeyin Fidel aleyhinde konuşması olacağını çok iyi biliyordu.
Sustu.

Az sonra yan odadan tek bir kurşun sesi duydu.
Tahmin etti: Willy’yi infaz etmişlerdi.

Sustu.

Dışarda üç yetkili vardı.
Biri Che’yi yakalayan Albay Selich, diğeri CIA ajanı Rodriguez ve yine Bolivya ordusundan Albay Zenteno.
Rodriguez, Che’yi kaçırmayı ve Panama’ya bir ABD üssüne götürmeyi aklından geçiriyordu. CIA’ya haber yollamış ama henüz cevap alamamıştı.
CIA’dan cevap gelmeden Albay Zenteno’nun telsizine şifreli bir mesaj geldi. Zenteno’ya emir doğrudan devlet başkanı Barrientos’tan gelmişti.

O sırada radyo haberleri veriyordu: Ordu birlikleri ile çatışmaya giren 7 gerilla ölü ele geçirilmişti.

Radyo haberini doğrulama görevi Çavuş Mario Teran’a verilmişti.
Emir büyük yerden, Başkan’dandı.

Teran odaya girdiğinde Che, Teran’a soğukkanlılıkla baktı ve son sözlerini söyledi:
“Beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Ateş et ödlek alt tarafı bir adam öldüreceksin.”
Teran otomatik tüfeğini doğrulttu ve ateş etti.
Kollarından ve bacaklarından vurulan Che yere düştü.
Son gücünü kullanarak bileklerini ısırdı.
Bağırmadan ölmek istiyordu…

Öldü…

Ve  öldürüldüğü  yerde  yeniden  doğdu….

*      *      *      *      *      *      *

Salvador  ALLENDE

11 Eylül 1973  Saat 09:10

“Size  son  kez  hitap  ediyorum.  Uçaklar  Magallanes  radyosunun  vericilerini  bombaladı.  Bu  tarihsel  geçiş  anında,  halkıma  sadakatimi  hayatımla  ödeyeceğim.  Ama yüz binlerce Şililinin bilincine düşen tohum ergeç yeşerecek.  Onların silahları ve güçleri var.  Ama toplumsal ilerleyişi şiddet ve cinayetle durduramazlar.  Bu ülkenin geleceğini kuracak gençlere sesleniyorum: Şili’de faşizmin geçmişi uzun.  Tüm terörist suikastlar, havaya uçurulan köprüler, yıkılan demiryolları, patlatılan petrol kuyuları onların eseriydi.  Hepsi satın alınmıştı.  Tarih önünde yargılanacaklar.  Az sonra sesimi artık duymayacaksınız.  Ama hep sizinle olacağım.  Beni vatana sadık bir onurlu insan olarak hatırlayın.  Halkım kendini savunmalı, ama feda etmemeli.  Vatanın emekçileri, ben Şili’ye ve geleceğine inanıyorum.  Başka adamlar, başka insanlar ihanetin bastırdığı bu acı karanlığı aydınlatacaklar.  Er geç özgür insanın geçeceği kapıları açacak ve daha adil bir toplum kuracaklar.  Yaşasın  Şili!  Yaşasın  halk!  Yaşasın   emekçiler!  Bunlar benim son sözlerim ve fedakârlığım boşuna değil, satılmışlığa, korkaklığa ve ihanete bir ahlâk dersi olacağına eminim.”

Ve  Allende  savaşarak  vatanı  için  ölür…

*      *      *      *      *

Deniz  GEZMİŞ

12 Mart Darbesinin ilk günlerinden sonra Yusuf Aslan ilee birlikte Sivas’a gitmekteyken motosikletleri bozuldu. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada Aslan ile birbirlerini kaybettiler. Aslan o esnada Elmalı’da iken, Gezmiş ise 16 Mart 1971 salı günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde etrafı sarılarak yakalandı ve Kayseri’ye getirildi. Buradan Ankara’ya zamanın İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu’nun makamına götürüldü.

“(Bakan) Çok  keyifliydi. Ayaktaydı. Odası, sabahın sekizinde gazetecilerle dolu. Ben hep başımı dik tutmaya, canlı, dipdiri görünmeye çalışıyorum. Nasıl bitkinim oysa, ayaklarımı zor sürüyorum. Ayakta duracak gücüm kalmamış. Ama belli etmiyorum. “Geçmiş olsun,” dedi gülerek İçişleri Bakanı. Suratına baktım pis pis. Hiçbir karşılık vermedim. Gazetecilere döndü: “Şu pejmürde kılıklı adam, Halk Kurtuluş Ordusu’nun kahramanıymış.” “Beğenemedin mi? Tabii kahramanıyım, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun savaşçısıyım.” “Nereye gidiyordun?” “Devrime.” Haritayı gösteriyor duvarda, Sivas’ı gösteriyor: “Buradan mı gidilir devrime?” “Senin kafan almaz böyle şeyleri.” “Türkiye’de bir tek ordu vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusudur.” “Onun için Demirel ve senin gibiler hemen istifayı bastınız.” Sinirlendi. Üzerine bir adım attım. Geriledi. Şaşırdı. Dehşetli bir panik havası içinde, elini sallayarak ve kekeleyerek: “Gö-gö-götürün bunu” dedi. Sürükleyerek çıkardılar beni odadan. “Göstereceğiz sana da, senin gibilere de, Amerikanın güvenilir köpekleri!” diye bağırdım kapıdan çıkarılırken. Gazetecilerin yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.”

Mahkemesi 16 Temmuz 1971 günü Altındağ Veteriner Okulu binası’nda Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığında Baki Tuğ’un savcı olduğu Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 no’lu Mahkemesi’nde başladı ve 9 Ekim 1971 günü bitti. Deniz ve arkadaşları 16 Temmuz 1971′de başlayan THKO-1 Davası’nda TCK’nın 146.maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle, 9 Ekim 1971′de 146/1 idam cezasına çarptırıldı.

Babasına  son  mektup :  “Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceginizi biliyorum. Fakat bu dururumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar,büyür,yaşar ölürler, önemli olan cok yasamak degil,yasadigi sure icinde fazla seyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldi ki benden evvel giden arkadaslarim hicbir zaman olum karsisinda tereddut etmemislerdir. Benim de etmeyecegimden suphen olmasin.Oglun, olum karsisinda aciz ve caresiz kalmis degildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunda da bu oldugunu biliyordu…”

6 Mayıs 1972 Ankara Merkez Kapalı Cezaevi
İdama tanık olan avukatı Halit Çelenk’e göre son sözleri :   “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler” olmuştur.

*      *      *      *      *      *

Abdullah  ÖCALAN

“Devlet görevlisi: Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin.  Nasılsın ?

“Abdullah Öcalan:  (Şaşkın ve morali bozuk bir halde)  Sağol,  iyiyim.

“Devlet görevlisi:  Miden  mi  yanıyor ?15-subat-1999-abdullah ocalanın yakalanışı

“Abdullah Öcalan:  İyi.

“Devlet görevlisi:Yani sağlıktan bir problemin yok?

“(Kafasıyla “Hayır” işareti yapıyor.)

“Devlet görevlisi: Ne var? Midende mi var? Ağrı, ekşime falan mı var? Yanma mı var?

“(Kafasını sağa sola sallayarak yüzünü ekşitiyor.)

“Devlet görevlisi: Tamam, gereken tedaviyi biz yaptırırız. Şimdi sana bazı şeyler sormak istiyorum.

“(Öcalan  sürekli  gözlerini  kapatıyor.)

“Devlet görevlisi: Gözlerini kapatmana gerek yok. İstersen suyla silelim mi? Bant izleri rahatsız ediyorsa suyla silelim gözlerini, rahat etsin.

“(Öcalan, kafasını sallayarak “Hayır” diyor.)

“Devlet görevlisi: Sen şimdi bizim misafirimizsin. Rahat ol. Yani kendini öyle sıkıntıya sokma. İstediğin birşey varsa…

“Abdullah Öcalan:   Ben  ülkemi  severim.  Annem  de  Türk’tü.

“Devlet görevlisi: Biraz daha yüksek sesle konuşabilir misin ?

“Abdullah Öcalan: Bir hizmet imkánım olursa yaparım. Onun dışında bana bir şey söylemeyin. Hizmet gerekirse yaparım.

“Devlet görevlisi: Sorulara cevap verirsen, hizmet yapmış olursun. Yüzünü gözünü silelim eğer rahatsız oluyorsan.

“Abdullah Öcalan: Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz, hizmet ederim. Bunları, halkın içinde konuşuyorum. Başka bir şey de konuşmam. Bir hizmet imkánım varsa, ben inanıyorum vardır, daha üst düzeydekilere de bildirirsek, ben hizmeti seve seve ederim. Ben hizmet edeceğim. Çok iyi edeceğim.

“Devlet görevlisi: Şimdi bak kaydediyoruz, senin şeylerini.

“Abdullah Öcalan: Yayınlayın. İşkence etmediniz, benim içimden geliyor. Ama ben gerçekten söylüyorum. Türkiye’yi seviyorum. Ve Türk halkını da seviyorum. Onlar için iyi hizmet edeceğime inanıyorum. Fırsat verilirse yaparım.

Okumaya devam edin ‘Öcalan : Bir teslimiyet ve korkaklık öyküsü’




İstatistikler

  • 2.406.134 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Haziran 2011
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
27282930  

En fazla oylananlar