Nisan 2012 için arşiv

30
Nis
12

Evrensel Hukuktan Erdoğansal Hukuka Yıkım Süreci ve Garabetler Silsilesi..

Aslında  ‘Sayın’  kelimesi  bir  saygı  ifadesidir. 

Ancak  sizin  genel  başkanınız  olan  zat-ı  muhteremin,  teröristbaşına  ‘Sayın’  dediği  o  günden  bu  yana,  biz  artık  ‘sayını’  saygı  duymadığımız  kişilere  kullanmayı  da  öğrendik..

Sayın  bakan  Danıştay  kararından  rahatsız  olmuş..!

Ve  utanmamış , sıkılmamış  açıklama  yapmış :
‘Bu kez sadece 19 Mayıs’ı değil, 23 Nisan’ı, 30 Ağustos’u ve 29 Ekim’i kapsayan bir genelge çıkaracağız’

Aferin  size..
Durun  madalya  takalım..
Bir  insan,  içindeki  ‘kendi  deyimiyle’  garabeti  bu  kadar  mı  çekinmeden  açığa  vurur ?
Vurur  kardeşim…
Neden  çekinsin ki..
Bak,  genel  başkanları  olacak  zat-ı  muhterem  ne  demiş  aynı  Danıştay  kararı  için :
‘Kimse  mürebbiye  gibi  bize  parmağını  sallamasın’

Bir  aferinde  size  ‘sayın’  başbakan..

Hukuksal  kararlara  mürebbiye  yaklaşımı..
Bu  ne  ciddiyetsizlik..

Bu   ne   hukuku   hiçe   saymak..

Bakanı,   başbakanı,   bürokratı,   yandaş   gazetecisi,  

yalakası   kendini   Mozambik’de   sanıyor   bu   ülkede..

Beyler  dikkattiniz  çekerim,  burası   Türkiye…

ONA   GÖRE,    HAAAAA..!!!

Sizin,  bayramlarını  bile  kaldırmaya  çalıştığınız  Ata’nın  ülkesi..

Demokrasi  kendi  yandaşlarına…

Hukuk  ‘fenercilere’

Müyesser  içerde,  Soner  içerde,  Tuncay  içerde,  komutanlar,  aydınlar  içerde..

Sebep ?

Hukuk  fakültelerinde  okutulan  ‘Evrensel  Hukukun’,  2001’den  bu  yana  ‘Erdoğan  Hukukuyla’  değiştirildiğini  bilmedikleri  için…

Fenerciler  milyonlarca  euroyu  cebe  attılar..

On  binleri  dolandırıp  birilerine  siyasal  rant  sağladılar..

Dokunulmazlık  dosyalarının  arkasında  başta  başbakan  olmak  üzere  onlarca  AKP’li  var.

Ama  altları  kuru  keyifleri  yerinde..

Erdoğan  hukukunu  iyi  özümsemişler…

Garip  ülke  vesselâm…

Ata’nın  bayramlarından  rahatsız  sağ  muhafazakar  bir  iktidar,  ve  onun  bayramlarını  sulandıran  sol  bir  gençlik  örgütü  elele  vermiş  temel  kazıyorlar..

Ama  görünüşte  birbirlerini  mahkemeye  verip  protesto  ediyorlar..

Bir  bakan  çıkıp  Ata’dan  ve  bayramından  rahatsızlığını,  ‘Kızım  sana   söylüyorum  gelinim  sen  anla’  dercesine  ‘Garabet’  sözleri  ile  açıklıyor..

Biz…

Susuyoruz..

Bildiğin   tiyatro…

“Baş”bakan   “açık”lamış   ya…

“Devlet  eliyle  tiyatro  olmaz”…  mış

Oluyor   “sayın”   başbakan…   Oluyooorr…

Hemi   de   bal   gibi   oluyor…

Haberlerde   “kendini”zi   “seyred”in,    “göreceksin”iz…

BU    KADAR    BASİT…

Burak H. ÖZDEMİR

http://www.ilk-kursun.com/haber/102804

30
Nis
12

AFYON’DA İÇKİ “YASSAHHRR”MıŞ… KİM SKER LAN SİZİ..?!!!

AFYON’DA   İÇKİ   “YASSAHHRR”MıŞ… 

DE   SİKTİRİN   GİDİN   LAN,   KUL   HAKKı   TECAVÜZCÜLERİ…  

KİM   TAKAR   LAN   SİZİ,   ZÜBÜKLER…

TOPLUM   OLARAK   TOPUNUZUN    A.Q..!!!

http://www.bobiler.org/k.asp?id=4688

30
Nis
12

TAYYİB-ÜL BÜLBÜL DEMOKRASİSİ

28 Şubat’ın sembol isimlerinden Rize Milletvekili Şevki Yılmaz;
“Erbakan’ın diktiği çiçek Çankaya’da Gül, Hükümette Tayyib-ül Bülbül oldu” dedi…
Başbakan Erdoğan’ın hemşerisi, hocası ve ağabeyi diyor ki; “28 Şubat öncesi Erbakan Hükümeti olarak öyle temeller attık ki, 28 Şubat sayesinde Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Tayyip Erdoğan’da Başbakan oldu…”
Kimin neyin ürünü olduğuna dair, aile içinden mükemmel bir örnek!…

Size “Tayyib-ül Bülbül Demokrasi”sinden iki örnek vermek istiyorum.

Dandik  Kongreler;
AKP, İlçe ve İl Kongrelerini yapıyor. Her kongre için Genel Merkezden onay almak şart. Birden fazla adayla kongre yapmak yasak. Aday olacak kişiyi
AKP Genel Merkezi(Tayyip Erdoğan) belirliyor.
Kongre salonu için hiçbir masraftan kaçınılmıyor.(Nasılsa para b.k gibi)
Salon, taşıma partililer ve belediyeler tarafından ağzına kadar dolduruluyor. Kongre yapılan yerin futbol takımının renklerinden oluşan atkılarından bolca yaptırılıp, herkesin boynuna takılıyor. Salonun her tarafı Başbakan Erdoğan’ın posterleriyle donatılıyor. Göstermelik olarak bir tane de Atatürk posteri konuyor. Saatlerce bekleniyor, Başbakan Erdoğan geldiği gibi alkışlar arasında kürsüye çıkıyor ve danışmanları tarafından önceden yazılmış konuşmasını okuyor, herkes alkışlıyor ve kongre sona eriyor.
Peki; Kongrede bir özeleştiri, bir tenkit, bir siyasi yarışma, bir talep, bir fikir tartışması, ülke yararına bir öneri, toplumun dertlerine çözüm var mı?
Ne gezer…
Siyasi Parti kongresi değil, sanki Tayyip Hocanın verdiği vaazı dinlemek için toplanmış tarikat toplantısı!…
Parti içinde demokrasiyi yaşatmayan, faşist idare uygulayan bir yönetimden, ülkede demokrasiyi yaşatmak ve standartlarını yükseltmesini beklemek ham bir hayalden başka bir şey değildir…

Avukatsız Mahkeme;
AKP Hükümeti, “Yargıda Reform” adıyla yaptığı yasa tasarısına eklediği bir madde ile, “Mahkeme karar aşamasına geldiğinde, eğer Avukat yoksa, onun yokluğunda mahkeme karar verebilir” değişikliğini gündeme getirmektedir.
Demokrasisiz Cumhuriyet- Hesap Verilmeyen Yönetim- İhalesiz Alımlar-Delilsiz Tutuklama- Kaynağı Belirsiz Servetler- Deniz Fenerini örtmek- Dindar kindar gençlik-Trişkadan Kongreler ve Avukatsız Yargılamalar…
Her zaman söyledim; Bunların sonları ibretlik olacak, yüzlerine bakacak bir Allahın kulu bulunmayacak…

Not; Başbakan Erdoğan ve arkadaşları, Sayın Demirel’e hakarete varan söylemler başlattılar. Bu Cemaat-Tarikat Demokratları, 88 yaşında ve üstelik rahatsız olan Devlet Adamından hala niçin korkarlar, anlamak mümkün değil. Yapıları gereği “Mertçe Tartışmayı” bilmezler. Korkaktırlar. Lafı adamın arkasından söylerler ve kaçarlar!…
Her zaman kabadayılığı, delikanlılığıyla övünen Başbakan Erdoğan’a bir önerim olacak;
“Eğer gerçekten bilgili ve yürekli iseniz, Siz+Bakanlarınız+Danışmanlarınız hep birlikte, bir cemaat televizyonunun canlı yayınında, 9 uncu Cumhurbaşkanı Demirel’in veya onun görevlendireceği arkadaşlarından birinin karşısına çıkın ve onunla Türkiye’nin geçmişini, bu gününü ve yarınını tartışıverin. Türk Milleti görsün, kim bilge kim cahil, kim dobracı kim yalancı, kim Türkiye’ye eserler katmış kim hepsini peşkeş çekip satmış, kim demokrat kim darbesever, kim cesur kim korkak…
Haydi civanım delikanlım korkma, adam 88 yaşında seni yemez, dedikodu yapma, iftira atma, delikanlı gibi karşısına çık. Haydi, birazcık cesaret…
Yen şu Demirel’i de meydan delikanlı görsün !…

Sağlık  ve  başarı  dileklerimle  /  30 Nisan  2012

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/102783

30
Nis
12

“4+4+4” dindar ve kindar kuşaklar yetiştirecektir

– Sayın Özdemir İnce, Hürriyet gazetesinin hayatınızda önemli bir yer tutmadığını biliyoruz ama Türkiye’nin son dönemki durumunu analiz etmek açısından Hürriyet’teki işinize son verilmesini ve bu süreci biraz özetleyebilir misiniz?

– Bir söyleşide Hürriyet’in hayatımda bir ayrıntı olduğunu söyledim. Ama bu önemsizdir, hayatımda yer tutmaz anlamına gelmez. Garsonluk, simit ve gazoz satıcılığı, kebapçı çıraklığı, buğday eleyiciliği, fabrika işçiliği, maliye memurluğu, kütüphanecilik, öğretmenlik, televizyonculuk, editörlük, yayınevi yayın yöneticiliği yapmış, 63 yaşında gazete yazarlığına başlamış; 120’den fazla telif ve tercüme kitap yayınlamış ve 75 yaşında bir adamın hayatında her şey önemli bir ayrıntıdır.


Özdemir İnce’nin Hürriyet gazetesindeki son yazısı
“Son yazım” başlığıyla 1 Nisan’da yayınlandı.
Yazarlarımız Serap Yeşiltuna ve Tuğrul Çelik Özdemir İnce’yle röportaj yaptı…

Hürriyet gazetesi patron katı kendi isteği ve özgür iradesiyle beni yazar kadrosunun dışında bırakmadı. Yönetim Emin Çölaşan için bazı özel nedenler gösterebilir.. Göstermiştir. Ama, Oktay Ekşi ve Bekir Coşkun’u soracak olsanız, kendilerinin ayrıldıklarını söylerler. Cüneyt Ülsever için de geçerli-geçersiz bir sebep gösterebilirler.

Bana Enis Berberoğlu imzasıyla gönderilen mektupta şöyle bir cümle vardı: “Bugünkü saygın ve bağımsız konumu Sizin gibi meslektaşlarımızın özverili, titiz ve ses getiren çalışmaları, yazıları sayesindedir… // Bu aybaşı itibariyle yazılarımıza son verdiğimi derin bir teessürle bildirmek zorundayım.”

Basına yansıdığı kadarıyla ihtiyar olduğum için yazılarıma son vermişler. Gülünç! Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’nin en etkili, en çok referans verilen üç yazarından biriyim. Hürriyet gazetesinin en çok okunan ikinci yazarıyım. Durum böyle. Ben araştırmaların yalancısıyım.

AKP hükümeti iktidara geldiğinden itibaren benden hoşlanmıyordu. 2007 yılından itibaren bu iyice açığa çıktı ve gazete yönetimine baskılar arttı. Baskı olduğu bana aktarıldı, zaman zaman kulağıma geldi. Yönetim baskılara başlangıçta göğüs gerdi. Ama 2011 yılının mart ayında haftada beş yazım bir yazıya indirildi. 2012 yılının mart ayının 29’uncu günü söz konusu mektup bana saygın bir ulak tarafından getirildi.

Gazetede yazı yazdığım 12 yıl içinde patron katıyla ve yöneticilerle aramda herhangi bir tartışma olmamıştır. Bu süre içinde yazılarımdan dolayı mahkûm olmadım, gazete benim için tazminat ödemedi.

– Sadece 4+4+4 ile ilgili olarak yazdığınız yazılar mı, yoksa genel olarak ulusalcı söylemleriniz mi bu kararda etkili oldu sizce?

– “4+4+4” son damladır. İmam-hatipler, dinsel sapınç ve saptırımlar hakkında yaptığım eleştiriler iktidarın ve cemaat ve tarikatların hoşuna gitmiyordu. Benim yazılarım klasik köşe yazısı değildi. Okurlar keserek saklıyorlardı. Nitekim çoğu yazım kitap olarak yayınlandı (Pazar Yazıları, Tersi-Yüzü, Yedi Canlı Cumhuriyet, 100 Pazar Yazısı, Fesatlar Sarmalında Türkiye, Cumhuriyetsiz Demokrasi, Demokrasisiz Demokrasi, Demokrasi ile Diktatorya Arasında). Daha sonraki yazılarım da kitaplaşacaklar. Ben ömrü 24 saat olan yazılar yazmadım, yazmıyorum, yazmayacağım. Bu kitaplar benim yazınsal (edebi) çalışmalarıma eklenen yapıtlardır. Bir şair ve yazar böyle bir eklenmeyi kolay kolay göze alamaz. Edebiyat ürünlerimi olumsuz etkileyebilir. Ben yazılarıma güvendiğim için bu tehlikeyi göze aldım.

Ben yazılarımı “Ulusalcı” olarak tanımlamıyorum, böyle nitelendirmiyorum. Kendimi tanımlarken “demokrat, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, eşitlikçi” gibi sıfatları da kullanmam. Ben “cumhuriyetçi”yim. Gerçek cumhuriyet bunların tamamını kapsar. “Kemalistim, Atatürkçüyüm” de demem. Cumhuriyetçiyim. Yazılarım haber değildir, habere dayanmaz. Bilimsel makalelerdir. Yazılarım öğreticidir. Yazılarımın çoğunda, mevcut iktidarın eylem ve uygulamalarıyla cumhuriyetimizden hoşlanmadığını kanıtladığını gösterdim.   Bu  türden  yazılar  gerici  iktidarlar  tarafından  her  zaman  tehlikeli  olarak  görülür.

Okumaya devam edin ‘“4+4+4” dindar ve kindar kuşaklar yetiştirecektir’

29
Nis
12

AKP BİR MİLLİ HÜKÜMET Mİ YOKSA MİLLİ HÜKÜMETE KARŞı BİR TEHDİT MİDİR ?

Gerçeği kamuoyu dikkatinden kaçırıp hayallerle umut veren bir siyasetin pençesine düşmüş Türk milleti, göz ardına gizlenen bu gerçeğin neden olduğu acı ve umutsuzluğu yıllardır yaşıyor ve kendisini terörden kurtaramıyor. Terörün; küresel projeleri gerçekleştirmeye yönelik “silahlı siyaset”in görünen yüzü olduğu göremiyor.

Ne acıdır ki Türkiye’de bu yüz; insanlarımızın çaresizliği, şehitlerimizin kanı, yok edilen ulusal kaynaklar ve her geçen gün artan kamusal bir öfkeyle şekilleniyor ve gün ışığına çıkıyor. Bir yanda terörle mücadele için bir strateji ortaya koymayan dışa bağımlı kör ve sağır bir siyaset, öte yanda bu siyaset yüzünden can veren bir Mehmetçik ve her ikisini uzaktan izleyen masum ve çaresiz bir halkımızla ortaya çıkan trajik tablo sahip olduğumuz iç ve dış dinamiklerin gücü konusunda halkımızı çeliştiriyor.

Türk milleti siyaset-ordu ile küresel terör arasındaki ilişkiyi algılama güçlüğüne düşürülüyor, siyasetin içsel sorunları emperyalist güçlerin desteğiyle bir açmaza sürüklediği gerçeği gözden kaçırılıyor ve bu tuzağa destek veren taraflı medyanın psikolojik harekatı gören gözleri şaşırtıyor ve akılları karıştırıyor. Türk milleti hızla bir çözümsüzlüğe doğru itiliyor ve ulusal çıkarlara aykırı dayatmalar “çözüm” gibi algılatılmaya çalışılıyor. Terörün ardındaki siyasi zihniyet kamuoyunun ayakları altına serilemediği için Türkiye’nin sahip olduğu dinamiklerle asla çaresiz olmadığı gerçeği gün yüzüne çıkarılmıyor. Emperyalist tuzaklar amaçlarını gerçekleştiriyor ve terör, bu tuzağın görünen yüzü olarak bize bakıyor.

ASALA  ve  PKK

Türkiye emperyalist emellerin bir aracı olarak örgütlü silahlı siyaset anlamına gelen terörle ilk olarak 70’li yıllarda tanışmıştır 1973-1985 yılları arasında Türk diplomatlarına yönelik 21 ülkede 110 eylemin gerçekleştirilmesi ve 42 Türk diplomatının öldürülmesiyle Ermeni meselesi emperyalist siyasetin içine çekilmiştir. ASALA, Türkiye ile Ermenistan arasındaki tarihin derinliklerine gömülmüş bir süreci siyasetin içine çekmekle silahlı propaganda dönemini tamamlamış ve silahın başlattığı siyaseti sürdürmek üzere yerini Ermenistan’a, Ermeni lobilerine ve de Türkiye üzerinde emelleri olan AB-ABD-İsrail üçlüsüne bırakmıştır.

ASALA’nın hemen ardından gelen PKK terör örgütü, 1979’dan günümüze kadar sürdürdüğü cinayetleriyle küresel üçlünün istekleri doğrultusunda içsel sorunları bir siyasi sorun olarak uluslararası siyasetin içine çekmeyi becerebilmiştir. 1991 Körfez krizi sonrası ortaya çıkan ABD’nin yol açtığı Saddam’ın Halepçe katliamı ve 500 bin Iraklı Kürt’ün Türkiye’ye sığınması olayı ile önceden kurgulanmış “Kürt sorunu” da tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi siyasete çekilmiştir. Ancak, Ermeni meselesini dünya siyasetinde izleyecek bir Ermenistan devletinin varlığına karşın, silahlı terörle yaratılan Kürt sorununu uluslararası gündemde takip edecek bir Kürdistan devleti olmadığı için PKK günümüze kadar yaşatılmıştır.

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal edip Barzani’yi stratejik müttefik ilan etmesi, kuzeyde Kürt devletini fiilen kurması ve PKK’nın siyasi misyonunu Barzani’ye devretmesiyle PKK silahlı siyaseti de anlamını yitirmiş görülmektedir. Bu şekliyle Türkiye sesli olarak dile getirilmeyen yeni bir sürece girmiştir; silahlı terörle yaratılan Kürt sorunu artık uluslararası siyaset gündemine bir siyasi lider tarafından taşınacak ve geliştirecek, filli bir Kürt devleti bu siyasetin ardında yer alacak ve bu siyasette silahlı teröriste Türkiye’de yer verilmeyecektir. Son yaşadığımız terör olaylarını bu küresel projeye direnen ve siyasi misyonunu kendi başına tamamlamak isteyen PKK radikal guruplarının eylemi şeklinde değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Silahlı terörle siyaset artık İran ve Suriye’de sürdürülecek ve Türkiye, küresel üçlünün projeleri çerçevesinde Kürt sorununu siyasi zeminde çözmeye zorlanacaktır. Bu tablo ile Türkiye’nin, üçlü küresel gücün(AB-ABD ve İsrail) iki yüz yıldır kurguladığı tuzakla şekillenen emperyalist projelerin müşterek hedefi olduğu ve Barzani’nin yaratılmasıyla Ortadoğu’da yüzyıllar sürecek bir karışıklığın temelinin atılmış olduğu da açıkça görülmektedir.

Küresel  Üçlü

Küresel üçlüyü Türkiye gibi müşterek hedefte buluşmaya götüren yol,1071 Malazgirt savaşıyla Bizans ordularını yenip Anadolu’ya yerleşen Türklere Avrupa’nın duyduğu müşterek öfkenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 1095 yılında Papa II. Ürben ve Papaz Piyer Lermit tarafından “Cennette toprak” vaadiyle toplanan 600.000 kişilik Haçlı Ordusuna verilen; “Anadolu’dan Türkleri kovmak ve kutsal toprakları Müslümanlardan geri ele geçirmek” görevi, bu yolun eski Bizans’a çıkmayı hedeflediğini ve mücadelenin dinsel amaçlara dayatıldığını açıkça göstermektedir. Tarihsel süreçte Kutsal topraklar Haçlı zihniyetiyle İsrail tarafından ele geçirilmiş ancak Anadolu’daki Türk varlığını yok etmeye güçleri yetmemiştir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için Türk varlığının Anadolu’dan silinmesi gerekmektedir ama bunu günümüz koşullarında nasıl yapacaklardır?

Haçlı ya da Bizans projesinin bir uzantısı olarak Ortadoğu’da bir Yahudi devletinin kurulması fikri de geçmişi yüzyıllara dayanan bir proje olarak dünya siyasetinin gündemini hiç terk etmemiştir. 1917 Balfour deklarasyonu ile İngiltere, Birinci Dünya savaşı sonunda Filistin’de bir Yahudi Devleti’nin kurulacağının ilk işaretini vermiştir. Açıklamayı yapan İngiltere olmasına karşın projeyi uygulamaya koyan Amerika olmuş ve 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla ABD adımını Ortadoğu’ya atmıştır. İsrail, ABD için önemlidir çünkü bir yanda “Nil’den Fırat’a kutsal toprakları” ele geçirmeyi düşleyen bir İsrail, öte yanda İran ve Irak’ı tarihsel bir öç için hedef seçmiş bir İsrail vardır çünkü M.Ö 500’lü yıllarda ilk krallıkları olan Yahuda’yı yıkan Babiller yani bugünkü Irak, ardından vuran ise Persler yani İran’dır. Filistin toprakları bu amaçla işgal edilmiş ancak İsrail kurulduğu günden bugüne bir türlü varlığını güvence altına alamamış ve olası savaşların eşiği olmaktan kurtulamamıştır. Emperyalist güçlerin çıkarlarını koruyacak bir İsrail’in yaşaması, büyümesi ve sağlam müttefikler bulması gerekmektedir ama bu nasıl yapılacaktır?

Öte yandan, dünya enerji havzalarını ele geçirmeyi amaçlayan ABD, 1991 Körfez savaşıyla silahlı güçlerini Ortadoğu’ya getirmiş, 2002’de Afganistan’ı, 2003’te Irak’ı işgal etmiştir. Enerji havzalarının kontrol ve denetimi ve enerjinin batıya nakli için bu bölgelerdeki ülkelerin parçalanması ve ABD’nin sözünü dinleyecek küçük ve zayıf yönetimlerin iş başına gelmesi gerekmektedir. Ayrıca, olası nükleer gücü ve desteklediği radikal İslami guruplarıyla İsrail’e tehdit oluşturan bir İran meselesi vardır. Emperyalist güçler nasıl bir strateji geliştireceklerdir ki, hem İsrail varlığını güçlenerek sürdürecek, hem Haçlı seferleri emeline ulaşacak, hem bölge ülkeleri parçalanacak ve de İran tehdit olmaktan çıkarılacaktır?

İsrail  Stratejisi

Dünya Siyonist yayın organı Kivunim’de Şubat 1982’de sessiz sedasız bir makale yayınlanmış ancak bu makale Türkiye’de gündeme hiç taşınmamıştır. Yazarı Yahudi bir Ortadoğu uzmanı olan Oded Yinon’dur. Yahudiliğin fikir babalarından İsrael Shakak, bu makale için yazdığı önsözde Yınon’u açıkça desteklemektedir. “1980’lerde İsrail İçin Strateji” başlığı taşıyan bu makalede açıklanan strateji ile İsrail’in Körfez’de emperyalist bir güç olabilmesi için Mısır’dan İran’a kadar olan coğrafyadaki ülkelerin etnik köken ve dini mezhep temelinde parçalanması öngörülmektedir. “Parçala-böl-yönet” anlamına gelen bu strateji çerçevesinde ilk hedef olarak Irak gösterilmekte ve bu ülkenin üçe hatta beşe bölünmesi ve bir Kürt devletinin kurulması önerilmektedir.

Bu stratejiye, 2006 yılında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde “Kanlı Sınırlar” üst başlığıyla yayınlanan makalesiyle Amerikan E. Albayı Peters destek vermiştir. ABD’li uzman, İsrail’in parçalama stratejisine Büyük Ermenistan ve Büyük Kürdistan’ı ekleyerek Türkiye’yi hedef göstermiştir. Makalede yer alan;”Unutulması güç yanlışlıklar hiçbir zaman sadece toprak ödülü ile telafi edilemez, yıkılan Osmanlı Devleti’nin Ermenilere karşı uyguladığı soykırım gibi. Ağrı Dağı Ermenilere verilmelidir. Balkanlar ve Himalayalar arasında en çok göze çarpan toprak adaletsizliklerinden birisi de bir Kürt devletinin olmamasıdır”, şeklindeki ifadeleriyle ABD’li E. Albay Peters, üçlü küresel gücün 70’li yıllarda silahlı siyasetle uluslararası gündeme taşıdığı sözde “ Ermeni-Kürt” sorunlarına çözüm önermektedir.

Bu iki strateji Türkiye’yi parçalamayı hedeflediğinden dolayı, Haçlı ya da Bizans projesinin sahipleri olan AB ülkelerini çok sevindirmiştir. Çünkü Türklerin Anadolu’daki varlığı Büyük Ermenistan ve Kürdistan’la İsrail’e kadar uzanan bir coğrafyada kuşatılacak, Kafkas ve Orta Asya ile bağı kesilerek parçalanıp küçültülecek ve kalan parçada misyonerlik çalışmalarıyla Müslüman Türk halkı Hıristiyan yapılabilecek ve böylece Türk varlığı tarihten silinebilecektir.

Müşterek hedefte anlaşan üçlü küresel güç, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini de dikkate alarak görev paylaşımını yapmıştır; AB ülkeleri bu projenin siyasi ayağını teşkil edecek, İsrail bölgesel stratejiyi belirleyecek, ABD ise silahlı güç kullanacaktır. Çünkü; hedefteki Türkiye’nin etnik köken ve dini mezhep zenginliği vardır ve bu temelde geliştirilecek ayrıştırmalar parçalanmayı kolaylaştıracaktır. Büyük Kürdistan projesinin hayata geçirilmesiyle de Türkiye, İran, Suriye ve Irak gibi dört komşu ülke yüzyıllar sürecek bir kargaşanın içerisine çekilebilecektir.

ABD’nin  Stratejik  Müttefiki  Barzani

Bu küresel plan adım adım işlemiştir ve 1979-1989 arası İran-Irak savaşı “galibi olmayan bir savaş” olarak kurgulanmış ve her iki ülkenin kaynakları eritilmiştir. Aşırı borçlanan Saddam’a yol gösterilerek 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi için cesaretlendirilmiş, ardından bu işgal gerekçe gösterilip tehdit altında oldukları ileri sürülerek Arap ülkelerinin ABD’ye üs vermesi sağlanmıştır.

Türkiye’deki siyasi zihniyetin desteğiyle 91’den 2003’e kadar Körfez’de varlığını sürdüren ABD’li Çekiç Güç, Barzani’ye olası Kürt devletinin otonom yapısını kazandırmış, güçlü ve silahlı bir PKK ortaya çıkararak Türkiye’de etnik ayrımcılığı körüklemiş, Halepçe katliamı ile de küresel projeyi “Kürt sorunu” adıyla AB’nin siyasetinin ana gündemine çekmiştir.

2003 yılında ABD, müşterek strateji içerisindeki rolüne uygun olarak kitle imha silahlarını gerekçe gösterip Irak’ı işgal etmiş ve “etnik köken ve dini mezhep” temelinde ayrıştırıp parçalamıştır. Kuzeyde Kürt devletini fiilen kurarak peşmerge Barzani’yi stratejik lider konumuna getirmiş ve ABD müttefiki sıfatıyla dokunulmazlık zırhı altına alınmıştır.

Türkiye tarafından 2007 ve sonrasında yapılan hava ve kara harekatına ilişkin yapılan hükümet açıklamalarında yer alan “sivil halka zarar verilmeyeceğine” yönelik ifadeler ve harekat hedefinin Barzani olmadığı yolunda verilen mesajlar bu dokunulmazlığı açıkça işaret etmektedir. Harekattan kaçıp Barzani’ye sığınan teröristlere karşı eyleme girişilmemesi de bu düşüncemizi şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde kanıtlamaktadır.

1 Mart tezkeresinin meclisten geçmemesi, buna karşın 20 Mart’ta ikinci bir tezkere geçirilerek İncirlik hava üssü ve Türk hava sahasının ABD’ye açılması, Habur Gümrük Kapısından yapılan sevkıyatlarla Irak işgalinin kolaylaştırılması, ardından Barzani’ye verilen ekonomik destek ve geliştirilen ilişkiler ABD’nin Büyük Orta Doğu projesi içerisinde Türkiye’nin önemli bir rol üstlendiğini gösterir işaretler olup bu göstergeler Başbakan Erdoğan’ın, “ BOP’un eşbaşkanlarından biriyiz”, söylemine de büyük anlam kazandırmaktadır.

Ulusal  Harekat

Bundan sonraki olasılıklar kendiliğinden ardı ardına sıralanmaktadır; ABD destekli askeri operasyonlarla PKK terör örgütü zaman içerisinde etkisiz hale getirilecek ve Barzani stratejik müttefik olarak küresel projenin bir ajanı olarak desteklenecektir.

Ancak, otuz yıldır varlığını ve eylemlerini sürdüren PKK sözde lider kadrosunun Barzani’ye boğun eğerek derhal silah bırakabileceklerini düşünmek olası değildir. Çünkü PKK bir terör örgütü olmaktan öteye yıllık 500 milyon AVRO’luk mali kaynağı, Avrupa’daki köklü siyasi cephesi, Türkiye’deki eleman ve finans kaynaklarıyla bir silahlı mafya örgütü özelliğini kazanmıştır. Sözde lider kadronun bu dinamiklerden vazgeçmesi ve örgütün siyasi uzantısı konumundaki DTP ile milis kadroların bir anda saf değiştirmelerini beklemek de olası değildir. Bu durumda önümüzdeki dönemde başta İmralı’daki örgüt başının yeniden yargılanması olmak üzere tüm sözde lider kadroya af getirilerek siyaset yolunun açılması için içte ve dışta girişimlerin başlatılması hiç de şaşırtıcı olmayan bir gelişme olarak karşılanmalıdır.

Bu süreci hızlandırmak için örgütün yurt içindeki eylemlerini tırmandırması ve sivil halka yönelik provokatif eylemler gerçekleştirme yoluna gitmesi de güçlü olasılıklardan biri olarak karşımıza çıkacağı beklenmelidir. Amaç; uluslararası siyaset kurumlarının Türkiye’deki bu içsel soruna müdahil olmasını sağlamak olacaktır. 25 MAYIS 2008 günü DTP Van il teşkilatının kongresinde “İstiklal Marşı” yerine “Barzani marşının” çalınması, “Kürdistan” sloganlarının atılması, “BARZANİ-ÖCALAN” çizgisinde bir arayışın en açık örneğidir.

Her iki olasılıkta da teröristlerin eylemlerini sürdürebilmesi ve Irak coğrafyasının sağladığı avantajlardan yararlanabilmesi için, geçmişte yaşanan olayların kazandırdığı tecrübelerin ışığında Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarını asla terk etmeyeceği açıkça görülecektir.

Bu siyaseti uygulayan ve destekleyenlerin; Barzani’yi tanımak ile Kürt devletini tanımak arasında bir farkın olmayacağını ve bu siyaseti sürdürmenin, “Türkiye’yi parçalama ve Anadolu’daki Türk varlığını yok etme” amacını taşıyan projelere destek vermek ve onun bir parçası olmak anlamına geleceğini düşünmediklerini varsaymak artık olası değildir.

Türkiye’de siyaset mekanizması artık işlememekte ve siyasi zihniyet ayakta durabilmek için ulusal özelliğinden uzaklaşarak küresel güçlere sırtını dayamaya çalışmaktadır. Bugüne kadar uygulanan politikalarla ulusal çıkarlar hep göz ardı edilmiş, üstelik sahip olunan dinamikler ya etkisiz hale getirilmiş ya da başka güçlerin hizmetine verilmiştir. Siyasi zihniyette ulusal irade artık gözlenmemektedir. Ortadoğu’daki gelişmeleri avantaja dönüştürmek için Türkiye’nin oynayabileceği siyasi bir koz kalmadığı gibi bölge üzerinde Türkiye’nin etkinliği de kalmamış olup üstelik varlığı ve bekası yakın tehdit altına girmiştir.

1915’te Çanakkale’de geçit bulamayan emperyalist güçlerin bu ikinci sinsi tuzağını bozabilmek için 1920’de olduğu gibi siyasi ve askeri dinamikleri tek elde toplamış bir “Ulusal Harekat”ın tez elden başlatılması gerektiğini söylemek artık bastırılamayan bir korkunun işareti anlamına gelmeyecektir.

Erdal  SARIZEYBEK

http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/akp-bir-milli-hukumet-mi-yoksa-milli-hukumete-karsi-bir-tehdit-midir-375h.html?ndpage=1

29
Nis
12

İşçi Partisi’nden 1 Mayıs iddiası

İşçi Partisi, Ankara’da 1 Mayıs kutlamaları için oluşturulan işçi temsilcilerinin de bulunduğu “tertip komitesi”nin polisle işbirliği yaparak İP’nin kutlamalara katılımını engellemeye çalıştığını bildirdi.

ANKA

İşçi Partisi Genel Sekreteri Osman Yılmaz, Ankara’da düzenlediği basın toplantısında emekçilere ve sendikal harekete yönelen saldırıyı durdurmak, bölücü gerici ve emek düşmanı AKP anayasasını engellemek ve savaşa karşı Türkiye-Suriye kardeşliği için 1 Mayıs’ta alanlarda olacaklarını belirtti. İşçi Partisi’nin Ankara, İstanbul İzmir başta olmak üzere emek örgütleri tarafından yurt sathında düzenlenecek mitinglere katılacağını belirten Yılmaz, karanlık güçlerin Ankara’da İşçi Partisi’ne 1 Mayıs’ı yasaklatmak için polisle işbirliği yaptığını kaydetti. Yılmaz şöyle dedi:

“Türk-iş, DİSK, TMMOB, TTB ve diğer sendika ve meslek örgütleri 1 Mayıs kutlamalarının anlamına uygun doğru mesajlarla, birlik, disiplin ve huzur içinde, başıbozukluğa meydan bırakmadan geçmesi için gereken önlemleri alacaklardır. Kutlamaların disiplini, 1 Mayıs’ı amacından saptıran, bölücü, başıbozuk anlayışlara terk edilemez. Karanlık güçler Ankara’da İşçi Partisi’ne 1 Mayıs’ı yasaklamak istiyor. İşçi Partisi, Ankara’da 1 Mayıs’ı Sıhhiye Meydanında kutlayacaktır. Ancak karanlık müdahalelerle, tertip komitesinde yer alan kimi sorumsuzların İşçi Partisi’nin katılımını engellemek istedikleri ve bu hususta polisten yardım istedikleri öğrenilmiştir. Sınıfın birliğini bozan uygulamalara izin verilemez. İşçi Partisi’ne 1 Mayıs’ı yasaklamak kimsenin haddi değildir, bu ancak Gladyo’nun niyeti olabilir. İşçi Partisi’nin önderleri, ABD F Tipi Gladyo’nun tertipleriyle zindanlara atılırken ‘sol’ maskeli Gladyo da provokasyonlarla 1 Mayıs’a katılmasını engellemek istemektedir.”

İşçi Partisi’nin maskeli provokatörlere pabuç bırakmayacağının iyi bilinmesini isteyen Yılmaz, “İşçi Partisi’ne polisle işbirliği yaparak 1 Mayıs’ı yasaklamak isteyenler olabilir. Bu onların görevidir. Ancak tertip komitesi, komitede temsilcisi bulunan sendika ve meslek odalarının bu tutuma boyun eğmeleri kabul edilemez. Bu kararı onaylamadıklarını ifade eden DİSK, TMMOB, TTB ve KESK yöneticilerini başıbozukluğa izin vermemeye, tertip komitesinin aldığı iddia edilen ve polise tebli edilen kararı düzeltmek için gerekeni yapmaya çağırıyoruz. Aksi tutum sorumluluğa ortak olmak olacaktır” dedi.

Yılmaz, bütün Ankaralıları 1 Mayıs kutlamalarına İşçi Partisi bayrağı altında katılma çağrısı yaptı. Osman Yılmaz başkentlileri 1 Mayıs Salı günü saat 11.00′de Sıhhiye Toros Sokak’ta bulunan İşçi Partisi Genel Merkezi önünde buluşmaya davet etti.

http://www.ilk-kursun.com/haber/102737

27
Nis
12

AKP’NİN ELE GEÇİREMEDİĞİ İKİ DİRENÇLİ KALE HANGİSİ

Daha  önce  de  yazmıştım.   Ama  korkularım  sürerse  daha  sonra  yine yazmaya   devam  edeceğim…

AKP  için  en  ‘ele  geçirilemez’  görünen  iki  dirençli  kale  var :

Biri  Alevi  kalesi…

Diğeri  ise  İzmir  Büyükşehir  Belediye  Başkanlığı...

Son  zamanlarda  Alevilere  yönelik  niyetlerini  saklayamaz  oldularsa  da,  yine  de,  yeni  bir  Alevi  açılımı  aldatmacası  peşinde oldukları  yönünde  söylentiler  var.

Üstelik,  Alevi felsefesinden  nasibini  almamış  kimi  ‘zayıf’  Alevi  kökenlileri  de  ( bazı  çıkarlar   karşılığı )    yanlarına  çekmişler…

Amaç  fotoğraf  çektirmek…

AKP’li   Başbakan   yanındakileri   sıkıştırıyormuş :

“Alevilerin   oylarını   istiyorum..!!!”

“İzmir’i   istiyorum..!!!”

****

Önce  İzmir’den  başlayalım  ve  yaşamsal  bir  soru  soralım !

AKP  iktidarı,  her  seçimde  daha  da  artırdığı  oylarını,  İzmir’i  ele
geçirebilecek(!)  düzeye  çıkarabilir  mi ?

Ne yazık ki bu soruya ‘Kesinlikle hayır!‘ diye bir yanıt vermek olası
değil. Çünkü geçmişte bunun örnekleri var…

İzmir, büyük çoğunluğu ile batılı yaşam tarzını benimsemiş bir
kenttir. Bu nedenle ilk bakışta İzmirlinin, AKP iktidarının dayattığı
– din figürleri taşıyan- yaşam tarzından korkacağını düşünebilirsiniz.

Ya da Cumhuriyet mitinglerini gözünüzün önüne getirip, ‘İzmirlinin
Cumhuriyeti koruma refleksi yüksektir
‘ diyebilirsiniz.

Ve bu iki önemli sonuçtan yola çıkarak, İzmirlinin AKP iktidarına
teslim olmayacağı kanısına varabilirsiniz…

Ancak durum o kadar net değil…

Çünkü İzmirlinin kafasını çelen başka faktörler var.

Bunları ikiye ayırmak olası:

Biri, AKP’nin ‘hücum taktiği‘ sırasında kullanacağı sanılan enstrumanlar…

Diğeri ise, yerel yönetimlerin başarısı hakkında İzmirlinin kafasında
oluşmaya başlayan soru işaretleri…

****

Önce AKP’nin İzmir taktiklerinden söz edelim…

AKP genel seçimde İzmir’e, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım gibi
yumuşak görünümde birini transfer etti.

Ve Sayın Yıldırım üzerinden, daha genel seçimlerden başlayarak çok
iddialı projelerle İzmirliye büyük umutlar verdi. Her ne kadar bu
projelerin çoğunun adı geçmez olduysa da yerel seçim yaklaştıkça
yeniden gündeme getirileceği bir gerçek.

Binali Yıldırım’ın, kendi alanı dışında fazla konuşmamasını ve
polemiklere girmemeye özen göstermesini, ‘kendini İzmirliden saklamak’
olarak değerlendirenler var. Ama şu bir gerçek; sosyal demokrat
İzmirliyi fazla rahatsız etmiş bir değil. Eğer gelecek yerel
seçimlerde Sayın Binali Yıldırım İzmir BŞB için başkan adayı olursa
şaşırmamak gerekir.

AKP İzmir’i ele geçirmek için elinden gelen her şeyi yapmak
isteyecektir. Zaten İzmir BŞB’sini itibarsızlaştırma için başlattığı
mahkeme harekatının temel nedeni de budur. Ancak bu harekat
istedikleri gibi sonuç vermemiş, Aziz Kocaoğlu ve arkadaşlarına
yapılan ‘acımasız ve haksız‘ muamele, İzmirli tarafından kolayca
algılanmıştır. AKP burada beklediğinin tersine, kazanım değil kayıp
yaşamıştır.

Ama yine de, kolay unutan bir halk olduğumuzu gözönüne alırsak ve
yerel seçime daha iki yıl gibi uzun sayılabilecek bir süre olduğunu
düşünürsek, AKP’nin yapacağı yeni atraksiyonlara hazır olmamız
gerekecektir.

İzmir için eski başkanlardan Sayın Burhan Özfatura’nın aday
gösterilebileceğini de söyleyenler var. Bu olasılığı öne sürenler,
AKP’nin sadece onunla İzmir’i kazanabileceğini iddia ediyorlar.

Sayın Özfatura ile Başbakanın arasının çok iyi olmadığı bilinse bile,
kişisel sıkıntıların İzmir’i ele geçirme hırsı yanında ikinci planda
kalabileceği söylenmektedir.

Kaldı ki, Başbakanla ters düşmüş olan bir AKP’liyi İzmir’den aday
göstermenin iyi bir seçim stratejisi olacağı da belirtiliyor.

Sayın Özfatura’yı yakından tanıyanlar, onun böyle bir öneriyi kabul
etmeyeceğini, neredeyse kesin bir dille söylüyorlarsa da, asıl hedef
AKP’nin İzmir’i ele geçirmesi olduğundan, ne yapıp edip Burhan Bey’i
ikna edebileceklerine inananlar da var…

****

Gelelim AKP’nin, Alevilerin oylarını ele geçirmek için yaptıklarına ve
bunun Aleviler üzerinde olası etkilerine…

Genel seçimde her tür yöntemi kullanarak neredeyse iki kişiden birinin
oyunu almış görünen AKP, iddiasını ‘düşmesi imkansız’ sanılan bir
kaleye yöneltmiş durumda…

Bu kale, Alevi toplumu…

Gerçek kimliğini saklayarak ve doğasında var olan ‘takiyye’ yani
‘öyleymiş gibi görünme‘ aldatmacasını kullanarak, Alevileri de
etkilemeye çalışan AKP, bu toplumun oyunu almak için çalıştaylar
topladı. Bu yolla gazete manşetlerinden mesajlar verdi…

Ancak, bazı Alevileri milletvekili yapmış olsa da, bazı Alevi kökenli
sivil toplum önderlerinden destek almış olsa da, Alevi toplumu bugüne
kadar hep sağduyuyla hareket etti. AKP’ye umduğu desteği vermedi…

Elbette vermemeliydi…

Çünkü bugüne kadar ne çekmişlerse, AKP’nin temsil ettiği-ama onlardan
saklamaya çalıştığı- bağnaz zihniyetten çektiler…

Alevilerin, İslam dininin dogmatik kurallarını kendilerine göre
yorumlayarak ve yaşadıkları ortamla bu yorumun bir sentezini yaparak
oluşturdukları inanç felsefesi, İslamcılar tarafından her zaman öcü
gibi görüldü. Bu insancıl felsefenin sahipleri yüzyıllar boyu işkence
gördü ve dışlandı. Hele de Osmanlı’nın yükselme devrinde büyük kitle
katliamlarına uğradılar.

AKP’nin, bazı Alevi ileri gelenlerini de kullanarak düzenlediği Alevi
Çalıştayları, bazı aleviler tarafından olumlu karşılanınca aklıselim
sahibi kesimler, ‘Eyvah! Yoksa Aleviler bu oyunu anlamadı mı?’ diye
korkuya kapıldı. Ama korkulan olmadı. Çünkü, gerçeği herkesten önce
onlar anladı.

Çünkü onlar, tarihten gelen ‘can yanmışlığı’ ile AKP’nin niyetini
herkesten daha iyi çözümsediler.

Bu Alevi kurultaylarının, Alevilerin inanç sistematiğine devletin
saygı ve katkısını artırmak için yapılmadığını, asıl niyetin
Alevilerin Sünnileştirme yollarının aranması olduğunu anladılar…

Gerçekten de, Alevi çalıştaylarının, ‘Alevilerin Sünnileştirilmesi’
için yöntem bulma gayretleri olduğunu, yine Alevi çalıştayında banda
alınmış bir konuşmadan anlıyoruz.

Aralık 2009′da toplanan Alevi Çalıştayı’na ait banttaki konuşmaların
sahipleri, Alevi çalıştaylarının koordinatörü Necdet Subaşı ile
Tunceli Müftüsü Arslan Türk…

Necdet Subaşı, ‘Din derslerinde Alevilik konularının yer alması’
hakkındaki öneri için konuşurken, “…bir şekilde devşirilmiş, üretilmiş
Alevi öğretmenler mi bunu sunacak?
” diye soruyor.

Tunceli Müftüsü Arslan Türk ise kendi bölgesindeki Alevilerle ilgili
yapılması gereken çalışmaları anlatırken işi daha da ileri götürüyor
ve şöyle diyor;

“…Oralarda şöyle iyi çalışılırsa, halk kısa sürede Sünnileştirilebilir!”

İşte AKP’nin, Alevi kurultayları ile yapmak istediği her şey bu
cümlede özetlenmiş oluyor…

Alevilerin Sünnileştirilmesi…

****

Kim ne derse desin AKP, ‘ele geçirme’ planlarını uygularken inanılmaz
yolları deniyor…

Alevi kesimi gibi bilinçli ve inanç felsefelerine söz ettirmeyen
kesime ‘diş geçirme‘ çabası bu inanılmazların başında geliyor…

Bundan sonra da ‘Alevi kalesine’ girmek için yeni yollar bulmaya, yeni
dehlizler açmaya devam edecekleri kesin.

Bu kesimle mayaları farklı olsa da, Alevileri kendi bağnaz dünyaları
için büyük tehdit görseler de, ‘oy‘ için yapmayacakları şey yok…

İzmir’e gelince…

Aleviler için söylediğimizi ne yazık ki, İzmir için söyleyemiyoruz.

Çünkü Alevilerde var olan birliktelik İzmir’deki CHP’lilerde yok. Ne
yerel yöneticilerin kendi aralarında ve ne de parti ile yerel
yöneticiler arasında…

Kaldı ki, yerel yönetimlere halktan gelen köklü eleştiriler de var…

Yerel seçimlere daha yaklaşık iki yıl olduğu düşünülürse, İzmir için
çok geç olmadığını söylemek mümkün.

Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun, İzmir’e olan yakın ilgisinin devam
ettiği anlaşılıyor. İzmir’de, Büyükşehir ile ilçe başkanları
arasındaki limoni ilişkiler, Kocaoğlu’na yapılmakta olan AKP saldırısı
nedeniyle biraz ‘dondurulmuş’ olsa da seçimlere yakın yeniden
alevlenebilir. Böylesi bir durum CHP için intihar anlamına gelir…

Bu ilişkilerin düzeltilmesi çok zor olsa da, CHP’ye zarar vermeyecek
düzeyde tutulması şarttır.

Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta var; İzmir CHP’de, başkanlar
arası ve parti içi barışı sağlamaya soyunanların, kendileri ‘taraf’
olmamak zorundadır. Yoksa bu tür bir arabuluculuk, bırakınız barışı
sağlamayı, sorunları daha da derinleştirerek partiye zarar verebilir…

****

AKP’nin  ele  geçirmeye  çalıştığı  iki  ‘dirençli’  kale  olan  İzmir  ve
Aleviler  için  sonuç  olarak  şunlar  söylenebilir :

Aleviler,  öyle  küçük  oyunlarla   ele  geçirilebilecek   bir  kesim  değil.

AKP  bu   kesimle   ilgili   planlarında   ancak   avucunu   yalar…

İzmir  konusunda  ise,  o  kadar  rahat  olunmamalıdır…

Prof. Dr. Suat  ÇAĞLAYAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/102563

26
Nis
12

Toplu Cinnet

Başardılar,   ülke   toplu   cinnet  yaşıyor…

CEHALETİ   BİLİME   EGEMEN   KıLARAK   BAŞARDıLAR…

Her Allah’ın günü bir maraza çıkaran zat, “öfke bir hitabet sanatıdır” demişti.
Öfkeden sanat çıkarmayı başarabilen bir zatın ülkesinde, öfkeler artık doktor bıçaklıyor, öğretmen dövüyor, doktor gırtlaklıyor.

“Kininize  sahip  çıkın”  diyen zatın ektiği tarladan kan çiçekleri yükseliyor.
Karanlığı aydınlığa, hakikati yalana, ahlakı ahlaksızlığa boğduranların elinden masumiyetin kanı damlıyor.

Bu  ülkede  ilk  defa  bir  başbakan  halkı  etnik  parçalara  ayırarak  aleni  “bölücülük”  suçu  işledi.
Bu ülkede bir başbakan ilk defa siyasi kan davası güderek kendine muhalif olanları yargıyı kullanarak bertaraf etti.
Bu ülkede bir başbakan hükümetin uygulamalarına karşı çıkan halka “biz de sizin karşınıza on binlerle çıkarsak” diyerek sadece kendine alkış tutanların başbakanı olduğunu bütün millete ilan etti.

Bilime, bilgiye, aydına olan düşmanlıkları zehirli bir sarmaşık gibi boy verdi. Cehalet bilgiyi boğazlıyor.
Yeni Yezitlerin ellerinden Hüseyinlerin kanı damlıyor.

Paraperest dininin Müslüman görünümlü siyasileri, dolar, yuro, altın, mal-mülk önünde secdeye duruyor.
Zalime mazlumu, cahile aydını boğduran kin ve nefret kumkumaları, bakkal Osman’a dönüştürdükleri doktorları kundaklattırıyor.
Tüccar doktorun saygınlığı olmaz. Hasta başı ücretle, hastaya parça, doktora parça başı ücret alan işçi muamelesi yaparsan, o doktora da 50-100 arası hasta muayene ettirirsen, hem o doktor cinnet geçirir, hem hasta.

Bir doktorun 20 kişiden sonra yaptığı muayenelerin sağlıklı olmadığı bilimsel bir gerçektir.
Cılkını çıkarmadığınız hiçbir kurum kalmadı. Her şeyin en iyisini siz biliyorsunuz ya… Senelerce merdiven altı sohbetlerinizde herkes hain, herkes mason, herkes dinsizdi ya?
Oysa bildiğiniz yanıldığınıza yetmiyordu.
Cahil kendini alim sanınca, sanmakla kalmayıp bir de ülke yönetmeye talip olunca, o ülkede artık güneşin doğuşunu beklemeyin.

Ülkeyi yönetmek yerine 10 yıldır kinle talan edenlerin okuttuğu öğrencilerden 54 bini Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) sıfır çekmiş.

Onlar memnundur. Karanlıklar ihanetleri saklar. Karanlıkta dost-düşman birbirine karışır. O karışıklıkta saplarsın hançerini.

İnsanlar cahil kalmalı ki; Atatürk camiyi ahır yaptı yalan ve iftirasını yutturabilsinlar.
Halk cahil kalmalı ki; İznik’te tarihi camiyi kiliseye çevirdiklerinden haberleri olmasın.
Halk cahil kalmalı ki cami minarelerinde ki Türk hilallerinin yamuk haçlı hilaline neden döndürüldüğünü sorgulamasın, sormasın.
Halk cahil kalmalı ki 23 Nisan bahanesi ile Mevlana’nın türbesinde ki yeşil kubbeye haç dikebilsinler.
Halk cahil kalsın ki; çocuklarını doyuramayan anne intihar ettiğinde başbakanlarının 7. Uçak alarak uçak filosu kurmasını “kader” zannetsinler.

Nemrutun tahtına kurulanları İbrahim, Firavun’un tahtına kurulanları Musa diye sunan din bezirganları, sevgili Ömür Kurt’un deyimiyle başbakanın açtığı “Tüketim Katedralleri” ile paraperes dinine hizmet etmeye devam ediyor.

Paraperest tapınakları altında ezilenler, önlerine atılan kırıntıları kapmak uğruna doktor öldürüyor.
Paraya  secde  edenlerin  yarattığı  bir  genç ;   dedesinin emekli maaşı olan 800 lira ve bakımı için ödenen 620 lirayı kaybetmemek için DEDESİNİN  EMEKLİ  MAAŞINI  800 TL  VE  ONA  ÖDENEN  BAKICI  PARASININ  620  TOPLAMDA  AYLIK  1420 TL’NİN  KESİLECEĞİNDEN  DOLAYI  DOKTORA  EVRAKTA  SAHTECİLİK  YAPMASINI  YANİ  DEDESİNİN  HASTANEDEN  TABURCU  EDİLMİŞ  OLARAK  GÖSTERİLMESİNİ  İSTEDİ.  TABİ  DOKTOR  DA  BUNUN  MÜMKÜN  OLMADIĞINI  SÖYLEYİNCE  DOKTORU  ÖLDÜRDÜ… 

doktordan  ölüm  belgesi  yerine  taburcu  belgesi  vermesini  istiyor. İstediği  belgeyi  alamayınca  800+620 = 1420 TL  için  doktoru  öldürüyor.

İşte    eserleri ;    başardılar :

Sevgilisini  kurşunlayan  genç…

Dostunu   doğrayan   adam…

Karısını   kesen   cani…

Neden   bu   cinayetler  son   7 – 8  yılda   arttı ?

Kinine   “sahip”   çıkanların   baş   olduğu   bir   ülkede   sevgi   çiçekleri   yeşermez  de 

ondan..!!!

BU   KADAR   BASİT…

Öfkesini  hitabet  sanatı  olarak  satanların  yönettiği  bir  ülkede  cinayetlerin   sıradanlaşması   kaçınılmazdır.

Siz-biz ;   dindar-dinsiz ;  laik-anti laik,  cumhuriyetçiler-Osmanlıcılar ;   alevi-sünni…

10  yıldır  bu  ayrıştırıcı söylem  üzerinden  siyaset  yapılıyor.

Kin ve nefret söylemiyle ülkemiz insanının bir kesimini diğer kesime hasım hale getirenler, suç üstüne suç işliyor.

Karanlık odalarda sahte tarih yazanlar, Arap Emevi zulmünü din diye pazarlayanlar, Kabil’in tahtına kuruluyor.
İnsanlığın ilk cinayeti Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlar. Kabil kıskançlık içinde Habil’i öldürdüğünde Allah Kabil’e kardeşinin nerede olduğunu sorunca “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye cevap verir.
Zamanımızın Kabilleri kardeş kanına doymuyor. Türkiye’de akan kanla tatmin olmayınca sınır ötesindeki Müslümanların da kanını istiyor: Irak, Libya, Suriye

Gündüz  geceye,  bilgiyi  cehalete  kurban  edilmiştir.

Bütün dünyaya bir bakın.

Müslüman  coğrafyadan  başka,  üretmeden  tüketen  başka  bir  coğrafya  var  mı ?
Türkiye katil sayısını artırırken Kore, Hindistan gibi ülkeler teknoloji üretiyor. Türkiye bugün Kore’den teknoloji satın alıyor.

İki Kore 1950-53 arasında savaştırıldı. Kardeş kardeşe boğazlattırıldı.

İşte o Kore’den Türkiye teknoloji satın alıyor ve siyasiler bu durumdan hiç utanmıyor.

Başında kipa, koynunda haç, elinde tesbih, seccadesinde dolar ve yuro olan imamların kıblesini kıble edinenler uyanmadıkça, kinine sahip çıkanlar doktor, öğretmen, sevgili ve eşlerini öldürmeye devam edecektir.

Tüketim  Katedrallerinin  kardinallerini  alkışlamaya  devam  ettikçe  Drakula’lar  çoğalmaya  devam  edecektir.

——————————————————————————————————————————————————————

Elinde   çekiç   olan   kişi   her  şeyi   çivi   olarak   görür.

Abraham  Harold  MASLOW

——————————————————————————————————————————————————————

Zahide  UÇAR

http://www.ilk-kursun.com/haber/102397

25
Nis
12

VİVA (yaşasın) BANU AVAR, TGB, ADD… Neden bölündük.?!!!

Ülke  bölünürken,  ulus  Türk-kürt,  alevi -sünni  diye  bölünürken,  planlı  bir  şekilde  bölünmek  istenirken  biz  “yurtsever”ler  bölünmekte  ustalaştık…

Sürekli birleşin,  birleşin”  çağrıları yapıp da bizim kadar güzel bölünen bir kitle olduktan sonra aslında azınlık olup da tek yumruk olan Kuvaı İnzibatiyeciler, esasında çoğunluk olup da tek yumruk olmayı bir türlü beceremediği için kaleleri bir biri yitiren biz Kuvayı Milliyecilere karşı sürekli mevzi kazanmaktalar…

19 Mayıs  yeniden  dirilişin,  birleşmenin  günü  olmalı;  emperyalizme  ve  işbirlikçilerine  karşı  yeni  bir  kurtuluşun  kıvılcımı…

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı… İşgal koşullarında ne yapılması gerektiğinin rehberi olan  “Ey Türk Gençliği!”  diye başlayan Gençliğe Hitabe’nin öğretimden aşama aşama çıkarılması…
“Varlığım  Türk  varlığına  armağan  olsun”,   “Ne  mutlu  Türk’üm  diyene”   gibi  Türklük içeren sakıncalı!!!!! ifadeler nedeniyle Andımızın kaldırılmak istenmesi….
Ve  Atatürk’ün  benim  doğum  günüm  dediği, aslında bir ulusun yeniden doğuş günü olan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı …

Enerjisi, gençliği harekete geçirmesi ve keskin antiemperyalist duruşu ile Türkiye Gençlik Birliği en iyi muhalefet eden demokratik kitle örgütü… 19 Mayıs’ta iyi bir tanıtım kampanyasıyla “Viva 19 Mayıs” adından bir etkinlik düzenliyor…

Ulusun tüm kesimlerine hitap edebilme özelliği taşıyan antiemperyalist aydınımız Banu Avar :   “Neden  VİVA???   Biz  İspanyol  Muyuz?”   “TGB’yi kurulmadan önceden beri maddi manevi destekleyen, birçok kentte kurulup gelişmesine katkı veren biri olarak ‘eleştiri’ hakkım sonuna kadar var diye düşünüyorum..   Sevgili gençler, uluslararası yerine BÖLGE ve ÜLKEMİZDEN kişiler davet edilse çok daha iyi olurdu..   Etkinliğin adı  VİVA  değil,  ULUSAL KURTULUŞ GÜNÜ 19 mayıs olmalıydı.   Bugüne kadar kelle koltukta mücadele eden aydınlarımızın tümü bu etkinliğe davet edilmeliydi..   Ve kürsüden söz hakkı verilmeliydi.. 1 dakikada olsa..   Ben sadece 2 Türk isim gördüm..   Biletix satışıyla şenlik düzenlenmemeliydi.. TGB çok saygın bir isimdir..   BU gibi faaliyetlerin düzenlenmesi için FİKİR verenlere dikkatle bakınız..   Dikkatli olunuz..   Ben uyarmakla yükümlüyüm.   Ben 19 Mayısta Samsun’da öğrencilerle olacağım….” diyor
ve…
(ATATÜRK’ün ve bu milletin doğum günü için Samsun’da buluşalım!
Saat 16:00, Atatürk Kültür Merkezi, Söyleşi)
çağrısı  yapıyor…

Aynı  gün  aynı  saatlerde  ADD  Samsun  Şubesi’nin  düzenlediği  ADD’nin  Türkiye’deki  tüm  gençlik  kollarının  katılacağı  bir  başka  ciddi  hazırlık  var…

Özetle ;   aynı  kaygıları  duyan,  aynı  fikirsel  düzlemdeki  iki   kitle  örgütü  ve   bir  

aydınımız   bir   araya   ge – le – mi – yor…

Kim   birleştirici   olacak..??!!!!!!!!!!!!!

http://www.ilk-kursun.com/haber/102311

25
Nis
12

12 Eylül ile hesaplaşma

“Bu  iki   genç   aşklarını   çölün   kızgın   kumlarına   gömdüler!”

Neredeyse  altmış  yıl  oldu !

Saçma sapan işlerle karşılaştığım zaman, kendi kendime ya “Sürgünler Gemisi”nin reklam cümlesini tekrarlarım, ya da  “Vaziyetin  durumu  Et  ve  Balık  Kurumu!”  dedim.
12 Eylül ile “hesap“laşma, Kenan Evren’in ümüğünü sıkma davası başlayınca, bu cümleler bozuk plak gibi kafama takıldı. İnsanın gözü dönünce, başı da döner, başı dönünce, yer ayağının altından kayıp gider. Kenan Evren’i 12 Eylül Darbesi dolayısıyla yargılayıp tarihle yüzleşeceklermiş. Bu davanın sonunda, Kenan Evren mahkûm olmayacak, tam  tersine  aklanacak.
Adam bir askeri darbe yapmış, arkasında TSK İç Hizmetler Kanunu’nun 35′inci maddesi kapı gibi duruyor.“Darbe yapmasam görevi ihmal suçu işlerdim!” der ve ekler “Ey heyet-i hakime,İspanya’nın en son anayasasının silahlı kuvvetlerle ilgili 8′inci maddesi ne der biliyor musunuz?Şöyle der:Ordu,Donanma ve Hava Kuvvetlerinden oluşan Silahlı Kuvvetlerinden oluşan Silahlı Kuvvetlerin görevi,İspanya’nın hükümdarlığını ve bağımsızlığını güvence altına almak ve toprak bütünlüğünü ve anayasal düzeni savunmaktır.”
Bu da dünyada 35′inci maddeye benzer bir anayasa olmadığı iddiasına karşı cevaptır.İspanyol silahlı kuvvetleri bu kutsal görevi nasıl yerine getirecek?
İspanyol anayasasını bende bilmiyorum:Özgürlük ve eşitlik konusu 9′uncu maddede yer alır.
Kenan Evren canı isterse başka ülkelerden de yasal ve anayasal örnekler verebilir ki ünlü 35′inci madde Türklere özgü bir hilkat garibesi değildir!
*******
Kenan Evren’e ve ünlü 35′inci maddeye göre,bir silahlı darbe yaptığı için yasa dışı iş yapmamıştır.Silahlı darbe ahlaki midir?İşim içine yasa girmiş ise ahlak artık unutulur!
Bu poker oyununda Kenan Evren’in elinde dört as var,belki de “Royal Flush” Yargının elinde ise en fazla “Deux pairs”
İkinci celsede Kenan Evren şöyle konuşacak:“Sizin meşru bulmadığınız 12 Eylül hareketinin yasal dayanağı var.Bu nedenle iddianız boşunadır.Ayrıca ben bir kurucu meclis ve kurucu iktidar kurdum.Bir anayasa hazırlattım ve halk oyuna sundum.Seçmen halkın yüzde 92′si anayasayı onayladı,beni de Cumhurbaşkanı seçti. 12 Eylül darbesi sadece 35′inci maddeye göre değil,aynı zamanda halk oylamasına göre de meşrudur.Milli irade benim yaptığım “işi” ve anayasamı kabul etmiştir.
Şimdi anayasayı değiştirmeye katılıyorsunuz,ama benim yasalarıma göre seçime girip yüzde on barajının meyvelerini yiyorsunuz.Boğazınızda dursun!Öyle değil mi nitekim?
12 Eylül madem ki gayrı meşrudur, o zaman beni aklayan yüzde 92′lik seçmen halkı da yargılayın!Halk anayasayı onaylamasa,beni cumhurbaşkanı seçmese,işte o zaman beni yazğılamaya hakkınız olurdu!”

**********
Kenan Evren’in elinde “royal flush” var:”As + Papaz + Dame + Vale + 10″ Pokerde bundan büyük kağıt yoktur.
Kenan Evren,ancak 12 Eylül döneminin işkencelerinden dolayı yargılanabilir.Bu aşamada Kenan Paşa’nın çok üstün yetenekli avukatlara gereksinimi var.Ancak yargının işi herhangi bir tarihi dönemle yüzleşmek değil,adaleti sağlamaktır.12 Eylül davası Kenan Evreni aklama operasyonudur!
**********
NOTA  BENE :  24 Nisan sabahında,CNN’in para programını sunan bayan,AKP vekillerinin zavcelerinin TBMM’deki resepsiyona türbanla katılımlarını sevinçle yorumluyarak 
“On  yıl  sonra  Türkiye’de  her  şey  normalleşti”  dedi. İki erkek gazetecide bu görüşe katıldılar.Erkeklerin bir sorunu yok şimdilik.  Ama  kendisi  ayna  karşısına  geçip  türban  provası  yapsa  iyi  olur…

Özdemir  İNCE

AYDINLIK

24
Nis
12

EMPERYALİSTLERİN 1915 YUTTURMASı

Ermeni sorununda esas suçlu İngiltere, Rusya, Fransa, ABD ve onların dümen suyunda hareket eden Batılılar’dır.

• İngiltere, o zamanlar sömürgesi olan Hindistan’a Rusların yolunu kapamak için Doğu’da Büyük Ermenistan sözüyle Ermenileri aldatır
• Rusya, Büyük Ermenistan bahanesiyle Akdeniz’e inmek ister
• Fransa, Doğu’da kendine pay çıkaramayacağını bildiğinden Ermenilere Güney Doğu’da- tarihte asla var olmamış olan- Küçük Ermenistan -sözünü verir
• ABD,   Orta  Doğu’yu  Protestan  yapmak  amacıyla  yola  koyulur.

Osmanlı İmparatorluğu 1774’te imzaladığı küçük Kaynarca antlaşması ile durgunluk dönemine girmiştir. Artık Hıristiyan dünyası için Türk tehlikesi yoktur. Dünyanın dört bucağında çanlar çalar.

Emperyalister ağızlarından salyalar akarak , İmparatorluğu parçalama plânları yaparlar. Plânlarını uygulayacak olanlar, Ermenilerdir.

RUSYA
• Ruhânî lider Argutyan ile Ermeni okulu kurucusu Lazaryan ARARAT Prensliği projesini hazırlarlar: 1779
1800: Çarlık Rusya Ermenileri yetiştirmek için Harp Akademilerinin kapsını açar..Ve..Bundan sonra bu hazırlıklar genişler…Çeşitli Ermeni isyanları düzenlerler. Sonuçta Rus Ordusunda 150bin Ermeni ile 1915’te Osmanlı topraklarına saldırır. Bu yıla kadar Ermenilerin yaptıkları küçük çaptaki katliamlar tam anlamıyla TÜRK SOYKIRIMI HÂLİNİ ALIR.

İNGİLTERE
1804: Londra’da ”British and Foreign Bible Society” kurulur. Görevleri; Anadolu’ya misyoner gönderip Ermenileri hazırlamaktır
1812: İngiliz Broken sözlüğü Doğu Anadolu’ya Turcomania yerine, ARMENİA adını verir (Broken Dic. London. 1815)
1828: Berlin konferansında bu ad resmileşir
1876: İngilizlerin Ermenilere ilgi duyması üzerine, Başbakan Gladston, sağ kolu James Briyce ile Londra’da İNGİLİ Z- ERMENİ BİRLİĞİNİ kurar. Amaç
• Türklerin Anadolu’dan kovulması, yerine Ermenilerin yerleştirilmesi, Protestan Ermeni Devletinin kurulması…Artık ok yayından çıkmıştır; İngiltere, İmparatorluğu bölüşmek için elinden geleni yapacaktır

FRANSA
1802: Napoleon Ermenilerden istifade ederek İngilizlerin Hindistan yolunu kesmeği düşünür. Bab-i-Âlî deki sefire fikrini sorar, cevabı “Sir, Ermeniler hayatlarından o kadar memnun ki…” , Napoleon, Mısır’a yönelir
1881-1882: İmparatorluk Fransa ve İngiltere arasında paylaşılır. İngiltere Mısır’ı, Fransa Tunus’u işgâl eder…
• Marsilya başta olmak üzere Ermeni basını Fransa’da ortaya çıkar. Her tür yalan ve iftirayla şiddetli bir Osmanlı İmparatorluğu karşıt propagandası başlar…Ermeni isyanları kışkırtılır, emperyalistler elçilik, konsolosluk, kiliseler ve basın yolu ile her tür maddî yardım, silâh, cephane yardımlarıyla Ermenileri desteklerler…Sonuçta Fransa Güney Doğu’yu işgâl eder.

ABD
1805-1810: Amerikan misyonerleri Orta Doğu ve Anadolu’yu Protestan yapma çabasına girişirler. Bu faaliyetin merkezi, “Beacon street 14 Boston”dur. Bu çaba, iflâs’a uğrar ve Ermenileri İmparatorluğa karşı kışkırtma şekline dönüşür. Arnavutköy’de, propaganda merkezi olan Robert College kurulur.
• Ürettikleri yalan telgraflara Talât Paşa’nın Ermeni jenosidi için emir verdiği tüm dünyaya yutturulur
1922: Wilson, Anadolu’nun etnilere göre bölünmesi
fikrini ortaya atar. Fakat
• Komünist Rusya yönetimindeki Türk devletleri
• Hindistan’daki 500 etni ile meşgûl olunmaz
• Lozan’ı imzalamaz…Ve bu güne gelinir

Çok kısa olarak emperyalistlerin Ermeni sorununu yarattıklarını gördük.

Bu emperyalistler Ermenileri tetikçi olarak üstümüze saldırtan ve ellerinden gelen bütün alçaklığı yaptıktan sonra ortaya hakem rolüyle çıkmaya utanmamışlar, utanmamaktadırlar.

Onlara göre;

• 1915’te hiçbir şeyden haberi olmayan masum Ermenileri bu hain katil Türkler evlerinden alıp Mezopotamya çöllerinde katletmişlerdir.

Ve de bu yalanı yutturmak, aynı zamanda suçsuz olduklarına dünyayı kandırmak için gene Ermenileri kullanmaktadırlar.

Karşımızda Ermeniler yoktur, doğrudan Emperyalist ülkeler vardır.

Uyguladıkları taktik ile, Ermeniler bizleri itham etmekte, biz de kendimizi savunmaya gayret etmekteyiz.

Artık savunma dönemi bitmiştir. Ermeni suçları çok yönlü olarak ortaya konmuştur.

Hücum  dönemi  başlamalıdı r:

AYAĞA  KALK,  EMPERYALİST !  demeliyiz,  ayağa  kaldırıp  suçlarını  suratlarına  çarpmalıyız…

Yoksa  daha  çok  yıllar  bu  ülkelere  seçim  malzemesi  olmaya  devam  edeceğiz.

Halûk  TARCAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/102205

24
Nis
12

Garsoniyer Devletlerin Anayasalarında Baba Adları Yoktur..!!!

BOP’un  garsoniyer  “devlet”i  kuruluyor.

Atatürk’ün  kurduğu  Türkiye  Cumhuriyeti  Devleti  yıkılmıştır..

Kurduğu  laik  Cumhuriyet  de,  bağımsız  devlet  de  yıkıldı…

Hukukun  içinde  kalarak  esir  alındık,  apaçık  düzmece  davalara  yenildik,  devletimizi  yıktılar..

Evlilik  dışı  ( meclis dışı)  BOP  Eşbaşkanlığının  gayrimeşru  ilişkileri  sonucu

Emperyal  alçağının  Garsoniyer  devleti  olduk..

İhanet,  hainlik diz  boyu;   ar  damarları  çatlamış..

Komşuların  yüzüne  bakamaz,  el  içine  çıkamaz  olduk;  yüzümüz  kızarıyor,  utanıyoruz..

Tescilli  Cumhuriyet  yıkıcıları,  cumhuriyetin  koruyucularını  çeteci,  çete  reisi  ilan  etti..

Ayağımızın  altında  toprak  kayıyor  demiştik,  kayan  devletimizmiş..

Müdahil  oldu  Aczimendiler,  Anzavurlar,  Delibaşlar…

Hain  sayıldı  kahramanlar,

Atatürk’ün kurduğu bağımsız T.C. Devleti yıkılıp BOP’un garsoniyer devleti kurulurken..

İhanetin doğum sancıları, vatan savunması suç olmuşsa eğer

Görün diye söylüyoruz, cephenizi bulun diye..

Sözümüz yeni bir devletin kurulduğuna, bir devletin yıkıldığına dair:

Görevin suç sayıldığı, vatan savunmasının hainlik,ihanet ve namusun yer değiştirmesinden anlayın.

Yargı yoluyla yapılan hileli savaştan, köpek balıklarına yem edilen arslandan anlayın..

Hedefte bekçilerin olması, önce onların birer birer tutuklanıp hapse tıkılması;

mülkün devredildiğini, el değiştirdiğini göstermez mi?..

Namusunu korumak ve kollamak geneleve düşmüşsen ölümüne savunulacak bir görev olmaktan çıkmış ve yüz kızartıcı bir suç olmuştur artık. Olan bu!…

Zararlı otlar tarlada iktidarı ele geçirmişse bu otlarla mücadele eden, ilaç veren görevliler doğal olarak suçlu durumuna düşecektir, şimdi olduğu gibi..

Evet; tarlamızda, cumhuriyetimizde ve demokrasi içinde olması zararlı olan bu otlar

iktidarı ele geçirdiler..

Demokrasilerin ensest ilişkisinden sayılır: Bir kutsalı kullanmak, dini siyasete alet etmek..

Bu aile içi yasak ilişki demokrasiye de, doğaya da, insanlığa da terstir; günahtır..

Düzmece delillerden, bitmez tükenmez kinden; yüzleri kızarmadan üfürülen yalanlardan anlayın..

Gözlerine bakın, nursuz, nefret kokan yüzlerine bakın; yalanları sıralarken yutkunmalarına..

Hükümetler seçimle kurulur, devletler savaşla. Savaşıyorlar.

Esirlere bakın, toplama kampına; Silivri’ye, Hasdal’a bakın; silah yerine geçen yargıya..

Tarih, Silivri ve Hasdal’da yatanları kahraman diye yazacak..

Garsoniyer anayasası gayrimeşrudur

Yeni doğmuş çocuğa nüfus cüzdanı çıkarır gibi kurdukları devlete anayasa hazırlıyorlar..

Garsoniyerde doğan çocuğa nüfus kağıdı.. Garsoniyer çocuğuna..

Milleti olmayan, babasının adı yazılmayan bir anayasa; gayrimeşrudur..

Ana topraktır, baba tohum; anamızın adı gibidir yaşadığımız topraklar..

Anamızın adını sormalarından farklı değildir nerelisin sorusu: Türkiye, Türkiyeli..

Hangi millettensin, kimlerdensin, necisin sorusu da babamızın adı gibidir: Türk Milleti..

Garsoniyer devletlerin yalnızca anaları bellidir..

Nerelisin diye de sorsanız, necisin diye de bunlar hep analarının adını söyler: Türkiyeli!..

Ulan senin baban yok mu, garsoniyer çocuğu..

Babalarının adını yazmaktan, söylemekten korkarlar..

Zaten garsoniyerlerde normal doğum olmaz, anaları bellidir yalnızca..

Sözün bittiği yerde sövüşme başlar sonra da dövüşme

Sözün bittiği yerdeyiz diyorlardı; doğruymuş: Söz bitince sövüşme başlarmış..

Söz de bitti sövüşme de; sırada dövüşme var, savaş yani..

Şimdi savaşın tam içindeyiz..

Yalanın, hilenin, namussuzluğun, soysuzluğun gırla gittiği..

Yiğitlerin itlere yem edildiği, demokrasinin truva atı yapıldığı..

Suçunu soruyor esir düşmüş bir asker, vatansever bir aydın: “Bölücüyle, gericiyle savaşmak

suç mu?. Namusundan saymak vatanı?..”

Evet; yıkılan devlette görev sayılan, kurulan yeni devlette suç..

Eski Türkiye değil diye boşuna bağırmıyorlar, yenisi kuruldu; daha anlamadınız mı?..

Devletler savaşla kurulur

Yani: Karşımızda gelecek seçimlerde gidecek bir hükümet yok, yeni kurulan bir devlet var..

Neymiş: Devletler savaşla kurulur ve savaşla yıkılırmış.. Tarih öyle diyor..

Hükümetler seçimle gelir ve seçimle gidermiş; tabi ki hükümet devlet olmamışsa..

Bunlar da savaşarak kurdular; Silivri ve Hasdal esir kampında yatanlar

bu savaşın canlı tanıkları..

Şimdi köprüden, sırat köprüsünden geçiyoruz; tam kesişme noktasındayız..

Atılacak bir adım bile önemli: Bu saatten sonra savcı olabilir sanık ya da tersi..
Tersi yok bu işin; bu böyle olacak, kesin..

Direnme hakkı, hukukun içine çekme direnci bunu böyle yapacak; göreceksiniz..

İhanetler cezasız kalmayacak, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın..

Hak, hakkını haksızlıktan alacaktır..

Savcının sanık, makbulün maktul olacağı günler çok yakındır..

Savaş ta çıkarsalar, çıkarmasalar da çıkış yolları kalmadı..

Dalga dalga yayılıyor ihanetin kokusu, tuz da koktuğu için tuzlayamazlar da.

Bağdat,  Basra,  Tahran  ve  Şam;

Hatay,  Antep  ve  Kilis;  Artvin,  Edirne..

Teslim  ol  usta !..

Köylüyle  66  oynuyor  usta,  usta  oldu  ya!..

Elindeki  bütün  kozları  vurdu,  korkutacak  bizi   aklı  sıra;  daha  çıkmadın,  say  elini  usta!..

Seni  kapatıyorum,  kapalısın  usta;  aç  elini..

İşte  böyle !

Daha  devletini  kuramadı  anlayacağınız,  az  kaldı  ama  kuramayacak;  izin  vermeyeceğiz..

Kesişme  noktasındayız;  düşme  ve  geçme  çizgisi..

Biri  geçerken  öteki  düşecek…

Düşen  biz  değiliz..

Hepsi  bu !..

Hilmi  KAYIHAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/101996

24
Nis
12

BUNLAR KİMİN GÖREVİ — (1)

Sayın  Uğur  Yüce’nin   “Global  Human  Development  Forum”da  yaptığı  konuşmadan  aldığım  bazı

rakamları  vermek  istiyorum.

Bu  rakamları  ve  gerçekleri  Türkiye’yi  yöneten  Başbakan’dan  duyamazsınız.

Onun  gündeminde,   “sürdürülebilir  kalkınma”,   “çevre  sorunları”,  “zengin – yoksul   farkı”,  “dünyadaki  su  sorunu”  gibi  gerçek  problemler  yoktur.
Aksine;  Başörtüsü,  İskilipli  Atıf  Hoca,  Seyit  Rıza,  Derviş  Mehmet,  İmam  Hatipler,  Dindar – Kindar  Gençlik,  Cumhuriyeti  kuranlara  ve  Türk  Ordusuna  küfür-hakaret,  yapılan  derslik  sayısı  ile  övünmek  (okul  değil – derslik),  hayali  projeler  onun  tercih  ettiği   konulardır  !…

*Antarktika üzerinde büyük bir ozon deliğinin fark edildiği 1980’lerin sonlarından itibaren, dünyanın koruyucu tabakası olan stratosferik ozonun incelmesi en önemli çevre kaygılarından biri haline gelmiştir. Alınan tedbirler sayesinde 1980 öncesi seviyelerine ancak 2060 ile 2075 arasında dönüleceği tahmin edilmektedir.

*1992-2010 döneminde dünya ekonomisinin toplam GSYİH(Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) %75, kişi başına gelir ise %40 büyümüştür.
Ancak, dünya nüfusunun en zengin %10’luk kısmının ortalama geliri, en yoksul %10’luk kısmın gelirinin yaklaşık DOKUZ katıdır. Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki kişi başına düşen gelir farklılıkları sürekli bir şekilde artmaktadır.

*Dünya  nüfusunun  %27’si  “MUTLAK  YOKSULLUK”  içinde  yaşıyor.

*Dünya  nüfusunun  %20’sinin,  yani  1,3  milyardan  fazla  insanın,  güvenilir  elektriğe  erişimi  yoktur.

*884 milyon kişi temiz suya erişimden yoksundur.   Dünya nüfusunun ancak %57’si temiz içme suyu elde edilebiliyor.

*Aşırı avlanma, okyanuslardaki tüm balık stoklarının %85’ini kullanılmaz hale getirmiş ve tüketmiştir.

*Doğa tarafından insanoğluna sağlanan hizmetlerin hemen hemen 2/3’ü dünya çapında azalmıştır.

*Gelişmekte olan ülkelerde 2000 ve 2008 yılları arasında yetersiz beslenen insan sayısı yaklaşık 20 milyon artmıştır. Dünyada 7 milyar nüfusu besleyecek yeterlilikte küresel gıda üretimi gerçekleştirilmektedir. Ancak, gıdaya ulaşım bir sorun olarak devam etmektedir. Bir yandan açlık giderek artarken diğer yandan gıda fiyatları da sürekli artmaktadır.

*Her yıl 5,2 milyon hektar orman alanı kaybedilmektedir.

*Dünya nüfusunda toplam yetişkinlerin %16’sı hala temel okuma-yazma becerisine sahip değildir.

*2020 yılından önce enerji sektörüne yapılması gereken ancak yapılmayan
her 1 Dolarlık yatırımın karşılığında, 2020’den sonra 4,3 Dolarlık bir yatırım yapılması gerekecektir.

*2035 yılında enerji üretiminde kömür kullanımının %65 artacağı öngörülüyor. Şayet kömür kullanım oranı daha yüksek seviyeye çıkarsa, dünyamız 6 santigrat derece daha ısınacaktır ki bunun sonuçları çok vahim olacaktır.

Bu sorunlar, ülkeyi yöneten siyasi iktidarın “sürekli gündeminde” olması ve hem içeride, hem Birleşmiş Milletlerde, hem de diğer uluslararası forumlarda takip edilmesi gereken sorunlardır.
Fakat sorunları çözüme ulaştırmak için, önce sorunları anlamak-bilmek ve kabullenmek gerekir. Bilmiyorsanız, okumuyorsanız, bilene de danışmıyorsanız farkında olmadığınız sorunu nasıl çözeceksiniz?

İşte AKP İktidarının durumu tam da böyledir. Devlet adamı gibi değil, kurnaz Belediye Encümeni üyesi kafasıyla, kasaba tüccarı gibi düşünürler. Üç çocuktan başlar, beş çocuğa kadar çıkarlar. Göstermelik ve günü geçirecek yatırımlarla zaman doldururlar…

Büyük projeler; Bilen-bilmek için danışan-bilime ve gelişmeye açık kişilerin işidir, biat kültürüyle yetişen cemaat ve tarikat artıklarının işi değildir…

NOT Yarınki  yazımızda,  bu  konudaki  fırsatları  ve  önerileri  aktarmaya  çalışacağız…
Sağlık ve başarı dileklerimle ;    23 Nisan 2012

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/102028

24
Nis
12

Atatürkçü Mahmut Esat Bozkurt masonları suçluyor

Sevgili  arkadaşım  Dr. Ali Rıza Üçer’in  10 Nisan  2012  günü  İlk Kurşun  Gazetesi‘inde  yayımlanan  “Türkiye’de  Masonluk  Tarihi  Dizi  Yazısı  Üzerine  Bir  Eleştiri”  yazısı  eski  bir  tartışmayı  yeniden  gündeme  taşıdı.

Ali  Rıza  Üçer,   bu   yazısında,    Sayın  Bojidar  Çipof‘un  İlk  Kurşun‘da  26 Mart-10 Nisan 2012  tarihleri  arasında  beş  bölüm  halinde  yayımlanan  “Türkiye’de  Masonluk  Tarihi”  yazısında  bir  noktayı  eleştiriyordu.

Ali Rıza Üçer’in eleştirdiği nokta, B. Çipof’un Mahmut Esat Bozkurt‘un mason olmak için başvurduğu, ancak reddedildiği için masonluğa karşı olduğu iddiasıydı. A.R.Üçer, M.E.Bozkurt’un bu iddiayı 1931 yılında reddettiğini belirtiyordu.

Bu vesileyle Mahmut Esat Bozkurt’u saygıyla anmak ve bu konudaki görüşlerini hatırlatmakta yarar görüyorum.

Atatürk  döneminin  çok  önemli  devlet  adamlarından  biri  Mahmut  Esat  Bozkurt’tur.

Mahmut Esat Bozkurt hukuk doktoruydu. 1919 yılında İsviçre’den yurda döndü ve Kuşadası bölgesinde Kuvayi Milliyeyi kurdu, çete savaşına katıldı.

1922 yılında iktisat vekili oldu. 1924 yılında adliye vekilliğine getirildi. Türkiye Cumhuriyetinin temel direkleri olan kanunlar 1926-1930 arasında onun adliye vekilliği döneminde hazırlandı ve kabul edildi. 1930 yılı sonlarında vekillikten istifa ederek, Ankara Hukuk Fakültesinde hocalığa başladı.

Bu büyük Türk demokratik devrimcisi ve Atatürkçüsü 1931 ve 1932 yıllarında masonluğun emperyalistlerin aleti olduğunu ifade eden yazılar yayımladı.

Burada vurgulanan, masonluğun emperyalistler tarafından kullanıldığı görüşüdür. M.E.Bozkurt, yazılarında birçok kez belirttiği gibi, kişilerle değil, masonlukla uğraşmakta, masonların farkında olarak veya olmadan emperyalistler tarafından kullanıldığına dikkat çekmektedir.

Mahmut Esat Bozkurt’un makaleleri Kaynak Yay. tarafından “Masonlar Dinleyiniz!” adıyla yayımlandı. bu kitapta yer alan makalelerden bazı alıntıları aşağıda sunuyorum:

“Bugün masonluk, tatbikatta, dünya politikacılarının, bilhassa Siyonist Yahudilerin elinde bir atlatma, bir istila, bir soygunculuk vasıtası olmaktadır.” (s.20)

“Masonluk emperyalist ve büyük sermayeli milletlerin elinde bir istila ve bir soygunculuk vasıtası oluyor.Milliyet duygularını uyuşturup öldürmek için kullanılıyor. Siyonist Yahudilerin bir intikam aletidir.” (s.23)

“Masonluk tatbikatta Siyonist Yahudilerin bir tuzağı ve aletidir. Milletlerin kanını bu iğneli beşikten akıtmak ve emmek istiyorlar. Türk milleti bu tuzağa düşürülmeyecektir.”(s.28)

“Biz, farmasonluğun beynelmilel ve siyasi telkinlerle, her yerde her yerde olduğu gibi bizde de bilhassa Türk’ten başkaları tarafından, iktisadi, siyasi, şahsi entrikalara vasıta edilişinden milletimiz için tehlike ve felaket görüyoruz. Günün birinde hatta bu teşkilatın mensuplarınca da farkına varılmaksızın bir şer aleti olarak kullanılmasından korkuyoruz. Nitekim mütareke senelerinde bu yolda kullanıldığını gördük.” (s.37)

“Farmasonluğun mütarekenin o ihanet günlerinde, İngiliz Papazı Frew’ların, Casus Lawrence’lerin, Mustafa Sagir’lerin, eski Başmasonlardan hain Feylezof Rıza Tevfik’lerin elinde Türk aleyhinde nasıl bir şer aleti olduğunu göze batan, inkârı mümkün olmayan hadiselerle, vakâlarla gösteriyorum.” (s.42-43)

“Biz milliyetçiler insanlığın düşmanı değiliz.İnsan dostluğunu, farmasonluğun yaptığı gibi, milliyetleri inkârla, gizli gizli çalışmakla, hatta tatbikatta şahısların, bazı emperyalistlerin, suikastçıların emellerine alet edilen bu tarikatla anlamıyoruz. Biz insanlığın dostuyuz.” (s.36)

**

Yıldırım  KOÇ

AYDINLIK

İlgili  Yazılar :

Türkiye’de Masonluk Tarihi Dizi Yazısı Üzerine Bir Eleştiri
Ali Rıza Üçer

http://www.ilk-kursun.com/haber/101033

İsviçre Dağlarından Anadolu Dağlarına Karanlığı Aydınlatan Bir Işık: Mahmut Esat Bozkurt
Ali Rıza Üçer

http://www.ilk-kursun.com/haber/99497

Türkiye’de  Masonluk  Tarihi  1-5
Bojidar  Çipof

http://www.ilk-kursun.com/haber/99848

http://www.ilk-kursun.com/haber/99960

http://www.ilk-kursun.com/haber/100175

http://www.ilk-kursun.com/haber/100484

http://www.ilk-kursun.com/haber/100989

http://www.ilk-kursun.com/haber/102051

24
Nis
12

SAYıN YARGıCA KıÇıNı DÖNMEK

BALYOZ  uydurma  adlı  “dava”nın  “yargı”cı  Ömer  Dİken,  19  Nisan  duruşmasında  “çok”  kızdı.
Basında geniş yer buldu.
Sanık yakınları ve 50 kadar sanık “ADALET  BİLİME  KARŞI,  ADİL  YARGILANMA  İSTİYORUZ”  yazan  tişörtler  giymişlerdi.

Sanıklar  “BEN  DE  TİŞÖRT  GİYDİM”  diye  seslenince  Ömer  Bey,”  Ukalalık  ediyorsunuz”  diye  tepki  verdi.

Bu  söze  verilen  karşı  tepki üzerine  de,  “Bugüne  kadar  size  hoşgörülü  davrandık,  kıçınızı  dönüp  oturdunuz,  ayak  ayak  üstüne  attınız” dedi.

Meğer s ayın  yargıç  nelere  katlanmış,  ne  kadar  da  olgunluk  göstermiş.
Bu  askerlerin  yaptığı  olacak  iş  mi  şimdi ?
Ne  kadar  ayıp !
Türk milleti adına yargılama yapan BAĞIMSIZ bir mahkeme heyetine bunlar yapılır mı?
Kimin karşısında bulunuyorsunuz, ayırdında değil misiniz?
Daha bir iki hafta önce, duruşmaya ara verdiğinde avukatlarınıza “Konuşun konuşun, bu size kararda geri dönecek!” dediğini duymadınız mı?
Söz almak isteyen avukatları azarlayıp dışarı atarken siz orada değil miydiniz?
Hoşuna gitmeyen her oluşumda suç duyurusu kararı aldığına tanık olmadınız mı?
İzleyici sıralaraından seslerin biraz yükselmesinde salonu boşalttığını ne çabuk unuttunuz.
Yargıcı kızdırmanın ne demek olduğunu anlamadınız mı?
Bir kere siz kim oluyorsunuz?
Yaşınız başınız kaç?
Devlete ve millete ne hizmet ettiniz?
Bir yargıcın yanında sizin esaminiz okunur mu?
Karşınızdaki adamın bu kutsal görevi kaç yıldır yaptığını biliyor musunuz?
Bilginiz, birikiminiz, tahsiliniz ne ki? Yıllardır hukuk okumuş, davalar yönetmiş, kaç kişiye cezalar kesmiş bir yargıçla kendinizi nasıl kıyaslarsınız?
Siz; toz, ter, bazen kan içinde, pis içinde dolaşırken; toprağın, karın üzerinde rahat rahat gecelerken o yargıç nelere kafa yordu kim bilir?
Vicdanı ile hesaplaşırken ne zorluklar yaşadı. Belki uykuları kaçtı.
Siz hiç uykusuz kalıp; personelinizi, birliğinizi, ülkenizi, kilometrelerce ötedeki sevdikleriniz düşündünüz mü?
Bir de kalkmış yılların yargıcı ile aşık atıyorsunuz.
Ayıptır efendiler.
Büyüklerin karşısında ayak ayak üstüne atılmaz.
Orada hukuk yürümüyorsa da yürüyorsa da sesinizi çıkaramazsınız. Önce ayaklarınızı bir indirin bakayım. Haaah şöyle.
Sonra o kıç dönme, çok daha büyük ayıp.

Sayın yargıç size ne yaptı da kıçınızı dönüyorsunuz?
Savunmanızı can kulağı ile dinlemedi mi?
Savunmanıza göre durumunuzu değerlendirmedi mi?
Gösterdiğiniz kanıtları umursamazlık mı etti?
Savcılığın iddialarının aksini kanıtladınız da göz önüne almadı mı?
İstediğiniz incelemeleri yaptırmadı mı?
Bilirkişi talebinizi bir kere geri çevirdi mi?
İstediğiniz tanıkları dinlemedi mi?
Lehiniz delillerin toplanmasına ayak mı diredi?
Savcının her talebini kabul etti de sizinkileri etmedi mi?
ADALET BİLİME KARŞI demişsiniz, bilimsel incelemeleri değerlendirmeye almadı mı?
Nankörlük etmeyin lütfen.
Topu topu kaç bilimsel inceleme raporu sundunuz ki? Toplasam bir düzine etmez. Çalışın biraz 500-1000 rapor getirin bakalım. O zaman değerlendiriyor mu, değerlendirmiyor mu hep birlikte görelim.
Siz komutanlarınızdan, büyüklerinizden bu güne kadar yargıç beyden gördüğünüz anlayışın kaçta kaçını gördünüz?
Hukukun gereği ne ise son satırına kadar uygulamak için ne kadar çabaladı, basın bile tanık. Hatta Avrupa’ya bile taşındı, mahkemedeki hukukun üstünlüğünün işleyişi ve iddia makamının delillerinin ne kadar sağlam olduğu.

Aranızda bende büyükler de var ama izninizle meslektaş olarak bir öneride bulunayım.
Bundan böyle lütfen ayak ayak üstüne atmayın. Bir ayağınızı diğerinin altında tutun.
Sayın yargıca kıçınızı göstermeyin.
Dışarı çıkma gereksinimi duyarsanız, Anadolu kadınının ve özellikle yeni gelinlerin yaptığı gibi arka arka giderek salon kapısına kadar gidip kıçınızı ondan sonra dönün.
Yargıç görmesin.
Otururken de ellerinizi dizlerinizin üzerinde tutun, kıpırdamayın.
Ha, bir de, olur olmaz konışmayın. Yargıcın beğenmediği söz ukalalık sayılır. Sanık haddini bilmelidir.

Yazıyı  bitirirken  çok  sevdiğim  bir  sözü  anımsadım.

Çocukluğumda  öğrenmiştim.

Çokça  da  kullanırım.

Yineleyeyim,  “MEVKİ  İNSANA  ŞEREF  VERMEZ,  İNSAN  BULUNDUĞU  MEVKİİ  ŞEREFLENDİRMELİDİR”
Ne  alâka  diyeceksiniz.
Kel  alâka  işte.

Naci  BEŞTEPE

http://www.ilk-kursun.com/haber/102032

24
Nis
12

Nereye Payidar, Nereye ?

İnsanları  çeşitli  sıfatlarla  sınıflandırabiliriz.  

Erkek – kadın,  uzun – kısa boylu,   şişman – zayıf,  esmer,  sarışın,  zenci,  kumral  vb…

Bu  sıfatların  hangisini  kullanırsak  kullanalım  bizce  en  belirleyici  sınıflandırma  “bir  şey  yapmak  isteyenler”  ve  “salt  bir  şey  olmak  isteyenler”dir.

“Bir  şey  yapmak…”

Bu soyutlamayı ete, kemiğe büründürelim.

Ülkelerinin bağımsızlığını savunanlar ki bunlar için devrimci nitemi uygundur.

Devrimci kavramı, Türkiye ve benzeri ülkelerde antiemperyalistliği, yurtseverliği, milliyetçiliği (ulusalcılığı) içerir.

Sosyalist veya sosyal demokrat olduklarını söyleyerek emperyalizmin kayığına binerek toplumu kandırmaya çalışanların bu bağlamla bir ilgisi olmadığını söylemeliyiz.

Bir  “şey”  olmak  isteyenler…

Bu soyutlama zurnanın zırt dediği yerdir.

Bu tipi temsil edenler için devrim, bağımsızlık, halkın egemenliği, ulusalcılık, anti-emperyalist duruş, her şey araçtır. Amaç, bu kavramların üzerinden bir yere yönetici konuma gelmek, seçilmektir. Bu anlayışın temsilcileri de ittifaklar oluşturur ve destek isterken “Hepimiz Atatürkçü değil miyiz? Yakamızdaki rozet aynı değil mi?” vb sorularla kendilerine destek sağlamanın peşindedirler. Kimilerine bir yerlerde atanmış yönetim kuruluğu üyelik vererek, kendilerine dikensiz yönetimler inşa ederler. Bu tiplerin nerede ise tamamı söylemde “Atatürkçü”, eylemde kayıptırlar.

Böylesi tiplerin, bir yerlerde bir şey olmalarının onların kişisel ihtiraslarına basamak olduğunu insanlar anladıklarında, iş işten geçmiş olacaktır. Bu durum parti, dernek vb yapılardan insanların uzaklaşmasına sebep olmakta, yapılar ahbap çavuş öbeklerinin sandık müsamerelerine teslim edilmektedir. Yüzlerce, binlerce üyesi olan kurumların genel kurullarına katılımın % 10’larda kalmasının sosyokültürel açıklamasında en belirleyici etkenlerden biri budur. Siz buna son otuz yılda uygulanan apolitikleştirmeyi de eklerseniz fotoğraf netleşecektir.

“Yapmak isteyenler” için veya salt kendi ihtiraslarıyla olmak isteyenler” için değişmez yöntem ittifaklar stratejisidir. Her iki anlayış da kendi cephesini genişletmek, karşı tarafı dar alanda bırakmak için çaba gösterir. Görüldüğü gibi yöntem aynı, niyet farklıdır.

Devrimciler, baş çelişme ve baş düşman saptamasının ışığında bir ittifaklar stratejisi geliştirirler. Örneğin; dünyada baş çelişme emperyalizm ise ulus devletler arasındadır. Baş düşman ise emperyalizm ve onun işbirlikçileridir. Öyleyse ittifak cephesi oluşturulurken baş düşmana karşı durarak vatan savunması yapacak herkesle etnik, dini, siyasi ayrılıklar da dâhil bir birliktelik esastır. Baş düşmana karşı birleşik cephe…

Bu süreçte oluşacak birleşik cephe içinde diğer çelişmeler ikincildir. Ayrıca emperyalistler arası çelişmelerden de yararlanmak gerekir.

Bu satırları yazarken 1970’li yılların ikinci yarısına ışınlanıyorum. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun bir oyunundayız… “Nereye Payidar, Nereye?”

Payidar yoksul bir ailenin genç kızı olarak bir işletmede çalışmaktadır. Kendi iç dünyasında izlediği filmler başta olmak üzere, zengin bir yaşamın hayali içinde var olmak istemektedir.

Bu dönemde siyasetin sağ-sol olayları çevresinde oluştuğunu, emek sermaye çelişmesine vurgu yapıldığını hatırlatmalıyım.

Payidar, bir işçi olduğunu kabullenmekle beraber, bir taraftan patronun cinsel tacizlerini görmezden gelmeye çalışırken, bir taraftan da patrona teslim olmama çelişkisi içerisindedir.

Bu süreçte başlayan işçi grevlerinden, sevdalısı olduğu aşkı uğruna dahi uzak durmuştur.

Çünkü onun için elzem olan sadece ve sadece kendi beklentileri ve hayal dünyasında kurduğu gerçek dışı bir dünyayadır.

Sahnenin sonunda Payidar pençik ponçik bir halde sahnede çöke kalmıştır. Yanılgı ve yenilgi…

AST’ın sahnelediği “Nereye Payidar”ı Bilgesu Eranus’un yazdığı Rutkay Aziz’in yönettiği “Nereye Payidar”ın müziklerini Timur Selçuk bestelemişti.

Oyun müziklerinin beğeni kazanması sonucu Timur Selçuk’un yaptığı uzunçalar 1977’de piyasaya çıkmıştı.

Nereye Payidar, Nereye? / Nereye Payidar, Nereye? / Yokuş bayır demesen de / Dere tepe düz gitsen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Nereye Payidar, Nereye? / Nereye Payidar, Nereye? / Bir gün gelip evlensen de / Kurtulmayı düşlesen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Bireysel ihtiraslarla, ahbap çavuş ilişkileriyle gelen başarıların, bir diğer deyişle bir yerde yönetime girmenin hatta şube başkanı veya genel başkan olmanın tam bağımsız Türkiye mücadelesine, antiemperyalist mücadeleye bir katkısının olmadığını anlamak ve anlatmak zorundayız insanlara. Hatta ve hatta milletvekili olmanın bile çıkar yol olmadığını içtenlikle söylemeliyiz. O vekilliklerin, hayatlarının “tek adamını”, genel başkanın iki dudağının arasında olduğu bir düzende sormalıyız, “Nereye payidar, nereye?” Temel mesele, masa iskemle sahibi olmak değildir çünkü.

Nereye Payidar, Nereye? / Nereye Payidar, Nereye? / Şefle iyi geçinsen de / Bugün için sevilsen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Kurulu düzenle iyi geçinerek, onunla bir arada yaşamanın bedeli büyüktür. Bir bakarsın ki silinip gitmişsin hayattan… Dönüştürmüşler seni… Örnek mi? Emperyalist ülkelerin devrimcileri “sistemle bir arada yaşamak” diyerek yola çıktıklarında, dünya sömürüsünden aldıkları küçük kırıntılarda avunduklarında, diğer ülkelerin emekçilerine ve ezilen ülkelere karşı cephede durduklarını ne zaman fark edecekler acaba?

Emperyalizmin ulus devletleri bölerek, şehir devletlerine ayırmaya çalıştığı ülkelerde ulusalcı/milliyetçi geçinip de ağzını mühürleyip, eli kolu bağlayanların hangi arabaya koşulduklarını görememeleri de büyük bedellerin ödenmesine yol açacaktır.

Nereye Payidar, Nereye? / Nereye Payidar, Nereye? / Seninkiler direnişte / Bir sen yoksun içlerinde / Çıkmaz bu yol bir yere…

Emperyalizm çağında her türlü etnik, dini, siyasi ayrılığı öteleyerek baş düşmana karşı en geniş milli cepheyi kurmak tam bağımsızlığın temel taşıdır. Bu gerçeği göremeyenler hangi rozeti takarlarsa taksınlar milli cepheye karşı durduklarını anlamak zorundadırlar.

Nereye Payidar, Nereye? / Nereye Payidar, Nereye? / Gönlün yoksa ezilmeye / Sen de katıl direnişe / İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele / Nereye payidar, nereye…

Yaşam  Tercihlerle  Yürünen  Bir  Yoldur…

Evet, yaşam tercihlerle yürünen bir yoldur. Ya Kemalist Devrim’in yeniden hayata geçmesi için çalışırsınız. Bu çalışmada devrim amaçtır. Görevler, unvanlar araç… Ya da “Şurada burada olayım da, basıp bir yerlere yukarı çıkayım…”, dersiniz. İşte burada şucu, bucu görünmek araç, bireysel tutkularla salt bir yerlere çıkmak amaçtır. Devrim ise teferruat… “Nereye payidar, nereye?”

Öyleyse dostlar bize düşen tam bağımsız Türkiye için en geniş birleşik cepheyi kurarak Kemalist Devrim için yürümek, aramızdaki ikincil çelişmeleri ötelemek (Bu çelişmeye bireysel hesaplarda rakip görülenler de dâhildir) kavramamız gereken ilk halkadır.

Çünkü asıl görev işte o zaman başlayacaktır. Her türlü etnik, dini, siyasi ayrılığı öteleyerek Türk milletini en geniş cephede birleştirmek…

“Nereye payidar” şarkısının linki aşağıda… Gençler ve o yıllara bir yolculuk yapmak isteyen genç kalanlara armağan olsun…

http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/6380/timur-selcuk-nereye-payidar

Biz de 21. yüzyılın Nereye Payidar şarkısına nazire bir söz yazdık…

Kısa  bir  not  olsun  tarihe…

Nereye Payidar, Nereye? / Kişisel heveslerle / Ahbap çavuş seçilsen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Nereye Payidar, Nereye? / Başkan filan olsan da / Vekilliği düşlesen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Nereye payidar, nereye? / Bir masayla iskemleye / Davaya ters dönsen de / Çıkmaz bu yol bir yere…

Nereye Payidar, Nereye? / Abi, abla iyi geçinsen de / Bugün için kandırsan da / Çıkmaz bu yol bir yere… / Nereye Payidar, Nereye?

Bir gün gelir karşına çıkanlar, seni dün alkışladıklarını unutup sorarlar sana…

Nereye  sayın  başkan,  nereye ?

Malumumuz olduğu üzere ülkemizdeki o en büyük demokratik kitle örgütünün gerçek sahibi cumhurdur, üye olsun olmasın Türk milletidir.

Cumhur,   “Hani  tam  bağımsız  Türkiye,  hani  Kemalist  Devrim ?”   diye  soracaktır  mili  birlik  cephesini  engelleyen  herkese…

Gazanfer  ERYÜKSEL

http://www.ilk-kursun.com/haber/102137

23
Nis
12

23 NİSAN

Kökeni,  Ulusal  Kurtuluş  Savaşımıza  dayanan  Türkiye  Büyük  Millet  Meclisi’nin  açılışının  92. yılını  kutlamaktayız.

Bu anlamlı günü borçlu olduğumuz Mustafa Kemal Atatürk’ü ve tüm devrim şehitlerimizi sevgiyle, şükranla ve özlemle anmaktayız. 92 yıl önce açılan bu meclis, hem ülkemizin kurtuluşuna, hem de yeni bir devletin kuruluşuna öncülük eden, yeryüzünde eşi olmayan tarihi bir olguya sahiptir.

Dünyada ilk kez emperyalist devletlere karşı zafer kazanılarak, çürümüş ve yozlaşmış bir imparatorluktan yepyeni bir cumhuriyetin kurulması, demokratik ve laik bir yönetim biçiminin gerçekleşmesi, çağdaş ve aydınlık bir yaşam biçiminin belirlenmesi ve bunun için yapılan tüm yenilikler, 23 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in liderlik ettiği TBMM’nin attığı adımlarla gerçekleşmişti.

Ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık olmak üzere devletimizin başlıca iki temel niteliği bulunmaktadır
. Ulusal egemenlik, ulusun kendi kendisini yönetmesidir. Tam bağımsızlık, başka bir devletin yönetimi altına girmemektir. Egemenliğin ülke içinde kullanımı ulusal egemenlik, ülke dışında kullanımı ise tam bağımsızlıktır. Emperyalizmi rahatsız eden bu iki temel nitelik, günümüzde türlü işbirliği ve oyunlarla yok edilmek istenmektedir.

Ulusun kendi kendini yönetmesi olan ulusal egemenlik kavramı uzun yıllardan beri yok sayılmaktadır. Ülkemizin her yerine, her işine yabancıların el attığı bir ortamda ulusal egemenlikten söz etmek, artık bir nostalji halini almaktadır. PKK terör örgütüyle savaşırken, istihbaratı emperyalist bir devletten almak, ulusal egemenlikle çatışmaktadır. Başka bir devletin yönetimi altına girmemek olan tam bağımsızlık kavramı da, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra terk edilmeye başlanmıştır. NATO, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği gibi kuruluşlarla ilişki içinde olarak, tam bağımsızlıktan söz edilemez. PKK terör örgütüyle mücadele ederken, emperyalist devletlerin sözlerinin dışına çıkılamaması, tam bağımsızlık kavramıyla çelişmektedir.

Bugün ülke olarak geldiğimiz durum çok karanlık ve belirsizdir. Yıllardır ülkeyi yöneten aydınlıktan ve bilimden payını alamamış sığ iktidarlar, ülkemizi yangın yerine dönüştürmüş ve içinden çıkılması zor sorunlarla karşı karşıya bırakmışlardır. Ülkemiz, tarihinde eşi görülmemiş bir ekonomik ve siyasi bunalımla karşı karşıyadır. İşsizlik, yoksulluk, açlık ekonomik krizle daha da artmıştır; her gün yeni bir yolsuzluk ortaya çıkmaktadır. Yolsuzlukları ortaya çıkanların pişkinlikleri, toplum tarafından hayret ve ibretle izlenmektedir. “İleri demokrasi” adına yapılan hukuk dışı uygulamalar, zulüm boyutuna varmış ve insanlara korku salarak, olumsuz etkiler yaratmaktadır. Kendilerine muhalif olan herkese öfke saçan ve saldırgan tavırlarda bulunan siyasi iktidar, ileri faşizme doğru hızla yol almaktadır. Atatürk’ün Aydınlanma Devrimini ortadan kaldırmak için var gücüyle çalışan siyasi iktidar, ülkemizi ortaçağın karanlığına döndürmek için yoğun bir şekilde uğraşı vermektedir.

Darbelerle hesaplaşıyoruz aldatmacasıyla, bir komedi sergilenmektedir. Darbelerden beslenenlerin, darbeleri yargılamaları mümkün değildir. 28 Şubat’ın hesabını sormak isteyenlerin amacı, irticayı tehdit görenleri yok etmektir. Yeni ve sivil anayasa yapmak yalanının ardında ise Atatürk’e, ilke ve devrimlerine veda ederek, bölünme anayasası için ortam hazırlamak bulunmaktadır. Takla atılarak, demokrasi geliştirilemez, sadece toplumda kesin olarak itaat kültürü oluşur. Ve bu kültür sonucunda sorgulamayan, araştırmayan tarikatvari bir yapı içinde yetişen nesillere “ileri demokrasi” aldatmacası yutturulur.

TBMM’nin açılışından 92 yıl sonra, bugün ülkemizde yetkili ve güç sahibi olanlar, yurtseverlere ve ulusal güçlere saldıran, 1919’lu yılların mandacılığını, sömürgeciliğini kabul edenlerin devamıdır, torunlarıdır. Bugün vatan hainleri anılmakta, kahraman yerine konulmakta ve isimleri çeşitli kuruluşlara verilmektedir. Ülkemizin yönetim kademelerinde olanlar tarafından, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız, tüm ulusal değerlerimiz, ulusal egemenliğimiz ve tam bağımsızlığımız emperyalistlere peşkeş çekilmek istenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin değerlerine saldırılarak, ülke bütünlüğünü dağıtmaya, etkisizleştirmeye, itibarsızlaştırmaya ve parçalamaya yönelik eylemler yapılmaktadır. Cumhuriyetin içi boşaltılırken, sessiz kalanlar da tarihin sayfalarında karanlıklar içinde, “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde” kalacaklardır.

Bu karanlık ve işbirlikçi günlerden nasıl kurtulacağımızı eşsiz liderimiz Atatürk, “Gençliğe Hitabe”sinde söylemiştir: “İşte bu ortam ve koşullarda bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda vardır.” Mustafa Kemal Atatürk’ten, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinden, ulusal egemenlikten, tam bağımsızlıktan, Türkiye Cumhuriyeti’nden yana olanların, güçlerini birleştirerek, örgütlü mücadele yapmaları gerekmektedir. Yapılacak bu örgütlü mücadele, yeni bir ulusal kurtuluş savaşını başlatarak, aydınlık günlere kapıyı aralayacaktır. Ve emperyalist güçler ile yerli işbirlikçilerinin yoğun çabalarına karşılık Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş felsefesine bağlı olarak, sonsuza dek Atatürk ilke ve devrimleri temelinde hep yaşayacaktır.

Suay  Karaman   /  Tüm  Öğretim  Elemanları  Derneği  (TÜMÖD)  Genel  Sekreteri

http://www.ilk-kursun.com/haber/102012

23
Nis
12

Sözüm işgali görenlere…

Vatan  ne  demek  “namus”

Kanlarıyla,canlarıyla bize onu bize armağan eden kahraman atalarımızdan bize miras,sonraki kuşaklara kadar korumamız gereken emanet…

İşgal’i anlamayanlara, görmeyenlere,namusumuza göz dikildiğinden, milli malvarlığımızın özelleştirme maskesiyle yabancılara satılması ve nato füze kalkanlarıyla vatanın üzerine değen namahrem ellerle uğranılan tecavüzlerden, içimizdeki teksaslıların vatanı teksaslı cavuşa peş keş çektiğinden habersiz fatmagül‘e yapılan tecavüzden ve acundan haberli yaşayan beyinleri esir çoğunluğa değil sözüm…Onlar göremezler çünkü beyinleri artık esir; beyinlerini özgürleştirecek olan sensin sen başkası değil…
Sözüm  sana…

Sözüm  işgali  görenlere…
“Vatan  işgal  altında”  saptamasına  katılıyorsak…
“Vatan  namustur”  saptamasına  katılıyorsak…

Namussuzlar tarafından namussuzca yönetilmeyi, sessiz ve derinden yürüyen bu namussuzca işgali,namusuna el sürüldüğü halde buna kayıtsız kalıp namussuzca yaşamayı içimize sindiremiyorsak…
Hasan  Tahsin  ne  yaptıysa  onu  yapacaksın…
Şerife  Bacı‘m  ne  yaptıysa  onu  yapacaksın..
Kara Fatma  ne  yaptıysa  onu  yapacaksın…
Gördesli  Makbule  ne  yaptıysa  o…
Yörük  Ali  Efe  ne  yaptıysa…
Nezahat  Onbaşı  olacaksın…
Tayyar  Rahmiye  Ana
Telgrafçı  Hamdi
Köprülülü  Hamdi  bey
ve adları satırlara sığmayacak kadar çok olan bize vatanı armağan eden, “namusun  gibi  koru”  diye  emanet  eden  binlerce  kefensiz  yatan  kahraman…
her  sabah  ANDIMIZ‘ı  okuyup  and i çtiysen…
varlığını  Türk  varlığına  adayan  bir  Mustafa  Kemal  olacaksın….

Güneş  ERKUL

http://www.ilk-kursun.com/haber/102075

22
Nis
12

DİRENMEK YAŞAMAK DEMEKTİR…

Türkiye Cumhuriyeti bugün büyük bir saldırı altındadır.

Amerika’sı, Avrupa’sı, şeriatçısı, PKK’lısı candan, sıkı bir işbirliği içerisinde, dört koldan, tüm güçleri ile yüklenmektedirler.

Savaş alanı cumhuriyettir; Cumhuriyet ideolojisidir, Cumhuriyet ekonomisidir.

Başta ulus-devlet ve bağımsız Türkiye olmak üzere, Kurtuluş Savaşımızın tüm kazanımlarını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Okullar İmam hatiplere, Kuran kurslarına dönüştürülüyor.

Sınavlarda Türkiye Cumhuriyet yerine, “Yeni Türkiye Devleti” deniliyor. Tevhidi-tedrisat (öğretim Birliği) ayaklar altında. Hukuk, Nemrut Mustafa Paşaların hizmetine girmiş. Aczmendiler ellerinde değneklerle sokaklara dökülmüş, Cumhuriyete meydan okuyorlar…

Üstelik onlar bu saldırılarında yalnız da değiller. Kendilerine (her nedense) solcu(!) diyen ve aydın olduklarını ileri süren bir aymazlar topluluğu da bu ihanet çetesi ile birlikte 1923 Devrimine, Cumhuriyet dönemine veryansın ediyor, aslanlar gibi kükrüyor!..

Artık şunu açıkça söyleyebiliriz: Sosyo-ekonomik yapısı, gönüllü mandacıları ve emperyalist kültürü ile bugünkü Türkiye’nin koşulları, Ulusal Kurtuluş Savaşının başladığı yıllardaki koşullardan farklı değildir. Sadece aktörler değişmiştir, o kadar… O yıllarda da bugün olduğu gibi dinciler, bazı satılık kalemler, padişah ve çevresi, ulusalcılara karşı emperyalizm saflarında yer almışlardı.

Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında, ülkemizin “vaziyet ve manzarai umumiye”sini (genel görünümünü) şöyle anlatıyordu:

”Düşman devletler, Osmanlı Devletine ve ülkesine maddi ve manevi saldırıya geçmiş: onu yok etmeye ve parçalamaya karar vermiştir. Padişah ve halife olan kişi, kendi yaşamını ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor… Felaketin dehşet ve ağırlığını kavramaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kendilerince kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvurmakta…

Burada pek önemli bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve sadık…”

O günkü ortamla, bugünkü ortam arasındaki benzerliği fark ettiniz mi? Saltanat, hilafet, şeriat yanlıları bugün de işbaşında. ABD, AB ve İsrail yurdumuzu parçalayabilmek için Atatürk’ün deyişiyle “maddi ve manevi” saldırıya geçmiş.

Irak’ın Kuzeyindeki aşiret reisleri, yedi bin yıllık bir dünya devletini yönlendirebilmek için iç işlerimize burunlarını sokuyor. Bir avuç bölücü, vatanımızdan toprak istiyor. Türkiye Cumhuriyetine kafa tutuyor.

Fabrikalarımız, limanlarımız, arazilerimiz yabancılar tarafından işgal edilmiş. Yönetim onlarda. Türk ulusu adına onlar karar veriyorlar. Artı değerlerimizi, zenginliklerimizi yağmalıyorlar.

“Devlet malı deniz…” diyen Oğullardan, kızlardan, damatlardan kimseye sıra gelmiyor. Garibanlara sadaka çerçevesinde azıcık ekmek, aş veriyorlar. ”Bununla yetinin” diyorlar. Halkımızın bir bölümü onu da alamıyor. Sadece olup bitenleri seyrediyor şaşkın şaşkın. Sadece bakıyor… Ne var ki uzaktan bakıyor şimdilik. Deveyi hamuduyla götürenleri de göremiyor.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vurguladığı gibi, ne yazık ki günümüzde halkımız dün olduğu gibi bugün de yöneticilerin “hainliğinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve sadık…”

İktidar, yoksul halkı vergi ve sömürü kaynağı olarak görüyor. Deniz Fenerleri, vatandaşın saf dinsel inancını kullanarak trilyonlar topladı, iç etti, şimdi de elini kolunu sallayarak geziyorlar…

Yoksul halkın ödediği vergiler, trilyonlar buharlaşıyor. Heba oluyor. Libya, Suriye karşıtlarına, yapılan yardımlara, gidiyor. Milyarlar, yandaşların cebine iniyor ya da iç, dış faizlere harcanıyor.

Okul yok, hastane yok. En önemlisi fabrika, işyeri yok. Çünkü yatırım yok. Yatırım olmayınca üretim yok. Üretim olmayınca büyüme yok. Büyüme olmayınca iş yok. İşsizlik çok. “Yok”lar tren yolu gibi uzayıp gidiyor; çocukluğumuzda anamızın bize anlattığı ”uzun duvar” masalına dönüyor.

Sadaka ekonomisi ve din ticareti… AKP’ye göre her şeyi çözümleyen sihirli bir formül.

Önce halkı aç bırakacaksın, sefilleştireceksin, sonra da bulgur, nohut, makarna vereceksin, ramazan çadırları kuracaksın, aşevlerinde aş ekmek dağıtacaksın. İrtica büyük tehlike diyen subayları içeri atacaksın. Böylece hem dua alacaksın, hem oy alacaksın… Bir taşla iki kuş…

Onlar soyut bir devlet, ordu, Kemalizm düşmanlığı yaparak Türkiye’yi kurtaracaklarını sanıyorlar. Sanki bu ülkenin başka sorunu kalmamış gibi. Sanki tek sorun orduyu kötülemek, halkın gözünde küçük düşürmek, profesörleri, sendikacıları, gazetecileri, milletvekillerini içeriye atmak, attırmakmış gibi… Peki, Ekonomideki bütçe açığını, yoksullaşmayı ne yapacağız? Çift hanelere yönelen işsizliği ne yapacağız?

Halk kan ağlıyor. Esnaf kan ağlıyor. İşçi-köylü kan ağlıyor.

Dört dükkândan üçü kepenk indiriyor. Bu sorunları 28 Şubatçıları tutuklayarak mı çözeceksiniz? Dikkatleri, ilgileri başka yönlere çekmekle, deve kuşu gibi gizlemekle, hayali istatistiklerle, ekonomik çöküntüyü nereye kadar gözlerden uzak tutacaksınız? Ne zamana kadar saklayacaksınız?

Geçmişte Namık Kemal’leri, Mithat Paşaları, Nazım Hikmet’leri“vatan haini” ilan ederek zindanlara atan, sürgünlere gönderen düşünce, işte bu düşüncedir. “Orduyu isyana teşvik etti” gerekçesiyle Nazım Hikmet’in gençliğini cezaevlerinde tükettiler. İleride bugünkü yaşananları da tarih yazacaktır mutlaka.

Bütün bu olumsuzluklara karşı direneceğiz.

Haksızlığa, zulme, vatanın yabancılar tarafından işgaline direnme her zaman, her çağda, her ülkede geçerli bir hak olmuştur.

Baskıya, işkenceye, sömürüye boyun eğmek, yaşarken ölümü kabullenmek demektir. Toplumların ilerlemesi, yücelmesi kötü koşulların değişimi ile olur. Değişim ise her çağda direnme ve devrimlerle gerçekleşir.

Direnmek  yaşamak  demektir.

Atatürk, yaşamı boyunca direnmeyi ve mücadeleyi seçti. Baskılar, tehditler karşısında asla yılmadı. Subay olduktan sonra Şam’a sürüldü. Daha sonraları Sultan Vahdettin onu ölüme mahkûm etti. Yine vazgeçmedi.

Şöyle  diyordu  o :

“Ordu müfettişliğinden istifa edip de basit bir vatandaş olarak milletim ve vatanım için çalışmaya başladığım gün, bütün bir düşman dünya içinde, kendimi en kuvvetli bir adam olarak buluyordum. Bu kuvveti bana, Türk ulusu davasının büyüklüğü ile vicdanım veriyordu.”  (Atatürk  İhtilali,  Mahmut  Esat  Bozkurt)

Direnmek   yaşamak   demektir.

Kimse   kimsenin   yaşam   hakkını,   yaşama   hakkını  

özgürlüğünü   elinden   alamaz.

Buna   hakkı   da   yoktur,   haddi   de   yoktur…

Bu   kadar   basit…

Ali  ERALP

http://www.ilk-kursun.com/haber/101901

21
Nis
12

Samizdat — Silivri — Samizdat

Açıklayanlar  oldu  ama,  ben  de  ilk elden  açıklamasını  yapayım.

“Sam”  Rusçada  “kendi”  demek.

“İzdat”  yine  Rusça  “izdaniye”  (yayın),  “izdatelstvo”  (yayınevi)  sözcüklerinden  türetilmiş.

,Böylece  “samizdat”,  bir yayınevi tarafından basılmayıp yazarın kendisi tarafından yayımlanan kitap anlamına geliyor gibi olsa da, el altından basılıp dağıtılan yayın anlamında kullanılıyor.

Rusçanın  uluslararası  dile  armağan  ettiği  sözcüklerden  biri…

Soner Yalçın’ın “Samizdat”ını okurken bir an Stieg Larsson’un “Ejderha Dövmeli Kız”ını okuyormuşum duygusuna kapıldım…

Benzerlik, Soner Yalçın’ın, hele içinde bulunduğu koşullarda daha da hayranlık duyulası yazarlık başarısıyla ilgili değil sadece…

Beni ilgilendiren asıl benzerlik, her iki kitabın içeriğinde ve kurgusunda başlıca yere sahip olan internet olgusunda…

Larsson’un romanı konu örgüsü bakımından ancak internet çağında yazılabilirdi…

Soner  Yalçın’ın  “Samizdat”ı  gibi…

Romanın  kahramanı,  internet  şifrelerini  kırarak  sahtecilikleri  nasıl  bir  bir  ortaya  çıkarıyorsa,  Soner  Yalçın  da  kitabında  Ergenekon,  Balyoz  vb.  adı  verilen  sahteciliklerin  ardındaki  gizli  oyunların,  kurguların,  internet  düzenbazlıklarının  şifrelerini  kırarak,  tıpkı  bir  polisiyede  gibi,  tüyler  ürpertici  yalanları,  oyunları,  cürümleri  gözler  önüne  seriyor

Bu  kitabı  okurken  bir  kez  daha  anlıyoruz  ki,  bu  kadar  karmaşık  ve  dolaşık  düzenbazlıklar,  ancak  internetin  çok  gelişmiş  olduğu  ülkelerde  söz  konusu  olabilir…

Buradakiler  bu  kadarını  be-ce-re-mez

Bu  işler  internetin  anayurdunda  düzenlenmiş,  kurgulanmış  ve  sahneye  konulmuştur…

***

Geçen haftaki Silivri Cezaevi notlarımda, bana orada verilen yazılardan, mektuplardan söz etmeyi sürdüreceğimi yazmıştım.

Şimdi onları daha yakından incelerken içimin daraldığını hissediyorum…

Nasıl bir sahtecilik, düzenbazlık düzeneği kurulmuş olduğunu büyük bir öfke, derin bir üzüntüyle görüyorsunuz…

22 Eylül 2011 tarihinden bu yana tutuklu bulunan Deniz Kurmay Kıdemli Albay M. Koray Eryaşa, teknik açıklamalarla dolu yazısında, tutuklanmasına dayanak olan “1 sayfa imzasız dijital yazı”nın geçersizliğini 41 sayfa resmi belge ve 397 sayfalık bilirkişi raporlarıyla kanıtlamış olmasına karşın, tutukluğunun neden hâlâ sürdüğünü soruyor.

En son görevi Gölcük Deniz Ana Üs Komutanı olan, 7 aydır tutuklu Tuğamiral Ali Sadi Ünsal; haksız, adaletsiz yargılamaya ve böyle bir yargılamaya destek olan ya da seyirci kalan medyaya haklı ve ağır eleştiriler yönelttiği açıklamalarında, davaya esas olan sözde kanıtların tamamının imzasız, sahte dijital veriler olduğunu; sahteliklerinin yabancı ve yerli bilirkişi ve uzmanlarca belgelenerek kanıtlandığını, bugüne kadar 1500’ün üzerinde somut, yani tartışılmayacak düzeyde sahtecilik saptandığını, fakat mahkemenin bütün bunları yok saydığını belirtiyor… Sayın Ünsal haklı olarak, bu davalar TV ve radyolarda bir gün dahi canlı olarak yayınlansa halkın algısının bir anda değişeceğinden kuşku duymadıklarını söylüyor…. Gerçekten de, nedir bu yayın yasağı? Bunun adı faşizm değilse nedir? Silivri duruşmalarının bir esir kampında yapıldığının bundan daha açık bir kanıtı olabilir mi?

Geçen haftaki yazımda da söz ettiğim, 23’ü general rütbeli 50 imzalı ortak açıklamadan okuyalım:

“Bu davada 250’si tutuklu 365 Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu yatmaktayız. Bunlardan yarısı halen görevde olan muvazzaf personel olup, 57’si ise her rütbeden general ve amiraldir. Bizler bir ‘hukuk garabeti’ iddianame ile kendi ülkemizde aylardır özgürlüğümüzden yoksun, esir olarak tutuluyor ve dünya hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek şekilde haksız ve hukuksuz olarak yargılanıyoruz.”

Bu sözleri ve benzerlerini bir çığlık olarak algılıyor ve bütün bunlara son verme gücünden yoksun bu ülkenin bir yurttaşı olmaktan derin bir acı, keder ve utanç duyuyorum…

***

“Samizdat”la  başladım,  onunla  bitireyim…

Sevgili  Soner’in  kitabında,  kimi  kez  tek  bir  cümlede,  yazarın  bilgece,  filozofça  özdeyişlerini  okuyoruz.

Ona  özenerek  ben  de  bir  özdeyiş  (aforizma)  söyleyeyim :

İnsanın  alçalmasının  da  yükselmesinin  de  sonu  yoktur

“Samizdat”ta adları geçen (medyada, başka yerlerdeki) alçaklar, pişman olup özeleştiri yapmak şurada dursun, giderek daha da alçaklaşacak, gün gelecek insan içine çıkamayacaklardır…

Bugün acı çeken, namuslu, onurlu, cesur insanlar ise, dik durmalarının ödülünü, kendi benliklerinde ve toplumda daha da saygınlaşarak kazanacaklardır…

12 Eylül 1980 sonrasının cezaevinde ve sürgünde acı çekenlerinden biri olarak, bunun böyle olduğunun ve böyle olacağının yakın bir tanığıyım…

Bugün  ve  yarın  öğleden  sonra  TÜYAP  İZMİR  KİTAP  FUARI  Cumhuriyet  Kitapları  standında  okurlarımla  buluşuyorum.

Ataol  BEHRAMOĞLU

21  Nisan  2012  –  Cumhuriyet




İstatistikler

  • 2.406.132 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Nisan 2012
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  

En fazla oylananlar