Sakın ola ki ;
Türk Milletinin vergileriyle bu ülke insanını korumakla görevli Türk Polisine,
kendi halkını kırdırma..!!!
Yoksaaaaaa…
Her fâninin tadamadığı, o çok bayıldığın “ottoman usulü”nden tadacaksın..!!!
Ona göre…
Kırkyıldır hiç yapmadığım işler geldi aklıma, arkadaşların evine 45’lik plak dinlemeye giderdik, plak’ın başında hep şu Avrupa Yakası’ndaki Zerrin gibi bir bilmiş kız otururdu.. Bayram öncesi annem kolonya şişesi doldurmaya yollardı, peşinden akide şekeri lokum badem şekeri almaya.. Elbise için dükkan dükkan kumaş bakmaya giderdik. Düğmesi ibrişimi için tuhafiyeciye.. Asıldığım kızları görmek için sabırsızlıkla lisenin dağılma saatini beklerdik, kolkola altılı yarışır gibi çıkarlardı okuldan, at yarışında burun farkı çıkartmaya çalışırdım benimkisini.. Ağbim başka kıza aşık olunca annem beni koluna takıp işi bozması için cinci hocaya koştuk sonra falcı kadına gittik. Yeşil gözlü kızların çok abartılı takıntılı bir efsanesi vardı, çiyan deyip bozardık.. Ev dışında koltukta hiç oturmadım. Kıymalı taze fasulye kıymalı bezelye dünyanın en doyumsuz yemekleriydi. Deri çeket desenli bir kazağım olsun diye canım çıkardı. Hiçbir nedeni yokken ağaçlara tırmanırdık. Sebepsiz yere duvarları çizerdik. Bir yerimiz incinse çıkıkçıya koşardık. Sınıfta kafası çalışmayan çocukları annesi kolundan tutup hocaya okuma üflemeye götürür boynuna muskalar asılırdı.. Kuyular olurdu evlerin önünde, hayal meyal hatırlıyorum, kadınların yüzükleri bilezikleri düşerdi, çok uzun sopalı körler gelir, kuyunun dibinde hafifçe gezdirirken sopasının ucunu, mutlu bir Budha gibi göklere bakardı.. Mezarlıkta bayram günleri tabelacı çırağı olarak boya kutusunu taşır, ‘ruhlara fatihe yazılır’ diye müşteri arardım. Mahalle camisinden her gün kana kana su içerdik. Haftada bir gün şamatayla hamama giderdik. Kızlar yürürken arkaya bakarsa aranıyor bu lan diye peşlerine takılırdık, arada bir göz göze gelince aklımız oynardı. Beyaz eşyacı dükkanların vitrininde kapalı devre yayın yapan televizyon olurdu, on dakika kalabalık seyrelsin diye bekler, ekranda kendimizi görüp aha aha diye sevindirik olurduk. Maç günleri kuyruğa ağbi beni de götür diye kaynak yapardık.. Diş çektirmek için evinin bir odasını dişçi dükkanı yapmış çok yaşlı Eınsteın’e benzeyen dişçilere giderdik.. Araba lastiği şambiyeli şişirir denizde dalga dalga yüzerdik. Yakası işlemeli yün fanile dokuyan evlerdeki teyzelere giderdik. Triko kazak dokuttururduk, boğazları iki günde bollaşır.. Jöle yerine iki damla zeytinyağı ve bir damla limon avucumuza sıkar saçımızı dümdüz tarar düğünlere giderdik.. Elbisede güve yeniği olursa örgücüye giderdik. Gazeteler kupon dağıtır hergün düzenli kesip toplardık. Sahilde topluca sanat müziği şarkıları söyler sözlerini tekrar tekrar öğrenmeye heves ederdik.. Hürriyet Evinizde kampanyasıyla bir ünlü evleri geziyor Hürriyet Gazetesi görürse ödül veriyordu, arkadaşımızın evine Ayhan Işık geldi, Hürriyet’i bulamadılar, Ayhan Işık gitti, oturduğu minderin altından çıktı, mahalleli toplanıp o minderi görmeye giderdik.. En çok delisi Milli Nizam Partisi’nin vardı, partinin önünde masanın üstüne çıkarlar içinde kainat Allah Jüpiter geçen nutuklar verirdi, dinlemeye gider, tantanayla Varol nurol diye alkışlardık.. Bir otobüs dolusu çocuk otobüse biner okul gezisine çayırlara çıkardık. Sabahçıyız, daha ilk teneffüste kantin önünde gözümüzün içine baka baka gazoz simit yiyen çocukları bir gün bir güzel dövmenin planlarını yapardık. Sıkıldım diye bir cümle hiç duymadım. Zaman boşa gitti diye bir hayıflanmaya hiç rastlamadım.. Postaneye tebrik kartı atmaya giderdik. Işıklı radyoda istasyon arardık. Terziye takım elbise ısmarlar, üç ayrı provaya giderdik. Mahalleli arkadaşlarla topluca yazlık sinemaya giderdik.
Okumaya devam edin ‘İlk siyasi davam ilk örgüt kuruluşu (hikâye)’
Tayyip, iki yanı uçurum olan dar bir yolda bisiklete binen çaresiz bir adama benziyor.
Pedal çevirmeyi bıraktığı an, uçuruma düşüp paramparça olacağını biliyor.
Bu yüzden Başbakan olmanın sorumluluğuna, demokrasinin kurallarına, demokratik hoşgörüye hiç uymayan davranışlarına bilerek devam ediyor.
“Kindar ve Dindar” söylemlerle, hala kendine inananları bir arada tutmaya çalışıyor.
Her ağzını açtığında, hakaret-küfür-aşağılama.
Adam sanki Başbakan değil de, mahallenin bıçkın kabadayısı!
Hadi Erdoğan’ı anladık, o freni patlamış araba gibi son sürat duvara doğru gidiyor.
Yakında çarpacak ve hakkı ne ise onu alacak.
Sizler nasıl olur da, göz göre-göre suça ortak oluyorsunuz?
Erdoğan’ın ilerde sizi kurtarabileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Erdoğan’ın 2001 de beraber yola çıktığı “Siyaset Arkadaşlarından”
“Bürokrat Dostlarından” bugün için yanında kimler kaldı, görmüyor musunuz?
Erdoğan’ın çok yakın aile çevresi hariç, kime vefalı olduğunu gördünüz? Yüzlerce siyaset arkadaşını, binlerce bürokratı kullanıp, onlara yanlış işler yaptırıp başında atmadı mı, yanından uzaklaştırmadı mı? Bakanlarını, Milletvekillerini tekme-tokat döven adam sizi mi düşünecek?
Özellikle Vali ve Emniyet Müdürleri;
Sizler, yaptıklarınızın hesabının yasalar önünde sorulmayacağını mı sanıyorsunuz? İnsanların anayasal haklarını vurarak-kırarak-yaralayarak-öldürerek engellemeye çalışmak, sizin içinize siniyor mu?
Erdoğan’ın kanunsuz emirleri yasaların üzerinde mi?
Sizler ana-baba değil misiniz?
Okmeydanı Cemevi avlusunda öldürülen 30 yaşındaki Uğur Kurt’un günahını kim çekecek? İçinizden hangi babayiğit, Uğur’un çocuğunun yüzüne bakabilecek?
Erdoğan sürekli olarak “Dürüst ol Dürüst” demiyor mu?
-Erdoğan’ın ve ailesinin malvarlığını, dürüstlük olarak kabul ediyor musunuz?
-Erdoğan’ın 4 Bakanının yolsuzluklarını, dürüstlük olarak görüyor musunuz?
-Sizlerin çocuklarının evlerinde milyonlarca dolar-kasalar var mı?
-Sizlerin hanginizin evinde para sayma makinası var?
-İmar yolsuzluğu yapıp, avantadan para kazanan çakalların yaptıkları vurgundan mutluluk duyuyor musunuz?
-Soma’da üç yüzden fazla insanımızın boşu boşuna ölmelerine sebep olan yolsuzluk zincirini gördüğünüz bildiğiniz halde nasıl susarsınız?
-Sizlerin çocuklarınızın ve Soma’da babasız kalan 432 çocuğun hangisinin gemi filoları- medya grupları-milyar-milyar Avro ’su var?
-Sizlerin çocuklarınızın hangisinin, bir defada 100 Milyon Dolar bağış alabilen bir vakfı var?
-Hanginizin yurtdışındaki gizli banka hesaplarında milyarlarca dolarlık “haram parası” var?
Tüm bunları yapanlar mı dürüst? Devleti Milleti dolandıranlar mı Müslüman?
Şunları hiçbir zaman unutmayın;
Eskiden her olayın sadece kaydı devletin elindeydi. Şimdi öyle mi? Bir basit telefon kamerası bile, sizlerin saklamak istediğiniz gerçeklerin üzerini açacak.
Eğer Türk Devleti, bizzat iktidar tarafından yapılan bunca tahribata rağmen hala ayakta duruyorsa, bu durum aldığı maaşla yetinen, boğazından haram lokma geçmeyen Devlet Adamları- Siyasetçiler ve namuslu Bürokratlar sayesindedir.
Ve bunlar her şeyi ama her şeyi, hem kendi hafızalarına hem de Türk Milletinin hafızasına kayıt ediyorlar. Günü geldiğinde her şey belgeleriyle açıklanacak ve hesap mutlaka sorulacaktır.
Sizler bu aziz vatanı sokakta bulmadığımızı, bağımsızlığımız ve son Türk Devleti için oluk-oluk kan akıttığımızı unuttunuz mu?
Bizler unutmadık. Gök kubbe başımıza yıkılmadıkça Türk Vatanını emperyalist devletlerin uşaklarından, hırsızlardan-uğursuzlardan-şaibeli kişilerden ve onların oyunlarından koruyacağız.
Bu sizlere, büyük bir kısmınızı tanıyan bir büyüğünüz olarak son nasihatimizdir.
Lütfen kendinize gelin, yasaların dediğini yapın, kanunsuz emirler uymayın ve kim kanunsuz iş yapıyorsa, Türk Milleti ile paylaşın…
Arada bir en yakınınızdaki kabristana gidin.
Görün ve anlayın ki, oradan kaçış yok.
Orası kendisini vaz geçilmez olarak görenlerle dolu.
Kul hakkı almayın, kul hakkı yiyenlere payanda olup kendinizi iki âlemde de yakmayın…
.
* * * * * * * * * * * * * * *
Başrol oyuncusu 12 yıldır “zır deliyi” istikrarlı bir şekilde oynuyor. Mahalledeki evlerin, dükkanların camını kıran bir zır deli gibi…
Bazen bir üniversitede, bazen meydanlarda, bazen kurumların kuruluş yılı etkinliklerinde rolünü oynuyor. Apırıyor, köpürüyor, saldırıyor… Kavga etmediği kurum, camını kırmadığı meslek örgütü kalmadı. Sonra da mağdura yatıp, ağlıyor. Komik olan ne biliyor musunuz? Bu zır deliyi oynayan adama kendini akıllı sanan adamlar akılla mantık çerçevesinde cevap veriyor(!).. Kimi mektup yazıyor, kimi oynadığı oyunu gerçek sanıp yorumlar yapıyor…
İşin ucunda ülkem olmasaydı, bu şapşallar ordusuna güler geçerdim ama gülemiyorum. Bu kadar basiretsiz, öngörüsüz adamın nasıl bir araya geldiğine şaşırıyorum sadece…
Meslek örgütleri, sözde muhalefet “küresel deliyi, oynadığı oyunu” beğenmiyor ama 12 senedir de bir delinin oynadığı oyunda figüran durumuna düşmekten öte de bir rol üstlenemiyor. Kendi oyununu kuramıyor. Kendi sahnesini açamıyor.
Deli topu atıyor. Hurra… Kendini akıllı sanan zevat o topun peşinde koşuyor da koşuyor. Onlar koşa dursun, perde gerisinde ülkenin kalan malları satılıyor. Ağaçları kesiliyor. Paralar el değiştiriyor.Güneydoğu’da hızla paralel bir devlet kuruluyor. Kalan son kurumlar çökertiliyor.
Bırakın camları kırsın. Camı kırılan gereğini yapsın. Yahu, bir kere de üstü örtülen gündemin peşinde koşun da, bir kişilik zır deli oyununun gönüllü figüranı olmayın.
Mesela ben merak ediyorum. Bu ağaç katliamı sapıklığının arkasında ne yatıyor? Tamam, rant alanları ağaç katliamına neden oluyor da, kesilen o binlerce ağaç nereye gidiyor? Bu ağaçların da bir ederi var değil mi? Kesilen ağaçların akıbetini merak eden muhalefet var mı?
Mesela bölgeyi bilen kişilerden bir komisyon oluşturup Güneydoğu’ya göndermeyi, orada olanları millete bir rapor ile duyurmayı düşünen siyasetçi var mı?
Türk Ordusu içinde farklı şekilde sürdürülen tasfiyeler hakkında bir araştırma yapmayı düşünen var mı?
Küçük esnafın banka-vergi kıskacında nasıl yok edildiğini öğrenmek ve millete duyurmak isteyen bir muhalefet var mı?
Camilerin Emevi camilerine nasıl dönüştüğünü, dinin siyasetin emrine nasıl girdiğini görmek isteyen birileri var mı?
Zır deli her gün bir cam kırıyor. Bir çam deviriyor. Kendini akıllı sananlar, deli rolü oynayan şahsın belirlediği gündemin gönüllü figüranı olmaktan öte bir oyun kuramıyor.
Bırakın!!.. Duymayın!!. Görmeyin!!.
Kendi kendine bağırıp duysun.
Siz arkadan boşaltılan ceplerimizin, yürütülen cüzdanlarımızın peşinde koşun.
Zır deli, gayrimeşru sevgili Fetullah çetesiyle çıkar kavgasına düşmeseydi; ne ayakkabı kutularından, ne altın nakil kralı Rıza’dan, ne de milyarlık kol saatlerinden haberimiz olacaktı. “Başbakan ne dediyse ben onu yaptım” diye ağlaşan, ağlamanın Bayraktar’ından da, kıt zekasıyla milletin paralarını istif eden mahdumdan da, ayetle dalga geçen Truva atlarından da milletin haberi olmayacaktı. Sahi, bu muhalefet ne işe yarar ki? Zır deliyi oynayan şahsın oyununda figüran olmaya mı?
Karga ile tilkinin hikayesi gibi. Peyniri kapan sonunda hep tilki oluyor.
Gaklamayı ne zaman bırakacaksınız? Bıkmadınız mı tilkiye peyniri kaptırmaktan?
Bıkmadınız!!. Neden mi?
Çünkü bazı sazanlar hariç, sizler bu oyunun zaten birer parçasısınız. Bu oyunun birer parçası olmasaydınız eğer, Kuva-i İnzibatiye Ordusu, Kuvva-i Milliye ruhu karşısında bu kadar cesur olamazdı.
Bazı kelli felli adamlar zır deliye mektup yazıyor(!).. Benim de içimden bu mektupçuları bir psikoloğa götürmek geçiyor.
Kardeş, hala anlamamakta niye inat ediyorsunuz? Zır deli öyle mektuptan falan anlamaz. O’na yeşilleri göstereceksiniz. Çünkü programında başka bir değer “tanımlı değil”. Anlasana!!.
Salak mısınız? Salağa mı yatıyorsunuz?
Adamın bir görevi var;
25 Haziran 1920′de Kuvva-i Milliye karşısında başarısız olduğu için kaldırılan Kuva-yı İnzibatiye‘yi(*) yeniden harekete geçirmek, terhis edilen İnzibatiye askerlerinin torunlarını aktif hale geçirmek…
Tabi bu işi de bedava yapacak değil ya? Millet işi anladığında kendini kurtaracak kadar paraya ihtiyacı olacak. O parayı kazanmasına izin veriliyor. Gerçek bu kadar basit ve yalın… Bu kadar basit ve yalın olduğu için o kalın kafanız almıyor. Tıpkı sınavda öğrencilerin en basit soruları, “bu kadar basit soru olmaz, içinde başka bir şey var” mantığıyla çözemediği gibi…
Görmek isteyenin görebileceği gibi; yıllardır yabancı istihbaratların koynunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, Türk Milletine düşman olarak yetişenler, karanlık dehlizlerinden bir bir çıkıyor. 1920’de yenilenlerin çocukları, akıllarınca rövanş alıyor. Mason localarında kimliğini bırakanlar, şeytanın hizmetine girenler, devletle sorunu olanlar, cebini sistemden dolduranlar ile İtilaf devletleri… Hepsi ortak çıkar noktalarında birleşerek bir araya geldi. Zır deli rolünü oynayan, her gün bir kavga çıkartıp gündem belirlerken zihinleri dumura uğratan şahsa kurdukları şemsiyenin altında toplandı.
Kuva-i İnzibatiye Kuva-i Milliye’ye karşı kaldığı yerden savaşmaya devam ediyor.
Bugün ülkemizde olan şudur;
Arkasında İtilaf Devleri olan Kuva-i İnzibatiye ordusu, Kuva-i Milliye Ordusuna karşı kıyasıya bir savaş veriyor. Bu savaşta hiçbir ahlak kuralı işlemiyor, işlemez!!.
Milletin mallarına el konuyor. Çünkü savaş ganimeti sayılıyor. Ortada bir rüşvet olayı falan yok!!. Ne var? El koyma var. Milletin malına el konuyor. Milletin el konulan, gasp edilen ederleri, yandaşlar arasında kalibresi, etkisi oranında pay ediliyor.
Esir alınan Türkler hastalanıyor, hastalandı-rı-lı-yor… Ölüyor. Aslında bilerek, isteyerek ÖL-DÜ-RÜ-LÜ-YOR!!.
En ufak bir merhamet, üzüntü işareti görüyor musunuz? Hayır değil mi? Çünkü onlar savaşıyor.
Savaşta ölen düşmana niye üzülsünler değil mi? İşte anlamadığınız gerçek budur!!.
Bu gerçeği saklayan, dillendirmeyen, örten; Kuva-i İnzibatiye’nin varlığını perdeleyen her kurum, kuruluş, siyasetçi, asker, istihbarat, üniversiteler, basın, sivil kuruluşlar Türk Milletine kurulan bu kumpasın içindedir.
İç ihanet şebekeleri ile dış düşmanların çıkarı ortak paydada buluşunca, Türk Milleti beklemediği, hazır olmadığı bir savaşla karşı karşıya kaldı. İhanet din kılıyla paketlendi.
Sanal gündemlerle tütsülendi.
Arının balı alınırken tütsü verilir. O tütsü ile arı etkisiz kılınırken kovan boşaltılır. Zır deliye yatan adamın cam kırma, önüne gelene tekme, arkasındakine kafa atmasının nedeni budur.
Bütün bu eylemler milleti tütsüleme işlevi görüyor. Bu arada kovanlar boşaltılıyor.
Hala birileri zır deliye mektuplar yazıyor. Oysa o delinin programında sadece yeşiller tanımlı.
Ey mektupçular, sizde yeşil var mı? Yok!!. O zaman yazdığınız mektubun da bir değeri yok!!..
Ne mi yapmalı?
Zır deliyi oynayan adam kimin camını kırdıysa sadece o cevap versin. Kime tekme attıysa o cevap versin. Cevabı ülkeye yaymayın. Oyunu bozun. Çalışmadığı yerden sorular sorun. Gündem karartılırken arkadan cepleri boşaltanların elini ceplerimizde iken yakalayın …
Becerebiliyorsanız, “deliyi oynuyor madem”, deli gömleğini giydirin. Kollarını bağlayın.
Beceremiyorsanız, bırakın kendi kendine bağırıp çağırsın. Muhatap almayın. Tabii oyunun bir parçası olmayanlaradır bu tavsiye.
Neyzen Tevfik’ten yaşanmış bir hikaye ile bitirelim yazımızı :
Neyzen Tefvik her sene gönüllü olarak Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatarmış. O tarihte hastane başhekimi Mazhar Osman’dır. Neyzen hastanede sıkılır. Deniz kenarında olan bir başka hastaneye naklini ister. Mazhar Osman Neyzen’e istediği hastaneye nakil yetkilerinin olmadığını söyler. Neyzen çok kızar. Günyüzü görmedik ne kadar küfür varsa sayar. Hastane Neyzen’e alışkındır. Kimse oralı olmaz. Neyzen hastanede birlikte yattıkları Hüseyin’e döner ve;
-Hüseyin, ben herkese kızıyorum.
Hüseyin;
– Kızarsınız ya efendim.
Neyzen;
– Herkese küfür ediyorum.
Hüseyin;
– Edersiniz ya efendim.
Neyzen;
– E, bana kimse kızmıyor, cevap vermiyor.
Hüseyin;
– Vermez ya efendim.
Neyzen patlatır;
– ULAN YOKSA BUNLAR BENİ ADAM YERİNE KOYMUYOR MU ? “
Kıssadan hisse efendim.
Anlayana….
(*)Kuva-i İnzibatiye (Hilafet Ordusu), Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul Hükümeti’nin Kuva-yi Milliye’ye karşı kurduğu, yarı resmi askeri örgüt. İngiltere, Damat Ferit Hükümeti’ne 7 Nisan 1920 tarihinde Hilafet Ordusunun kurulması için izin verdi. 18 Nisan tarihinde kuruldu. Sadrazam Damat Ferit hükümeti kurduktan 2 gün sonra 7 Nisan 1920 tarihinde İngiliz Yüksek Komiseri Amiral John de Robbeck ile milliyetçilere karşı alınacak tedbirleri görüştü. 11 Nisan’da Kuva-yi Milliyecilerin eşkiya olduğu ve öldürülmelerinin sevap ve vatani bir yükümlülük olduğuna dair Dürrizade Abdullah Efendi’nin bir fetva çıkarması sağlandı. İngiltere devleti Hilafet Ordusu’nun erlerine 30, teğmenlerine 60 ve alay komutanlarına 150 lira maaş bağladı. Lojistik ihtiyaçlarını silah, araç ve gereçlerini temin etti.
NOT : Erdoğan’ın peşine takılıp salonu terk eden Gül çok komikti. Erdoğan’ı takip eden sanki Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden şahıs değil de, Emine Erdoğan’dı…
Gül İngiltere Kraliçesinden ödül ve taltif aldıkça ne buyurmuştu?
“İngiltere ile birçok defa omuz omuza savaştık” demişti değil mi ?
Oysa Türk Milleti İngiltere ile asla birlikte savaşmadı.
1- Kuva-i İnzibatiye Ordusu İngilizler ile bir olup Türk Milletine karşı savaştı. O zaman Gül İnzibatiye Ordusu askerlerinden birinin torunu mu?
2- Araplar, Şerif Hüseyin ve adamları İngilizler ile bir olup Türk Milletine karşı savaştı. Gül Şerif Hüseyin ve askerlerinin akrabası mı?
3- Bir de Rus, İngiliz, Amerika ile birlik olup Türklere savaş açan Ermeniler, Taşnak teşkilatı var.
Sahi, Gül’ün dedeleri İngilizlerin yanında kimlere karşı savaşmış?
Çünkü biz Türkler bırakın İngilizler ile omuz omuza savaşmayı, daima karşı cephelerde savaştık.
Hatta büyüklerimiz ;
“Her oyunun altından İngiliz çıkar” derdi.
Gül bu oyunların acaba neresiyle bağlantılı ?
İnsan merak ediyor tabii…
Sahi, Erdoğan’ın peşinden salonu terk eden kimdi ?
Hayatım boyunca kişilerin cinsel tercihlerinden dolayı ayrıma tabi tutulmasına karşı çıktım, çoğu kere de yazılarımda bunu dile getirdim; ancak şunu hep ekledim.. kişilerin cinsel tercihleri kimseyi ilgilendirmez, ama bu tercih ‘rol model‘ olarak sunuluyorsa, o başka!
Sonuna kadar karşı çıkarım..
Bu karşı çıkışlar genelde ‘din’ tandanslı olduğu için, evrenin sırlarını çözmüş(!) olan kimi ateistler ve de feministler, karşı tarafı gerici, olmakla suçlar ve bastırırlar.. oysa benim böyle bir kaygım yok,.. dini referans almam..
Doğanın yengesiyle, doğanın dengesini ayrıştıramayanların, sözüm-ona tüm çarpıklıkları, ‘insanın özgür iradesi’ diye yutturma çabalarının arkasında, çok daha derin bir plan olduğu aşikar. benim yazılarımı takip edenler bilir; ‘insanlık’ hem kültür anlamında, hem de biyolojik manada bir saldırı altındadır..
‘İğrençlikler’ -kişilerin biyolojik tercihleri veya mecburiyetleri değil- normalleşme sürecine tabi tutulurken ‘aykırı yaşam’ kılıfıyla ‘marjinal’, ‘cool’ gibi etiketlenerek gelecek nesillerin algısıyla oynanmaktadır.. ‘unisex’ insan modeli ‘Aycan Yayla’nın deyimiyle moda dünyasında çoktan hayata geçmiştir.
ama şimdiye kadar bu ‘eurovision’ birincisi kadar ‘iğrenç’ bir fotoğraf servis edilmemişti.. birinci ‘level’ tamamlandı sanırım..
Erkek egemen topluma karşı çıkanların her zaman haklı sebepleri olmuştur, akılcı bir yaklaşımdır; ancak son dönem ‘kadın hareketlerinin’ temelinde yatan bu karşı çıkış değildir.. slogan olarak kullanılan belki budur; ama amaç bu değildir!..
yani ‘niyet’ çok başkadır!..
Çoğu defalar dile getirdim, ‘üreme içgüdüsü’nün etkisiz kılınmasıyla ilgilidir ve hedef; ‘erkek’ cinsinin ‘feminen’ bir yapıya büründürülerek, sürecin ‘evrimsel’ bir hal almasını sağlamaktır.. ilaç sanayiyle müdahale yapılırken ‘foto hafıza’ ile de beyinlere kazınmak istenen budur..
merak eden, yeni neslin üreme sorunuyla nasıl boğuştuğunu çıplak gözle görebilir.. çevrenize bakmanız yeterlidir..
Bu henüz başlangıç aşaması olduğu için, vahametin derecesini anlamakta güçlük yaşayanlar olabilir; temel hedef ‘erkek’ cinsinin üreme işlevinden alı koyulması operasyonudur.. ve son aşama, defalarca yazdım; ‘sahipsiz insan’ modelidir!
Bırakınız; ‘ırk’, ‘kavim’, ‘millet’ yapılarını.. şimdiki hedef ‘aile’ kurumudur! ve sonrasında, annesiz ve de babasız nesiller hedeflenmektedir!
Kelimeyi ve taşıdığı mânâyı sevmememe rağmen ve işaret ettiği mânâya katılmamama rağmen..
nihai hedef ‘piç insan’ modelidir !.
Yine söylüyorum, bu ‘inanan’ ya da ‘inanmayan’ olmanızla ilgili değildir, bu; medyası, stk’ları, askeriyesi, adalet sistemi, sağlık ve eğitim sistemleri ele geçirilmiş olan ‘insan’a karşı bir operasyonun başlangıç aşamasıdır ve ‘bilim’ denen mekanizma da ellerindedir !
Türk, Alman, Fransız ya da İran’lı olmanız.. ya da amerikalı.. bir şeyi değiştirmemekte..
‘Sınırsız özgürlük’ vaadinin arkasında yatan ‘sonsuz faşizm’dir !
Ve plan, anlatmaya çalıştığımdan çok daha karanlık ve çok daha derindir !
Bu hırs ‘insani’ değildir..
Paraperest dininin baronları her değerimize çengel attı.
Daima başımızın tacı olması gereken analarımızı “tek bir gün” hatırlayıp, o gün hediyemizi almamızı istiyor.
Böylece paraperest dininin paramatik tapınaklarını paraya boğarken, tek güne hapsettiğimiz analarınızın elini öperek vicdanlarımızı rahatlatacağız efendim(!)… Aile kavramlarımızı da paranın efendileri dizayn edecek(!)..
Paramatik tapınaklara koşun. Janjanlı kağıtların arasına birşeyler sokuşturun. Emperyalizmin kapitalist bölümünün iyi bir öğrencisi olduğunuzu ispat edin.
Bu arada çocuk gelinler kart alçakların koynunda bütün rüyalarını kaybederek “dini nikah” kılıfıyla tecavüze uğrasın. Kaybettiği çul bebekler yerine tecavüz bebekleriyle oynasın. Oyun öyle gerçek olsun ki, kucağına aldığı çocuğun gerçek annesi olsun. Emzirsin, altını temizlesin. Çocukluğunu kaybettiği sokaklarda oyun arkadaşlarına hasret kalsın.
Aile içi tecavüze uğrayan çocukları tecavüzcüleri infaz etsin. Hatta diri diri gömsün. Her gün bir anne sokak ortasında çocuğunu doğurduğu bir psikopat tarafından kurşunlansın. Siz kalanların anneler gününü kutlayın. 364 gün saramadığınız annenizi bir gün görüp rahatlayın. Sizden annenizi 364 gün alan, bir günü paramatik makinelerinden geçirerek veren sisteme hizmet edin.
Tek günlük anneler gününüzü kutlarım(!).. 364 Gün evlat yolu bekleyen annelerini unuttuğu yerde bulanlara da bir selam yollayalım(!)..
Kadın cinayetleri AKP döneminde neden bu kadar arttı hiç düşündünüz mü?
2002 yılından beri ekranlardan deli bir suratla, ayrıştırıcı diliyle, kin kokan söylemiyle bağıran, ekranlardan bütün bir millete sözle şiddet uygulayan bir adam höykürüyor. Kimseye saygısı yok. Sevgisi yok. Kendine tapınan bir Firavun… Cana doymadı. Kötülük hem aşağıdan yukarıya, hem de yukarıdan aşağıya doğru yayılır.
Sadece bu kadar değil tabii…
Paraperest dininin etkisinden toplumu kurtarmak kolay değildir.
Çünkü ortada devlet yok !!.
Halk bütün operasyonlara açık, korumasızdır.
Televizyonlar, çizgi filimler evlerimize giren düşman ordusu gibi bizleri esir alıyor. Beyin arkasına gönderilen subliminal mesajlar;
“Sürekli alışveriş yap, seks yap, başarmak için her yolu dene, ayakta kalmak için herkesi ez ve kullan.”
Diye buyuruyor. Ayrıca şiddete yönlendiriyor. Bütün enerjiyi belden aşağı yönlendirerek, içinde ulvi değerlerin olmadığı, hayvandan aşağı duyguları canlandırıp sürekli alt beyni, yani nefs-i emmareyi(şeytani nefis) büyütüp topluma hakim kılıyor.
Günümüzde şaşırdığınız çürümenin, yozlaşmanın, şiddetin altında bu gerçek yatıyor.
Ortalarda çoğunluğun “ben, ben, ben” diye dolaşmasının nedenlerinden biri de budur. “Ben” diyen şeytanın ordusu giderek çoğalıyor. Dünyayı yönetme iddiasında olan şeytanın çocukları, küresel şirket sahipleri, dünyayı esir almak için çok yönlü sinsi bir savaş sürdürüyor.
Kuran bu gibi insan görünümlü yaratıkları “aşağıların aşağısı” diye tarif ediyor.
İnsanla şeytanın, karanlıkla aydınlığın savaşı tüm hızıyla devam ediyor.
Bütün değerlerimiz, inançlarımız şeytanın değirmeninde ufalanıyor.
Bir toplumun hepsinin bilinçli olup kendini bu sinsi düşmandan koruması beklenemez. Halk çalışır, vergisini verir. Devletinin; polis, asker, istihbaratı olduğunu, kendisini koruyacağını düşünür.
Rusya Devlet Başkanı Putin halkını bu tehlikelerden koruyor.
Subliminal mesaj olan hiçbir filmin ülkesine girmesine izin vermiyor.
Bizim gibi ülkelerin insanları vergisini veriyor.
Bizim vergilerimizle görev yaptığını sandığımız kuruluşlar bize ihanet ediyor.
Gerçek bu kadar yalın !!.
Bu kadar açıktır !!.
Görmek isteyene…
Ben annemi kaybettim.
Sağlığında nerede ise her gün aradım.
Zaman buldukça gittim.
Hayata çok konuda farklı bakıyorduk.
Hani bu farklılık için bazıları bahane yaratıp annelerini “kendileri yaşlanmayacak gibi” huzur evlerine bırakıyorlar ya ?
Annelerin hayata nasıl baktığı önemli değildir.
Anneler adı üstünde, bütün düşüncelerin üzerinde ANADIR !!.
Kökleri sağlam olanın ağacı da, dalı da, meyvesi de sağlam olur.
Köksüz ağaç en ufak rüzgarda savrulur, yok olur.
Atasına vefası olmayanın hiçbir değere vefası olmaz.
http://www.bobiler.org/default.asp?nee=bazihersey&autordrct=no
Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın sopalarla dövüldüğü gün hemen yan sokakta, Tevfik Caner Ertay adlı bir başka üniversiteli de polisler tarafından, iddiaya göre demir sopalarla darp edilerek polis otosunun bagajına kilitlenmişti. Şehir içinde dolaştırılan Ertay, iki hastane gezdirildikten sonra avukatlarından saklanarak gözaltına alınmıştı. Eskişehir Devlet Hastanesi ve Yunus Emre Devlet Hastanesi’ne ait kameralarda Ertay’ın bagajdan çıkarılıp hastaneye götürüldüğü ana ait kayıtlar var.
Radikal gazetesinden İsmail Saymaz’ın haberine göre, savcılığın bilirkişi olarak atadığı Ankara Emniyeti, gencin yanında kameralara yansıyan ve yüzü açık olan polisleri teşhis edemedi. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Tevfik Caner Ertay, 2 Haziran 2013 akşamında polislerce demir sopalarla dövülüp, polis otosunun bagajına kilitlenerek ölümle tehdit edildiğini öne sürerek suç duyurusunda bulunmuştu. Ertay’in dilekçesine göre, o gece AKP Eskişehir İl Binası’na yürüyen grubun içindeydi. Gruba polis müdahale edince Ertay gazdan kaçıp bir otoparka saklandı. Arkasından gelen 20-30 polis, Ertay’ı tekme, yumruk ve copla dövdü. Baygın düşen Ertay gözünü açtığında polislerin gittiğini fark etti.
Yaşadığı kâbusun bittiğini düşünerek otoparkın üst katına çıktı. Ancak asıl kâbus ondan sonra başladı.
Ertay bundan sonra yaşadıklarını şöyle anlattı :
“Bir saat sonra bulunduğum yere Eskişehir Terörle Mücadele Şubesi’nde çalışan, bildiğim, sivil giyimli beş polis geldi. Beni darp edip kimliğimi aldılar. Sürükleyerek merdivenlerden indirdiler. Aşağıda 15 polis daha vardı. Ellerindeki demir ve ahşap sopalarla bana saldırdılar. Yerde yatarken polis yüzüme biber gazı sıktı. Beni parka doğru sürüklediler, aracın bagajına sıkıştırıp, kapağını kapattılar. Aralarında ‘Bunu yok edelim’ diye baskı uyguluyorlardı. Bilmediğim bir caddeye götürdüler. Bagaj açıldığında da polis amiri olan ‘Ayhan’ isimli şahısla yaklaşık 10 polis vardı. Ayhan, ‘İyi yapmışsınız, şimdi götürün’ dedi. Bagajdan çıkartmaya çalıştılar. Direnince dövüp tekrar kapattılar.”
Ertay, aracın bagajında iki hastaneye götürüldüğünü, rapor yazan doktora baskı uygulandığını, avukatlarını aramasının engellendiğini ve en sonunda polis merkezinde tutulduğunu savundu. Ertay’ın, Adli Tıp muayenesinde ‘burnu ve elinde kemik kırığı, yüzünde yaygın şişlik, sağ göz altında 10×5 santimetre çapında morluk, sırtında, ensede, batında ve sol uylukta büyük kızarıklıklar’ saptandı. Eskişehir Başsavcılığı, soruşturma sonunda Eskişehir Devlet Hastanesi ve Yunus Emre Devlet Hastanesi’nin kemaralarına el koydu.
Eskişehir Devlet Hastanesi kamerasına göre saat 02.29 sularında girişe sivil bir araç yanaşıyor ve sivil giyimli üç kişi iniyor. Sonra aracın bagajı açılıyor. Bagajdan çıkan Ertay topallayarak yürüyor. Bu halde hastaneye götürülüyor. 10 dakika sonra Ertay koluna iki polis girmiş halde yeniden bagaja bindiriliyor. Araç, saat 02.49′da Yunus Emre Devlet Hastanesi’ne varıyor. Ertay, tekerlekli sandalyeyle götürülüyor. Bu sırada koridorda, Ertay’ı getiren iki polis beliriyor. Biri şapkalı iki polis, kısa bir muayenenin ardından Ertay’la odadan ayrılıyor.
Ertay’ın Eskişehir Devlet Hastanesi’ne giriş kayıtlarını inceleyen Ankara Emniyet Müdürlüğü Olay Yeri İnceleme ve Kimlik Tespit Şube Müdürlüğü’nün 14 Mart tarihli bilirkişi raporunda,‘kayıt çözünürlülüğünün düşük olması, kayıtların uzak mesafe olması ve şüpheli şahısların yüzünü temsil eden görüntü bilgisinin yeterli düzeyde olmaması’ nedeniyle teşhis yapılamadığıifade edildi. Bilirkişiler, Yunus Emre Devlet Hastanesi’nin koridor kamerası görüntülerini ise incelemedi.
Son Yorumlar