Mart 2012 için arşiv

31
Mar
12

Ördekçibaşı

Sanal  bir  dünya  yarattı  ördekçibaşı.

Yezit ahlakını din kılıfıyla paketleyip uyuşturucu olarak halka şırınga etti. Renkler, ekranlardan beyinleri esir alan 25 ve 26. Kare mesajları ile uyuşturuldu millet… Önce uyuşturuldu, sonra  yolunacak  ördek  haline  getirildi.

Yumurtla,  yumurtla!!…   Küresel  elite  omlet  lazım!!.   Uyuş,  uyuş,  uyuş  ki  tüylerini  diri  diri  yolalım…

Verginin vergisinin vergisini de topladılar ama gık demedin. Kümesler karanlıktı, ördek etiyle beslenenler ise acımasız.

Özelleştirme dediler, öz olan neyin varsa satıp ellediler, elleştiler…

Özden tekel yaratıp, Deli Dumrul’u ortaya saldılar:

Geçenin tüylerinden yastık, geçmeyeni kesip suyuna çorba yaptılar.

İDO’yu satıp tekelleştiren ördekçibaşı, avcıya ördekleri sermaye yaptı. Tekelleşen Deli Dumrul erken gelen ördeğin kanatlarını yoldu, son anda gelenin bütün tüyleriyle yatak doldurdu.

Ördekçi başı Karun oldu. Ördeklerin kış gününde tüyü yolundu.

Elektrik, telefon, internet, doğalgaz, İDO, hastane, benzin soyulma aracı oldu.

Artık eşkıya yol kesmiyor. Eşkıya soygunu firavun “kanun”larıyla yapıyor.

Ördekleşen millet tüyleri yolundukça daha bir uysallaşıyor…

Neyi  bekliyorsunuz ?

Şişe  geçirilip  kızarmış   noel  ördeği  olmayı  mı ?

Coni  Irak’ta  15  yaşındaki  bir  kıza  tecavüz  ettikten  sonra  yakmıştı.   Canidaşlarına  “tavuk  kızarttım”  diye  anlatıp  kahkahalar  atmıştı.

Hatırlatayım  dedim  de…

Zahide  UCAR

zahide@zahideucar.com

http://www.zahideucar.com/index.php?option=com_content&view=article&id=124%3Aoerdekciba&catid=1%3Ayeni-makaleler&Itemid=5

31
Mar
12

TÜRKİYE’DE MASONLUK TARİHİ — 3 –

1925  yılından  itibaren  masonluğa  karşı  Türkiye’de  tepkilerin  başladığı  gözlenir.

Mason olmak üzere müracaat eden fakat masonluğa uygun görülmeyen eski Adliye Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, o dönemde kapatılmaya uğraşılan tekke ve zaviyelerle birlikte masonluğu da kapattırmak için çaba harcıyordu.

Dönemin güçlü siyasetçilerinden Şükrü Saraçoğlu ve Fevzi Çakmak da masonluk hakkında olumsuz düşüncelere sahiptiler ve Meclis’te sık sık masonluğa karşı konuşmalar yapmaktaydılar.

Buna  karşı  masonlar  da  mecliste  fevkalade  güçlüydüler.

Zira  CHP’nin  ağır  toplarından  mason  olan  çok  milletvekili  vardı.

1927’de Atatürk’!ün de hazır bulunduğu bir meclis oturumunda Mahmut Esat Bozkurt söz alarak mason localarının kapatılması talebini çok ağır ifadelerle ortaya koydu.

Bunun üzerine Atatürk’ün Mahmut Esat Bozkurt’a, bu ifadelerin bazı vekil arkadaşları rencide edip etmediğini sorduğu (masonlarca)  rivayet edilir.

Bu konu hakkında,  (kaynak olarak masonlara dayandırılarak)  Tarih Dünyası Dergisi’nde de (1964) bir yazı çıkmıştır.

1930 ila 35 arasında Türk Masonluğu içinde kavgalar ve garip olaylar oldu.

Masonlar kendi içlerinde farklı nedenlerle çatışmaya girdiler.

Bu dönemde gelişen “Azim Locası Hadisesi” dahi tek başına ele alınması gereken ve CHP’li siyasetçilerin  direkt  rol  aldığı  bir  olaydır.

Masonluktaki 1930 ve 1935 olayları tek başına irdelenmesi gereken tarih kesitleridir.

Zira bu olaylar sadece masonluk açısından değil mason olan milletvekillerinin de rol aldığı ve Türkiye’nin yakın siyasi tarihi ile ilgili hususlardır. Bu makale dizimizde 1930 ila 1935 arasındaki gelişmeleri ancak kısaca ve sathi olarak irdeleyebildik…

Eylül 1932’de İstanbul’da uluslararası bir konvan (masonik genel toplantı) toplandı.

Bu toplantı gazetelerde çok fazla yer aldı hatta masonlar için övgü ile bahsedildi.

Bu toplantı esnasında bir şehir hatları vapuru kiralandı ve iki yanına insan boyunda mason amblemi kondu ve bu şekilde masonlar bir Boğaz turu yaptılar. Bu Boğaz turu gazetelerde ön sayfalarda yer aldı ve Dünya’nın farklı ülkelerinden gelen mümtaz şahsiyetlerin Türkiye’de toplandığına vurgu yapıldı. Bu konvan açılışı ile ilgili Atatürk’e konvana katılanlar tarafından gönderilen bir telgrafa Atatürk kısa bir yanıt vermiştir. Medyanın, masonları fazlasıyla sempatik ve de çok önemli, mümtaz bir topluluk olarak gösterdiğini vurgulamak gerekir.

1935’te tekke ve zaviyelerle birlikte masonluk da kapandı/kapatıldı…

Çeşitli kaynaklarda masonluk için, “1935 yılında masonluk uykuya yattı ya da Atatürk masonluğu kapattı” şeklinde farklı görüşler bulunur.

Mason karşıtları, masonluğun kapatılmasının, Atatürk’ün masonluğa olan olumsuz yaklaşımı olarak yorumlarlar.

Öte yandan masonlar ise Atatürk’ün masonlara çok iyi gözle baktığını hatta bir zamanlar mason olduğunu ortaya koyarlar.

Atatürk’ün mason olduğu şeklinde tabi ki bir bulgu ve belge yoktur ama masonlar da Atatürk’ün yakın çevresinde çok sayıda mason bulunmasından yola çıkarak bu söylemlerini (hâlâ) ispata çalışırlar.

Şuna da bir vurgu yapmak gerekiyor: İttihat ve Terakki’nin içinde çok sayıda mason vardı ve 1909 reorganizasyonunda da bu masonlar rol oynadılar.

Osmanlı’nın son dönemleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında masonların Türk siyasi hayatında ve bürokraside en üst mevkilerde masonlar da vardı…

Ve tabi bunlar doğal olarak Atatürk’ün de yakın çevresinde bulunan kişilerdi. Örneğin özel doktoru ve aynı zamanda 33 Dereceli bir mason olan “Mim Kemal Öke”nin kaleme aldığı “Hür Masonluk Tarihi” adlı kitapta şu ifade yer almaktadır:

“Tatil hadisesi sırasında, Başvekil ve Cumhurreisi’nin, mason teşekkülüne karşı tutumları pasif bir mahiyette idi. Hatta akdemce İstanbul’da toplanan ve memleketlerinde ehemmiyetli mevki sahibi birçok ecnebi şahsiyetin, misafireten bulundukları sırada onlara karşı da iyi nazarlarını belirtmişlerdi. Tatil darbesinde de bu zevat ister istemez pasif durumda kalmışlardı. Darbenin hazırlayıcıları başka ve malum şahsiyetlerdir.”

Paragrafın özünde, bir yandan Atatürk ve çevresinin masonlara karşı pasif ya da negatif duruşuna vurgu yapılmakta ama öte yandan da 1932 Konvanı’nda masonlardan gelen telgrafa verdiği yanıta da vurgu yapılarak pozitif bir olgu yaratılmak istenmektedir. 1932’deki telgrafa verdiği tek cümlelik teşekkür yanıtı, masonlarca çok önemli sayılmakta birçok yayında, masonik kaynakta vurgu yapılmaktadır. Ancak paragraf sonunda “Darbenin hazırlayıcıları başka ve malum şahsiyetlerdir.” Söyleminin ise yaratılmak istenen bir komplo teorisi ile bağdaştırılmak istendiği anlaşılıyor! Fakat ne bahsi geçen kitapta, ne bu paragraf öncesinde ve sonraki kısımlarında “başka ve malum şahsiyetlerdir” sözleri ile Mim Kemal Öke’nin ne kast ettiği anlaşılamamaktadır.

Yukarıda, “1935’te tekke ve zaviyelerle birlikte masonluk da kapandı/kapatıldı…” dedik. Bu yazı dizimizin başında açıkladığımız gibi masonluk sonuçta yasal kurulmuş bir dernektir ve yasal bir derneğin de yasal bir süreç ile kapatılması gerekir. Fakat 1935’te çok muğlâk işler yapıldı ve yasal bir süreç işletilmeden mason derneği kapatıldı.

Okumaya devam edin ‘TÜRKİYE’DE MASONLUK TARİHİ — 3 –’

30
Mar
12

Cumhuriyet gazetesini yasa boğan ölüm !

Cumhuriyet  yazarı  Hüseyin  Baş  kalp  yetmezliği  sonucu  yaşamını  yitirdi.

Taksim  İlkyardım  Hastanesi’ne  sabaha  karşı  acilen  kaldırılan  Cumhuriyet  yazarı  Hüseyin  Baş  tüm  müdahalelere  rağmen  kurtarılamadı.

Daha  önce  By-Pas  geçiren  Baş,  kalp  yetmezliği  sonucu  hayatını  kaybetti.  1929  doğumlu  Baş’ın  cenazesi  pazar  günü  Teşvikiye  Camii’nden  kaldırılıp  Ulus  mezarlığına  defnedilecek.

Fransa’da  gazetecilik  okuyan  yazar,  Onat  Kutlar’la  birlikte  Sinematek’i  kurmuştu.   Hüseyin  Baş  aynı  zaman da  çevirmenlik de  yapıyordu.

Hüseyin  Baş  Cumhuriyet’te  ‘Değişen  dünyadan’  başlıklı  köşesinde  okurlarıyla  buluşuyordu.

İLK  KURŞUN  Ekibi  olarak  Hüseyin  Baş’a  Allah’dan  rahmet  yakınlarına  sabırlar  diliyoruz;  Cumhuriyet  gazetesi  ve  Türk  medyasının  başı  sağolsun…

http://www.ilk-kursun.com/haber/100201

30
Mar
12

PEKİ, EV SAHİBİNİN HİÇ Mİ SUÇU YOK ?

Hırsızlar,  talancılar,  yağmacılar,  dinciler,  sömürgeciler,  kanunsuzlar  kara  bulutlar  gibi  çöktü  sevgili  yurdumuzun  üstüne.

Ata  mirasımızı,  kültürümüzü,  ulusal  varlıklarımızı,  yüzyıllar  boyunca  kanımız  canımız  pahasına kazandığımız,  üzerine  titrediğimiz,  uğruna  şehitler  verdiğimiz  vatanımızı  bölüyorlar,  parçalıyorlar,  satıyorlar.

Ormanlar  yağmalanıyor.

Yer  altı  ve  yer  üstü  kaynaklarımız  talan  ediliyor.

4+4+4  eğitim  sistemi  ile  laik  “Öğretim  Birliği  yasası”  ayaklar  altına  alınıyor.

Bu şeriatçı eğitim sistemine karşı çıkan öğretmenler coplanıyor, yerlerde sürükleniyor, gözlerine biber gazı sıkılıyor…

Komutanlar içeride. Türkiye Cumhuriyetinin ordusuna karşı operasyon düzenleniyor.

Ama PKK’nın, PKK’lıların kılına dokunan yok. Üstüne üstlük bir de devlet yetkilileri onlarla kapalı kapılar arkasında özerklik görüşmeleri yapıyorlar.

PKK komutanlarına verilen değer, Türk ordusunun komutanlarına verilmiyor.

Belgelerde 1500 sahteciliğin saptanmasına karşın Komutanlar hakkında 15-20 yıl arası hapis cezası isteniyor.

Gerçek terör örgütü ve onun temsilcileri en geniş özgürlük ortamında tehditler savurup, dilediğini söylerken, dilediğini yaparken, yaptırırken, 700 bin kişilik ordunun Genel Kurmay Başkanı “Terör örgütünün yöneticisi” olarak yargılanıyor.

İlker Başbuğ’un deyişi ile “Dünyanın hiç bir ülkesinde hem ülkenin Silahlı Kuvvetlerinin Komutanı, hem de bir silahlı terör örgütünün yöneticisi Genelkurmay Başkanı görülmemiştir…”

Peki, bu günlere nasıl geldik? AKP iktidarı gökten zembille mi indi? AKP iktidarı Cumhuriyetin, ordunun, Atatürk Devrimlerinin, Milli Eğitimin nasıl altından girip üstünden çıktı.

Nasıl İrtica ile mücadele edenler suçlu, irtica suçsuz oldu? Nasıl Üniter, ulus devletten yana olanlar, ulusalcılar suçlu; bölücüler, şeriatçılar suçsuz oldu? Nasıl Atatürk’ler, Kubilay’lar suçlu, Damat Ferit’ler, Derviş Mehmet’ler, Sait Nursi’ler suçsuz oldu?

Bütün bu olup bitenlerde tek suçlu AKP mi?

Bizim hiç mi suçumuz yok.

Hani hikâyede anlatıldığı ve sorulduğu gibi “Tek suçlu hırsız mı, kapısını ardına kadar açık bırakan, hiçbir önlem almayan ev sahibi”nin hiç mi suçu yok?

Dinci faşizm bağıra bağıra, mehter marşı ile gelirken; TBMM, Çankaya, Devlet, ordu, Milli Eğitim birer birer teslim alınırken oynan oyunları tribünlerden maç izler gibi izleyenlerin hiç mi suçu yok?

Ey halkım, senin hiç mi suçun yok?

“Evet, ama yetmez” diyen demokrasi hokkabazları, sizin hiç mi suçunuz yok?

Abdullah Gül’leri Çankaya’ya çıkaran, iktidarla birlikte Atatürk’e ve Atatürk dönemine saldırılar düzenleyen, yasalar çıkaran muhalefetin hiç mi suçu yok?

Emekli, muvazzaf Subaylar adi birer suçlu gibi boyunlarından tutulup karakollara, savcılıklara götürülürken, zindanlara atılırken bu girişimleri protesto edecekleri yerde, “Biz yargıya güveniyoruz”, “yargı gereğini yapar”, “yargı çözer”, “suçsuzsa salıverir…” diyen silah arkadaşlarının hiç mi suçu yok?

O günlerde bu sözleri söyleyenler de şimdi içeride…

Sarı inek verilmeyecekti baştan…

Kapalı kapılar arkasında görüşmeler yapılmayacaktı…

Dolmabahçe uzlaşmaları olmayacaktı…

Atatürk’lerin, Uğur Mumcu’ların, Doğan Öz’lerin uyarıları kulak ardı edilmeyecekti.

Ne diyordu Gazi Mustafa Kemal Atatürk:

BİRİNCİ  VAZİFEN,  TÜRK  İSTİKLALİNİ  VE  CUMHURİYETİNİ  KORUMAKTIR…

Koruyabildik  mi ?

Ne diyordu Uğur Mumcu:

“Bir toplum böyle çöker işte; devletin yerini kaba kuvvet alır, susulur… Yasanın yerini din alır korkulur… Yolsuzluklar, cinayetler birbirini izler… Eller, kollar bağlanıp götürülür… Vuran vurur, öldüren öldürür… Ve bütün bunlardan sonra, bir çete gelir ve devleti teslim alır…

Bu çağrıya, bu uyarıya, bu feryada kulak verip, önlem aldık mı?

Çete, ülkeyi adım adım, yavaş yavaş şeriata götürürken Atatürk’ü ağzından hiç düşürmeyenler gerekli tepkiyi gösterdiler mi?

Peki, yurtsever öğretmenlerimiz yerlerde sürüklenirken, coplanırken, tekmelenirken esnaf neredeydi, esnaf dernekleri neredeydi?

İşçi neredeydi, işçi sendikaları neredeydi, TÜRK-İŞ neredeydi?

Analar, babalar nerede?

4+4+4 ucubesiyle çocuklarınızın geleceğini karartıyorlar.

Görmüyor musunuz?

Duymuyor musunuz?

Bakar kör mü oldunuz?

Sadece Eğitim-Sen’li, Eğitim-İş’li, KESK’li emekçilerin, öğretmenlerin mi çocuğu var bu ülkede ?

Sizin  evlâdınız  yok  mu ?

Sizin  çocuğunuz,  torununuz  yok  mu ?

Başınızı “İzdivaç Programları”ndan, 70’lik zampara programlarından, uyduruk yarışmalardan kaldırıp, biraz da vatanınıza bakın ?

Vatan  yok  oluyor.

Ülke  parçalanıyor.

Çocuklarımızın  geleceği  karartılıyor ?

Gümbür  gümbür,  bağıra  bağıra  geliyor  şeriat…

Tehlikenin  farkına  ne  zaman  varacaksınız ?

Ali  ERALP

http://www.ilk-kursun.com/haber/100187

30
Mar
12

Eminağaoğlu beraat etti

Yargıtay 4. Ceza Dairesi, Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, yargıç ve savcılar hakkındaki dinleme kararlarını açıklayarak “gizliliği ihlal suçu”ndan yargılandığı davadan beraat etmesine karar verdi.

Yargıtay 4′üncü Ceza Dairesi’nde gizliliği ihlal etmek suçlamasıyla yargılanan Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun duruşmasına bugün de devam edildi. Duruşmaya Eminağaoğlu’nun avukatı Ahmet Akgün, YARSAV Başkanı Murat Aslan ve YARSAV üyeleriyle çok sayıda yargı mensubu katıldı. Duruşmayı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun oğlu Ozan Eminağaoğlu’nun yanı sıra CHP’li milletvekilleri İsa Gök, İlhan Cihaner ve Hurşit Güneş de izledi. Yargıtay 4′üncü Ceza Dairesi Başkanı Sabri Eyüp Yağcı yurtdışında bulunduğu için heyete en kıdemli üye olan İbrahim Şahbaz başkanlık etti.

Davanın bugünkü duruşmasında iddia makamında bulunan Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Zeki Özcan mütalaasını tekrarladığını belirterek Eminağaoğlu’nun Türk Ceza Yasası’nın gizliliği ihlal başlığındaki 285′inci maddenin birinci ve üçüncü fıkralarıyla zincirleme suç başlığındaki 43′üncü maddeden cezalandırılmasını istedi.

“Ortada  suç  ve  suçlu  yok”

Ömer Faruk Eminağaoğlu ise savunmasında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın daireye sunduğu mütalaa ile dosya konusunda bilgisinin olmadığının ortaya çıktığını, dosyada yer almayan eylemlerden dolayı kendisinin cezalandırılmasının istendiğini ifade etti. Bir yıl boyunca kamuoyunda askerlik durumuyla ilgili haberlerle linç edilmeye çalışıldığını savunan Eminağaoğlu, iddia makamının mütalaada yer almayan suçlamaları da dosya kapsamına dahil etmeye çalıştığını belirtti. Adalet Bakanlığı müfettişlerinin yargıçları yönetmelikle dinleme yapma yetkisine sahip olmadığını söyleyen Eminağaoğlu, ortada işlenmiş bir suçun bulunmadığını bildirdi. Eminağaoğlu, kendisi hakkında açılan bu davanın yargının bağımsızlığının göstergesi olduğunu belirterek “Ortada suç ve suçlu bulunmadığı için beraatımı talep ediyorum” dedi.

Avukat Ahmet Akgün ise Adalet Bakanlığı müfettişlerinin Eminağaoğlu’nun dinlenmesine neden olan yönetmeliğin Danıştay tarafından iptal edildiğini, dinleme yetkisinin savcılarda olduğunu belirtti. Suç unsurlarının oluşmadığını ifade eden Akgün, Adalet Bakanlığı müfettişlerinin Ceza Yargılama Yasası’nın 135′inci maddesine göre iletişimin denetlenmesine ilişkin yetkiyi kullanmasının mümkün olmadığını ifade etti. Müvekkilinin Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde, Adalet Bakanlığı’ndan kendisi hakkında açılan soruşturmalar hakkında bilgi istediğini, bakanlıktan gelen bilgilendirmede de inceleme yapıldığını, soruşturmaya yönelik bir bilgi olmadığını belirten Akgün, “Gizliliğin ihlali olması için soruşturmanın içeriğinin açıklanması lazım. Ancak müvekkilim basın toplantısıyla sadece olgu açıklamasında bulunmuştur. Müvekkilimin beraatını talep ediyorum” dedi.

Konuşması  alkışlandı

Son savunmanın ardından heyet başkanı Şahbaz, Eminağaoğlu hakkındaki beraat kararını açıkladı. Şahbaz, Eminağaoğlu hakkında son soruşturma açılmasına yasal bir engel bulunmadığını belirterek, “Her ne kadar sanık hakkında gizliliği ihlalden bahisle TCK’nın 285/1′inci maddesi uyarınca cezalandırılması isteniyorsa da sanığın gizliliği ihlal kastıyla hareket ettiğine dair kesin bir kanıya ulaşılamadığından ceza yargılama yasasının 223/2-C maddesi hükmünce beraatine karar verildi” dedi. Oybirliğiyle alınan kararın beraatle sonuçlanması üzerine Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun gözlerinin dolduğu görüldü.

Duruşma ardından Yargıtay binası dışında bir açıklama yapan Eminağaoğlu, Türkiye’de 12 Eylül anayasasının kaldırılması için çalışmalar yapıldığını, ancak ikinci bir 12 Eylül anayasasının 2010 yılında yürürlüğe girdiğini savundu. Ömer Faruk Eminağaoğlu, “Biz YARSAV adı altında örgütlendiğimiz süreçte yargı üzerinde yapılan baskının püskürtülmesi amacıyla işlemler yaptığımız için bu davalara muhatap olduk. O işlemlerde Adalet Bakanlığı’nın yetkisini Danıştay kararıyla ortadan kaldırdığımız için bu davalara muhatap olduk” dedi. Mücadele sürecinde yer alan bütün meslektaşlarının aynı kadere muhatap edildiğini kaydeden Eminağaoğlu, yargı üzerinden istenilen sonuç alınamadığı için aynı baskının HSYK üzerinden yapılmak istendiğini savundu. Yargı bağımsızlığının çok ciddi tehdit altında olduğunu ifade eden Eminağaoğlu, “Her ne olursa olsun Cumhuriyet’in yarattığı hukuk devrimi sonuna kadar geliştirilerek güçlendirilerek hukukun üstünlüğü hakim kılınarak bedeli de ne olursa olsun bu yoldan dönülmeden bu mücadele uğruna sonuna kadar bu yolda yürünecektir” dedi.

Eminağaoğlu’nun bu konuşması duruşmayı izlemeye gelen meslektaşları tarafından alkışlarla karşılandı.

http://www.ilk-kursun.com/haber/100085

30
Mar
12

SİZ HİÇ ŞEMDİNLİ’YE GİTTİNİZ Mİ

Şemdinli’nin  kara  kovan  balını  yediniz  mi  yanında  kuru  ceviz  içiyle ?

Ben  yedim.

Aktütün’den  kuzeye  doğru  şöyle  bir  Gevaruk  yaylasına  çıkıp  3000’li  rakımlarda  tertemiz  havayı  soludunuz  mu   hiç ?

Ben  soludum.

Ya  Konur’da  Kerem’in  misafiri  olup  subaşında  buz  gibi  ayran  içtiniz  mi ?

Ben  içtim.

Siz  benim  tabur  komutanı  olarak  masa  başında  oturup  “gel  tezkere  gel”  dediğimi  mi  sanıyorsunuz ?

Neler gördüm neler, neler yaşamadım ki; korucu Sabri’nin oğlunun bize yardıma gelirken pusuya düşüp şehit olduğunu, teröristlerin ortasında beş altı askerle saatler boyu yalnız kaldığımda nasılAllah’tan bize yardım etmesini dilediğimi, yeşil gözlü rahmetli Numan’ın Yeşilbayır’ında hamile bir kadını son anda helikoptere nasıl yetiştirdiğimi, Hacıbey Çayı’nı geçerken azgın sulara kapılan askerlerimi Hacı Reşit’in korucularının nasıl kurtardığını, teröristlerle çatışırken beni arkaya itip “aman komutanım sana bir şey olmasın’’ diyerek öne atılan vatandaşlarımı…

Keşke  bu  kadar  olsaydı  yaşadıklarım…

Kaymakam Seyfullah Bey’in ve daha sonra gelen Ahmet Bey’in bize destek olmak ve moral verebilmek için tüm imkânlarını seferber ettiğini, terörist korkusuyla geceleri uyku yüzü görmeyen öğretmenlerimizin minicik yavrulara birkaç kelime öğretmek için nasıl çırpındıklarını, doktor ve hemşirelerimizin bizimle birlikte köy köy dolaşıp hastaları ne zorluklar altında muayene ettiklerini nasıl unutabilirim!   

Şemdinli denince ne geliyor aklınıza, kaçakçı, terör, uyuşturucuyla iç içe girmiş Türkiye’nin en güneydoğu ucu mu? Baş belası bir şeytan üçgeni mi?

Böyle  düşünüyorsanız  hani  pek  haksız  da  sayılmazsınız;   şu  gazetelere  bir  baksanıza,   Şemdinli  yanıyor…

İnanın  bana  doğru  değil  bu  yazılanlar.

Şemdinli  bir  belâ  değil.

Şemdinli  garip,  Şemdinli  kimsesiz,  bir  başına  kalmış  en  uçta,  ne  geleni  var  ne  soranı.

Oralarda  da  ağaçlar  yeşildir,  papatyalar  sarı.

İnsanları  su  içer,  kan  değil.

Okullarında  İstiklal Marşı  söylenir,  Türk  bayrağı  dalgalanır  dört  bir  yanında.

Onlar  da  şehitlerine  gözyaşı  döker,  teröre  lanet  eder.

Sanır  mısınız  ki  onlar  terörle  yaşamaktan  mutlu ?   –   HAYIR !

Bir  zamanlar  yemyeşil  yaylaları  vardı,  koyunları  otlar  baharda  kuzulardı.

Yüksek  dağlarda  korkusuz  dolaşan  arıları  bal  yapar  adına  da  kara  kovan  balı  derlerdi.

Kadınları  tarlalarda  çalışır  erkekleri  yaylalarda.

Akşam  olunca  Konur’da  subaşına  oturup  buz  gibi  ayran  içerlerdi.

Okumaya devam edin ‘SİZ HİÇ ŞEMDİNLİ’YE GİTTİNİZ Mİ’

30
Mar
12

Fırtına Sonrası Hissizlik

Günlerdir yaşananları yorumlamaya çalışıyorum, uzun süredir de aklımda hep aynı düşünce vardı. Tamam, bu sefer, halkımızın bu tutumu “fırtına öncesi sessizlik” eminim diyordum…

Afganistan’dan gelen 12 şehit, Cudi’de verilen 6 şehit, gösterilerde katledilen 1 şehit derken artık yaşananları “fırtına sonrası hissizlik” diye nitelendirmek gerekiyor sanırım.

Açılım gerçektende adına yakışır bir hal almaya başladı… Yalnızca dağlarda çatışmada şahadete kavuşan yiğitlerimiz artık gösterilerde, bilmedikleri topraklarda, sokak ortasında ensesine sıkılan kurşunlarla toprağa düşüyor.

Peki ya bizim suskunluğumuz, tepkisizliğimiz, hissizliğimiz… Ne zaman ve nasıl oluşacak bu kamuoyu birileri dile getirsin ne olur? Bu Millet ne zaman tepkisini koyacak ortaya, neler oluyor diye sorgulayacak? Ne zaman bayrağa sarılı tabutun üstüne kapaklanmış, göz yası döken, oğlunun resmini öpen, acıdan bayılan ana babayı görüp boğazımız düğümlenecek? Son 10 yılda 1000 şehit verdik, bir toplumda ölüm bu kadar sıradanlaşabilir mi?

“Irak’ta canlı bomba! 75 kişi öldü.” Haberinin sende uyandırdığı boş vermişlikle eşdeğer oldu onar yirmişer şehit düşen yiğitler. İkisinde de istemsiz bir şekilde kumandana uzanıp değiştiriyorsun kanalı…

Bu mu Akif’in “Nazlı Hilal’e, bir gül dediği kahraman ırk”, Bu mu Atatürk’ün “Muhtaç olduğu kudret damarlarında ki asil kanda mevcut” dediği Millet?

Şehit cenazesindeydim. Göksun’un Cudi’de şehit olan yiğidi Yavuz Selim Arslan’ın cenazesinde. Genç kardeşlerim boğazları yırtılırcasına bağırıyor “aponun p.çleri, yıldıramaz bizleri” diye… Tekrar gözden geçirmek gerekmiyor mu sizce sloganı?

Yılmışız ama kendimize yediremiyoruz bunu dile getirmeyi. Bir avuç bölücü milyonlarca Türk’e kafa tutuyor, ayrılık istiyor, savaş istiyor, devlet istiyor. Kısacası “fare dağa küsmüş, dağ tir tir titriyor.”

Sahi nedir bunca çaba? “Tefrika çıkaran, ayrılık tohumları eken bizden değildir” derken İslam peygamberi, nedir onları bizden yapma çabası… Olmuyorsa neden zorlama gereği duyuyorsun?

Hangi millet senin uzattığın zeytin dalına, hatasını anlayarak, özür dileyerek, mahcubiyet duyarak karşılık verir bir düşün: Rumlar mı? Ermeniler mi? Kürt bölücüler mi? Yunan mı ya da?

Her ne kadar benim ülkemin insanlarının seçip, görevlendirdiği şahıslar seni böylesine şımartsa da, şunu unutma bana iliştirilmeye çalışılan sözde kardeşim: “Türk’sen övüneceksin, değilsen itaat edeceksin!” Yok, ille de ben toprak istiyorum dersen, tamam kabul bu toprakların altı senin üstü benim… Var mısın?

Ömer  YILDIZ

( Yazıları Facebook’tan takip etmek için : http://www.facebook.com/mryldz46 )

http://www.ilk-kursun.com/haber/100062

30
Mar
12

TÜRK OLMAZ İSE ANADOLU OLMAZ

Anadolu’da yaşamanın elbet bir bedeli var, bir lokma ekmekle bu bedeli ödüyoruz biz, onlar ise başka iplerde oynuyor, başka tellerde ama oyun biz Türkler üzerine kurulu.

Bizden önce de ödendi bu bedel, şimdi de ödeniyor, gelecekte de ödenecektir, kimsenin kuşkusu olmasın.

Bizim şahsi görüşümüz değildir bu, tarih budur, yapılmış ve yazılmış olan tarih bu; Anadolu tarihi, Balkan ve Kafkas tarihi, alın Suriye’den, geçin Lübnan ve Filistin’i, aşın Sina çöllerini, Yemen’e, Mısır ve Libya’ya, Fas, Tunus ve Cezayir’e bir bakınız, her yer tarih ve bu tarihin en güçlü parçası Türk.

Alın 1071’den, Malazgirt’ten gelin Viyana’ya, önde giden Türk Akıncılarını bir görün, görün şimdi aslını inkar edercesine muhacir dedikleri Evlad-ı Fatihanları, hep önde giden Türk, kılıç çeken Türk, can veren Türk, yaşamak için, bayrak ve vatan için can alan Türk.

Bakınız Anadolu’ya son bin yılın bu kutsal Anadolu’da siyasi ve silahlı hakim güçlerine, yine Türk. Bin yıllık Roma’nın doğusunu yani Bizans’ı yenen Türk, bakınız son iki bin yılın savaşlarına Anadolu’da, Türk-Bizans, Müslüman Türk- Hıristiyan Bizans, hiç bitmeyen bir savaştır bu.

Alın 1096 Haçlı Seferlerini, alın Bizans’ın çocuklarını, neydi hedefleri son bin yılda? Anadolu ve Anadolu’daki Türk varlığı. Yanında kutsal topraklar yani Kudüs, onun da yanında Müslüman coğrafyanın zengin kaynakları. Kudüs şimdi haksız ve hukuksuz yere bir Bizans toprağı oldu, İsrail’in başkenti. Öyleyse bunların gözü şimdi Anadolu’da ve Türk’te, bu tehdidi görmemek için kör olması gerek bu gözlerin.

Türk Tarihi hep bu benzer olayların, savaşların, tehditlerin yaşanmışıdır. Bakınız Türk bağımsızlık savaşına, kurtuluş savaşına, Anadolu ve Türk’e saldıran kim? Bizans; Bulgar, Rum Yunan, İngiliz, Fransız, Rus, Ermeni, Sırp, İtalyan, kim kaldı ki bize saldırmayan? O yüzyılın düşmanları işte bunlar, işte bunlar Anadolu ve Müslüman Türk’e saldıranlar.

1920’nin Sevr’ini hatırlıyor musunuz, Sevr’i, Doğu’da tampon Ermeni-Kürt kukla yönetimlerini kurmak isteyen. Neydi amaç; Anadolu’nun önce Asya ile bağını kesmek. Peki ya sonra? Kuşatıp Türk varlığına son vermek. Kim işgal etti bizi? İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Rus, Rum ve Ermeni…

Bakınız 1921 Koçgiri, 1924 Şemdinli, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1938 Tunceli isyanlarına, ne için çıkarıldı; Doğu’da tampon yönetimlerle Anadolu’nun Asya ile bağını kesmek için ama başaramadılar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurduk.

Kürdüm, Kürdüm diye PKK gölgesinde çığlık atanlar sormaz mı kendilerine hiç, etnik kimlikten kaynaklı bir Kürt isyanı ise bu isyanlar, neden Atatürk zamanında hepsi, neden Atatürk’ten sonra isyan yok?

Bakın Cumhuriyet’e ve Atatürk’e, bakın onura, şerefe, insana ve bağımsız devlete. Cumhuriyet fazilettir, bağımsızlık benim karakterimdir, Cumhuriyet aklı hür ve vicdanı hür nesiller ister, diyen kim? Daha ne diyeyim…

Kürdüm, Kürdüm diye PKK gölgesinde çığlık atanlar sormaz mı kendilerine hiç, çağ dışı feodal ağalıkta demokrasi olur mu hiç, özgür irade olur mu hiç! Atatürk’ten sonra Doğu’daki halkımızın kanını emenler kim, tıpkı bir kene gibi? PKK gölgesinde ortaya çıkan Ahmet Türk kim, bir feodal ağa, şimdi ise bize çıkmış demokrasiden bahsediyor bunlar!

İleri demokrasi diyenlerin hepsi feodal ağalar karşısında suskun. Bir hesap sorulacaksa eğer gidin ağalarınıza sorun! Toprak reformundan bahseden yok hiç, toprakta çalışanın topraksızlığından bahseden yok. İnsan hakları diyenlerin, demokrasi ve cumhuriyetin ne olduğunu bilmeyenlerin nasıl bu kutsal değerlere sahip çıkabileceğinden bahsettiği yok, okul yok, eğitim yok, özgür irade olmadan demokrasi olur mu hiç!

Bizim kaynaklarımız, bizim tarihimiz ve bizim devletimiz bizim sorunlarımızı çözecek güce sahiptir, ortada çözülmeyecek bir sorunumuz yok bizim.

Hal ve şart ve de gerçek bu iken, sorunlarımızı çözecek gücümüz var iken, ayrılık çığlığı atanlara izin verilemez, Bizans’ın yüz yıllık emeli olan tampon yönetimlere, bu yönetimlerle Türk’ün Asya ile bağının kesilmesine izin verilemez. Türk ve Atatürk kavram ve değerlerinin yok edilerek, anayasadan çıkarılarak Türk’ün tarih, uygarlık, kimlik, varlık ve kültürünün yok edilmesine göz yumulamaz.

Türk bir uygarlık ve kültürün adıdır, etnik kimlik değil, tarihin derinlikleri içinden Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların adıdır Türk, hepimiz ve bunun sahibi de hepimiz, Anadolu’da yaşamış olan her uygarlık ve kültürün sahibi de hepimiz, bizim adımız Türk.

Binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyoruz biz, hepimiz, bin yıldır da bu toprağın silahlı ve siyasi hakimi olarak yaşıyoruz biz, hepimiz, Anadolu Türk demektir, Türk olmaz ise Anadolu Bizans’a yar olmaz!

Türk varsa Anadolu vardır, yoksa yok, aksini düşünmek Anadolu’da ateş yakmaktır. Anadolu’da ateş yakılmaz, yakar, önce yakanı yakar. Bu ateş öyle bir ateştir ki herkesi yakar. Bu ateşin ne olduğunu bilmeyenler açsın Türk Tarihi’ni okusun!

Anadolu’yu Anadolu yapan Türk’tür, Türk bir şemsiyedir, büyük bir şemsiye, çıkış yolu hep tektir;  ya bu huzur ve güven şemsiyesi altında yaşamak ya da yok olup gitmek.

Biz gelin birlikte yaşayalım diyoruz, Türk Uygarlık şemsiyesi birlikte yaşayalım, bu hepimize güç kazandırır, aksi halde yok olup gitmek mukadderattır! Ama bu mukadderat Türk Milleti’nin kaderi değildir ve olamaz, olmasına da izin verilemez!

Erdal  SARIZEYBEK

http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/turk-olmaz-ise-anadolu-olmaz-363h.html

29
Mar
12

One minute Tayyip, one minute..!!!

NOT :  Bu  yazı  ilk  olarak  09.02.2009  tarihinde  yayımlanmıştır…

—————————————————————————————————————

Bence    bu    memlekette    kesinlikle    “balık    hafızalı”lar    falan    yoktur…

Herkes     her     boku    biliyor   ve    bal    gibi    herşeyin    de    farkında..!!!

İşin   özü   şu   ki ;     yüzyıllardır   bazılarının   genlerine   işlemiş ;    yağma   kültüründen 

kalma   zalime   bile  bile    biat   edilmesi,   ve   de   üstelik   zulmünden   nemalanarak 

soysuz    ve    şerrefsiz    bir    sefil    “yaşam”   “sürdür”ülmesidir…

Maalesef  Cumhuriyet  döneminde  bu  yokedilemediği  gibi,  “PATRONLARIN   GÖTÜNDEN  

AKAN   “PEKMEZ”DEN   İSTİFADE    ETMEK    GİBİ    SİNEK    ACİZLİĞİ”ne   dönüştü…

Ve  hâlâ  zalimin  gönüllü  biat  edicileri  ve  mazoşist  saxocuları,  özellikle  bu  günlerde 

yüzsüz  ve  pervasız  şekilde  iplerini  koparmış  durumda  kudurmaktalar…

GÜN,   BU   KÖPEKLERİN   GÜNÜDÜR…

AMA   SADECE   ŞİMDİLİK…

BU   İŞİN   SONRASI   DA   VAR…

ONA   GÖRE…

—————————————————————————————————————

İsrail seninle gurur duyuyor

One  minute,  one  minute…

Memleketi  sahipsiz  mi  sandın ?

Ben  cambazlık  yaparım  bu  millet  yutar  mı  sandın ?

Herkes  enayi  ben  akıllıyım  mı sandın ?

One  minute  Tayyip  one  minute…

Sanma  ki  ülke  senin  paralı  basınından  ibaret.

Sanma ki  tüm  gazeteciler  yalakan.

Sanma  ki  tüm  muhalefet  karşında  süklüm  püklüm  olacak.

Sanma  ki  herkes  sana  biat  edecek.

Alkış  tutacak.

Ağlayacak.

Zırlayacak.

Duygu  sömürüsü  yapacak.

Tayyip ve Simon Peres
Tayyip ve Simon Peres
12 Kasım 2007 Ankara

Tayyip ve Simon Peres
Tayyip ve Simon Peres
13 Kasım 2007 TBMM

Tayyip ve Simon Peres
Tayyip ve Simon Peres
2008 Newyork

Abdullah Gül ve Simon Peres
Abdullah Gül ve Simon Peres
12 Kasım 2007 Çankaya

One  minute  Tayyip,  one  minute

Herkesi  kendin  gibi  sanma.

Bırak  cambazlığı.

Birazcık  dürüst  ol,  birazcık  delikanlı  ol.

Hadi  sana  istediğin  kadar  “minute”  bizden.

“One  minute”la  yetinme

İstediğin  kada r konuş..!!!

Konuş  da  cevapla..!!!

Karşında  Peres’ler  yok  ama,  ona  göre..!!!

Çalıyoruz  gongu…

Hadi  başla  konuşmaya..!!!

Cevap  ver  bunlara.

Artistlik  yaptığın  Davos  Konferensı’nın  yapılmasını  senin  hükümetin  talep  etmedi  mi ?

Katılımcıları  siz  belirlemediniz  mi ?

“Peres  konuşmacı  olsun”  diyen  sen  değil  miydin ?

Davos  aslında  bir  tiyatro  değil  miydi ?

Belirle  konuşmacıları.

Çık  konferansa.

Sonra  “ben  burayı  terkediyorum”  numarası  yap.

Tüm  televizyonlar  duyursun  anında.

Şov  yapma  Tayyip  şov  yapma.

Herşey  numaraydı.

Sen  ayarladın.

Panel  yöneticisini  tanıyordun.

Adamın  katıksız  Türk  düşmanı  olduğunu  da  biliyordun.

Ama  itiraz  etmedin.

İstesen  moderatör  değişirdi.

Ama  istemedin  çünkü  sahte  kabadayılık  yapacaktın.

Kasımpaşalı  ayağı  çekecektin.

Kömürle  kandırdığın  tabanını  bir  de  böyle  kandıracaktın.

Ama  one  minute…

Ama  kandıramazsın  Tayyip

Sen  Simon  Peres’e  laf  mı  söyledin ?

Artistlik mi yaptın öyle?

“Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” mi dedin?

O zaman konuş Tayyip..!!!

Aynı Peres’le kaç kez biraraya geldin?

Kaç kez elini sıktın?

Davos’ta terkettiğin paneldeki Simon Peres’i Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çağıran sen değil miydin?

Meclis’te ona konuşma yaptırtan sen değil miydin?

Gülerek elini sıkan sen değil miydin?

Konuşmasını alkışlayan sen değil miydin?

Neden çıkıp Meclis’te karşısına dikilmedin Peres’in?

Dikilseydin ya!

Dikilemezsin Tayyip

Sen sadece Peres’in değil Şaron’un da elini sıktın.

Kasap Şaron’un Tayyip.

Kasap Şaron’un!

Sen kasapların dostusun.

Sen insan öldürmeyi iyi bilenlerin dostusun.

….

One minute Tayyip one minute

Sen Peres’in dostusun Tayyip bırak numarayı.

Sen Filistin’in dostu değilsin.

Sen Arapların da dostu değilsin.

Sen Hamas’ın avukatı olabilirsin.

Sen petrol şeyhlerinin dostu olabilirsin.

Sen Taliban’ın dostu olabilirsin.

El Kadı’nın dostu olabilirsin.

Ama Filistinli Arabın dostu değilsin.

Sen Arafat öldüğünde ne yaptın Tayyip?

Ya FHKC lideri Abu Musa Ali öldürüldüğünde?

Ya Habaş öldüğünde?

Nasıl da sevindiniz.

Oh dediniz solcular ölüyor, meydan Şeriatçılara kalıyor.

Senin davan Filistin değil, senin davan Şeriat.

….

Peki şuna cevap ver.

Atmayı tutmayı bırak da söyle şu millete.

Gazze’de katliam yapan İsrail devletini resmi bir nota verip kınadın mı?

İsrail Elçisi’ni çağırıp nota verdin mi?

Vermedin di mi?

Bırak o zaman cambazlığı.

Ve de ki kandırdığın millete:

“Bakmayın benim artistliğime, biz Türk Hükümeti olarak İsrail’e daha resmi bir kınama notası bile vermedik!”

“Biz Chavez gibi değiliz” de.

“Biz solcular kadar namuslu olamayız” de.

“Biz İsrail elçisini kovamayız” de.

Kovamaszın Tayyip.

Zaten İsrail’in elçiye ihtiyacı yok ki bu ülkede.

Siz, hepiniz İsrail’in elçisi değil misiniz sanki…

….

Nota vermedin çünkü sıkar Tayyip.

Senin kabadayılığın bir tek Türklere söker.

Sen Fransızın yanında kuzusun

Almanın yanında kuzu

Amerikalının yanında kuzu

Gavurun yanında kuzusun.

Müslümanın ve Türk’ün karşısında kurt!

….

Hadi göster delikanlılığını AB’ye de görelim seni!

“Kırışmayın içişlerimize” de!

Hadi ABD’ye karşı çık!

Hadi Allah aşkına Obama’ya şöyle de:

“Bırak İsrail’i desteklemeyi!”

“İsrail katil devlet” de!

De de göreyim seni..

Hani “diklenme ama dik dur” diyorsun ya Obama’ya.

Çok seviyorsun şu dik durmayı

Hadi git ABD’nin karşısında dik dur!

Dik dur da göriyim seni.

Obama dese sana “ne bakıyon dik dik”

N’aparsın Tayyip…

Biliyon bu işlerin davası olmaz.

….

One minute Tayyip one minute

Peres’e rest çektin ya sözde.

Neden Ermenistan’a çekemiyorsun resti?

Hadi git de Sarkisyan’a de ki:

“Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz!”

“Siz Hocalı’da soykırım yaptınız.”

Demezsin di mi?

Ne Ermeni’ye

Ne Rum’a

Ne Barzani’ye

Ne Talabani’ye

Hiç bişey demezsin Tayyip!

Çünkü sen Türk’ün ölümüne ses çıkarmazsın.

Sen Türk değilsin Türkiyelisin ya

Rum’a üzülürsün, Ermeni’ye, Kürd’e üzülürsün.

Bir tek Türk’ü savunamazsın Tayyip.

….

Bir de Atatürk’ün adına ağzına alacaksın he!

Bırak Atamızı.

Ağzına hiç yakışmıyor.

Atatürk gerektiğinde İtalya’ya karşı çizmelerini giydi.

Hatay’ı alırım savaşa hazırlanın dedi.

İngiliz’le, Fransız’la, İtalyan’la savaştı.

Ya sen Tayyip?

Sen Atatürk’le savaşmayı bilirsin bir tek.

….

Bir de diyorsun ki biz sünepe millet değiliz.

Evet değiliz Tayyip çünkü biz Potamyalı değiliz.

Atatürk Filistin için ne yaptı biliyor musun Tayyip?

Senin gibi açıkoturum terketmedi?

O cambaz değildi Tayyip.

O Sina cephesinde komutandı Tayyip!

Senin dostun olan İsraillilere karşı, İngilizlere karşı Filistin cephesinde savaştı.

Kahramanlık biz Türklerde meydanlarda kazanılır.

Düşmanla savaşır ve kahraman olursun Tayyip.

Burası Anadolu Tayyip.

Alpaslan’ın fethettiği, Osman oğullarının Türkleştirdiği topraklar.

Buralar askerler ve kahramanlar diyarı.

Burası Türk ülkesi Tayyip.

Burası Potamya değil.

Biz de Rum çocuğu değiliz Türk çocuğuyuz.

Anlarız cambazla kahramanın farkını.

….

One minute Tayyip one minute..

Sen Davut Boynuzlu tek müslümansın dünyadaki.

Biliyon Amerika’daki Yahudiler seni çağırdı.

Ve Davut Boynuzu taktılar sana.

Yahudi cesaret ödülü sahibisin.

Boynuzlu, cesur bir Yahudi dostusun.

Nerde Tayyip boynuzun.

Hadi çıkart boynuzu iade et Yahudiye.

Seçimlere az kaldı di mi?

Bir de çıkmış diyorsun ki “Peres seçim yatırımı yapıyor.”

İlahi Tayyip.

Herkes sen mi?

Adam Yahudiliğini yapıyor.

Her zaman olduğu gibi kendi ülkesinin ve ulusunun çıkarlarını savunuyor.

Senin gibi seçimden seçime hatırlamıyor ülkesini Tayyip.

Keşke sen de onlar gibi olabilsen.

Keşke bir Yahudi kadar olabilsen.

Nerde Tayyip nerdeee?

Sen bu memleketi, bu ulusu ne zaman savundun ki?

Sen ancak pazarlamaktan anlarsın Tayyip.

Senin Şeriatçılığın bile numara Tayyip.

Hamas’ı çok savunuyorsun sözde.

“Seçimle geldiler saygı duyun Hamas’a” diyorsun.

Bırak saptırmayı Tayyip.

Hamas Filistin Hükümeti’ne darbe yapmadı mı?

Filistin hükümet binasını basıp insanları öldürmedi mi?

Ne seçimi Tayyip, ne seçimi?

Sizi halk değil Amerika seçer, İsrail seçer Tayyip.

Seni Amerika seçti, Hamas’ı İsrail.

Hamas yıllardır İsrail işbirliğiyle Filistinli solcuları yoketti.

Şimdi aynı İsrail Hamas’a bu ihanetin bedelini ödetiyor.

Hem yine de Hamasçı olacaksan.

Arşın burada Tayyip Gazze orada.

Hadi yürü Gazze’ye.

Öyle İstanbul Havalimanından yürümeye benzemez.

Uzat Gazze’ye yardım elini Tayyip.

Hadi git Gazze’ye.

De ki İsraililere.

Beni de vurun.

Gazze’ye siperim,

Filistin davasına siperim,

İslam için siperim.

Desene Tayyip.

Hiç diplomatik değil di mi?

Ama sen de zaten “ben diplomat değilim” diyorsun ya.

Evet Tayyip

Dava adamıysan git.

Tüm dünyada gidenler var Tayyip.

Mesela Deniz Gezmiş de gitmişti, Mahir Çayan da oraya Tayyip.

Onlar canbaz değil delikanlıydı Tayyip.

Hadi yüreğin yetiyorsa git Gazze’ye.

Uzat  yardım  elini.

Dünya  Başbakan  görsün.

Dünya  lider  görsün.

Dünya  delikanlı  görsün.

Hadi  Tayyip  Gazze’ye.

Kurtarırsan  kahraman  olursan.

Ölürsen  şehit.

Tüm  İslam  alemi  de  duacın  olur:

Biz  bile  dua ederiz  sana  Tayyip.

Hatta  “one  minute”  değil  “her minute”  dua  ederiz..!!!

Gökçe  FIRAT

http://www.turksolu.org/223/basyazi223.htm

29
Mar
12

Davos’taki Tiyatronun Çöküşü

İsrail ile Türkiye arasında yaşanan gerginlik, önce başbakanın Davos Forumu’ndaki ünlü “one minute” çıkışıyla başlamıştı.

Onu İsrail’deki büyükelçimizin alçak iskemlede oturtulması izledi.

Arkasından Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerince yapılan baskın geldi.

Baskın sonrasında ilişkiler iyice gerilirken, taraflar geri adım atmamakta direndiler.

Türkiye, ilişkilerin düzelmesi için İsrail’in özür dilemesini, hayatını kaybedenler için tazminat ödemesini ve Gazze ablukasını kaldırmasını şart koştu.

Bu arada Mavi Marmara’da yaşananları araştırmak için iki de komisyon kuruldu.

İlk komisyonun raporu Türkiye’nin tezleriyle örtüşüyordu.

Ancak “Palmer Komisyonu” adı verilen ikinci komisyon, İsrail’e eleştirel yaklaşmayan, Türkiye’yi de tatmin etmeyen bir rapor yazınca, iki ülke ilişkileri daha da gerildi.

Türkiye, İsrail’le ilişkilerini asgari seviyeye, ikinci kâtip düzeyine indirdiğini açıkladı.

Komisyon raporunun yok hükmünde olduğunu ve Gazze ablukasını tanımadığını ilan etti.

Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli adımları atacağını duyurdu.

Konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na taşıyacağını belirtti.

İsrail ise Türkiye’nin bu tutumuna tepki olarak terör örgütü PKK’ya ince mesajlar verir gibi yaptı.

ABD’deki Yahudi lobisinin Ermeni lobisiyle birlikte çalışacağını açıkladı. İlişkileri germekten kaçınmadığını belli etti.

Başbakanının Gazze’ye yaptığı gezi ise iki ülke arasındaki gerginliği doruk noktasına taşıdı.

Gelelim  Bugüne

Türkiye,  haklı  olduğu  bir  konuda,  henüz  hiçbir  kazanım  elde  edemedi.

Ankara’nın Hamas ile yakınlığı nedeniyle, İsrail’e, terör örgütü PKK ile yakınlaşabileceği bir zemin hazırladı.

Son aylarda görüldüğü üzere, Hamas’ın Suriye ekseninden çıkıp, hatta Şam’daki ofisini bile kapatacak kadar çıkıp, ABD ile yakınlaşabileceğini öngöremedi.

Türkiye, kısa süre için Arap dünyasında itibarını artırmaya çabalarken, “komşularla sıfır sorun” politikası tam anlamıyla çöktü.

Moda deyimle krizi yönetemedi. Daha da vahimi, Arap dünyası gibi akıldan çok duyguların öne çıktığı, uzun vadeli politika üretip, strateji belirlemenin hayli güç olduğu bir alemde, kısa süreliğine yakaladığı itibar da hızla söndü.

Öyle ki Mısır’da Müslüman Kardeşler bile, laiklik konusundaki övücü sözleri nedeniyle, Ankara’ya ayar verdiler.

ABD’nin isteğiyle kabul edilen füze kalkanının İran’a karşı İsrail’i koruyacağının iyice açığa çıkması, İsrail’e tepkili Araplar arasında Türkiye algısını tersine çevirdi.

Ankara, Mavi Marmara saldırısı nedeniyle İsrail’le ilişkilerini ikinci kâtip düzeyine indirdiği gün, Füze Kalkanı radarlarının Diyarbakır’a yerleştirilmesini kabul ederek, inandırıcılığını iyice yitirdi.

Çünkü  füze  kalkanını  kabul  ederek  İsrail’in  savunmasını  üstlendi.

Yaşananlar, İsrail’le aramızdaki gerginliğin danışıklı dövüş olduğunu gösteriyor.

Bu yöndeki kanıtları güçlendiriyor.

Çünkü İsrailli firmalara ambargo konulmadı.

İkili ticaret gelişerek sürüyor, bundan da İsrailli şirketler kazançlı çıkıyor.

İsrail’in bölgedeki en büyük düşmanlarından olan Suriye’ye müdahale etmenin bayraktarlığını Türkiye yapıyor.

İsrail’in bundan memnun olmaması düşünülemez.

İsrail’in diğer büyük düşmanı olan İran’a karşı, Türkiye’nin İsrail’in korunmasını amaçlayan füze kalkanı radarına ev sahipliği yapmasına  İsrail  ne  diye  kızsın ?

Birkaç yıl önce Türkiye, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi işini İsrailli firmalara vermeyi, dahası o toprakları da bu ülkeye 49 yıllığına kiralamayı düşünmüyor muydu?

Türkiye’yi yönetenler, ABD’deki en büyük Yahudi lobisinden ödül almadılar mı?

Mavi Marmara baskını sonrasında o cesaret ödününü niçin iade etmediler?

İsrail NATO üyesi olmadığı halde Kasım 2004’te NATO ile askeri antlaşma yapmadı mı?

İlk kez NATO ile askeri tatbikatlara dahil olurken, Türkiye de NATO üyesi olarak bu durumu desteklemedi mi?

Ayrıca  şunu  da  anımsamak  gerekiyor :

Okumaya devam edin ‘Davos’taki Tiyatronun Çöküşü’

29
Mar
12

Önce liseler bozuldu

‘Önce  liseler  bozuldu,  sonra   her  şey’   diyor  Atila  İlhan.

Ve  son  bölüm  olarak  devam  ediyoruz  biz  de  yazısına;

‘Liselerin, Fransız devriminden sonra ‘Cumhuriyet’ tarafından, din kökenli tarikat okullarına karşı, laik ve demokratik eğitim vermek, daha açık ve net bir ifadeyle, ‘yurttaş’ (citoyen) yetiştirmek için kurulmuş öğretim kurumunun adıdır.

Türkiye Cumhuriyeti pek çok şeyde Fransız Devrimine paralel olduğu gibi, öğretimde de paralel olmuş, ‘laik’ ve ‘demokratik’ ‘yurttaş’ yetiştirmek amacıyla, liseleri kurmuştur. Liselerin yetiştirdiği ilk kuşaklar, ‘vatan’ ve ‘millet’ kısacası ‘tarih’ bilincine sahip, ‘yurttaşlar’ olmuşlardı. Cumhuriyetin kültür kaleleriydiler. Tevhid-i Tedrisat(Öğretimin Birliği) Kanununa uygun aydınlar yetiştiriyorlardı, ‘Önce liseler bozuldu, sonra her şey’..

’Nasıl, Cumhuriyetin ekonomik kaleleri KİT’ler, soğuk savaş dönemi iktidarları tarafından önce yozlaştırılmış, halkın gözünden düşmesi sağlanmışsa, aynı şekilde Cumhuriyetin kültür kaleleri liseler de yozlaştırılmış, ikinci sınıf okul muamelesine layık görülmüş, halkın gözünden düşmesi sağlanmıştır. ‘Ecnebi/Yabancı öğretimi savunanlar(Arapça ağırlıklı eğitim veren İmam Hatip ve benzeri okullar ve kurslar), ‘görünmez bir elin’ halkın her iki alanındaki tercihlerini yönlendirdiğini, fark etmemiş olabilirler mi? Şimdi çağdaşlık diye yabancı dille(Arapça/İngilizce) öğretimi savunan, ‘özel’ öğretim ve eğitim sektörünü, başından beri özendiren, palazlandıran da, gerçekte aynı ‘soğuk savaş’ iktidarları değil midir?

Bu  neye  benzer  bilir  misiniz ?
Uyuşturucuya bağımlı kılınmış bir kişinin, sürekli uyuşturucu talebini ileri sürüp; ‘Ne yapayım, o istiyor!’ diyen, düzenbaz alıştırıcının hileli gerekçesine!..’

Peki  bu  uyuşturucuyu  veren  kim ?
Amerika.   Ve  onun  sözcüleri.
Örneğin “Fetullah Gülen radikal değil” diyen Amerikan Rand düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın(CIA) eski Milli Haberalma Konseyi yardımcı başkanı, yazar, ABD devlet görevlisi Graham Fuller bakınız ne diyor ülkemizin laiklik ve gelişmişlik durumuyla ilgili olarak;

“…Atatürk’ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama o’nun sayesinde yaratılmış bu günün, kendisine güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal/milli kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük hayattaki yerini yeniden düşünebilmelidir…”

“…son elli yılda yapay olarak bastırılmasının, bazı meşru nedenleri olabilir. Ama artık Türkiye’de bu bakımdan kendi kendisiyle barışmalıdır. (…) geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde, İslam’ın hayatınızdan nasıl dışlanacağı, adeta bir saplantı haline gelmişti; bence bu gün daha az gerekli bir reaksiyon…” diyor.

Şu ifadelere bakar mısınız?
Türkiye’nin, Atatürk döneminin Milli yörüngesinin İslamiyet ile ilgili eleştirisi, Hristiyan birine kalmış maalesef. Hem de bir CIA görevlisine..

Atila İlhan’ın işaret ettiği “sistem” aslında tam da budur.

Şimdi O’nu ‘aah’ çekerek bir kez hatırlamamak mümkün mü? Aila İlhan mevcut eğitim sisteminin çöküşündeki çıkış yolunu da söylemiş, söylemiş ama, nereden bilecekti ki ülkenin daha da kötüye gideceğini. Çözüm olarak diyor ki;

“Türkiye yanlışı, Tevhid-i Tedrisat Kanununu delerek yapmıştır. Din görevlisi yetiştirmesi öngörülmüş İmam-Hatip Meslek Okulunu, ‘tekke, zaviye,medrese’ düzeyinde şeriat telkini yapan ‘din lisesine’ dönüştürür, hele mezunlarına laik fakültelerin yolunu açarsan, geldiğimiz merhaleye gelinmemesi imkansızdı.(…) Gerçek çözüm, Türkiye’nin İmam-Hatip ihtiyacına verecek miktar ve çapta, din meslek okullarına dönmektir.
Ne dediğimiz malum.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu(Öğretimin Birliği) hem İmam-Hatip liseleri ile delinmiştir, hem de ecnebi dille öğretim yapan liseler ile. Başka bir konu daha var ki, Vali, Kaymakam, Subay, öğretmen v.b. önemli devlet memuriyetlerine kimlerin, hangi okullardan çıkan öğrencilerin heves ettikleridir ki, o da doğrudan doğruya ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun İmam-Hatip liseleriyle delinmesi şekli sonucudur. Bu İmam-Hatip Liseleri ise, bürokrasiyi, yani devletin yönetimini ele geçirmeye gözünü dikmiş, hiç de ‘uhrevi’ olmayan, son derece ’dünyevi’ olan bir takım mü’minler yetiştirmiştir.
Diğer yanlış; Ulusal devlet, başka bir devletin ulusal diliyle, ulusal eğitim kurumlarında tedrisat/öğretim yapamaz. Bu ancak sömürgelerde görülür. “

Gelelim  son  söze ;
Hatırlar mısınız bilmem, İlk ve Orta öğrenimini Türkiye’de yapmış Prof. Dr. Paul Dumont, içinde bulunduğumuz “siyasi, ekonomik her türlü perişanlığı” görüp ne demişti?

“…en  iyisi  Gazi  döneminin  eğitim  ve  öğretimine  dönmek!..”

Ya  da  somürgelerin  içinde,  boğulup  ölmek…

Aydın  KELEŞOĞLU

http://tr-tr.facebook.com/pages/Aydin-Kele%C5%9Fo%C4%9Flu/248876428515129

29
Mar
12

Dindar kapitalist toplum kurgusu = 4+4+4

Son on yılda küresel kapitalizme eklemlenerek ‘yükselen ekonomi’ payesini kapan Türkiye, şimdi meşrebine uygun eğitim ‘reformuyla’ görünürde dindar, özünde tek bir taşına kadar piyasalara terk edilmiş ülke kimliğiyle 2023 yılına hazırlanıyor…

Meclis Genel Kurulu’na gelen 4+4+4 kanun teklifinin hedefinde devletin eğitim tezgahından geçerek hakim iktisadi-ideolojik iktidarın bekası doğrultusunda tabakalanmış bir piyasa toplumu kurmak var…

4 yılda bir kesintiye uğratılan 4+4+4 modeliyle adı ‘zorunlu’ olsa da temel eğitim 4 yıla düşürülecek…
Ayrıca bu uygulama hangi halk kesimlerinin çocuklarının eğitimden ayrıştırılıp nereye gideceğini belirleyecek köklü bir toplumsal tasnife kalkışıyor…
Ve günümüz Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına göre sosyal-ekonomik katı hiyerarşiyle örgütlenecek bu toplumsal model ‘inançlı ve dindar gençlik’ popülist söyleminin ardına gizleniyor….
Böylelikle 4+4+4 yasa teklifi hem iktisadi hem de siyasi- ideolojik hegemonyayı yurt sathında pekiştirip geleceğe taşıyacak kitleselliğin altın formülü aynı zamanda…

Bilindiği üzere 1980 sonrası cevvaliyetle ‘eğitimin özelleştirilmesi’ ya da ‘paralı eğitimin yaygınlaşması’ ile kamuoyu zihninde ‘eğitim, bir hak değil bir paralı yatırıma’ dönüştürülmüştü…
Eğitim tedrici biçimde kamusallığını kaybederken, toplumsal ayrışmanın en keskinleştiği ve kutuplaştığı mekanlar okullar olmuştu.
İlköğretim okulları bile ortak ideallerin ve değerlerle toplumsal harcın karıldığı yerler olmaktan çıkıp, çocukların ağır eşitsizlikle ikiye yani varsılların ve yoksulların çocukları diye kodlayan öğretim kurumları haline gelmişti.

Orta ve üst sınıf ailelerin çocuklarının gittiği seçkin ve paralı okullar ve 7 yaşından beri dershane-sınav sistematiğinin ‘müşterisi’ olan bu çocuklarla, devlet okullarında 40 kişilik dersliklere doluşan ‘öğretmensiz’ çocukların arasına, epeydir ‘koca bir piyasa’ girmişti.

Şimdi hükümet var olan eğitim sistemindeki ‘eşitsizliği’ gerekçe göstererek bu toplumsal ayrışmayı 4+4+4 kanun teklifiyle bir adım öteye taşıyıp, resmiyete döküp devletin eğitim politikası haline getirip yasalaştırıyor.

Batı kapitalist tarihinin 19 yy otoriter sınıfsal ayrımcı eğitim modelini çağrıştıran bu reformla, toplumun en alttaki mülksüzlerin ve en yoksulların çocukları 4 yıllık bir temel eğitimle yetinmek durumunda kalacaklar.

Çünkü hanidir eğitim ‘yararlanan öder mantığının’ gereği lüks tüketime dahil edilirken, çocuklarının günlük gıda gereksinimini bile karşılayamayan aileler ilk 4 yıllık kesinti sonrası çocuklarını ‘hayat gailesine’ kayıt etmeleri kaçınılmaz…

Dolayısıyla 12 yıllık kesintisiz eğitimde azalan çocuk işçi sayısı yeniden hortlarken dünyanın en büyük 10 ekonomisini hedefleyen Türkiye’nin en barbar ve ucuz işçilik olan çocuk işçiliğine ‘kucak açacağı’ kesin…
Eğer ilk 4 yıldan sonra bu çocukların bir kısmı özellikle kız çocuklarının eğitimlerine devam ederlerse ailelerin talebi tabii ki ‘devlet eliyle’ verilen dini eğitim olacak…

Böylelikle kanaatkar, muhafazakar siyasi otoriteye ve patronuna saygın kuşaklar tesis edilirken devlet kamusal eğitimden çekilerek bütün dershaneleri okullaştırarak yoksulların eğitim kaynaklarını özel sektöre aktarmasının önünde hiçbir engel kalmayacak…

Neticede biz de 2023’e yoksulluğun kuşaklar üzerinden üretilerek ‘muhafaza’ edildiği dindar kitleler ve onların üzerinde yükselerek karlarını ‘muhafaza’ eden kapitalistlerin Türkiyesi kimliğiyle vasıl olabiliriz…

Nihal  KEMAHOĞLU

http://www.gercekgundem.com/?c=68914

29
Mar
12

‘Türkiye için ulusal intihar’

Tarpley,   Suriye’de   öldürülenlerin   sayısının   şişirilerek   Türkler’in   harekete 

geçirileceğini   iddia   etti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Seul’dan Tahran’a ulaştığı saatlerde İran televizyonu Press TV, ABD’li yazar ve tarihçi Griffin Tarpley’in, Suriye’de öldürülenlerin sayısı şişirilerek Türkler’in harekete geçirileceğini iddia ederek,  “Bu  Türkiye  için  ulusal  bir  intihardır.  Atatürk  bunu  biliyordu”  dediği  özel  mülakatı  yayınladı.

ABD’li yazar ve tarihçi Griffin Tarpley Press TV ile yaptığı özel röportajda, Türkiye’nin İslami ve laik iki parti arasında bölündüğünü ancak Türkiye’nin aynı zamanda yüzde 25 olan bir Kürt nüfusa sahip olduğunu belirterek, eğer NATO Suriye’ye saldırırsa Kürtler’in isyan çıkaracağı ve isyanın Türkiye’ye yayılacağı ve Türkiye’nin isyancıların hedefi haline gelebileceği iddiasında bulundu.

Bazı eleştirmenlerin, ABD’nin işgalinden sonra Irak Kürdistan bölgesinin özerkliği ve şuan Suriye’de olanlarla arasında paralellikler olduğunu söylediğine dikkat çekilerek, “Bunun, bölgede ABD yanlısı bir Kürt devleti desteklemek amacıyla Batı’nın planının ikinci adımı olabileceğini söyleyebilir misiniz?” sorusuna yönelik Tarpley, eğer Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de Kürt varlığı varsa daha sonra da Türkiye’deki Kürtlerin çekim kutbu olacağını dile getirdi.

-“ABD,  TÜRKİYE  VE  SURİYE’Yİ  KARŞI  KARŞIYA  GETİRİYOR”-

Griffin Tarpley, Suriye yönetiminin ayaklanmayı temelde bastırdığını ve bunun ABD için yenilgi anlamına geldiğini iddia ederek, Obama yönetiminin bu yenilgiyi gidermek için Türkiye ve Suriye’yi karşı karşıya getirdiğini öne sürdü.
Tarpley ayrıca, Suriye Ulusal Konseyi güçleri, gözlemciler ve Özgür Suriye Ordusu’nun dünyada bir histeri yaratmaya çalışmak için, öldürülen kişi sayısını şişirecekleri ve bunun Türkler’i harekete geçireceği yorumunu yaparak şöyle devam etti:

“Bu Türkiye için ulusal bir intihardır. Atatürk bunu biliyordu. Kürt-Türk liderler Atatürk’ü küçümsüyor. Eğer onun bilgeliğini takip etselerdi bu durumda olmayacaklardı ve geri adım atmaları gerekiyor.”

ANKA

http://www.gercekgundem.com/?p=447611

28
Mar
12

Eğitimle Oynamak En Büyük İsraftır

İkinci  Dünya  Savaşı’nın  yıkıntılarından  beş  yılda  kurtulduğu  için,  Almanya’nın  kalkınmasına   “Alman  Mucizesi  veya  Erhart  Mucizesi”   denilirdi.

Sonradan  anladık  ki  böyle  bir  mucize  yok…

Almanya’nın  kısa  sürede  kalkınmasını  sağlayan  iki  önemli  faktör  var…

Birisi,  sağ  kalan  vasıflı  ve  uzman  Alman  işgücü…

Diğeri  de  o  günlerde  askeri  harcamaların  yasaklanmış  olması.

Aslında,  geçen  asrın  ortalarında  anlaşıldı  ki  bir  ülkenin  ekonomik  kalkınmasında  tek  başına  sermaye  yeterli  değil…

Ayrıca  vasıflı  işgücüne  de  ihtiyaç  var.

Vasıflı  işgücü  de  ancak  eğitimle  sağlanır.

Eğitimde etkinliğin sağlanması, eğitim için en yetenekli olanların seçilmesi ve devletin harcadığı kaynakların en verimli şekilde kullanılmasıyla mümkün olur.

Eğitimin getireceği bireysel ve sosyal faydalar yani “toplam fayda” bu eğitim için yapılan masrafların, “toplam maliyet’’ üstünde olmalıdır.

Öte  yandan  eğitimde  etkinliğin  şartları  şunlardır …

1- Örneğin yüksek öğrenim yapacak olanlar, formasyon ve meslek kazanacak olanlar, en geniş tabandan ve en kabiliyetli olanlar arasından seçilmelidir. En kabiliyetli olanlar seçilirse eğitimden en yüksek verim alınır.

2- Türkiye’nin artık düz lise ve İmam Hatip Liseleri’nden oluşan sistemi bırakıp, “Mesleğe yöneltme” eğitimine geçmesi gerekir. Buna iki nedenle mecburuz… Üniversite önünde milyonlarca gencin birikmesini önlemek gerekiyor. Bu nedenle lise düzeyindeki öğrenciler yeteneğine göre seçilerek meslek eğitimine tabi tutulmalıdır. Yüksek öğrenime gidecek öğrenciler de yine yeteneklerine göre aynı şekilde seçilmeli ve bu yönde eğitim verilmelidir. Türkiye’de ara elemana ihtiyaç var. Bu ara elemanı meslek liselerinde yetiştirmek gerekir.

3- İşgücü planlaması yapılmalı ve ihtiyaca göre eğitim yapılmalıdır. Her ülke gibi Türkiye’nin de toplumsal ve ekonomik kaynakları sınırlıdır. Bu nedenle söz konusu kaynakları en etkin, en rasyonel şekilde kullanmak zorundayız. İşsiz kalmış eğitimli bir insana yapılan yatırım, atıl bir yatırıma dönüşmüş olur. Türkiye’de iş gücü planlaması yoktur. Bu nedenle bazı meslek gruplarında, örneğin hekimlik, hemşire mesleklerinde arz açığı, buna karşılık bazı meslek gruplarında ise örneğin mühendislik, arz fazlası bulunmaktadır. Bu durum, eğitimin piyasa arz ve talebine bırakılmış olmasından kaynaklanıyor. Eğitim hizmeti talep edenler, arz noksanı olan alanlara kaymakta, herkes aynı düşündüğü için bu defa da arz fazlası oluşmaktadır. Bilgisayar mühendisliği aynen bu şekilde arz fazlası vermiştir. Eğitimin sosyal faydası nedeniyle, finansmanının bir kısmı da devlet tarafından yapılmalıdır. Aslında rasyonel olan, eğitimin özel faydasının kişiler, sosyal faydasının devlet tarafından finanse edilmesidir. Ne var ki bu faydalar net olarak ölçülemez. Ancak bir toplumun iktisadi ve sosyal gelişmesi için devletin eğitime yeterli kaynak ayırması gerekir.

4- Ekonomik istikrar sorunu da eğitilmiş iş gücünün atıl kalmasına yol açar. Krizlerin en fazla etkilediği kesim eğitilmiş işgücüdür. Bugün eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde yirmi beşe çıkmıştır.

5- Eğitim politikası, açık ve şeffaf olmalıdır… Türkiye’de okullaşma oranını yüksek göstermek için ve örgün eğitim önünde biriken talebi kanalize etmek için politik davranılmış ve açık öğretim kurulmuştur. Açık öğretime kayıt yaptıranlar arasında mezuniyet oranı düşüktür. Ayrıca, formasyon açısından ise açık öğretimi, örgün öğretim yerine ikame etmek mümkün değildir. Birçok ülkede açık öğretim ev hanımları için bir kültür programıdır. Bugün AKP iktidarı, 4+4+4 olarak planladığı eğitimi kendi düşlediği yeni bir düzen kurmak veya rövanş almak için değiştirmek istiyor. Elbette ki eğitimde etkinlik düşecek ve eğitim harcamaları verimli olmayacaktır.

Esfender  KORKMAZ

YENİÇAĞ

28
Mar
12

Üç dönemi bitiren AKP’liler artık muhtarlık mı yapacak ?

Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı Gül’ün görev süresini 7 yıl olarak belirleyen yasayı iptal etmesi hâlinde bu yaz iki seçim birden yapabileceğimizi içeren yazılarım hem siyasi hem de siyasete meraklı çevrelerde hayli ilgi gördü.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı vermesinin ortaya gerçekten çok ilginç bir durum çıkaracağını savunanların yanı sıra, bu yazılarıma  “AKP  iktidarını  zayıflatmak  istiyorsun”  eleştirileri  yöneltenler  de  var.

Bir ihtimali yazmanın neden AKP’yi zayıflatacağını anlamak çok zor. Çünkü bu durum tamamen bir ihtimaldir, gerçekleşirse ne olacağını yazıyorum.

Bu konudaki tartışmalara katılırken, tartışmaların ışığında, aslında neredeyse hiç konuşmadığımız ama bir süre sonra AKP içinde de büyük sorun yaratacak bir başka konu daha gündeme geldi.

Gül’ün süresi ister 5 yıl ister 7 yıl olsun, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP’nin çekirdek kadrosunu oluşturan 50 kadar milletvekili için bu dönem son dönem.

AKP’nin tüzüğüne göre birçok milletvekili 2015’te yapılacak genel seçimlerde yeniden aday olamayacak.

Akla ilk gelen isimleri hemen sayayım: Bülent Arınç, Binali Yıldırım, Ali Babacan, Salih Kapusuz, Bekir Bozdağ, Hüseyin Çelik.

Diyebilirsiniz  ki   “Bu  zaten  bilinmiyor  mu,  bu  konuyla  ne  ilgisi  var ?”

Görünüşte bu söylem haklı gibi.

Ama püf noktası şu ki, bu durumun görev süresi ister 5 yıl ister 7 yıl olsun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le çok yakın ilgisi var. O bu durumun dışında.

AKP’nin çekirdek kadrosu yaşlı değil. Yani yukarıda saydığım isimlerin hepsi “orta yaş” kuşağında. 60’larında. Yani daha uzunca bir süre siyaset yapabilecek durumdalar.

Üstelik 10 yıllık iktidar deneyimleri de var.

Oysa AKP tüzüğüne göre bu isimler 2015’te, en azından bir dönem siyasete ara vermek durumundalar.

AKP kurulurken “daha demokratik bir yapı kuruyoruz, siyaseti babamızın malı gibi sürekli yürütmeyeceğiz” söylemleri herkesin hoşuna gitmişti.

Oysa süre yıldırım hızıyla akıp geçiyor. Üç dönem göz açıp kapayıncaya kadar geçti. O gün “Biz ne kadar da demokratız” diye gerinenler şimdi, hele 13 yıllık bir iktidardan sonra bunu bırakmak isteyecekler mi?

İnsan doğasına aykırı. Bülent Arınç gülerek “Bizim dönemimiz bitiyor, artık belki muhtar olurum” derken dalgasını mı geçiyor yoksa “muhtar bile olamaz” başlığına nazire mi yapıyor, anlayabiliyor muyuz?

Ali Babacan gibi yaşı henüz 50 bile olmamış bir siyasetçi bu kadar kolay çekip gidecek midir?

İşte “5 yıl da olsa 7 yıl da olsa fark etmez” dediğim püf noktası burada.

Abdullah Gül görev süresi bittiğinde AKP’nin başına geçmek yerine “üç dönemi bitiren” milletvekilleriyle birlikte yeni bir parti kurar mı? Ya da siyasete Has Parti’de devam eder mi?

Hiç konuşmuyoruz bunları değil mi?

Tabii bir ihtimal daha var. O da AKP’nin tüzüğünü değiştirmesi.

Üç dönem şartını ortadan kaldırması.

Olabilir mi? Ahlâken olmaz tabii. Ama olursa ne olur?

Hiçbir şey. Hatta vatandaş “Helal olsun muhalefeti nasıl da kıç üstü oturttular” diyerek AKP’ye desteğini yüzde 60’lara bile çıkarabilir.

*****

İsmail Dümbüllü Ödülü

Dün Dünya Tiyatrolar Günü’ydü. Sanata ve sanatçıya verilen değer açısından tartışmalı günler yaşıyoruz ama gerçek sanatçılar tüm engellere rağmen mücadelelerini sürdürüyor.

Dünya Tiyatrolar Günü’nü Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda, bu günün anlamına uygun olarak verilen İsmail Dümbüllü Ödül Töreni ile kutladım.

Ödülü bu yıl Semaver Kumpanya’da oynanan “Bir Tutam Hayat” oyununundan Serkan Keskin aldı.

Keskin’e ödülünü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi Sevim Kılıçdaroğlu verdi.

Daha sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi Tiyatro Bölümü öğrencilerinin Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” adlı oyunundan sahneledikleri bir bölümü izledik. Hepsi henüz birinci sınıf öğrencileri olan genç sanatçılar bende büyük umut uyandırdı.

1980 yılından beri verilen İsmail Dümbüllü Tiyatro Ödülü’nü daha önce kazanan sanatçılar şunlardı:

Münir ÖZKUL, Gazanfer ÖZCAN, Altan ERBULAK, Nejat UYGUR (2 kez) Münir CANER, Suna PEKUYSAL, Ayton SERT, Savaş DİNÇEL, Ali SÜRMELİ, Bülent KAYABAŞ, Altan ERKEKLİ, Ferhan ŞENSOY (2 kez), Levent KIRCA Feridun KARAKAYA, Demet AKBAĞ, Metin SEREZLİ, Genco ERKAL, Rasim ÖZTEKİN, N. Mahfi AYRAL, Yılmaz ERDOĞAN, Zihni GÖKTAY, Hümeyra, Erol GÜNAYDIN, Demet AKBAĞ, Bülent Emin YARAR, Cem YILMAZ (Özel Ödül), Vahide GÖRDÜM, Fırat TANIŞ

*****

“İşi bitirin” demek doğru meydanlara inmek yanlış!

Geçenlerde bir okur mesajında “Yanlış bilgi veriyorsunuz Can Bey” diye yazıyordu. Yanlış dediği şu; Bir yazımda “Meclis’ten geçti” ifadesini kullanmışım. Okurum da “Meclis’ten geçti demek doğru değil ki, Tayyip Erdoğan’dan geçti demek gerek” diyor.

Metafor yapıyor.

Metafor falan ama, yanlış da değil. Tayyip Erdoğan’ın istemediği bir şey Meclis’ten geçebilir mi, ya da “geçmesin” dediği bir şeye AKP milletvekilleri olumlu oy verebilir mi?

Ama iş lafa gelince, iktidardan daha demokratı yok.

“Millet Meclisi milletimizden aldığı güçleee” diye başlayan nutuklara artık çok alıştık.

Bunları duyunca zannedersiniz ki milletvekilleri oy verecekleri bir yasa ile ilgili çalışmışlar, incelemişler, hem hukuki, hem demokratik, hem ahlaki hem de vicdani kararlarını vermişler…

Neyse bunları biliyoruz zaten.

Ama durum böyleyken CHP’nin önemli bir yasayla ilgili halkla buluşmasını “demokrasi dışı” olarak nitelemek de en azından ayıp oluyor.

İktidar sözcüleri “Bunun yeri Meclis’tir, gelin Meclis’e, anlatın, ikna edin, yasayla ilgili görüşlerinizi belirtin, yasayı değiştirin” demiyorlar mı, insanın yüreği cız ediyor.

Haydi bunu partililer söylesin, onlar politikacıdır, ya yandaşlara ne oluyor.

Hepsi birer demokrasi kahramanı kesilmiş durumda, işi gücü bırakmışlar yine muhalefete muhalefet ediyorlar.

Güya AKP’li olmayan ama yüreklerindeki iktidar korkusuyla geceleri uyku uyuyamayan sözde demokratlar da aynı havada.

Allahım sen aklımızı koru.

*****

Beyoğlu’nun yolları taştaaan

Şarkının aslı “Adana’nın yolları taştaaan” ama Beyoğlu’na da uyduğu için böyle yaptım.

Beyoğlu’nun yolları dediğim İstiklal Caddesi.

Her gün yüz binlerce insanın sel gibi aktığı, neredeyse bütün protesto gösterilerinin yapıldığı cadde.

Geçenlerde yağmurlu bir günde İstiklal Caddesi’ni boydan boya geçtim.

Gidenler biliyor, gitmeyenler için söyleyeyim, hemen hemen attığım her adımdan sonra yerinden oynayan taşların arasından fışkıran sular üstüme sıçradı.

Kim bilir kaç para harcanarak döşenen o granit taşların hepsi oynuyor.

Sanıyorum mühendislik hatası var.

Taşları döşeyen kimse buranın sadece “yaya yolu” olduğunu düşündü herhalde.

Oysa yolun tam ortasından tramvay geçiyor. Belli saatlerde servis araçları hatta koca kamyonlar giriyor.

Yaya için planlanan yol da dayanamıyor tabii.

Şimdi o yolun yeniden yapılması gerek.

Merak ediyorum Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan  Yine taşlara milyonlar dökülüyor” eleştirilerine  ne  cevap  verecek  o  zaman?

Can  ATAKLI

VATAN

28
Mar
12

Evler işaretlenirken kameralar kararmış

İçişleri   “Bakan”ı   ve   Vali   “Önemli   bir   şey   değil,  

çocukların   işi   gibi”   demişti,  

ama…

Alevi yurttaşlara ait bazı evlerin işaretlendiği geceyle ilgili emniyetin güvenlik kamerasından sonuç çıkmaması ve evlerden birinin girişindeki kameranın da o gece kapalı olması şüpheli bulundu.

Adıyaman’da bazı evlerin işaretlenmesiyle ilgili olarak 6 sivil toplum kuruluşunun (STK) hazırladığı rapor açıklandı.

Ak Parti Adıyaman Milletvekili Murtaza Yetiş, raporu hazırlayan STK’ların bazı temsilcileriyle birlikte düzenlediği basın toplantısında, Adıyaman’ın Yenimahalle ve Karapınar mahallelerinde 26 Şubat Pazar gününü 27 Şubat Pazartesi gününe bağlayan gece, Alevi vatandaşların oturduğu 45 evin işaretlendiğini anımsattı.

Basının abartarak, ilde Sünni-Alevi gerginliği olduğunu yazdığını ifade eden Yetiş, bölge milletvekilleriyle incelemelerde bulunduklarını söyledi. Yetiş, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu 6 sivil toplum kuruluşunun (STK) da olayı incelediğini belirterek, STK’ların evleri tek tek ziyaret ettiğini ve Alevi dedeleri ile görüştüğünü bildirdi.

“Bu olay çözülünceye kadar, Adıyaman halkında tedirginliğin olması gayet doğal” diyen Yetiş, emniyetin, oluşturduğu özel bir ekiple yoğun bir şekilde çalıştığını söyledi.

Komagene’den bu yana

Yetiş, “Adıyaman’ın tarihi boyunca… Bunu Komagene medeniyetine kadar götürmek mümkün. Komagene medeniyeti, Doğu Pers İmparatorluğu ile Batı Antik Yunan inancının bütün ortak tanrılarını barındıran hoşgörü medeniyetiyle tarihte tezahür etmiştir. Adıyaman’ın o güne kadar dayanan bir geleneği vardır. Sünnisi, Alevisi, Türkü, Kürdüyle, Süryanisi ile bütün toplumsal unsurların Adıyaman’da bulunmasına rağmen hiçbiri arasında bir sıkıntı olmadı. Adıyaman, ne Sivas olaylarına ne Maraş olaylarına benzetilebilecek bir toplumsal yapıya sahip” dedi.
Raporu hazırlayan STK’lardan İLK-DER Yönetim Kurulu üyesi Emine Özçelik, emniyete yansıyan olayla ilişkin halkta tedirginlik olduğunu söyledi.

Evleri işaretlenen kişiler, mahalle muhtarı ile görüştüklerini ve bölge halkı ile toplantı yaptıklarını belirten Özçelik, görüştükleri bir kişinin kendilerine, “Bir arı kovanı kayboldu ve hemen Kahta’da bulundu, ancak bu olay neden aydınlatılmıyor” dediğini ifade etti.

Tanığın ifadesi alınmadı

Özçelik, Memur-Sen Adıyaman Şube Başkanı’nın, “Alevilerle yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşadıklarını, hatta kendisinin Alevi dedesiyle kirve olduğunu” söylediğini kaydederek, “Genç bir bayanla görüştük. Bize tedirgin olduğunu, Malatya’daki babasının ’eşyalarını topla gel” dedi. Gençler yürüyüş yapmak istemiş, fakat buna karşı çıkılmış. Pir Sultan Abdal Derneği’nden birisi, bölgede görgü tanığı olduğundan ve onların ifadesinin alınmadığından bahsetti. Görüştüğümüz vali, ‘işaretlerin küçük işaretlemeler olduğunu, belki çocukların yapmış olabileceğini’ söyledi” diye konuştu.

45 ev de Alevilerin

AKDER, MAZLUM-DER, İHH, Yüzleşme Derneği, Başkent Kadın Platformu, İLK-DER ve Gökkuşağı Derneği’nin hazırladığı raporda, olayla ilgili şu tespitlerde bulunuldu:

– İşaretleme yapılan Karapınar ve Yenimahalle muhtarlarının verdikleri ifadelere göre 46 ev işaretlenmiş. Bunlardan sadece biri ev Sünni birine ait, o kişi de sağır-dilsiz tek yaşayan biriymiş. Muhtarların ifadesine göre 45 hane halkı, savcılığa evi işaretlendiği gerekçesi ile başvurmuş ve bu evlerin tümü Alevi ailelerin ikamet ettiği evler.

Provokasyonlara açık

– Adıyaman’da toplumsal yapı, katı bir Alevi-Sünni kamplaşması barındırmamasına, mezhepler arası evliliklerin diğer Alevi nüfusa sahip bölgelere göre daha sık rastlanmasına, Alevi ve Sünnilerin çeşitli akrabalık ve gelenek bağlarının çokluğuna rağmen, bu işaretleme olayının her türlü başka provokasyonlara açık olduğu görülüyor.

Geceleri nöbet tutuluyor

– Tüm kardeşlik vurgularına rağmen işaretlenmiş bölgede yaşayan Alevi halk tedirgin. Halk arasında geceleri nöbet tutulduğu belirtildi.

– Olay yerinden elde edilmiş ve emniyete teslim edilmiş kamera görüntülerinde, faillere dair hiçbir iz bulunamaması şüphe uyandırmaktadır. İşaretlenen evlerden birinin giriş katında bulunan internet kafenin her gün kayıt yapan güvenlik kamerasının olay gecesi kapalı unutulması ayrıca şüphelere sebep olmaktadır.

– Adıyaman’da bugüne kadar Alevi ve Sünni topluluklar arasında ciddi bir olay kaydedilmemişken evlerin işaretlenmesi olayı, akıllara siyasi arka planı olabilecek organize bir girişim ihtimalini getirmektedir. Böyle bir ihtimal soruşturma kapsamında göz önünde bulundurularak, olayın failleri olarak ortaya konacak kişilerin (çocuk ya da yetişkin) bu tarz ilişkileri de aydınlatılmaya muhtaçtır.

– Eğer olay, mahalledeki çocukların işi ise bu tarz yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıracak tek çözüm, faillerin ortaya çıkarılmasıdır.

– Birlikte yaşama kültürünü bozacak etkenlerden biri olarak görülen işaretleme olayının hedefine ulaşmaması için resmi makamların olayın iç yüzünü aydınlatma ve failleri ortaya çıkarma sorumluluğu ortadadır.

VATAN

28
Mar
12

“KARŞı DEVRİM KARANLıĞıNDA TÜRKİYE”

28
Mar
12

TÜRKİYE’DE MASONLUK TARİHİ – 2 –

NOT :   BU  YAZI  DİZİMİZ   BEŞ  BÖLÜMDÜR  VE GÜN  AŞIRI  OLARAK  YAYINLANACAKTIR.

LÜTFEN  DİĞER  BÖLÜMLERİ  DE  TAKİP  EDİNİZ.

YAZARIN  MASONLUK  HAKKINDAKİ  DEĞERLENDİRMESİ “SONUÇ”  KISMINDA  YAPILACAKTIR.

***

1.  DÖNEM

Osmanlı topraklarında ilk masonik faaliyetler Sultan 3. Ahmet (1703-1730) devrinde başladı. Burada bulunan yabancı masonların kendi obediyanslarına bağlı localarda masonik çalışmalar yapmaya başladıkları bilinmektedir. Zamanla Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler ile görev icabı yurtdışına giden devlet memurları da mason olmaya başladılar. Örneğin, 1720 yılında, Fransa’ya “Fevkalade Büyükelçi” olarak atanan “Yirmisekiz Mehmet Çelebi” ile oğlu “Sait Çelebi” ilk Türk masonları arasındadır. Osmanlı topraklarında kurulan mason localarının 1738 yılından itibaren; İstanbul, İzmir, Halep ve daha birçok şehirde faaliyet göstermek oldukları, çeşitli masonik kaynaklarda yer alır.

Masonluğun Osmanlı hudutlarında yayılması  “Kırım  Harbi” (1853-1856)  ve  sonrasında  artar. Bu dönem aynı zamanda, Osmanlı Devleti’nin Batı’lı güçlere çok fazla taviz verdiği bir dönemdir. Kırım Harbi sonrasında ülkeye gelen, İngiliz, Fransız ve Kuzey Doğu İtalyan Devleti askerleri, ülkede bulunan yabancı tacirler ve görev icabı bulunan yabancı diplomatlar vasıtasıyla Osmanlı’da masonik faaliyetler artmış ve yabancı obediyanslara bağlı olarak çalışan localar kurulmaya başlanmıştır.

24 Haziran 1861’de Prens Halim Paşa “Kadim ve Makbul İskoç Riti’nin Şuraî Alî-î Osmanî’si” adı altında ilk Türk “Suprem Konseyi”ni (ya da sadece Yüksek Şüra olarak tanımlanır) kurdu. (Halim Paşa; Sait Halim Paşa’nın babası, Mısır Hidiv’i İsmail Paşa’nın yeğenidir.)

Osmanlı topraklarında çalışan localar, ilk zamanlarda yabancı bir büyük locaya (obediyansa) bağlı olarak çalışmaktaydılar. 1861’de kurulan Suprem Konsey; çalışma yapacak yeterli sayıda mason bulamadığı için uzun ömürlü olamadı ve bir müddet sonra masonik tabir ile uykuya yattı. Uykuya yatış tarihi tam olarak bilinmemektedir. Sadece, 1861’de kuruluşu ile ilgili ve 1869’da Dünya masonları tarafından kabul edildiğine (tanındığına) ait belgeler vardır ve bundan ötürü de uykuya yatış tarihinin 1869’dan daha sonraki bir yılda olması gerekir. 1869’dan sonra ve birazdan açıklanacak olan yeniden yapılanmanın (reorganizasyon) yapıldığı 1909 tarihleri arasında ortaya nasıl bir varlık koyduğu hakkında ise çok az bilgi/belge vardır.

Masonlar; bir sebeple gittikleri ülkelerde, kendi ülkelerine bağlı bir masonluk yapılanması orada yoksa kendi obediyanslarına bağlı olarak masonik çalışmalar, toplantılar, hatta üye alımları dahi yaparlar/yapmışlardır. Osmanlı topraklarında görevle bulunan masonlar -başta diplomatlar ve yabancı tacirler- da bu şekilde masonik çalışmalar yaptılar. Masonluk için genel bir tanımlama ile en başarılı olarak Batı’nın eski müstemleke ülkelerinde faaliyet sergilemiştir.

Osmanlı belki bir İngiliz, Fransız ya da İtalyan müstemlekesi (şeklen) hiç olmamıştır, fakat kapitülasyonlar ve büyük maddi borçları nedeniyle zaten gırtlağı bir müstemlekeden daha fazla sıkılmış ve çok zor durumda olduğu da hatırlanmalıdır.

23 Haziran 1863’de İngiltere Büyük Locası’na bağlı olarak “L’union d’Orient” Locası İstanbul’da kuruldu ve Türkiye’deki tüm masonları bir araya getirmeyi amaçladığı ilân etti. Saraya çok yakın bir hukukçu olan “Louis Amiable”, bu locanın üstadı muhteremi olduğunda ilk iş olarak Fransızca olan ritüelleri Türkçeye çevirtti.

Bu locaya zaman içinde Osmanlı Devleti içindeki kilit mevkilere bulunan (başta asker) masonlar katılmaya başladılar. Örneğin: 1869 matrikülünde; (kısaca üye kütüğü denebilir) Sadrazam İsmail Ethem Paşa, Birinci Yaver Rauf Bey gibi yüksek mevkilerde bulunan toplam 15 kişi bu locada üye görünmektedir. Bu locanın, (kendilerince) çok başarılı çalışmalar yapması üzerine 4-18 dereceler arasında çalışmalar yapması için bu locanın uzantısı olarak bir de şapitr kuruldu.

Burada dikkat edilmesi gereken şu husus vardır: 4 ve üzeri derecelerde çalışma yapmak üzere 1861’de Prens Halim Paşa tarafından kurulan “Kadim ve Makbul İskoç Riti’nin Şuraî Alî-î Osmanî’si” adı altındaki Türk Suprem Konseyi’nin, çalışmalarını sürdüremediğinden dolayı uykuya yattığını belirtmiştik. Zira bu oluşuma katılacak mason bulunamamıştı, ancak enteresan olan da yabancı kökenli bir mason oluşumu kendine pekâlâ üye bulabiliyor ve örgütlenebiliyordu.

Bu dönemde ayrıca İngiliz Masonluğu’na bağlı localarda, o locaya bağlı “Royal Arch” şapitrleri de kurulmaya başlandı. Bunu da çok kısaca açmak gerekirse İngiliz Masonluğu; 4 ve üzeri dereceleri yadsıyan ama içinde de barındıran bir sistemdir. Bu bir tezat olarak algılanabilir ki öyledir…

İngiltere Büyük Locası; geçmişten bu güne değin, kendini masonluğun anası sayma itiyadındadır. Üst dereceli çalışmaları yukarıda belirttiğimiz gibi bu söylemle tezat da teşkil etse engellemez (üst derecelerin ayrı bir dernek olduğunu önceki bölümde belirtmiştik) ama yadsır.

Ve bu bağlamda, İngiliz Masonluğu çerçevesinde; 3. Dereceden devamla ortaya çıkan “Royal Arch” oluşumunu da destekler. Royal Arch sistemi; bu kadar basit ve bu kadar kısa tanımlanamayacak ve çok karmaşık bir konudur.

(Bu husus; ancak Dünya Masonluk Tarihi başlığında bir çalışma içinde irdelenebilir. Burada sadece çok kısa bir vurgu yaptık)

Bunlara bir örnek olarak; 20 Eylül 1865 tarihinde 107 berat numarası ile kurulan, “Thistle Of The East Royal Arch Şapitri”ni ve 16 Haziran 1869’da kurulan, “Homer Royal Arch Şapitr”ini gösterebiliriz. İrlanda Büyük Locası’na bağlı olarak, 22 Kasım 1864’de Büyükdere’de kurulan, Leinster Locası’nın, Royal Arch Şapitr’i de 5 Ekim 1867’de kuruldu. 25 Temmuz 1871’de ise Büyükdere’den Hasköy’e taşındı. Göründüğü gibi İngiliz masonlar Osmanlı topraklarında fevkalade aktiftiler…

O tarihte konsolosluk ve elçiliklerin Büyükdere ve Sarıyer’de bulunduğunu da vurgulamak gerekir. Nedenini tam olarak tespit edemediğimiz bir başka yerleşim alanı ise Hasköy’dür. Şu an itibariyle (bilinen) en eski masonik haberi ihtiva eden bir belge, arşivimizde bulunan “Levant Times” adlı bir gazetedir.

Bu gazetenin 1 Kasım 1871 tarihli sayısında; “Hasköy Mekanik Enstitüsü”nün üst katında kurulan “Kalkedonya” adlı bir loca hakkında bir haber bulunmaktadır. Haberde; locanın muhteşem mobilyalara sahip olduğu ve bu locaya bağlı masonların, açılış gününde Okmeydanı üzerinden Hasköy’e kadar üzerlerinde masonluk kuşamlarıyla yaptıkları bir yürüyüş anlatılmaktadır. Beyoğlu’nda basılan ve İngilizce ile Fransızca olarak basılan bu gazetenin başlığı şu şekildedir:

“Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk mason mabedini kurmak şerefi Hasköy’de yaşayan İngiliz Kolonisi’ne nasip oldu.”

Prodos (Terrakki) Locası, 15 Ekim 1575’de Fransa Büyük Locası’na hitaben yazdığı bir mektupla Tarlabaşı Kalyoncu Kulluk’ta yeni bir binada çalışmaya başlayacağını belirtmektedir. Etoile de Bosphore, Ser Muhterem Şapitri ve İtalya Risorta Locası’na bağlı bir locanın da aynı mason mabedini kullanacağı bu mektupta belirtilmiştir.

“Sultan 5. Murad” da bu locada tekris (masonluğa alınma töreni)olmuştur. Sultan %. Murad’ın masonluk kuşamı (regalye) Yıldız Sarayı envanterinde bulunmaktadır.

2.  DÖNEM

Türkiye’de  masonluk tarihini  esas  ilgilendiren  gelişmeler  2. Dönem’den  itibaren  başlar.

Okumaya devam edin ‘TÜRKİYE’DE MASONLUK TARİHİ – 2 –’

28
Mar
12

Suriye’ye müdahale anında, İsrail İran’ı vurursa ne olur ?

Suriye  politikamız  tam  bir  fiyasko !
Evet,  AKP  iktidarı  CIA’nın  kurduğu  kapana  feci  kısıldı !
Esad’ın gitmesi bağlamında adeta gemileri yakan AKP şimdi zorda mı zorda !
Öyle çünkü bu politikanın ekonomik maliyeti fevkalade büyük ki, fatura yakın gelecekte turizme yansıma ile daha da büyüyecek!
Bırakın Suriye’ye yapılan ihracatı, bu ülkeye komşu olan ve sınır ticareti yapan ilerimizin durumu fecaat!
Aynı şekilde Suriye güzergâhı üzerinden yapılan ihracatımız da olumsuz etkilendi!
Bu tablo da zaten cari açık kıskacında olan ekonomimizi zora sokuyor!
Dramatik olan bu sürecin daha bir süre devam edeceği olgusudur!
Türkiye’yi Suriye’deki rejimin gitmesi noktasında angaje eden ABD’nin kendisi bu yıl seçime gideceği için direkt müdahaleden uzak duruyor ve bunu Ankara’nın yapmasını istiyor!
Keza Fransa, İngiltere ve İtalya gibi AB ülkeleri petrolü olmayan Suriye’ye asker göndermeye mesafeli!
Öyle olunca da Türkiye haliyle durduk yerde büyük bir vurgun yemiş oluyor!
Peki, bundan sonra ne mi olabilir?
Beşar’ın gönderilmesi noktasında kendini akıl almaz biçimde deklare eden ve ekonomik riskleri üstlenen AKP hükümeti muhtemeldir ki yine Washington’un kışkışlamaları ile tek başına harekete geçebilir!
Mesela yakın bir gelecekte “tampon bölge” teşebbüsünden insanı yardım koridorunu oluşturmaya kadar fiili adımlar atabilir!
Böyle bir teşebbüs eşyanın tabiatı gereği olarak etki-tepki realitesinden hareketle bir karşılık getirecek ve bunun adı savaş olacak ve de yıkım getirecek.
Diyeceksiniz ki Suriye’nin eti-budu ne, hiç bir şey yapamaz!
Böyle düşünenlere önemli bir soru:
Türkiye Suriye içinde tampon bir bölge oluşturma gayesi ile sınır ihlalini yaptığı gün yani Ankara Şam’a müdahale ettiği saatlerde İsrail uçakları İran’ı vurursa ne olacak?
Sakın iki konunun birbiriyle ne alakası var demeyin İran ile Suriye gerçek bir stratejik müttefik ve bölge böyle bir gelişmeden sonra ne hale gelir hiç düşündünüz mü?
Türkiye ile İsrail, İran-Suriye’ ikilisine karşı otomatik olarak kol kola girmiş olmayacak mı?
İsrail İran’ı vurmaz demeyin, aylardır söylenenler ortada ayrıca Suriye’ye saldırı pozisyonunda olan Türkiye’yi İran ile karşı karşıya getirmek daha kolay olacağı düşünüldüğünden bu tür bir tezgâhın kurulması yani Tel Aviv’in Tahran’ı vurması nerede ise kesindir ki bu muhtemel akıbet bize birinci dünya savaşına nasıl girdiğimizi de hatırlatıyor!
İran ile savaş ise Türkiye’nin sonu olur zira böyle bir süreçte hem etnik hem de mezhepsel ayrılıklar doruğa çıkar ve var olan birlik nihayetlenir!

Ilımlı  değil,  uyumlu  İslam !
AKP için ılımlı İslam diyenler yanılıyor, AKP gerçekte uyumlu İslam’ın mümessilidir!
Peki, AKP ve ona omuz verenlerin İslami kimlere ve nelere mi uyumludur?
* Pax Americana’nın emperyalist çıkarlarına uyumludur!
* Vatikan’ın projelerine uyumludur!
* Dünya Siyonist hareketinin stratejilerine uyumludur!
* İslam coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi ve haritasının yeniden çizilmesine uyumludur!
* İslam’ın iğdiş edilmesi yani Sünni – Şia diye ortasından ikiye bölünmesi hedefine uyumludur!
* İslam’ı Haçlının yayılma stratejisine ambalaj yapılmasına uyumludur!

Bülent Arınç  sıra  bende  diyor !
Bülent Arınç’tan Tayyip Erdoğan’a son üç günde iki konuda itiraz var.
Birincisi Erdoğan’ın “Dindar nesil yetiştireceğiz “ ifadesine, “Olmaz öyle şey” demesi, ikincisi ise Başbakan’ın “Dershaneler kapılacak” açıklamasına “Kapatamazsın” karşılığını vermesi!
Peki, bu karşı çıkışlar hangi anlama mı geliyor?
Bülent Arınç Tayyip beye, sen Çankaya’ya çıkarsan Başbakanlık benim hakkım ve sıra bende mesajını veriyor!
Hak talebinin gerekçesi mi?
Malum AKP’nin kuruluş günlerinde üç isim baş roldeydi, bunlar Erdoğan, Gül ve Arınç’tı!
Bülent beye göre Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı oldular ve olacaklar ama kendisi ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan olabildi, dolayısı ile hak kendisinindir.
Arınç’ın bu talebi fevkalade ciddidir ve bu noktada Tayyip beyi karşısına almaya kadar gidecektir. Nitekim Bülent Bey’in arada bir yaptığı demokrat çıkışlar kendine göre kamuoyuna verdiği benden iyi Başbakan olur mesajını vermek adınadır!
Çok iyi biliyorum Tayyip bey buna evet demez dolayısı ile seçim yaklaştıkça AKP’nin altı üstüne gelecektir!

Başbakan’ın  akreditasyonuna  susanlar !
Türkiye’de demokrasinin yegâne ölçütü bazılarına göre askerin konumudur!
Asker esir alınmış ve zindanda ise ülkede demokrasi vardır, dışarıda ise vesayet rejimi!
Asker bütün dünyada olduğu gibi konumu gereği bazı medya kurumlarına akreditasyon uygularsa bunun adı faşizm oluyor, oysa aynı şeyi Başbakan yaparsa o yapılan demokratik tercihtir!
Başbakan Erdoğan’ın son Kore gezisi heyetinde şu gazetelerin temsilcileri var:
Akit,  Zaman,  Bugün,  Yeni  Şafak,  Star,  Sabah ve  Türkiye !
Bakıyorsunuz Akit, Star, Bugün ve Yeni Şafak’ın birkaç misli fazla satan örneğin Akşam, Sözcü, Vatan, Yeni Mesaj, Cumhuriyet ve Aydınlık gazeteleri her zaman olduğu gibi davetli değiller!
Hal bu iken askerin kurumsal konumu gereği yaptığı akreditasyona küfredenlerin Erdoğan’ın bu tutumuna tek bir satır olsun eleştiri getirmemeleri ilginç değil mi?

Sabahattin  ÖNKİBAR

YENİ MESAJ

28
Mar
12

ÜLKÜ SAHİBİ OLMAK VE ÜLKÜMÜZE SAHİP ÇIKMAK NE DEMEKTİR ?

Bu  siyaset  Türk Milleti’nin  siyaseti  değildir  ve olamaz.

AKP’nin özelleştirme politikası bir hatadır, bu ülkenin öz kaynaklarıyla yaptığı çok şeyi sattı, fabrikalar, madenler, limanlar, bankalar, sigorta şirketleri ve borsa. Yok pahasına sattı, alan ihya oldu, kaybeden ise devlet ve devletin sahibi millet yani biz. Yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi ama AKP ile dönmedi, hala da satıyor, şu 2B satışı nedir, onun da çıkar foyası pek yakında.

Toprak vatan ise eğer uğruna öleni olduğu için ama bu toprak bizim için vatan ise eğer, aynı zamanda, kaynaklarını, yer altı ve üstü tüm ekonomik kaynaklarını sahip olan millet ve devlet yönettiği içindir, yani biz. Kaynakları biz yöneteceğiz ki artı değer kazanacağız, kazandığımızla devletimizi, devletimiz de geleceğimiz olan çocuklarımızı güç yapacak, güçlü kılacak ve onları geleceğe hazırlayacak. Bakın şimdi çocuklarımıza ve onların geleceğine, ne görüyorsunuz? Böyle giderse eğer ekonomik kaynaklarımızın yönetimi yabancılara geçer, para gücümüz de elden gider, biz zayıflarız onlar ise güçlenir ve zenginleşir… Bu koşullardaki kaynak satışlarına karşı çıkmak, biz göre ülkü sahibi olmak demektir.

AKP’nin sözde demokrasi ve insan hakları adına on yıldır sürdürdüğü etnik ve dinsel temelli ayrıştırma bir hatadır. Bir olan milletimiz ayrışıyor, Türk-Kürt diye, Alevi-Sünni diye ayrışıyor. Bu hatadan dönmek ve birlik çağrıları yapmak yerine PKK terörü üzerinden siyaset yaparak ayrıştırmayı derinleştiriyor bu AKP, yani hatayı hatayla örtmeye çalışıyor ama nafile, bu böyle gitmez, olan bize oluyor. Elbet kendine de oluyor ama anlaşılan bu AKP bunun da umurunda değil, vazifesi bu herhal, bu ama böyle gidersek eğer bu bölünmeye kadar gider bu iş… Gitmekle de kalmaz, kardeş kavgasına döner bu iş. Kardeş kavgasını önlemeye çalışmak ve bir olan milletimizi bir bayrak altında toplamayı istemek, ülkü sahibi olmaktır.

AKP’nin özel okul politikası bir hatadır, önüne gelen okul açar oldu, vakıf okulları, cemaat okulları, yabancı okullar ve de milli eğitim… Bu hatadan tez elden dönmek yerine, eğitimi ulusal eğitim yapmak yerine ki Fransa da dahi eğitimin başında ulusal yazar, şimdi 4+4+4 gibi bir ucube ile karşımıza geldi.  Halbuki eğitim ve öğretimi bölmek en az özelleştirmek kadar hatadır, ama dönmüyor ki bu AKP bu hatadan, aksine her hata bir sonraki hatasına kapı aralıyor, bize yazık, çocuklarımıza yazık. Böyle devam ederse bu iş, tarih tersine döner ve Osmanlı’nın devşirme usulü ile bizim çocuklarımız yabancıların devşirmesi durumuna düşer…Çocuklarımıza sahip çıkmak ve Türk ülküsü ve kültürü altında yetişmelerini istemek, gerçek ülkü sahibi olmak demektir.

Dinler arası diyalog denilerek dünya Ortodokslarının merkezi olarak Anadolu’nun seçilmiş olması bir hatadır.  Bu dinden öte siyasi bir meseledir ve ardında Rumlar kadar Rusya da var. Şimdi de Heybeliada Ruhban Okulu’nu açacağız diyerek ABD’ye karşı taahhüde girilmesi de hatadır. Çünkü bu işin sonu yoktur; Anadolu’da kilise açmanın, kiliseleri ayine açmanın, papaz yetiştirip din elçisi denilerek her kiliseye göndermenin, İncil dağıtmanın sonu nereye gider? Anadolu ve Anadolu’daki Müslüman Türk Milleti’nin Hıristiyanlaştırılmasına kadar gider bu iş… Dini bir olan bir milletin dini anlayış farklılıklarını siyasete çekilmesine ve bu alanda bir ayrışmaya gidilmesine karşı olmak, ülkü sahibi olmaktır.

AKP’nin Türk milli kimliği üzerinde oyun oynaması büyük bir hatadır. Ulusal kimliğimizi etnik bir parça gibi göstermesi de hatadır. Ulus devlet kimliğini sağlamlaştırmak yerine, yeni anayasa ile Türk ve Atatürk kavram ve değerlerinin yok edilmesine ilişkin AKP gayretleri, hatayı daha büyük bir hata ile örtmeye çalışmaktır.  Kimliksiz bir millet olur mu, adı olmayan bir millet olur mu? Adı olmayan bir ulusun tarihi de yoktur, sürü toplumu demektir, bunu da bizlerin kabul etmesi mümkün değildir. En aşağı yedi bin yıllık bir uygarlık ardından, Anadolu’da tarihten silinmeye kadar gider bu iş, durdurmak isek eğer bu siyaseti…Türk kimliğine, kültürüne, uygarlığına, tarihine sahip çıkmak, Ne Mutlu Türk’ümn diyen biz anlayışların ülküsüdür.

AKP’nin izlediği Suriye’de muhalefeti destekleme projesi bir hatadır. Malatya’ya ABD-İsrail radarı yerleştirmesi bir hatadır.  İran’la karşı karşıya gelmek bir hatadır. Irak’ın parçalanmasını desteklemek hatadır. Haçlı ordularına Libya ve Mısır’da destek vermek bir hatadır. Kıbrıs Türk’ü varken, Kıbrıslı Rum’a arka çıkmak bir hatadır. Ermenistan’la İsviçre’de protokol imzalamak, AB’ye körü körüne itaat bir hatadır. Saymakla bitmez bu AKP siyasetinin hataları, hatadan dönmek var iken, her hatayı bir başka hata ile örtmeye çalışması ise daha büyük bir hatadır, sonu gelmez bu işlerin ve bu siyasetin, ömrü de yetmez, uzun da sürmez. Varlığımıza ve bekamıza yönelik küresel siyasetlere karşı çıkarak, komşularımızla ittifak içinde yaşamayı istemek bir ülküdür.

Çünkü AKP’nin hata dolu bu siyasetini ülkü sahibi olan bizlerin kabulü mümkün değildir. Bu siyaset Türk Milleti’nin siyaseti değildir ve olamaz. Olamaz çünkü içeride ayrıştırma siyaseti, dışarıda milli çıkarlardan vazgeçme siyaseti bu ülkeye bir şey kazandırmaz, aksine kaybettir, hem ülkemize hem de çocuklarımıza kaybettirir.

AKP Türkiye’nin bir siyaseti partisi olsa da, Fettullah Gülen bir cemaatin lideri olsa da, AKP ve Gülen’i yöneten siyaset Türk Milleti’nin siyaseti olamaz. Çünkü bu siyaset kurtuluş savaşı ile kazandığımız her şeyimizi yok ediyor, kaynaklarımızı, tarihimizi, günümüzü ve geleceğimizi yok ediyor. Türk bayrağı altında toplanan bizlerin böylesi bize yabancı bir siyaseti desteklemesi mümkün değildir, gerçeği görmek için gözlerimizi açsak yeter.

Bu AKP siyaseti durdurulmalı, durdurulamıyorsa eğer, bu siyaset sahiplerinin ellerindeki biz devletin güçleri demokratik zeminde ellerinden alınmalıdır. Çünkü bu siyaset sahipleri bizim güçlerimizi bize karşı kullanıyor, hazinemizle, diplomasimizle, polisimizle, hukukumuzla. Hepsi bizim güçlerimiz ama nerdeyse hepsi de bize karşı, bu böyle sürüp gidemez.

Cemaat, tarikat, laik dinsel anlayışı ne olursa olsun bizim halkımızın, AKP-MHP-CHP gibi siyasi görüşü ne olursa olsun bizim halkımızın, AKP’yi yöneten siyasete sahip çıkması düşünülemez, çünkü bizim halkımız vatanını satmaz ve çocuklarımızı da ateşe atmaz.

Öyleyse ya bu siyaseti durduralım ve değiştirelim, bunu başaramıyorsak eğer o zaman hükümeti değiştirelim, öyle ya bu ülkede her şeyin sahibi biz değil miyiz, biz, halk!

Nasıl mı? Türk ülküsü içinde bizim olan her şeye sahip çıkarak, bizim “ülkü” anlayışımız işte budur!

Erdal  SARIZEYBEK

http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/ulku-sahibi-olmak-ve-ulkumuze-sahip-cikmak-ne-demektir-362h.html




İstatistikler

  • 2.406.122 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

En fazla oylananlar