Eylül 2012 için arşiv
Tarih : 29 Eylül 2012 Cumartesi günü
BİN YILIN MEYDAN OKUMASI..!!!
GİRİŞ
Silivri tiyatrosunda oynanan Balyoz oyunu başat gündemdir…
Konu üzerinde yazı yazmayan, konuşmayan yok gibi.
Televizyonlarda uzun oturumlar yapılıyor.
İktidar tetikçisi medyanın saldırısı sürüyor.
Herkes söylediğini yinelemeye, dediğim dedik şeklinde süren ısrarlarına devam ediyor.
Medya, halkımızı “bilgilendirme” “görev”ini, halkın kafasını karıştırarak yapıyor.
Dinci, cemaatçi, liboş, işbirlikçi, yandaş, kinci, kiralık ne kadar -sözüm ona- “ tip” varsa; her konuda onların görüşlerine başvuruyor!..
Her konuda söz söyleme yetkisi verilen bu tv geyikleri, toplumu iktidarın istediği şekilde koşullandırmak ve muhalefete saldırmak konusunda adeta uzmandırlar.
Herkes konuşuyor, herkes yazıyor.
Ve hemen herkes sıcak gündemin atmosferi içinde, ormanı değil, sadece ağaçları görüyor…
Ormanı görmek demek, bütünü anlamak, kavramak ve yorumlamak demektir.
Ormanı görmenin yolu nesnel olmaktan geçer.
Gelişmeler tek tek ele alınmaz.
Arka planları ve tarihsel bağlamlarıyla birlikte değerlendirilir.
Burada medyanın görevi halkı doğru bilgilendirmektir.
Halkı doğru bilgilendirme işi ancak o alanın gerçek uzmanları seferber edilerek yapılabilir.
Tetikçilerle değil.
Ne yazık ki; Türkiye medyası iktidarın ve işbirliği yaptığı güçlerin dezenformasyon görevlisi gibidir.
Halkın kafasını yalan-yanlış bilgilerle karıştırmakta, görevini doğru yapmamaktadır.
Görevini doğru yapmayan medya; ülkeye ve halkına ihanet ediyor demektir.
ÖZET BİR BAKIŞ
Ülkemizde yaşanan toplumsal, siyasal- ekonomik olayların tümü bir bütünün parçalarıdır.
O bütünü kavramak için de tarihe başvurmak bir zorunluluktur.
Özellikle son çağların tarihi bilinmeden bugünün gelişmeleri doğru yorumlanamaz.
Şimdi; bunu yapmaya çalışalım.
20. Yüzyıla genel bir bakış yapalım.
20. yüzyıl emperyalist savaşlar çağıdır.
Emperyalizm 20. Yüzyılın birinci yarısında iki kez dünyayı kana buladı.
Emperyalistler dünya üzerindeki sömürgeleri paylaşamadıkları için birbirlerine girmişlerdi.
Dünya tarihinin en kanlı, en büyük savaşlarıydı.
Ama daha savaş bitmeden Sovyet devrimi gerçekleşti. Ve emperyalizm yeni bir düşmanla karşılaştı.
Asıl kavga, İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra Sovyetler Birliği büyük bir etki alanına sahip olduğunda patladı.
Sovyet etkisinin ve ulusal bağımsızlık savaşlarının artması emperyalist Batı’yı yeni kurulan sosyalist sistemi yok etmek için bütünleştirdi.
O döneme kadar aralarında güç savaşı yapan batı devletleri ABD nin öncülüğünde birleştiler.
BM ve Nato kuruldu. AB nin temelleri atıldı.
Emperyalizm o tarihten beri Sovyet sistemini yıkmak ve dünya hegemonyasını ele geçirmek için uğraşmaktadır.
Türkiye’deki gelişmeler dünyadaki bu gelişmelere bire bir uygundur.
Kurtuluş savaşı orta doğudaki paylaşım planlarını bozmuş, Anadolu coğrafyası Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında bütünleşmişti.
Yeni devlet, tam bağımsızlık temeline dayalı bir dış siyaset izliyordu. Savaş yıllarında tarafsız kalmayı başarmıştı.
1945 te Batı şemsiyesi altına girmeyi bir güvence sandı.
Ve büyük bir strateji yanlışı yaptı.
Bağımsız dış politikadan vazgeçti.
Bu seçim, sonraki yıllarda başımıza belaların ana nedenidir.
Bu tarihten sonra içerde karşıdevrim güçlerinin kıpırdadığını, DP nin kurulduğunu, feodal güçlere ödün verilmeye başlandığını görüyoruz.
1950 de DP nin iktidara gelmesinin ardından Nato’ya girilmiş, emperyalizmin koçbaşı olunmuştur.
Sovyetlerin kuşatılması amacıyla komünizm düşmanlığı ve dinci-tarikatçı yapılar beslenmiştir.
Nurculuğun, tarikatçılığın, batıl inançların itibar görmesi bilerek sağlanmıştır. Komünizmle mücadele dernekleri, ilim yayma cemiyeti, kontrgerilla oluşumları 1950 lerde ortaya çıkmıştır.
Fetullah Gülen’in 1950’lerde devşirildiğini ve o tarihten beri CİA nın hizmetinde olduğunu, cemaatinin gönüllü hayırseverlerden ibaret olmadığını, finans kaynaklarının ve dış ülkelerdeki okulların CİA okulları olduğunu, artık bilmeyen yok gibidir.
Sosyalist sistemin önünü kesmek amacıyla oluşturulan “yeşil kuşak” Afganistan-Pakistan-İran- Türkiye şeklinde oluşturularak bu ülkelerdeki gerici güçler her yolla desteklendi ve örgütlendirildiler.
Türkiye bağımsızlıktan vazgeçip, yazgısını Batı’ya bağlamanın bedelini çok ağır ödedi.
Atatürk yolunu terk etti.
Kemalizm ise törenlerde “Atatürk’ü sevmek” şeklinde ifade edilen bir söyleme dönüştürüldü. Hem ad, hem de kavram olarak unutturuldu…
Emperyalizm, paylaşmak isterken yenildiği, dünyaya kötü örnek saydığı ve bu bölgedeki amaçlarına engel olan Türkiye cumhuriyeti ile doksan yıldır uğraşmaktadır.
ABD, 1990’lara kadar çeşitli yöntemlerle Türk ordusunu ve Türkiye hükümetlerini kendi güdümünde tuttu.
Sovyetlerin dağılması ile ortaya atılan “küreselleşme” ve ”tek kutuplu dünya” savları istenen sonucu vermeyince; amaca zorla ulaşmanın yolları arandı.
BOP bu projenin adıdır.
Körfez savaşının ardından artan PKK eylemleri ve yükselen dinci söylemler, Türk ordusunun ABD ye karşı yeni bir tavır geliştirmesine yol açtı.
Öte yandan ekonomik bunalımlar, zayıf koalisyonlar, mafyatik örgütlenmeler, kontrgerilla yapılanmaları, engellenemeyen terör, Refah partisine olan ilgiyi artırdı.
1995 seçimlerinde aldığı % 21’lik oyla, 1996 yılında, koalisyonun büyük ortağı olarak hükümeti kurdu.
AKP – ABD İŞBİRLİĞİ
ABD Refah partisinin yükselişini görüyordu. Ama bu partinin batı karşıtlığı hoş bir durum değildi.
Bu yüzden parti içindeki gençlerle bağlantıya geçti.
Başta, İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül olmak üzere parti içindeki bir grubu destekledi.
20 Eylül 1996 tarihli Aydınlık gazetesinin Rand Corporation’u kaynak göstererek verdiği kapak haberi şöyle :
“Abramowitz Tayyip’i Erbakan’ın yerine hazırlıyor.” “Amerika Tayip Erdoğan’ı Başbakan, Abdullah Gül’ü de Dışişleri Bakanı yapacak.”
TSK, ABD ye güvenmiyordu.
1999 yılında Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu “28 şubat ne kadar sürer” şeklindeki soruya “gerekirse bin yıl sürer” yanıtını vermişti.
ABD buna bir çözüm bulmalıydı.
Türk ordusu yoldan çıkıyordu.
İşte bu ortamda AKP kurucuları ile işbirliğini artırdı.
2001 yılında AKP kurulduğu zaman ABD ile her anlamda anlaşma sağlanmıştı.
Ekonomik bunalımda, DSP deki istifalarda, medyanın hükümet karşıtı tutumunda ABD nin etkisinin olmadığını kimse söyleyemez.
MHP nin seçim için acele etmesi de doğrudan bir işbirliği değilse bile dolaylı bir etkilenme sonucudur.
Sivil darbe başlatılmıştı.
Bu ortam içinde ABD-Türkiye ilişkileri bozulmaya başladı.
ABD ordusu, 2002 yazında Nevada çölünde bir savaş oyunu (manevra) sahneye koydu.
Oyunun adı : Millenium Challenge ( bin yılın meydan okuması)
Hedefteki ülke ABD’ye itaat etmeyen Türkiye’dir.
96 saat içinde işgal edilir.
Yola getirilir.
Bu savaş oyunu TSK’ya ve henüz işbaşında olan Ecevit hükümetine uyarıdır.
2002 Kasım seçimiyle tek başına iktidar olan AKP nin karşısına çıkan sorunlar da ABD yoluyla aşılmıştır.
AKP hükümeti ABD nin her istediğini yapmıştır.
Bu bağlamda 1 mart 2003 tezkere oylaması yapılmış ama ABD ordusunun Türkiye’ye girmesi onay almamıştır.
TSK ile ABD arasındaki gerilim 1 mart tezkeresinden sonra ABD nin açıkça suçlamasıyla bir savaşa dönüşmüştür.
AKP hükümeti, 21 mart 2003 te TBMM den yeni bir tezkere geçirerek havayolları ve limanları ABD nin hizmetine sundu. Kendini affettirmeye çalıştı.
Ertesi gün ABD Büyükelçisi Robert Pearson Washington’a gönderdiği 22 Mart 2003 tarihli kriptoda;
”Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılınç, Org. Yaşar Büyükanıt; Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi, Org. Hilmi Özkök’e her an muhtıra verebilirler.
“Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç acilen giderilmelidir.”
Böylece; Tayyip Erdoğan Hükümeti ve ABD işbirliği yaparak, TSK ya karşı büyük bir tasfiye hareketi başlatmışlardır.
26 mart 2003 günü CİA’nın Türkiye uzmanı Henry Baker Utah Üniversitesinde verdiği konferansta açıklıyor: “Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla AKP ile anlaşarak orduyu çok sıkı bir kafese kapattık.. “
Türk ordusuna karşı AKP – ABD ittifakının itirafıdır.
ABD nin Millenium Challenge tatbikatından 8 ay kadar sonra – 3 -4 mart 2003 tarihlerinde 1. Ordu komutanlığı tarafından da bir savaş senaryosu ortaya konur.
Bir düşman ülkenin saldırısı karşısında iç ve dış güvenliğin sağlanması konusu ele alınır.
İşte işi çığırından çıkaran da budur.
Türk ordusu gericiliğe, işbirlikçiliğe ve ABD ye hâlâ direnmektedir.
Ortadoğu’daki sıcak gelişmeler ile Türkiye’nin şiddet sarmalına sürüklenmesi içiçe gelişti.
“Analar ağlamasın” dilekleri, bu yaz da söylemde kaldı.
Şimdi süreç nereye gidiyor ?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Mutlak hakimiyet, tam pres” stratejisi çözüm getirecek mi ?
Türkler hakkında analiz
Adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti olan memleketimizde ne gariptir ki “Türk’üm” demek son zamanlarda küçümsenen bir ifade olmuştur.
Kendileri küçük bir grup azınlık olmalarına rağmen basın yoluyla çıkardıkları gürültü büyük olan malum garip tipler, kendilerine de nereden kaynaklandığı meçhul olan görkemli sıfatlar takarak, durmaksızın Türklüğü ve ulusalcılığı aşağılamakta hatta daha da ileri giderek açıkça suçlamaktadırlar.
“Türk’üm, ulusalcıyım, Türk milliyetçisiyim, devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün izindeyim, devrimlerinin ve cumhuriyetin sadık, kolu bükülmez bekçisiyim” demeyi adeta bir insanlık suçu saymakta, her fırsatta tarihimizi, kültürümüzü hiçbir gerek belge göstermeksizin küçümsemekte ve tarihin hiçbir döneminde bize dostluk göstermemiş ve göstermesi de mümkün olmayacak olan, bunun da böyle olduğunu bugün bile her ortamda açıkça ifade eden devletlerle dost ve kardeş olmayı bize dayatmaktadırlar.
Hiçbir karşı görüşü ve gerçek tarihi kabul etmeyen bu grupla muhatap olup tartışmanın bir sonucu olamaz. Zaten buna gerek de yoktur. Benim burada yazmak istediğim bütün bunlara karşı dünyaca ünlü gerçek bir tarihçinin Türkler hakkındaki samimi ve belgelere dayalı gerçek analizidir.
Nicolae Jorga Romanya’nın gelmiş geçmiş en büyük tarihçisi sayıldığı gibi, eserleri çeşitli dillerde, Almanya, Fransa, İtalya ve ABD’de defalarca basılmış, dünyaca tanınmış bir tarihçidir.
Jorga’ya göre Osmanlı tarihi dünya tarihinin parlak bir bölümünü temsil eder.
1908’de Almanya’da ünlü dünya tarihi serisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin yazılması düşünüldüğünde, bu iş Jorga’dan istenmiş Almanca 5 ciltlik “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” sonradan pekçok dile çevrilmiştir.
Şimdi bu önemli eserde Türkler hakkında yapılan analize çok kısaca birkaç başlık içinde ve Jorga’nın kaleminden bakalım :
“Bu analizi yaparken, öncelikle barbar, gaddar, kana susamış, küfürbaz Türk halkı; sadece rüşvetle yaşayan ahlaksız vezirler ve mağlupların akan kanı, kesilen başlar, tahrip edilen görkemli binalar, kutsallığı bozulan kiliseler, ateşe verilen şehirler ve harabeye çevrilen ülkelerden zevk alan sultanların korkunç psikolojisi hakkında oluşmuş tüm önyargılardan ve nakledilmiş tüm rivayetlerden uzaklaşmak gerekir. Aynı dönemlerde kaleme alınmış kaynaklar, gerçeği tüm çıplaklığıyla gözümüzün önüne sererken, kasten uydurulmuş masallardan, şatafatlı hikayelerden ve geçmişe karşı anlayışsızlıklardan tarihi bilgiler çıkarmak zorunda değiliz.
“… bu halkın en alt tabakalarına kadar bugün de karakteristik özelliklerinden olan sessiz sabır, her işe karşı gösterdiği sebat ve demir gibi disiplinle…
“…Hıristiyan köylülerin çoğu gibi hiçbir zaman yalınayak gezmezlerdi, aksine dizlerine kadar uzanan sarı çizmeler giyerlerdi.
“… Güney Anadolu’da sadece göçebe Türkmenler görülüyordu. Doğuda tüm köyleri Türklerin eline geçmişken şehirlerde dayanıklı ve itaatkar Ermeni unsurlar bulunuyordu. Anadolu yarımadasının kuzey tarafında Türk hükümdarlığına doğru uzun tarihsel gelişim sürecinde Rum köyleri çok nadiren görülüyordu.
“… Türkler gerek köylerde, gerekse şehirlerde güçlü savaşçılar, kanaatkar işçiler, dürüst ticaret erbabı, sadık dostlar ve esirgeyen efendilerdi. Fransız gezgin De La Broquiere ‘Bahsettiğim Rumlar arasında gezinmiş, onlarla irtibat kurmuş ve iş yapmışsam da Türkler arasında daha fazla nezaketle karşılaştım ve Türklere Rumlardan daha fazla güveniyorum’ demişti!
“… Türkler, sabahın erken saatinde kalkıp, sabır ve sebatla yerine getirecekleri işlerin başına geçerlerdi. Türklerin hiçbirini Rumlarda, Sırplarda, Bulgarlarda olduğu gibi, hayvanların tutulduğu bir evden çıkarken göremezdiniz ve kirli gezenlere iğrenerek bakılırdı. Bir hayvanın temas ettiği yemek yenilmez, atılırdı. Tavuk kesilecekse, önce altı yedi gün bağlı tutulur ve mundarlaşmaması için sadece hububat yedirilirdi. Yanından geçen her fakiri yere yanına oturtur ve onunla kardeşi olarak yemekten sonra yerde hiçbir kırıntının kalmamasına dikkat edilerek, yemeğini paylaşırdı.”
Tamamı 5 cilt olan bu tarihi eserden yazabildiğimiz yukarıdaki kısacık örneklerde bile aslında büyük gerçekler bulunmaktadır.
Bir kere en önemlisi, Türk tarihi ve Türkler hakkında gerçek ve olumlu eserer vermiş olan yabancı her yazara karşı yöneltilen “devletten maddi çıkarlar sağlandığından böyle yazılmıştır” iftirasında bulunamazlar, çünkü eser Almanya’da ve Alman bilimsel çevrelerinin desteğinde yaptırılmış ve orijinali de Almanca olarak yazılıp sonradan önemli bir kaynak olduğu için pekçok dile tercüme edilmiştir.
İkincisi, Ermenilerin ve bunlara destek veren yerli çevrelerin iddialarının aksine gerçekte Anadolu’da tüm köylerin Türklerin elinde olduğu ve Ermenilerin şehirlerde yaşayan bir miktar azınlık olduğu ve iddia edilen milyonlarca nüfusa hiçbir zaman ulaşılamadığıdır.
Üçüncü önemli bir konu da Karadeniz’de Rum köylerinin çok nadir görüldüğüdür.
Bu değerli bir tespittir, çünkü bir zamandır Türkiye ve Türklük hakkında yapılan her türlü olumsuz ve hiçbir gerçek belgesi bulunmayan görüşlere her zaman destek vermeyi adeta bir görev sayan, kendilerini “devrimci” ve “sosyalist” olarak nitelindiren malum çevreler bir süredir tarihin hangi döneminde var olduğu hiçbir belgede olmayan bir Pontus devletinden bahsetmekte ve hiçbir belgeye dayanmadan bu devleti ve Pontusluları Türklerin yok ettiğini iddia edip bunların kültürlerini ve dillerini gündeme getirip, canlandırma çabasını sürdürmektedirler.
Çok uzatmamak için Pontus gerçeğini ve sosyalistleri gelecek yazıma bırakacağım.
Ayrıca başka bir önemli konu da tüm Anadolu’da Türkmenlerden, Türklerden bahsedildiği halde hiçbir bölgede Kürt çoğunluğa ve böyle bir kültüre değinilmediğidir.
Son Şaman Da Gitti…
Neşet Ertaş’ı siz nereden bileceksiniz ki ?
Onun 1960’larda yaptığı sevda türkülerini o ilk havasıyla dinlediniz mi ?
‘Dane dane benleri var yüzünde
Can alıcı bakışları gözünde
Bin bir tad var edasında nazında
Dünyada yardan tatlı var m’ola’
Sevgililerimizin arkasında işte onun böyle türkülerini söylerdik.
İş bozlaklara gelince de ince bir ateşin içimizde, damarlarımızda dolaştığını hissederdik; pişerdik.
Sadece uzun havaların efendisi değildi o; kırık hava denilen oyun havalarında da üstüne yoktu.
Sazı öyle bir çalıyordu ki, ona kadar böyle bir ustalık görülmemişti.
İddia ediyorum ki bundan sonra da kimse onun gibi çalamaz.
Eğer kendine güvenen bir usta var ise, gelsin; bana, ‘O kız mektepten gelirdi’yi çalsın.
Çalamazlar… Çünkü o türkü biçimli bir senfonidir.
ABDALLARIN EN BÜYÜK OĞLU
Anadolu’nun kilidi 1071 Malazgirt Zaferi ile açılmış olsa bile bu toprakları temelli fethedenler silahsız gönül erleri idiler. Bunların birisi Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları), diğeri Ahiyan-ı Rum (Anadolu ahileri/sanatkarları, üreticileri), bir diğeri de Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalları) idi.
Abdallar; gezgin kültür elçileri idiler. Bunlar; İslam öncesi Türk kültürü ile yaşayan ve bu kültürü her yere götüren bölükler idiler. Ellerinde sazları var idi. Türkler; bağlama çalıp yer altındaki ve yer yüzündeki var olduğuna inandıkları ruhlarla bağlantıya geçerlerdi. Bu işi yapan özel yetişmiş kişilere şaman denilirdi. Bunun yerel söyleyişi ‘baksı, oyun/ozan’ biçiminde değişiyordu.
Neşat Ertaş kendinden geçerek ruhlar dünyası ile bağlantı kuran o şamanların son örneği idi. Söyleyişinde, duruşunda, tezene vuruşunda bu vardı.
Ne yazık ki gezginci oldukları için Abdalları yerleşik boylar hakir gördüler, dışladılar. Neşet Ertaş bu acıyı derinden duydu.
KUŞ GİBİ
Anadolu Abdallarının en büyük oğlu; bu milletin ruh dünyasının, binlerce yıllık sesinin, ebedi sazı bağlamının efendisi artık öbür dünyaya göçtü.
Bir kuş olarak.
Türkler; ölüme inanmaz; bunun adı don değiştirmedir. Atalarımız da ölümü, ‘kuş biçimine girip Gök Tanrı’ya ulaşmak’ biçiminde anlatmışlardır.
Şimdi o; hüma kuşu gibi göklere süzüldü.
Yunus Emre’nin dediği gibi, ‘Ölür ise ten ölür/Canlar ölesi değil.’
Neşet babanın sesi, sonsuza değin bu gök kubbede çınlayacaktır.
GARİBİM
‘Garibim geldik gitmeye
Muhabbetimiz bitmeye
Yar ile sohbet etmeye
Doyulur mu doyulur mu?’
Bin senedir Anadolu’nun her yerinde dolaşan Abdallar; Hacı Bektaş-ı Veli çizgisinde idiler. Neşet babanın bu yönde okuduğu naati, semahları da ayrı bir güzelliktedir.
‘Bencillik’ten uzak, kendisini herkesin ayak toprağı gören bu çizgi elbette ki ‘Gariplik’ biçiminde bir duyguyla doludur. Neşet Ertaş da türkülerinde mahlas olarak ‘Garib’i kullandı. Kimi zaman ‘Kul Garib’ dedi. Ve Türkiye’de kıymeti anlaşılamadı; gurbete gitti; garib oldu.
Daha küçük bir çocuk iken düğünlerde keman çalan, oynayan Neşet; artık Avrupa’da bir garip olarak dolaşıyordu.
Gariblik onların kaderi gibiydi: Tıpkı babası büyük usta Muharrem Ertaş gibi, dayısı Hacı Taşan gibi ve Çekiç Ali gibi…
AŞK İNSANI
Daha iki üç yaşında oyun arkadaşı göçebe kızına aşık olan bir ruh düşünün. Yıllar sonra onun adına türküler yakan böyle bir ozana, eskiden ‘Badeli Âşık’ deniliyordu. Bunun bir başka adı da ‘Hak Âşıkı’ idi.
Neşet Ertaş’ı böyle coşturan; ona içli türküler yaktıran da sevda ırmağında yüzmesi olmuştur. Ama acılar çekti; haykırdı:
‘Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa Leyla
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leyla’
Yüzlerce türküsünde aşkı, özlemi, dostluğu en duygulu biçimde anlatan Neşat Baba’nın önünde saygıyla eğiliyorum.
Sanatçı Erol Parlak’tan ricam var: Neşet Baba ile ilgili olarak yaptığı çalışmayı bir an önce yayımlasın.
Rıza ZELYUT
Genel Başkanımız Sayın Osman Pamukoğlu 26 Eylül 2012 günü saat 21:00’de
SKYTÜRK 360 TV’de Sayın Hilmi Hacaloğlu’nun sunduğu “Şimdi Söz Sizde”
programına katılacaklardır.
Bilgilerinize,
HEPAR Genelsekreterlik
Sefil Darbe
İktidarlar, demokrasilerde, ilke olarak seçim sonuçlarına göre değişir; ama seçimle rejimler değişmez.
Rejim ancak devrimle, darbe ile değişir.
Ama Türkiye’de seçimle iktidara gelen İslamcı partiler rejimi kemirmeye başlamışlar, bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmışlardır.
Seçimle iktidara gelen ve üç dönem iktidarda kalan AKP, rejim değişikliğini göz göre göre, pervasızca yapmaktadır.
Önce polis kadrosuna kendi yandaşlarını yerleştirdi ve Fethullahçı kadronun emniyette yuvalanmasına göz yumdu.
Sonra başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere kendi kadrolarını yerleştirdi. Referandumdan sonra Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu, Anayasa Mahkemesi’ni, Danıştay’ı ve Yargıtay’ı ele geçirdi.
Uyduruk ve kanıtsız iddialarla TSK’ya, sivil aydınlara ve basına karşı sindirme ve yok etme davaları açıldı. Son olarak, ilk ve ortaöğretimin laik okulları imam hatip okullarına dönüştürülerek İslamileştiriliyor. Hükümet hiç çekinmeden anayasal ve yasal suç işliyor. Darbe yapıyor. Seçmen AKP’ye laik cumhuriyet rejimini değiştirsin diye oy vermedi. Veremez zaten. Rejim değişikliği için seçim yapılmaz! Sorsanız, Taha Akyol gibi âkıl (“âkil”, “yiyen” anlamına gelir) ve hakem (!) yazıcılar, “İktidarları seçmen cezalandırır!” diye vecize gevelerler.
Gerçekten de, Türkiye gibi kurum ve kuralları oturmamış kırılgan ülkelerde kötü niyetli iktidar partilerine karşı rejim kendisini nasıl savunacak?
AKP rejim değiştiriyor
AKP’nin laik rejimi İslami rejime dönüştürme tutkusunun karşısındaki en büyük engel, İç Hizmet Kanunu ile cumhuriyet rejimini korumakla görevlendirilmiş TSK idi, şu anda da TSK’dır. Demokrasilerde ilke, siyasal partilerin devletin şeklini ve niteliklerini değiştirmeden iktidara seçimle gelip seçimle gitmesidir. Demokrasi, bütün siyasal partilerin iyi niyetli olduğunu düşünür. Allahaşkına biri bana cevap versin: Türlü hile ve desise ile yüksek mahkemeler dahil devletin kurum ve kuruluşlarını ele geçiren kötü niyetli bir iktidara karşı rejim kendisini nasıl koruyacak? Ya yasa ile koruma görevi verilmiş ordu ya da halk ayaklanmasıyla.
Türkiye’de TSK’nın bu görevi zaman zaman dejenere ettiğini ve görevden gelen yetkiyi kötüye kullandığını biliyoruz.
Türkiye’nin açmazı budur: Demokrasiyi araç olarak kullanan ve rejimi değiştirmeye yeminli dini partiler ile rejimi korurken demokratik düzeni berbat eden bir ordu. Ama asıl suç, rejimi korumaya çalışan orduda değil, laik ve demokratik cumhuriyet rejimini mutlaka değiştirmek isteyen ve bunun için demokrasiyi istismar eden kötü niyetli siyasal partidedir.
Düzmece davalar
AKP’nin, rejimi tamamen yıkmak için laik okulları, üniversiteleri ve Harp Okulları’nı ele geçirmesi gerekiyordu. 21 Eylül 2012 günü sonuçlanan “Balyoz davası” bu sonuca ulaşmak için ve TSK’yı tamamen çökertmek için tezgahlanmış davalardan biridir. Bir başkası “Ergenekon” denen dava… Birkaç tane daha var.
Ben bu davaların ne gerekçelerine, ne duruşma süreçlerine, ne de yargıçlarına inandım. Bunların hepsinin kararları önceden verilmiş ve böyle sahnelenen teatral davalar olduğunu düşündüm. Bir gün AKP, demokratik yoldan iktidardan uzaklaştırılır ve bu davalar mahkemelik olursa günümüzün iktidarı, bu mahkemelerde görev alan herkesi beş kuruşa satacaktır.
Balyoz davası
Bence, davalar arasında en inanılmaz olanı Balyoz davası! Bu davada 250′si tutuklu 365 sanık vardı. Bunlardan 100 kadarı muvazzaf ve emekli general ve amiral. Aralarında kuvvet komutanları, ordu komutanları var. 100 kadar emekli ve muvazzaf general ve amiral, Cumhuriyet rejimi için tehlikeli gördüğü, İslamcı iktidar partisine karşı darbe yapmaya karar verecek ve türlü nedenlerle darbe yapamayacak. Aradan zaman geçecek, cumhuriyet düzenini kökten değiştirmeye kararlı bir İslamcı parti gerekli düzenlemeleri yapacak, özel yetkili mahkemeler kurulacak, bu mahkemeler bu general ve amiralleri ve öteki yüksek rütbeli subayları tutuklama ayaklarıyla tıkış tıkış ifade vermeye gidecekler, kuzu kuzu teslim olacaklar… Bunu benim 40 yıldır kesmediğim sakalıma anlatsınlar.
Cumhuriyetçi askerler tuzağa düşürüldüler, argo deyimiyle “mandepsiye bastırıldılar!”
Türkiye’nin cumhuriyete ve değerlerine bağlı kara, hava ve deniz kuvvetlerinin dünyada dostu yoktu. Sorunlu komşuları bir yana bırakalım, TSK’nın NATO içinde de gerçek dostu yoktu. Bu nedenle, AKP iktidarının TSK’ya karşı yaptığı sefil darbeye ses çıkarmadılar, dahası onunla işbirliği yaptılar.
Tutuklu askerlerin yaptığı ortak açıklama d bu görüşümü doğrular nitelikte: “Devletimizin bu düzmece davada TSK’ya karşı emperyalist güçlerle yaptığı komployu mahkemenin görmediği aşikardır. Devletimizin de bunun içinde olması daha da vahim bir durumdur. Bizler vatanımıza, milletimize asla ihanet etmedik, bizlerin değişmeyen, başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’tür, bunu hiçbir güç değiştiremez. Vatan sağolsun!” (Aydınlık, 22.09.12)
İntikam
Atilla İlhan, bana sık sık “Türk Ordusu Kıbrıs harekatı ve daha sonra yaptığı teknoloji çalışmaları ile yeniden cumhuriyetin ve Gazi’nin ordusu olmuştur. NATO’daki müttefikleri bu nedenle TSK’ya düşman olmuş ve harekatı asla bağışlamamıştır. Bu adamlar TSK’dan bunun intikamını bir gün mutlaka alacaktır. Dilerim bizimkiler o gün gaflet içinde olmazlar!” derdi.
Atilla İlhan’ın bana söylediklerini her hangi bir yerde yazdı mı, bilmiyorum. Ama onun dediği gibi, Batı emperyalizmi ve İslamcı irtica, laik cumhuriyeti kuran ilerici ve devrimci gücü asla bağışlamadı. Pusuda bekledi!
Özdemir İNCE
AYDINLIK
”BÜYÜK ÇAĞRI”ya Hazır Olun..!!!
Öncelikle şunu bir tespit edelim; kim ki ‘bu milletten bir bok olmaz’ ya da ‘millet derin uykuda’ tarzında cümlelerle geliyorsa size, biliniz ki o kişi ya da kişiler Atatürkçü değildir !
İsterlerse ‘büyük yazar’ diye ortalarda dolaşıyor olsunlar, isterlerse de ayda bir kitap yazsınlar, fark etmez; çünkü bunun böyle olmadığını Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisi söylüyor.
4 Şubat 1919′da Alemdar gazetesi muhabiri Refii Cevat’ı evine çağıran Mustafa Kemal, söyleşi bittiğinde “Vatan, içine düştüğü felaketten nasıl kurtulur, bağımsızlığına nasıl kavuşur diye bir soru sormanızı isterdim.” demiştir.
“Vatanın kurtarılmasını en uzak ihtimalle bile mümkün görmediğim için, böyle bir soruyu sormadım” yanıtını alması üzerine, “İmkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır.Bugün herhangi bir örgütçü, Anadolu’ya geçer ve milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa, bu millet kurtulur.” açıklamasını yapmıştır.
Bu açıklama üzerine şaşıran Refii Cevat ”Paşam, milli direniş güzel, ama neyle hangi asker, hangi silah, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız hale gelen bu ülkede artık hiçbir yaşam belirtisi görülmüyor.” demesi üzerine Mustafa Kemal Paşa şunları söylemiştir.
” Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir yaşam çıkarmak, bir çöküntüden varlık, yeni bir kuruluş yaratmak gerekir. Siz boşluğa bakmayınız, boş görünen o alan doludur. Çöl sanılan bu dünyada, gizli güç ve yaşam vardır. O, millettir; o, Türk milletidir. Eksik olan örgüttür. Bu örgüt kurulursa, vatan da millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz, Refii Cevat Beyefendi.”
Atatürkçüyüm diye ortalıkta dolaşanların Atatürk’ün bu sözlerini doğru yorumlamaları esastır; yoksa kendilerinden gayrı herkesi sabah-akşam aşağılamakla bir yere varılamayacağı açıktır.
Ne diyor Mustafa Kemal; ‘’..eksik olan örgüttür. Bu örgüt kurulursa vatan da, millet de kurtulur…’’
Şimdi elbette, o zamanın şartlarıyla bugünün şartları mukâyese bile edilemez.
O zaman elinize silahı aldığınızda düşman belliydi, işgal vardı.
Bugün ise durum farklı, belki gözle görünür bir işgal yok; ancak ‘işgal’ kelimesinin tanımının da değiştiğini göz önüne alacak olursak; bugün, işgalin en büyüğü, en ağırı yaşanmaktadır; zîrâ insanımızın büyük çoğunluğu tehlikenin farkında değildir!
Tehlike ise; kölelerin kendilerini özgür zannetmeleri yanılsamasının topluma lanse edilmiş ve kabullendirilmiş olmasıdır; ki bu da fiilî işgalden çok daha öte bir şeyi, yani öğretilmiş çaresizliği doğurmaktadır!
Devamlılık arz eder!..
Günümüzde aklınıza gelebilecek pek çok terör örgütünün arkasında cia-mossad vardır, bu çok derin bir bilgi değildir, sokaktaki herhangi bir insana bunu sorsanız size söyleyecektir.
Devâsâ terör eylemlerinin arkasından yine bu insanlık düşmanı iki kuruluş çıkacaktır ve iki ayrı devletin çıkarlarını koruyor gözükseler de, özleri itibarıyla belli çıkar gruplarının menfaatlerine göre hareket etmektedirler.
Sınır tanımayan kötülükleri için tüm aşağılık yöntemleri kullanabildikleri gibi, toplum nezdinde itibar gören kişi ve kurumları medya aracılığıyla kolaylıkla gözden düşürüp, belli çıkar gruplarına hizmet etmekten gocunmayan ve hatta –kraldan çok kralcıları- halkın gözünde dürüst, mert, demokrat ve hatta özgürlük savaşçısı şekline büründürerek dünya siyasetini ve insanlığı ‘kaos’ ortamına mecbur bırakırlar. Belli şekillerde alt edemediklerini ise, akla hayâle sığmayan iftira ve dolayısıyla ‘şantaj’ tuzağına düşürürler ya da ,son çare olarak, etkisiz hale (suikast-sabotaj) getirirler.
Bunları niye yazdım; öncelikle düşmanın kim olduğunu bilmek çok önemli!
İki tane bacaksız pkk’lı zibidi ya da sakalından kan damlayan sorsan Müslüman; ancak Allah’a şirk koşmaktan çekinmeyen kılıksız iblisler değildir düşman!
Düşman çok daha güçlü bir yapıdır ve bu zibidi ve kılıksızlar uşaklıktan öteye gidemezler…
Her gün onlarca mesaj yollayarak soruyorsunuz ya bizlere; ‘’artık sabrımız kalmadı’’, ‘’ne yapmalıyız’’,v.s. diye… işte öncelikli olan mevzu, kiminle savaşacağınızı iyi bilmenizdir!
Yani bu iş çocuk oyuncağı değil, karşımızda her türlü imkânları mevcut; sermayesi olan, paralı askerleri olan, ‘din’ denen mefhûmu kendi çıkarları için olağanüstü kullanabilen, teknolojik üstünlüğe sahip ve amaçları için akla hayâle gelmeyen insanlık dışı tüm yöntemleri utanmazca uygulayan bir yapı vardır.
Herkes ‘örgütlenmekten’ bahsediyor; ancak kimse bu ‘örgüt’lenme işinin neleri kapsayacağından veya nerelere değin uzanması gerektiğinden bahsetmiyor.
Şu an ülkemizde ulusalcı ya da ulusalcı/milliyetçi olduğunu söyleyen pek çok yapı zaten vardır; ancak bildiğiniz ya da bildiğimiz manâda bir direniş var mıdır ?
Yoktur !..
Zaten bildiğimiz manâda bir direniş örgütü, miting yapmaz; direnir !
İşte bu noktada Banu Avar’ın da sıkça dile getirdiği ‘Namus Cepheleri’ olgusu çok iyi irdelenmeli ve günümüz şartlarına uyarlanarak yeniden hayata geçirilmelidir.. ( http://www.edebiyatgazetesi.com/2012/09/19/namus-cephesi-banu-avar/)
Bunun için bir lider beklemenize veyâhut mucizeler dilemenize gerek yok; bulunduğunuz her yerde üçer-beşer kişilik gruplar kurarak işe başlayabilirsiniz..
İşin ciddiyetine vâkıf kimseleri seçmeniz ve devamlı dirsek temasında olmanız önemlidir. Bir gün bu küçük cepheleri bir araya toplayacak ‘çağrı’ gelecektir. ‘Büyük Çağrı’yı bekleyin!..
Şimdi bazılarınız ‘daha ne kadar bekleyeceğiz’, diye hayıflanabilir; ancak, beklemek değil hazır olmak önemlidir; hazır olunduğunda o ‘’Büyük Çağrı’’ gelecektir; ne erken, ne de geç; tam vaktinde, tam da her şey bitti denildiği o anda gelecektir!..
‘Geleceğiz, yarısında bir gecenin!’…
Kişiler önemli değildir, olaylar önemli değildir; hiçbir şey bu Milletin bekâsından daha önemli değildir; Bu bir DAVA’dır, ölenler olacak, derdest edilenler olacak; ama ‘BİZ’, hep dikkatli, hep tetikte olacağız!..
İçimizden bazıları, derdest edilebilir, ortadan kaldırılabilir; ancak siz; hazırlıklı olacaksınız, varınızla yoğunuzla bu ‘DAVA’ nın neferleri olacaksınız, çocuklarınızı bu bilinçle yetiştireceksiniz; ola ki başarılı olamadık, ola ki bu yolda toprağa düştük; hiç önemli değil, o ‘’Büyük Çağrı’’ gelecektir, er ya da geç!
Umutsuzluk bizim tarihimizde yoktur; kimseyi beklemeyin, siz gelin!..
Yazıyı iyi okuyun, iyi irdeleyin, cümlelerin arkasındaki mesaja odaklanın; ben giderim başkası gelir, o gider başkası gelir; ‘Biz’ler bitmeyiz hiç merak etmeyin, bu sadece biz Türkler’in savaşı değildir; bu savaş, bu direniş, insanlık düşmanlarına karşı girişilen en büyük mücâdele olacaktır; işte bu noktada, farklılıklarınızdan dolayı ayrılmayın!
Eğitimli-eğitimsiz, akıllı-akılsız, uzun-kısa, güçlü-zayıf, beyaz-kara, inanan-inanmayan, güzel-çirkin, açık-kapalı, Alevî-Sünnî, zengin-fakir, vesaire…
Bu büyük ‘onur’ bizim neslimize ait olacaktır, önce ülkemizin makûs talihini yeneceğiz, ardından tüm mazlum milletlerle insanlığın onuru için savaşacağız; Türk Milleti’nin kaderi budur; işte bu yüzden düşmanımız çoktur ve işte bu yüzden bitirilmek isteniyoruz; çünkü ‘BİZ’ ler boş vakitlerinde bile devlet kuran yegâne Milletiz…
Ey bu Milletin evlatları; devrin en karanlık zamanlarından geçerken ‘BİZ’, aydınlığın meş’alesiyle gelmekteyiz; devrimci, ülkücü, dindar, ateist hiç fark etmez; ‘Büyük Çağrı’ ya hazırlıklı olun…
YETER !..
Kimse bizi ölümle korkutamaz; milyon yıldır aynı savaşın içindeyiz ve ‘BİZ’ hep mazlumların yanında olduk, tarihe bakın göreceksiniz!..
‘BİZ’den haber alamazsanız, haberi ‘SİZ’ vereceksiniz!
Cem YAĞCIOĞLU / 23-09-2012
edebiyatgazetesi / Güncel Meydan
http://www.edebiyatgazetesi.com/2012/09/23/buyuk-cagri-ya-hazir-olun-cem-yagcioglu/
KISSADAN HİSSE…
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Balyoz Planı Davası
kararına ilişkin kısa ve de öz olarak : “Bu olay dünyanın
sonu değildir, köprülerin altından daha çooook sular akar…”
dedi.
ONA GÖRE…
Balyoz Planı davası kapsamında Harp Akademileri Komutanı ve YAŞ üyesi Orgeneral Bilgin Balanlı, 30 Mayıs 2011 tarihinde tutuklanmıştı.
Önceki gün Silivri’de görülen karar duruşmasında Balanlı 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Eşi İffet Balanlı da duruşma salonundaydı.
AKŞAM’a konuşan İffet Balanlı, bazı haberlerde yer alan salondan ağlayarak çıkan kadının kendisi olmadığını söyledi.
SIFIR DEĞERİNDE KARAR
– O fotoğraf beni çok üzdü. Ben öyle bir görüntü vermek istemem. Bir damla gözyaşı dökmediğim gibi ağlayan arkadaşlara da kızdım. ‘Lütfen, bu sanal bir karar’ dedim. Ben niye ağlayayım? O kadar sıfır değerinde ki üzülecek bir yanı yok. Biliyorum bunun sanal ve yalan olduğunu, o kararı vermek zorunda olduklarını biliyorum.
– Biz suçsuz olduğumuzu biliyoruz, mutluyuz, huzurluyuz. Er ya da geç bu yanlışlıklar anlaşılacak. Zaten bizim eşlerimizin başından beri orada olmamaları gerekirken bu karar süpriz olmadı. Hukukun nasıl yürüdüğünü herkes gördü.
BONUS VERMİŞLER, ARADI
– Bilgin, karardan sonra aradı. Hüküm için bonus vermişler. Allah razı olsun, sağolsunlar. Konuştuk, gayet iyiydi. Bizim üzülmediğimizi görünce daha mutlu oldu. ‘Biz niye buradaysak, bu karar da onun için böyle. Orduya yapılan bir tasfiye operasyonu, onun için sözün bittiği yer, söylenecek bir şey yok. Bir günah işlendi’ dedi.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE YAKIŞMADI
– O zaten güçlü, biz de güçlüyüz. O yüzden moral verecek bir şey yok. Bizim gönlümüz o kadar rahat ki. İcraat mı var? Mağdur olan bir kişi mi var? Kim mağdur? Kime ne darbe yapılmış, ne olmuş? Biz bunların sahte olduğunu bildiğimiz için içimiz çok rahat. Bunlar büyük bir günah işlediler. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’ne hiç yakışmadı. Ben kendi ülkemde en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm yetkili makamlara başvurdum, bunları anlattım. Defalarca söyledim, kimse dinlemedi. Ne acıdır ki ben bir Türk vatandaşı olarak ülkemi, hukukumu yurt dışında başka ülkelerde aramak zorunda kaldım. Bu beni çok incitiyor. İnşallah en kısa zamanda ülkemizde de hukuk sistemi yerine otururur. Bizler mağdur olduk, inşallah bizden sonra kimse olmaz.
ASIL MÜCADELE ŞİMDİ BAŞLIYOR…
Türkiye cangıl ormanına döndü.
Karmaşa, kargaşa, kaos…
Gücü yeten gücü yetene.
Orman kanunları geçerli şimdi…
Komutanlara ceza yağdı.
Türk Ordusunun en değerli komutanları 50 kuruşluk CD’lerle, “sanal belgelerle” “Ağırlaştırılmış müebbet hapse” mahkûm oldu…
Yani İDAM cezasına…
Çünkü idam cezasının hukuktaki yeni adı bu.
Türk hukukunda ilk kez “avukatsız hüküm” verildi. Zanlıların ve avukatların savunma hakkı ayaklar altına alındı.
Ama katiller el üstünde. Atatürk’e “İngiliz Piçi” diyen Danıştay Sanığı Osman Yıldırım, savcıların dilinde “Osmanım’a” yargıçların dilinde “Osman Bey”e dönüştü.
“Osman’ım otur, Osman’ım kalk…” “Osman BEY gel, Osman BEY git…” “Osman BEY anlat…”
Osman BEY, hırsızlık, yaralama, gasp, adam öldürme, fuhuş suçlarından sabıkalı…
Gerçek çete suçu ile yargılananların çete kurmaları göz ardı edilirken; birbirini tanımayan, hayatta bir kez dahi bir araya gelmemiş insanlar “terör örgütü kurmak, çetecilik suçlaması” ile yıllardan beri dört duvar arasında tutuluyor.
Cumhurbaşkanı ve başbakanla birçok kez bir araya gelen, devletin en gizli sırlarını paylaşan ve emri altında700 bin asker varken darbe yapmayan Genel Kurmay Başkanı “darbecilikle, çetecilikle” suçlanıyor.
Ama Hizbullah örgütü, Deniz Feneri sanıkları tutuksuz yargılanıp, ellerini kollarını sallayarak özgürce dolaşıyorlar.
Kapalı kapılar arkasında bebek katilleri ile pazarlıklar yapılıyor.
Yargı siyasetin emrinde “kurşun asker”e dönüştürüldü. Hazırolda bekliyor.
Dünyanın en büyük barosu İstanbul, Ankara, İzmir baroları yapılan adaletsizlikleri, haksızlıkları, yasa dışı uygulamaları kanıtlarıyla, örnekleriyle her gün gözler önüne seriyor… Dinleyen kim, aldıran kim?
Onlar kendilerine çizilen, hedef gösterilen yargılamaların dışına asla çıkmıyorlar. Çıkamıyorlar. Sanki onlar ayrı bir dünyanın, ayrı bir düzenin savcıları, yargıçları… Görmüyorlar, duymuyorlar, yapılan uyarıları, eleştirileri dikkate almıyorlar.
Dünyada tek örneğine rastlayamazsınız bunun…
Yargılama boyunca “Masumiyet karinesi” ortadan kaldırıldı. Önce suçlu bulunuyor, sonra ona uygun kanıtlar, belgeler oluşturuluyor…
Bedene göre elbise…
Cumhuriyet devrimlerinin, cumhuriyet kurumlarının altından girildi, üstünden çıkıldı.
Ordu paramparça…
Dünyanın sevip, saydığı, hayranlık duyduğu ulu önderimize artık hakaret etmek, sövmek saymak da serbest. Mandacı itler meydanı boş buldular. Atamıza, bu yurdun kurtarıcısına olmaz hakaretleri yapıyorlar…
Adım adım ilerliyor şeriatçılar. Adım adım İslamcı düzene geçiyorlar.
Demokratik düzeni yıkmak için demokrasiyi kullanıyorlar.
Hani nerede işçi sendikaları, dernekler? Hani nerede muhalefet?
Muhalefet Cumhuriyetin, Atatürk’ün ortadan kaldırılması, komutanların onlarca yıl hapis cezaları alması, ordunun yok edilmesi karşısında teslimiyetçi bir tavır sergiliyor.
Peki, Türk-İş ne yapıyor? Türk-İş yöneticileri bu ülkenin vatandaşı değil mi? Karşı devrim göstere göstere geliyor… Niçin susuyorlar? Ünlü Zonguldak Madenci yürüyüşünü onlar yapmadı mı? Özal’a deprem yaşatmışlardı bir zamanlar. Yoksa onlar da mı, Cumhuriyetten, Atatürk’ten, 29 Ekim’lerden, 19 Mayıs’lardan rahatsız?
Sözün bittiği günleri yaşıyoruz artık. Sözün bittiği yerdeyiz. Bundan böyle, “Ben ABD’ye, AKP’ye, AB’ye karşıyım” demek de yetmez. Memurlar da görevliler de gerekirse bedel ödemeyi göze alarak, taşın altına ellerini koymalıdırlar. Hem de “Evde evlad ü ayal (çoluk çocuk) bekliyor” demeden.
Şimdi direnme zamanıdır. Eylem zamanıdır. Tüm devrimcilerin, demokratların, yurdunu seven herkesin tribünleri terk edip sahaya inme zamanıdır.
Direnmek yaşamak demektir, boyun eğmek ölüm…
“Bir ülkede namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmak zorundadırlar.” (İsmet İnönü) Tıpkı Uğur Mumcu’lar, Muammer Aksoy’lar, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Deniz Gezmiş’ler gibi.
Onlar tüm yaşamları boyunca ve idam sehpasında bile “Yaşasın işçiler, köylüler” diye bağırdılar. Asla “Bu cahil halkla bir yere gidilmez” diye halkın bilinçlenmesini beklemediler. Yaşamlarını ortaya koydular.
Mustafa Kemal Atatürk de “bu yoksul, bilinçsiz halkla bir şey yapılmaz” diye Anadolu İhtilalı”nı ertelemedi. Hem de karşısında yedi düvelle birleşip ülkesine ihanet eden hainler sürüsü varken… Samsun’a çıktı. Ulusal Kurtuluş Savaşını başlattı. HALKA GİTTİ. HALKIN KENDİSİNE GELMESİNİ BEKLEMEDİ…
Haksızlığa, zulme, vatanın yabancılar tarafından işgaline direnme her zaman, her çağda geçerli bir hak olmuştur. Baskıya, işkenceye, sömürüye boyun eğmek, yaşarken ölümü kabullenmek demektir. Toplumların ilerlemesi, yücelmesi kötü koşulların değişimi ile olur. Değişim ise her çağda direnme ve devrimlerle gerçekleşir. Direnmek yaşamak demektir.
1789 Fransız Devrimi olmasaydı, bugün ne kardeşlikten ne özgürlükten ne de eşitlikten söz edebilirdik. Feodal zulüm sürüp giderdi. 1923 Devrimi ve Mustafa Kemal olmasaydı, Arabistan’dan, Katar’dan hiçbir farkımız kalmazdı. Aydınlanmayı yaşayamazdık.
Atatürk, yaşamı boyunca direnmeyi ve mücadeleyi seçti. Baskılar, tehditler karşısında asla yılmadı. Subay olduktan sonra Şam’a sürüldü. Daha sonraları Sultan Vahdettin onu ölüme mahkûm etti. Yine vazgeçmedi.
Direnişin vakti saati yoktur. Yeri yoktur. Haksızlık ve zulme karşı mücadele vermek her ülke vatandaşının, her yurtseverin hakkı ve görevidir. Bu görevi yerine getirmeyenler, uzaktan seyredenler, ya da yalnızca gevezeliğini yapanlar da zulmedenler kadar suçludurlar. Suç ortağıdırlar.
YURTSEVERLERİN DİRENİŞİ KARŞISINDA ZALİMLER MUTLAKA KAYBEDECEKTİR. ZULÜM MUTLAKA YOK OLACAKTIR. ORTAÇAĞ KARANLIĞI, YERİNİ TAN VAKTİNE BIRAKACAK, TÜM ULUS ÖZGÜRLÜĞÜNE VE BAĞIMSIZLIĞINA KAVUŞACAKTIR.
Bu arada Emperyalizmin ve ortaklarının önünde secdeye yatan çıkarcılar için de bir çift sözümüz var:
Tarih boyunca haklı, doğru olan kazanmıştır hep. Karanlığın temsilcileri, tüm çabalarına karşın tarih çarkına geriye çevirememişlerdir. Ülkemizde de bu gelenek bozulmayacaktır. Sömürüye, haksızlığa, baskıya direnen emekçiler mutlaka kazanacaktır. VE BİR GÜN MUTLAKA ihanetlerin hesabı sorulacaktır.
Direnmek yaşamak; boyun eğmek, ölüm demektir.
Sol olsun, sağ olsun, ABD’yi, AB’yi emperyalist kabul eden, tam bağımsızlığı savunan, emperyalizmle hiçbir alanda uzlaşmayan partiler, gruplar, bireyler güç birliği temelinde bir araya gelip; antifaşist, antiemperyalist cephede, ulusal çizgide birleşmeli, vatanın kurtuluşu yolunda gerektiğinde bir sıra neferi gibi mücadele etmesini de bilmelidirler…
Türkiye’nin işgal altında olduğu bir kere daha tescillendi.
İşgal mahkemelerinden başka türlü bir karar beklenemezdi, umutlanmak boşunaydı, mahkeme heyeti de emir kulu, kararlar okyanus ötesinden çok önceden alındı.
Buna başından beri “Hukuka saygı“ diyenlere hiçbir zaman saygım olmadı.
Bundan sonra ne olur ; genel af çıkarırlar teröristbaşı ile birlikte hepsi çıkar.
Herkes böyle sustukça, muhalif parti ve kitle örgütlerine pasif insanları seçtikçe, birlik olacağımız yerde senin partin benim partim diye ahmakça birbirimiz çekiştirdikçe başımıza gelecek her türlü melanete layığız.
Hiçbir şey için geç değil, bu ABD balyozu belki aklımızı başımıza getirir…
İşgale karşı “demokrasi”cilik oyunuyla savaşılmaz…
Şu saatten sonra hâlâ daha parlamentoda
muhalefet yapacağım diyen her kim varsa
gafildir ve bu ihanetin suç ortağıdır.
Bütün “parti” ve “parti”cilere duyurulur…
Çünkü bu işin “sonra”sı da var…
Ve öyle kefen – mefen muhabbetiyle de kafa sikmesinler.
Herkes o kefene girecek…
Mühim olan şehitler yatağı vatan toprağımızın
seni kusmamasıdır…
ONA GÖRE YANİ…
TÜRK MİLLETİNE GİTMEDİĞİMİZ KENDİ KENDİMİZE SEN BEN VE BİZİM OĞLANLI
SÖZDE EYLEM VE TOPLANTILAR YAPTIĞIMIZ SÜRECE HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEZ…
TÜRK MİLLETİNE GERÇEKLERİ İŞGALİ ANLATMAK İÇİN YARINDAN TEZİ YOK
ULAŞABİLECEĞİMİZ HER OLANAĞI KULLANMAK VATANSEVERLİK BORCUMUZ OLSUN…
Güneş ERKUL
SUSMAYACAKSINIZ..!!!!!!!!!
Mahalleye “serseri” dadansa ve mahalle bekçisini de yanına alsa
ne yapacaksınız ?
Susacak mısınız ?
Susarsanız, gelir paranızı alır,
susmaya devam ederseniz gelir malınızı alır, hâlâ susar ve korkarsanız size hakaret eder, sizi aşağılar, gelir namusunuzu ister ve alır…
O zaman sorarlar adama; “Niçin varsınız, neden yaşıyorsunuz ?…”
Susmayacaksınız. O asalak adama direneceksiniz. Dişinizle – tırnağınızla karşı duracaksınız. Gücünüz yetmiyorsa komşularınızı uyarıp beraberce karşı koyup, onu bekçisiyle birlikte def edeceksiniz…
Yukarıdaki olayı biz 12 Eylül darbesi sonrası yaşadık. Demokrasiyi savunanlar olarak direndik, hem darbe yapanları, hem de darbe şakşakçılarını, milleti “yaralamadan” ülkenin başından def ettik.
Bugün demokrat geçinen ve Türk Milletine Tarikat-Cemaat Demokrasisini layık gören “basındaki maşalara” rağmen…
TÜSİAD, Türkiye’de toplanan vergilerin çoğunluğunu veren bir kuruluş.
Kurumsallaşmış, vergi kaçırmayan ve yüz binlerce vatandaşımıza iş-ekmek veren, her türlü olumsuz şarta rağmen ülkeye yatırım yapan önemli bir
Türk Sanayici ve İşadamları kuruluşudur.
Bu kuruluşun Başkanı Ümit Boyner, gayet haklı ve doğal olarak;
“Vatandaş Uludere’de ne olduğunu anlamak, Afyon’daki patlamanın sorumlularını bilmek ister” diye bir soru sordu.
Kendisine, hayatları boyunca yanında “BİR” adam bile çalıştırmamış, devlete vergi vermemiş, kendi paralarıyla bir SEBİL” bile yaptırmamış kişiler hakarete varan suçlamalar yönelttiler. Bülent Arınç ve Erdoğan öyle şeyler söylediler ki, demokrasiden nasip almadıklarını, hoşgörünün yanından geçmediklerini,
siyasi nezaket ile tanışmadıklarını ispat ettiler.
Bülent Arınç ve Erdoğan’ın söyledikleri basında yer aldığı için tekrar etmiyorum.
Ümit Hanım, susmayacaksınız. Bülent Arınç’a verdiğiniz gibi zarif cevaplar da vermeyeceksiniz. Herkese anladığı dilden sesleneceksiniz.
Siz, Tüsiad’ın erkek üyelerinin görev almadıkları bir dönemde görev aldınız. Yüreğinizi ortaya koydunuz. Bu yüzden susmayacaksınız…
Ben olsam Bülent Arınç’a;
“Bülent Bey, bizi TÜSİAD’ın 15 yıl evvel ki 28 Şubat davranışını sebebiyle suçluyorsunuz. Yargı elinizde, konuşmayın ne istiyorsanız onu yapın. Bu gidişle korkarım ki, yakında TÜSİAD’ın kurucularını da Kurtuluş Savaşımızda, Atatürk’ün yanında yer aldıkları için suçlayacaksınız.
Bizler Menemen’de de Kubilay’ın yanında, Derviş Memed denen cani katilin karşısında olduk. Konuşurken lütfen dikkatli olun. Partinizin Diyarbakır İl Başkanlığının “Halk Mahkemesi” kurarak T.C Devletinin “Övünç” madalyası verdiği bir kahramanı yargılayıp, gıyabında mahkum etmesi, bin tane
28 Şubattan beterdir. Önce partinize sahip olun, sonra konuşun”, derdim…
Ben olsam Başbakan Erdoğan’a;
“Türkiye bir hukuk devletidir. Kimin nerede ve ne konuşacağını,insanların özgürlüklerinin sınırını yasalar belirler, siz değil. Milletten aldığınız
“yönetim gücünü” millete karşı “sopa” olarak kullanamazsınız. Başbakanlık “tehdit” makamı değil, “hizmet” makamıdır…
30 Eylül’de yapacağınız kongrenize onur konuğu olarak “Barzani”yi davet etmişsiniz. Şehit cenazelerinin konvoy olduğu günümüzde PKK denen
Narko-Terör örgütünü koruyan-besleyen- barındıran birini davet ettiğiniz için kongrenize TÜSİAD olarak temsilci göndermiyoruz.
Sizi Barzani ile baş başa bırakıyoruz. Demokratik haklarımızı korumaya ve konuşmaya devam edeceğiz”, derdim…
İşin en acı tarafı, Erdoğan TÜSİAD Başkanına hakaret ederken yanında TOBB Başkanı ve eski Ankara Sanayi Odası Başkanı uslu çocuklar gibi susuyorlardı…
Bugün susanların yarın tek söz söylemeye hakları olmayacaktır.
Susmayın, korkmayın konuşun. Biz buradayız…
SİZİNLE SAVAŞAN ORDU ŞİMDİ HAPİSTE
Yukarıdaki sözü, Başbakan Erdoğan’ın emriyle Oslo’da PKK ile görüşen MİT Müsteşar Yardımcısı söylemişti…
Adaletin, AKP’nin güdümüne girdiğinin “Devlet ağzıyla” itirafıdır bu sözler…
Balyoz ve benzeri davalar “Siyasi Davalardır..” 1 sene sonra bu mahkemenin kararları ortadan kalkar, karar verenler insan içine çıkamaz.
Merak ettiğim şudur; Komutanları “eksik teşebbüs” darbesi planlarken, Özel Paşa Cumhuriyet Mitinglerinde bayrak sallamaktan başka ne yapıyordu?
Haberi yok muydu? Yoksa o sıra Tapu Kadastro memurumuydu?..
Kim ne kahpelik yaparsa yapsın, Türk Ordusundaki erden Orgenerale kadar tüm mensuplarının içinden Atatürk’ü çıkarmak mümkün olamaz.
Türk Ordusu asla İran Ordusu olmayacaktır.
Tüm özellere rağmen…
Bu da geçecek, gün ağarmaya başladı.
Biraz daha sabır…
Ama eliniz kolunuz bağlı, boş oturarak değil…
Ona göre…
Rifat SERDAROĞLU
Balyoz’da “karar” açıklandı
“Balyoz Planı” davasında karar açıklandı.
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1. Ordu Komutanlarından emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı 20 yıl hapis cezasına çarptırdı.
Özden Örnek, Çetin Doğan ve İbrahim Fırtına için ağırlaştırılmış müebbet kararı çıkmıştı.
Neden 20 yıla “indi” ?
Örnek, Doğan ve Fırtına’nın cezaları “darbe teşebbüste kaldığı” için 20 yıla indi.
3 eski komutanın cezasının gerekçesi ise, “Türkiye Cumhuriyeti İcra vekili heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” olarak açıklandı.
Kimler ne ceza aldı ?
MHP Milletvekili Korgeneral Engin Alan, emekli Orgeneral Ergin Saygun, eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Şükrü Sarıışık, emekli Korgeneral Nejat Bek, emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü, emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri, emekli Albay Cemal Temizöz, Koramiral Abdullah Can Erenoğlu, emekli Koramiral Kadir Sağdıç, Bilgin Balanlı ve Deniz Cora’ya ise 18 yıl hapis cezası verildi.
Dursun Çiçek, Ahmet Zeki Üçok, Ömer Faruk Ağayarman’a 16 yıl hapis cezası aldı.
34 sanık için de beraat kararı verildi.
DURUŞMADAN NOTLAR
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nde oluşturulan salonda yapılan duruşmaya, Orgeneral Bilgin Balanlı, emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, emekli Oramiral Özden Örnek, MHP milletvekili emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli orgeneral Ergin Saygun’un da aralarında bulunduğu 248 tutuklu sanık katıldı.
Duruşmada, 12 tutuksuz sanık ile 9 sanık avukat ı da hazır bulundu.
Davanın tutuklu sanıkları emekli Orgeneral Ergin Saygun, Albay Hakan Mehmet Köktürk ile “Ergenekon” davasından tutuklu yargılanan bu davanın tutuksuz sanığı emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün katılmadığı duruşmada, Mahkeme Heyeti Başkanı Ömer Diken, dünkü celsede sanıklara son söz haklarının tanındığını hatırlattı.
Mahkemenin, dün karar için değerlendirmeye çekildiğini, ancak bir neticeye ulaşamadığı belirten Diken, bu nedenle duruşmanın bugüne bırakıldığını anımsattı.
Diken, dünkü duruşmaya katılmayan 4 tutuksuz sanığa da son söz hakkı tanınacağını ifade etti.
Tutuksuz sanıklar Özgür Ecevit Taşçı, Berna Dönmez, Erdem Ülgen ve Abdülkadir Eryılmaz’ın son sözlerinin alınmasının ardından Başkan Diken, “Son değerlendirmemizi yapmak üzere bir süre daha ara veriyoruz. Daha sonra heyetin bir karar vermesi halinde kararımızı açıklayacağız” dedi.
250’si tutuklu 365 komutanın yargılandığı Balyoz Davası’da komutanlar son sözlerini söyledi.
Tutuklu komutanların son sözlerindeki vurgular ortaktı.
“Bu adil bir yargılama değil” diyen komutanlar, son sözleri “vatan sağolsun” oldu.
Komutanlar, delillerin tartışılmadığına dikkat çekti.
Aylar boyunca tanık olarak çağırılmasını talep ettikleri eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın hiç dinlenmeden karara geçilmesine de tepki vardı.
Tutuklu komutanlardan emekli Orgeneral Ergin Saygun, duruşmaya ambulans ve tekerlekli sandalye ile getirildi. Balyoz tertibinde tutuklu yargılanan komutanların son sözleri ise, tarih sayfalarına yazıldı.
E. Org. Çetin Doğan
Vereceğiniz karar hakkınızda hayırlı olsun. Bu yargılama Türk Milleti’ne, Türk hukukuna mal edilemez.
E. Org. Ergin Saygun
Bugün güç sizde ancak hak bizimledir.
YAŞ Üyesi Org. Bilgin Balanlı
Karar hukuki değil, siyasi olacak. Hüküm, bizlere değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin manevi şahsiyetine verilecek. Siyasi hesaplaşmanın mağdurlarıyız. Vatan sağolsun.
MHP Mv E. Korg. Engin Alan
Söylenebilecek her şey söylendi. Söyleyecek söz kalmadı.
E. Kora. Kadir Sağdıç
Söyleyecek son sözüm yok. Özgürlüğümü ve onurumu geri verin.
E. Tuğa. Fatih Ilgar
Adil bir yargılama söz konusu değil. Bu aşamanın son söz ve karar aşamasında olduğumuzu düşünmüyorum.
E. Tüma. Ali Deniz Kutluk
Olmayan bir fiilin faili değilim. Türk Milleti adına, bu komployu kuranların bulunmasını talep ediyorum.
E. Tüma. Cem Gürdeniz
Mahkeme tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirmiştir. Bu mahkemeyi tanımıyorum. Söylenecek sözüm yoktur.
E. Tuğa. Cem Aziz Çakmak
Davada ne karar çıkarsa çıksın maksat hasıl olmuştur. TSK’da kapsamlı bir tasfiye gerçekleşmiştir.
Hakim Alb. Ahmet Zeki Üçok
Verilecek karar siyasidir, hüküm TSK ile siyasi bir hesaplaşmanın ürünüdür.
Alb. Mustafa Önsel
Darağacı kuruldu, usulen son sözlerimiz isteniyor. Önceden verdiğiniz kararı yüzümüze okuyacaksınız. O hüküm benim için bir onur olacaktır.
HEY VURDUM DUYMAZLAR..!!!!!
Eeeyyyyyy Sabancılar, Koçlar, Holdingler,
Üniversiteler, Sendikalar, lar, ler..!!!
Siz bu memlekette yaşamıyorsunuz galiba.
Hiç sesiniz çıkmıyor..!!!
Demokrasi diyorsunuz, ama onun gereklerini yerine getirmiyorsunuz !
-Ülke özelleştirme lâfı ile parsel parsel satıldı ve satılıyor. Ses yok.
-10 yıl önce sonu gelen terör, şehirlere indi, her gün en az birkaç şehit veriyoruz.
İçimiz kan ağlıyor.
Kadınlar çocuklar ağlıyor.
Uçaklar, roketatarlarla yüz binlerce masrafa karşılık 10-20 terörist öldürüldüğü ile övünülüyor. Aldıran yok.
– Cephanelikte patlama oluyor. 25 askerimiz ölüyor. Sebebi bir türlü açıklanamıyor. Soran yok.
– Yepyeni bir eğitim programı başlıyor, küçücük çocuklar okula alnıp ilk hedefin Arapça ve kuran öğrenmek olduğu söyleniyor. Vatan, millet, bilim hepsi bir tarafa atılıyor. Sonunu düşünen yok.
– Bir çok bilim adamlarımız, değerli komutanlarımız, gazetecilerimiz suçsuz olarak yıllarca hapislerde yatıyor. Vicdan yok.
– Ülkemize sığınmacı olarak Suriye’den, Libya’dan eli silahlı insanlar getiriliyor ve bunlar ülkemizde eğitiliyor. Gören yok.
– Komşumuz Suriye’ye savaş eşiğindeyiz. Fark eden yok.
– Büyük bir iç savaşa doğru dolu dizgin gidiyoruz. Korkan yok.
Bakıyorum hiç birinizin umurunda değil.
Hepinizin gözünü para bürümüş, gelmekte olan tehlikenin farkında değilsiniz.
90 yıl önce Cumhuriyet ile elde ettiklerimizin bir bir elden gittiğini, onlar sayesinde bu günkü saltanatınızı sürdüğünüzü görmüyorsunuz.
Her gün yalanla dolanla konuşan, önüne gelene en ağır lafları söylemeye çekinmeyen , ona karşılık kendisinin demokrat olduğunu söyleyen bir devlet başkanına demokrasi gereği neden karşı çıkmıyorsunuz?
Bu ülkeye gelecek her kötülükte hepinizin payı var, untmayın! bu gemide hepimiz varız.
Nasıl böyle sessiz kalıyorsunuz ?
Yazık olacak bu güzel ülkeye ve bu dinle uyutulan, her türlü sömürüye
katlanan güzel halkımıza !
98 yaşındayım ve ömrümün şu son günlerini, yapılan o eşsiz devrimimizin bir takım dinden, paradan yarar sağlayanlar, gâvur dediklerinin ekmeği ile beslenenler tarafından içine edildiğini görerek, içim yanarak, yüreğim kan ağlayarak geçiriyorum.
Bu günleri de çok arayacaksınız çoooook,
haberiniz olsun..!!!!!
Muazzez İlmiye ÇIĞ
ARINÇ’TAN “AKILLICA HAREKETLER”…
Soyadı : ARINÇ
Bülent Arınç ile PKK arasında, herkesin gözü önünde gerçekleşen bu “dar alanda
kısa paslaşmalar”, önümüzdeki süreçte yeni “akıllıca hareketlerin” habercisidir.
Son seçimde AKP’ye % 50 oy vererek bu tür adamları
yeniden iktidar yapan “güzel” “millet”im…
Evlatlarının katili terör örgütünün akıl hocalığına
soyunan Başbakan Yardımcınla ne kadar övünsen
azdır…
Serdar ANT
Kahpe terör saldırılarıyla Türkiye adeta kan gölüne döndü. 4 ayda 116 şehidi toprağa verdik. Son acıyı Karlıova’da yitirdiğimiz polislerle yaşadık. Millet göz yaşı dökerken, aynı gün Denizli’de bir okulun açılışına katılan Başbakan’ın yüzünden gülücükler eksik olmuyordu.
8 polise sel gibi gözyaşı…
Bingöl Karlıova’da şehit edilen 8 polis memuru, Malatya’daki törenin ardından memleketlerinde gözyaşları ve dualarla ebediyete uğurlandı. Elazığ’da toprağa verilen şehit polis Fatih Celayir’in annesi Sevinç Celayir, oğlunun katafalka konulan tabutuna sarılıp fotoğrafını öperek ağladı, ağlattı: Çekin, şehit anasını çekin… Hainlere inat dimdik duracağım. GÜNCEL, Sayfa 9
Tayyip Erdoğan’a göre “Mücadele bedelsiz olmaz”mış
Başbakan Erdoğan, yeni eğitim-öğretim yılı dolayısıyla Denizli’de bir okul açılışına katıldı ve artan terörü değerlendirdi: Akan kanların durmasını biz de istiyoruz. Ancak bu mücadele bedelsiz olmuyor. Tüm bu alçakça saldırılara rağmen, terörle mücadelemizi yürüteceğiz. GÜNCEL, Sayfa 9
Şehit polislerimizi dualarla uğurladık
Karlıova’da bölücü hainlerin şehit ettiği 8 polis, törenlerle toprağa verildi. Cenazelerde gözyaşları sel olurken terör örgütüne lanet yağdı.
Bingöl’ün Karlıova ilçesi Hacılar köyü yakınlarında teröristlerin yola döşediği mayının patlaması sonucu şehit olan 8 polisin cenazesi, Malatya’da yapılan törenin ardından memleketlerinde son yolculuklarına dualarla uğurlandı. Şehit polisler için ilk tören Malatya Erhaç Havaalanı’nda yapıldı. Türk bayrağına sarılı şehit polislerin naaşlarının tören alanına gelmesiyle birlikte şehit yakınlarının feryatları göğe yükseldi.
“Başbakan’a söyleyin”
Törende şehit polislerden Samet Kırcalı’nın eşi Duygu Kırcalı elinde Türk Bayrağı ile sitem etti. 1.5 yıldır evli olduklarını ifade eden acılı eş şunları söyledi: “Bu son olsun. İzmir’de aynı lisede aynı masayı paylaştık. Bakın şu saçlarım bembeyaz oldu. ‘Bir gün karısı olacağım’dedim, oldum. İzmir’in şehidi var. Özel Harekat’tan vazgeçirttim, dağlara çıkmasına kıyamadım. İşsiz kaldı, Başbakan’a söyleyin mecbur kaldı da polis oldu.” Şehit Kırcalı, İzmir’de toprağa verildi. Törene şehidin ailesi, yakınları ve binlerce vatandaş katıldı. Şehit Gökhan Kuzu Malatya’da, Fatih Celayir İstanbul’da, Ümit Yıldırım Trabzon’da Osman Küçükdillan Konya’da ve Şehmus Karakut da Diyarbakır’da toprağa verildi.
Yükselen feryatlar yürekleri dağladı !
Şehit polis Cuma Mercimek, son yolculuğuna memleketi Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde uğurlandı. Yakınlarının, şehit polis memurunun cenazesinin baba evine getirilişi sırasında gözyaşlarına hakim olamadığı görüldü. Mercimek’in cenazesi, TOKİ Camisi’nde kılınan cenaze namazının ardından Küme Evler Mezarlığı’nda toprağa verildi. Törene katılan vatandaşlar tekbir getirip, terör örgütü aleyhine slogan attı. Cenazenin mezarlığa götürülüşü sırasında tabuta sarılarak ağlayan şehidin yakınları, vatandaşlar teskin etmeye çalıştı. Şehit Cuma Mercimek’in 4 yıllık polis memuru olduğu ve iki ay önce evlendiği öğrenildi.
Bir acı da Adıyaman’da
Şehit olan polis memuru Murat Toprak’ın cenazesi ise memleketi Adıyaman’da toprağa verildi. Şehit için Kahta ilçesine bağlı Narsırtı köyünde düzenlenen törene şehidin ailesi, yakınları ve çok sayıda vatandaş katıldı. Toprak’ın cenazesinin baba evine getirilişi sırasında gözyaşları sel oldu. Toprak, daha sonra köy meydanında kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi. Cenazede PKK aleyhine sloganlar atıldı.
Erdoğan: Mücadele bedelsiz olmuyor
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Denizli’de Cedide Abalıoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde, 2012-2013 eğitim öğretim yılı ve toplu açılış töreninde bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, önceki gün Hakkari Çukurca’da 4 askerin şehit olduğunu, dün de Bingöl’den acı haber geldiğini ve 8 kahraman polisin şehit olduğunu ifade ederek, “Terörle mücadelemiz şüphesiz ki devam edecek” dedi. Erdoğan şunları söyledi: “Şüphesiz ki bir bedel de ödüyoruz. Çünkü bu mücadele bedelsiz olmuyor. Akan kanların durmasını biz istiyoruz. Eğer terör örgütüyle yan yana olanlar, terör örgütüyle silahların susmasını değil, silahların bırakılmasını isteyenler varsa şunu bilmeleri lazım. Bizler devlet olarak, hükümet olarak zaten silahların bırakıldığı yerde operasyonları devam ettirmeyiz. Ama devlet askeriyle polisiyle hiçbir zaman silah bırakmaz. Çünkü polisin de askerin de silah kendisinin demirbaş enstrümanıdır. Onunla asayişi, terörü bertaraf etmek için mücadele eder. O onun her zaman sabit demirbaşıdır. Ama terörist eğer silahı bırakırsa bilmelidir ki bu ülkede operasyonlar da biter. ’Ama efendim silahlar sussun’, silah teröristin elinde olduğu sürece susmaz. En ufak fırsatta o silahını yine ateşler masum insanların üzerine. Tüm bu haince saldırılara, tüm bu alçakça saldırılara rağmen bölücü terör örgütüne karşı en kararlı şekilde mücadelemizi yürütüyoruz ve yürüteceğiz.” Erdoğan, sadece Hakkari’de son 10 günde 123 teröristin etkisiz hale getirildiğini söyleyerek, Şubat ve Ağustos ayları arasında 373, son 1 ay içinde bölgede yürütülen operasyonlarda da toplamda yaklaşık 500 teröristin etkisiz hale getirildiğini bildirdi.
Torunum okula gitti
Konuşmasında, 4+4+4’ü de savunan Başbakan Erdoğan, “Türkiye genelinde millet artık imam hatip okullarıyla kucaklaşıyor. Bu okullarla hasret bugün sona eriyor” diye konuştu. Başbakan Erdoğan şunları söyledi: “Bizim reformlarımıza karşı çıkıyorlar. Ama neye neden karşı olduklarını söylemediler. 66 aylık çocuklarının tamamını anne babaları okula göndermiş durumda. Benim torunum da bugün okula başladı, o da 66 aylık.”
SEBEBİ SİZSİNİZ..!!!!!
Yıllar evvel uyarmıştık, inandıramadık.
Kürtçü-Bölücü danışmanları- Karen Fog, Soros çocukları– kendilerine “liberal” diyen Türkiye ve Atatürk düşmanı yazar-çizer takımı- Amerikalı, Avrupalı dostları beraberce Tayyip Erdoğan’ı, 300 yıl evvel Vatikan-Papa tarafından açılmış “Kürtçülük Kuyusu”na attılar.
Ne olduğunu Erdoğan’ın bile bilmediği “Açılım” oyunlarıyla, ülkenin kimyasını bozdular.
Tayyip Bey, içine atıldığı Kürtçülük kuyusundan kurtulmak için debelenip durdu.
“Kuyu derin değil sana atılan ip kısa, gittiğin yol yanlış” dedik, inandıramadık.
Geçen ay, kendisini yine ikaz etmiştik.
Böyle giderseniz PKK ve destekçileri sizi “Terör Manyağı” yapar, iş yapamaz, sokağa çıkamaz hale gelirsiniz, dedik yine inandıramadık.
Geçen 24 saatte 12 şehit ve çok sayıda yaralı verdik. Dün askerlerimizi taşıyan bir otobüse PKK tarafından roketatar saldırısı yapıldı.
9 Askerimiz şehit oldu, 70 Askerimiz yaralandı…
Diyarbakır-Hani İlçesinde PKK yol kesti. Kaçıp canını kurtarmak isteyen bir vatandaşı öldürdüler, 2 kişiyi de yaraladılar. Ağrı-Doğubayazıt İlçesinde şantiye basan PKK, 11 aracı yaktı…
Tüm bunlar Tayyip Erdoğan’ın; “Ülkenin her metrekaresinde devlet hakimiyeti vardır” dediği Türkiye de oldu.
Başbakan Erdoğan ise, tedbir alıp ölümleri önleyeceğine, şaşkınlıktan sağa-sola laf etmeye, Anayasamızın “Lâiklik” ilkesini çiğnemeye devam ediyor.
Türkiye, evlâtlarını kaybediyor, insanların içi yanıyor. Başbakan Erdoğan, BOP Eşbaşkanlığını paylaştığı ABD Başkanı Obama’dan yardım istiyor. Mübaşire derdini anlatan şaşkın gibi… Yetmiyor kongresi için, PKK’nın esas patronu Barzani’yi “Onur Konuğu” olarak davet ediyor!..
Diyarbakır AKP İL Teşkilatı, aynen terör örgütünün yaptığı gibi “Halk Mahkemesi kuruyor ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “Övünç Madalyası” verdiği kahramanı, Erdoğan’ın posterleri altında gıyabında yargılama densizliği yapıyor, kendisini eleştiren herkese bağıran Erdoğan bu konuda tek kelime etmiyor ama, “terör örgütü silah bırakırsa, operasyonlar durur” diye konuşmaya devam ediyor…
Ülkenin belli bölgelerinde “devlet otoritesi” ve “yol güvenliği” yok hükmünde.
PKK yol kesiyor, istediği kişiyi alıp dağa götürüyor, öldürüyor, yakıyor, yıkıyor, Türkiye’nin güvenliğinden sorumlu hükümet, İmam-Hatiplerle, ilkokula kadar inen türbanla, Atatürk ilke ve devrimlerinin izlerini silmekle meşgul !…
Bu ölümlerin, sakat kalmaların, ülkenin uğradığı ekonomik kayıpların tek sorumlusu 10,5 yıldır ülkeyi tek başına yöneten Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Onu uyarmayan, her dediğine “amenna” diyen AKP Milletvekilleri ise suç ortaklarıdır.
“Mişon askere gitmiş. Bir çatışma anında başının üzerinden kurşunlar uçuşurken komutanına seslenmiş; “Komutanım, kan kokar mı?..”
Komutan; “Kokmaz Mişon” diye terslemiş.
Mişon; “Eyvah, o zaman ben sıçmışım”…”
Mişon’a döndünüz Tayyip Bey.
Kan kokmaz ama, şehit kanı vatan hainlerini boğar…
Sağlık ve başarı dileklerimle / 19 Eylül 2012
Rifat SERDAROĞLU
Bingöl’de teröristler askerimize saldırdı,
şehit ve yaralılar var,
dün de vardı, önceki gün de, bugün de var,
yarın zaten şehit habercisi gibi.
Neden ?
Açık açık anlatalım…
1 Eylül 2004’te ATV televizyonlarına Başbakanlık Konutu’nu açan bizim Başbakan, baş köşede YEDİ KOLLU ŞAMDAN’ı dünya aleme gösterdi.
Bu bir cesaret göstergesiydi, öyle ya Türkiye gibi İsrail karşıtı siyasetlerin prim yaptığı bir ülkede, bir Başbakan’ın İsrailoğulları’nın “Kutsal Işık” sembolü olan şamdanla birlikte görüntülenmesine izin vermesi kolay iş değildi.
Peki, bizim Başbakan bu cesareti nereden bulmuştu ?
Şimdi şamdan olayından biraz geriye gidelim, yıl 2004, Ocak ayı.
New York’ta Yahudi örgütleri bizim Başbakan’ı davet eder ve bir ödüle layık görür.
Ödülün adı; “Yahudi Üstün Cesaret Ödülü”, sembolü ise “DAVUT’un BOYNUZU”dur.
Tevrat’a göre YEDİ KOLLU ŞAMDAN ışık saçıp yol gösterir, DAVUT’un BOYNUZU ise seçilmiş kişiyi korur.
Ve böylece bizim B aşbakan Müslüman dünyasında Yahudi Üstün Cesaret Ödülü alan tek “Müslüman” Lider olur…
Peki neydi, neyi gösteriyordu, neyi anlatıyordu bu bizim Başbakan’daki Davut’un Boynuzu ?
Son Yorumlar