28
Ağu
09

Hilafetçi Paşalar ve Atatürk

Devrim İçinde Karşıdevrim

Milli Mücadele’nin başlangıcından Cumhuriyet’in ilanına ve Atatürk’ün ölümüne kadar geçen süre Türk Devrimi’ni gerçekleştiren kuvvetler içinde de bir devrim ve karşıdevrim mücadelesine sahne olmuştur. Bağımsızlık Savaşı’nın ve Türk Devrimi’nin önündeki en büyük engel elbette ülkeyi işgal eden emperyalist kuvvetlerdir ve emperyalist işgale karşı verilen silahlı mücadele bütün halkı ortak bir cephede bir araya getirmiştir. Ortak amaç ülkenin işgalden kurtarılmasıdır.

Ancak Türk Devrimi bizzat Mustafa Kemal’in düşüncesindeki biçimiyle belirginleşmeye başladığı andan itibaren O’nu “Tek Adam”lığa götüren süreç de başlamış olacaktır. Mustafa Kemal işgale karşı tek yumruk olarak başlayan direnişi eski köhnemiş düzeni yıkarak gerçek bir toplumsal devrime çevirmeye başladığı andan itibaren o güne kadar beraber mücadeleye giriştiği en yakın arkadaşlarıyla bile karşı karşıya gelmiştir.

Milli Mücadele ve ardından yaşanan devrimler sürecinde Mustafa Kemal’in karşısına örgütlü bir muhalefet olarak çıkan en önemli isimler Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Refet Bele gibi Milli Mücadele’nin önde gelen komutanlarıdır.

Devrim daha oluşum aşamasında bizzat devrime katılan güçlerin karşıdevrim safına geçmesiyle birlikte bir karşıdevrimle de boğuşmak zorunda kalmıştır. Karşıdevrim özellikle emperyalist işgalin sona erdirilmesinin ardından başlayan toplumsal devrimler sürecinde çok etkili olacaktır. Atatürk bu süreci şu sözlerle özetleyecektir: “Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor.”

Mustafa Kemal’e Karşı Muhafazakar Paşalar

Bağımsızlık Savaşı başarı ile tamamlandığında Mustafa Kemal ve O’nu destekleyenler Millet Meclisi’nde azınlık durumundadırlar.

Rauf Orbay’ın liderliğini yürüttüğü muhafazakar cephe, Hilafet ve Saltanat taraftarı ve toplumsal devrimlere bütünüyle karşı olan paşaların siyasal ve yine bu cephe içindeki hocaların dinsel etkisi nedeniyle Meclis’te hakim kuvvet durumundadır.

Mustafa Kemal ve O’na bağlılığını sürdüren Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri her ne kadar düşmanı yurttan atan ve bağımsızlığın kazanılmasında en etkin rol oynayan kişiler olsalar da, Millet Meclisi içinde Hilafet ve Saltanat yanlılarıyla karşılaştırıldığında hâlâ azınlık konumundadırlar.

Peki Millet Meclisi’ndeki muhafazakar kesimin bu derece bağlılık duyduğu Halife-Sultan kimdir? Tahtını korumak için Milli Mücadele’ye katılanları eşkıyalıkla suçlayan ve bizzat Mustafa Kemal hakkında ölüm fetvaları yayınlattıran, Milli Mücadele’yi baltalamak için açık bir biçimde İngilizlerle işbirliği yaparak sayısız ayaklanmalar tezgahlayan Vahdettin.

Cumhuriyet mi Hilafet mi?

Milli Mücadele süreci aslında yeni bir devletin de kuruluşu anlamına gelmektedir. Ortaya çıkan büyük çatışma da zaten bu noktada düğümlenmektedir: Yeni devletin rejimi ne olacaktır?

Mustafa Kemal daha emperyalizme karşı bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesine giriştiği andan itibaren kafasında halk egemenliğine dayanan bir Cumhuriyet tasarlamaktadır. Bu fikirlerini daha askeri okulda Abdülhamit istibdadına karşı gizli Vatan ve Hürriyet örgütünü kurduğu günlerde oluşturmuştur.

Oysa Mustafa Kemal’in dışında Milli Mücadele’ye katılanların hiçbirisinin aklında bir Cumhuriyet rejimi fikri yoktur. Dahası Meclis içindeki muhafazakar muhalefet Mustafa Kemal’in Cumhuriyet idaresine giden bir yol açtığını fark ettikleri andan itibaren karşı safa geçerek Hilafetçi cepheyi örgütlemeye girişeceklerdir.

Cumhuriyet ve Hilafet arasındaki bu mücadelede Millet Meclisi de iki karşı kutba bölünmüştür ve Lozan Anlaşması imzalanıp bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra bile Cumhuriyetçi güçlerle Hilafetçiler arasındaki mücadele kızışarak devam etmiştir.

İki Grup: Devrimciler ve Muhafazakarlar

Mustafa Kemal’e karşı örgütlenen muhafazakarlar Erzurum ve Sivas Kongresi’nden itibaren ayrı bir cephe olarak ortaya çıkmışlardır. İttihat ve Terakki üyelerinden Karakol Cemiyeti’nin kurucularına ve Meclis’te önemli bir sayısal üstünlüğe sahip olan hocalara kadar büyük ve her geçen gün artan bir muhalefet söz konusudur.

Milli Mücadele’nin ilerleyen süreci içinde muhafazakar muhalefet Meclis’i adeta kilitleyerek Hilafet ve Saltanatı Meclis korumasına almaya çalışırlar. 1921 Anayasası’nın Meclis’te yapılan görüşmeleri bu çatışmalar yüzünden ancak sekiz ayda tamamlanabilmiştir. Muhafazakarların temel isteği anayasaya Hilafet ve Saltanatın korunması maddesini eklemektir. Oysa Mustafa Kemal daha Cumhuriyet ilan edilmese de Saltanat ve Hilafet rejimine karşı halk egemenliğine dayalı bir Cumhuriyet fikrini çoktan uygulamaya koymuştur. Zaten Cumhuriyet’in ilanını ardından kuracağı partiye de Halk Partisi adını verecektir.

Atatürk’ün hazırlattığı tarih ders kitabında Meclis içindeki bu ayrışma şu şekilde tarif edilmektedir:

“Meclis üyelerinin çeşitli gruplara bölünüşü görünürde ve şekilsel bir bölünmeydi; Meclis üyeleri gerçekte üç-dört cereyana bölünmüştü; en sağ cenahta çoğunluğu hocalardan meydana gelmek üzere İslamcı muhafazakarlar, sağ cenahta daha ılımlı muhafazakarlar, sol cenahta ise bol miktarda demokratlar, yani Mustafa Kemal’in fikirlerini bütün sonuçları ile kabul ederek, İstanbul müesseselerin kaldırıp halkın hakimiyetine dayalı yeni bir Türk devletinin pürüzsüz kurulmasına taraftar olanlar ve nihayet bunların daha solunda komünist etkilere az çok kapılanlar vardı. Çoğu Mebuslar Meclisi’nde olduğu gibi, bazen sağ cenahla en sol cenahın uyuştukları da görülüyordu. Fakat genellikle bu tür cereyanlara tabi olanların çoğu maksatlarını ve gayelerini iyice anlayıp muhakeme ederek, bilinçli hareket etmek kudretine sahip değildiler; çünkü siyasi bilgi ve hazırlıkları noksandı. Fikirleri işlenmiş ve açıklık kazanmış iki cereyan vardı: Birisi Mustafa Kemal’in devrimci halkçılığı, diğeri hocaların bağnaz dinciliği.”

Burada tarif edilen muhafazakar çizginin başını ise kendisi de iflah olmaz bir Hilafetçi olan Rauf Orbay çekiyordu. Kurtuluş Savaşı esnasında Bahriye Nezareti-i Erkanı Harbiye Reisliği gibi önemli bir mevkiide bulunan Orbay daha sonra 15. Kolordu Komutanlığı’nı yürüten ve Erzurum Kongresi’nin toplanmasında de önemli rol oynayan Kâzım Karabekir’le birlikte Refet Bele ve Fevzi Çakmak gibi önemli isimleri de içine alan bir Hilafet-Saltanat cephesinin öncüsüydü.

Mustafa Kemal’e Karşı İttihatçı ve Muhafazakar Cephe

Mustafa Kemal’e karşı ileride kendisini İlerici Cumhuriyetçiler (Terakkiperver Cumhuriyetçiler) olarak adlandıran cepheye dönüşecek olan ancak gerçekte koyu bir gericilikten başka bir ideolojik hatta oturamayacak olan muhalefet bir kaç farklı grubun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bir yanda eski İttihat ve Terakki mensupları, bir yanda işbirlikçi ve gerici Hürriyet ve İtilaf taraftarları öte yandan Meşrutiyet döneminin komitacıları hepsi bir arada Mustafa Kemal’in karşına dikilmişlerdir. Dolayısıyla ortada gerçek bir şer cephesi bulunmaktadır. Eski düzenin siyaseti, bütün kişi ve kurumlarıyla direnişe geçmiştir.

Bu muhafazakar cephenin birleşme çabasına girmesinden itibaren Mustafa Kemal’le aralarındaki ayrılıklar derinleşir.

Bir yandan Hilafet ve Saltanat meselesi ağır bir sorun olarak ortaya çıkarken bir yandan da yeni Türk devletinin inşası sürmektedir. Ancak Rauf Orbay, Lozan görüşmelerinin başladığı dönemde bile muhalefetini sürdürmektedir. Gerçi Rauf’un Lozan görüşmelerinde muhalif bir çizgide bulunmasının arkasında başka gerçekler de yok değildir. Osmanlı’nın ölüm fermanı olan Mondros Anlaşması’nın altında Rauf’un imzası vardır. Oysa yeni Türk devleti şimdi Sevr’i yırtarak Lozan’la bağımsız bir devlet olma yoluna girmiştir.

Lozan görüşmeleri aynı zamanda yeni bir devletle birlikte yeni bir rejimin de kurulması anlamına gelmektedir ki, bu noktada muhalefet artık iyice birbirine kenetlenir. Karakol Cemiyeti gibi gizli teşkilatların ve Cavit Bey öncülüğündeki liberallerin de katılımıyla muhalefet daha da güçlenme çabasındadır.

Dolayısıyla o dönemki saflaşmaya bakıldığında bir yanda Mustafa Kemal ve onun peşinden giden Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri, karşı tarafta ise eski İttihatçılardan liberallere ve gericilere kadar geniş bir cephe görülecektir. Bugün bile pek çok konuda Atatürkçü güçlerin önüne çıkan liberal-gerici ittifakı işte bu dönemin ürünüdür.

Cumhuriyet Sözcüğünü Söylemeye Rauf’un Dili Varmıyordu

Atatürk aslında daha Büyük Taarruz öncesinde görüştüğü Rauf Orbay, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy üçlüsüyle yaptığı toplantıda onların açıkça Hilafetçi bir çizginin savunucuları olduğu gerçeğini görmüştü. Ancak Büyük Taarruz gibi bir ölüm kalım mücadelesi öncesinde Başkomutanlık yetkisini uzatmak için bu üçlüye taviz vermek zorunda kalmıştı.

Zira o sırada Meclis içinde iyiden iyiye güçlenen muhafazakarlar Mustafa Kemal’in bir diktatörlük kurmak hevesinde olduğunu, Padişahı devirip yerine geçmeyi planladığı propagandasıyla elindeki yetkileri azaltmaya çalışmaktaydı. Mustafa Kemal’in Meclis Başkanlığından Ordu Komutanlığına kadar bütün yetkileri elinde tutmasını içlerine sindiremiyorlardı. O nedenle Mustafa Kemal’in böyle bir aritmetik içinde Başkomutanlık için Meclis’ten uzatma çıkartması son derece güç olacaktı. O nedenle Orbay-Bele-Cebesoy üçlüsüne söz verdiği şekilde Meclis’te “Hilafet ve Saltanatı kurtaracağını” ve “zaferden sonra köşesine çekileceğini” söylemiştir.

Mustafa Kemal, Nutuk’ta Meclis’teki tartışmaları anlatırken “Rauf’un Cumhuriyet sözünü söylemeye dili varmıyordu” diyerek Orbay ve taraftarlarının Cumhuriyet’e olan karşıtlıklarını net olarak sergiliyordu. Gerçekten de, Rauf Orbay daha Atatürk’ten Hilafet ve Saltanata bağlı kalacağı sözünü aldığı toplantıda Hilafet konusundaki bağnazlığını şu şekilde ortaya koymuştu:

“Ben Padişaha ve Hilafet makamına gönül ve duygu yönünden bağlıyım. Çünkü benim babam Padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasında geçmişti. Benim de kanımda o ekmekten vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise görgüm gereğidir. Bunlardan başka genel görüşlerim de vardır. Bizde kamunun birliğini korumak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da Padişahlık ve Halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmak yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur, bu hiç uygun bir iş olmaz.”

Refet Bele, Rauf Orbay’ın bütün söylediklerini onaylar, Ali Fuat sessiz kalır. Hatta Orbay, Atatürk’ün bu sözleri Meclis’te söylemesini istediğini de belirtir. Atatürk Başkomutanlık meselesi nedeniyle bu istediği kabul eder ve bu olay Meclis içindeki muhafazakar cephede büyük bir sevince yol açar.

Saltanat Zorla Nasıl Kaldırıldı?

Ancak Atatürk’ten bu sözleri vermesini isteyen aynı Rauf Orbay birkaç ay sonra Atatürk’ün isteğiyle Meclis kürsüsünden Saltanatın kaldırılması gerektiğini savunacaktır. Atatürk usta bir taktikle Hilafet ve Saltanatın birbirinden ayrılacağını ancak Hilafetin devam edeceğini söyleyerek Saltanatın kaldırılmasını Meclis’e kabul ettirmeyi başarır.

Başta Rauf Orbay ve Refet Bele olmak üzere muhafazakarlar halifeliğin Saltanattan ayrılamayacağını ileri sürüyorlardı. Saltanatın kaldırılması hakkında kanun tasarısı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülürken, Hilafetle Saltanatın ayrılamayacağı düşüncesi ileri sürüldü. İkinci Grup mensupları bu fikri savunmakta ısrarcılardı.

Mustafa Kemal bunun üzerine söz alarak, yüksek sesle şunları söyler:

“Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hakimiyet, Saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milleti’nin hakimiyet ve Saltanatına vaziülyed olmuşlardı (zorla el koymuşlardı). Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve Saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete Saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler (toplananlar) Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu konuşmanın ardından Meclis’te dengeler tersine dönecektir. Saltanatın kaldırılmasının ardından muhaliflerin isteklerini bir nebze olsun karşılamak için Mustafa Kemal, Abdülmecit’in Halife olarak Meclis tarafından seçilmesine ses çıkarmaz. Muhafazakar cephe Refet Bele başta olmak üzere artık Halifenin dizlerinin dibinden ayrılmamaktadır. Kendisini hala Saltanatta zanneden Abdülmecit ise bir süre sonra Hilafetin de kaldırılacağından ve koltuğunu tümüyle kaybedeceğinden habersizdir.

Hilafet İstanbulu, Cumhuriyet Ankarası

Hilafetçiler, Halifelik makamının devamlılığından o kadar emindirler ki Ali Fuat ve Adnan Adıvar gibi isimler hâlâ her fırsatta İstanbul’a dönmekte ve sanki politika orada yürüyormuş havasındadırlar. Ankara ve İstanbul bu süreçte Hilafetçi ve Cumhuriyetçi güçler açısından bir semboldür. Hilafetçiler Halifelik makamının bulunduğu İstanbul’u hâlâ başkent olarak kabul etmekte ve Ankara’yı Milli Mücadele’deki zorunluluktan kaynaklanan geçici bir nokta olarak görmektedirler.

Mustafa Kemal’e karşı büyük bir antipropaganda mücadelesine girişen işbirlikçi mütareke basını da İstanbul’u kendisine karargah seçmiştir. Tanin ve Tevhidi Efkar’dan, Son Telgraf’a kadar Hilafetçi basının merkezi de İstanbul’dur. Ankara ve İstanbul arasında ortaya çıkan ayrım Hilafet ve Cumhuriyet arasındaki derin uçurumu temsil etmektedir ve Mustafa Kemal bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya çıktığında işgalcilerin ve işbirlikçilerin merkezi konumundaki İstanbul’u bütünüyle gözden çıkartmıştır.

Milli Mücadelenin başkenti Ankara yeni Türk devletinin ve Cumhuriyet’in Ankarasıdır. Bu ayrım o derece belirgindir ki, Atatürk 1924’te Karadeniz gezisine çıktığında, değil İstanbul’u ziyaret etmek, kentte durmayı bile kabul etmeyecektir. Nitekim, Atatürk Cumhuriyet kurulduktan sonra bile İstanbul’a dönmeyecek ve İstanbul’u ancak 1927’de ziyaret edecektir.

Cumhuriyet Yolu-Hilafet Yolu

Hilafet ve Saltanat’ın birbirinden ayrılmasının ardından Mustafa Kemal’in asıl amacına sıra gelmiştir: Hilafetin kaldırılması. Hilafetin tehlikede olduğunu gören Orbay, Cebesoy ve Karabekir bu süreçte Mustafa Kemal’den iyice koparlar ve halife Abdülmecit’e yakınlaşırlar.

Lozan görüşmelerinin sürdüğü günlerde yaşanan Hilafet tartışmasında Refet Bele İstanbul’dadır ve İstanbul’un başkent olması konusunda çalışmaktadır. Böylelikle Hilafet makamı da korunacaktır.

Hilafet yanlısı Orbay ve grubu Meclis içinde Fethi Okyar hükümetine karşı da günden güne güçlenir. Mustafa Kemal o günlerde iyice yaygınlaşan ve Kuvayı Milliye’nin önünü kesen eşkıyalığa son vermek için Meclis’ten Aydın, Denizli, Burdur ve Afyon illerini kapsayan yerlerde sıkıyönetim ilanının onaylanarak süresinin uzatılmasını ister. Ancak Meclis’teki Hilafetçi çoğunluk bu teklifi reddeder.

Bu olayın ardından Mustafa Kemal kendi isteğine rağmen Halk Partisi grubunda Ali Fuat Cebesoy’dan boşalan Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Orbay’ın, İçişleri Bakanlığına da Sabit Sağıroğlu’nun seçilmesi üzerine mevcut yapı ile devam etmenin mümkün olmayacağını görür. Bütün Bakanlar Kurulu istifa ettirilir. Zira bu iki başlı devlet görüntüsüne daha fazla tahammül etmek mümkün değildir.

İşte bu süreçte Mustafa Kemal, İsmet ve Kazım (Özalp), Kemalettin Sami ve Halit Paşaları Çankaya’da toplar. Milli Mücadele’nin başından beri tasarladığı projeyi artık açık sesle dile getirir: Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz!

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte artık Hilafet makamı da bütün anlamını kaybetmiştir. Nitekim 3 Mart 1924’te Hilafet de ortadan kaldırılacaktır. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi bütünüyle hayata geçirilebilecektir.

Cumhuriyet’in ilanının ne anlama geldiği muhalefet cephesinde çok iyi anlaşılmıştır. O nedenle Hilafetçi muhafazakar cephe artık Cumhuriyet karşıtlığının da öncülüğünü üstlenecektir. Mustafa Kemal’in akıllıca taktiği ile önce Saltanat ve Hilafetin ayrı şeyler olduğu ve Saltanatın kaldırılıp Hilafetin korunacağı sözü verilmiş, ikisi ayrıldıktan sonra da yine Mustafa Kemal tarafından Hilafet makamının bütün İslam dünyasını ilgilendiren bir makam olduğu, dolayısıyla Türk devletini ilgilendiren bir sorun olmadığı söylenerek ortadan kaldırılmıştır.

Hilafetin kaldırılması aynı zamanda Halk Partisi içinde ortaya çıkan ayrımın artık kesin bir siyasal ayrılığa dönüşmesinin de önünü açar. Hilafetçi Paşalar ve işbirlikçi basın, Cumhuriyet aleyhtarlığına hız verirler. Burada Hilafet cephesinin temel eleştirisi bugün bile gerici çevreler tarafından savunulan Cumhuriyet’in tepeden inme ve halka rağmen kurulduğu iddiasıdır. Muhafazakarların yayın organı niteliğindeki Tanin gazetesinde Cumhuriyet’in ilanı şu sözlerle eleştirilir:

“Hep zencilerden meydana gelen Haiti bile bir Cumhuriyet’tir. Ama buralarda Cumhuriyet, Saltanatçılıktan pek az ayrılmaktadır. Soydan gelen bir devlet başkanı yerine, zorla Cumhurbaşkanlığına çıkmış bir zorba, egemenliğini istediği gibi yürütür.”

Zorbayla kastedilenin kim olduğu ortadadır. Muhalefet artık Atatürk’ü pervasızca eleştirmektedir.

Halk Fırkası ve Devrimci Halkçılık

1923-1938 arasındaki siyasal dönem her ne kadar Halk Fırkası egemenliğindeki tek parti iktidarı olarak adlandırılsa da gerçekte iki farklı siyasal oluşumun mücadele etmektedir.

Halk Fırkası yalnızca ismi dikkate alındığında bile temel doğrultusunun devrimci halkçılık olarak adlandırıldığı bir parti olarak değerlendirilebilir. Halk Fırkası’nın programı incelendiğinde de bu net olarak görülecektir. Halk Fırkası ve muhalif grup arasındaki temel farklılık egemenliğin niteliğine ilişkin değerlendirmelerde ortaya çıkar. Halk Fırkası her ne kadar diktatörlük suçlamalarıyla karşı karşıya kalmaktaysa da gerçekte halk egemenliğine dayanan bir iktidar perspektifine sahiptir.

Karşısında ise Hilafet ve Saltanat yanlısı ve halk egemenliğini Padişaha devretmek isteyen “demokrat” muhalefet vardır.

“Demokrat” muhalefetin Şeriatçılığa prim veren halk egemenliğinin yerine Padişah diktatoryasını koyan anlayışına karşı Halk Fırkası daha Milli Mücadele’nin ilk yıllarından itibaren kongreler ve Meclis yoluyla bir milli egemenlik rejimine doğru ilerlemektedir. Milli egemenlik rejimi halkçılık temelinde bir devletçilikle pekiştirilmektedir. Muhalefetin temel sloganı ise halkçı devletçiliğe karşı “liberal demokrasi” adı altında bir taassup ve istibdat rejimidir.

Paşaların Liberal ve Gerici Partisi: TCF

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren giderek artan anlaşmazlık muhalefetin ayrı bir siyasi parti örgütlemesiyle son noktasına ulaşır. 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) Karabekir’in genel başkan, Cebesoy’un genel sekreter olduğu ve İkinci Grup içindeki pek çok milletvekilinin katılımıyla Cumhuriyet’e karşı örgütlü bir siyasal muhalefeti temsil edecektir. Rauf Orbay’ın öncülüğünde 11 milletvekilinin Halk Partisi’nden istifası ile başlayan TCF macerası bir süre sonra Hilafet yanlısı diğer milletvekillerinin de katılımıyla Atatürk’ün karşısına dikilmiştir.

TCF deneyimi aslında hem Atatürk’e karşı olan muhalefetin en güçlendiği aşama, hem de bu güçlerin tasfiyesini getirecek bir sürecin başlangıcıdır. Zira TCF’nin önde gelen isimleri Orbay, Bele, Adıvar, Karabekir ve Cebesoy Cumhuriyet’in ilan edildiği tarihte İstanbul’dadır. Cumhuriyet ilan edilirken kendilerine danışılmamıştır. Cumhuriyet’in ilanını ancak kutlama toplarını duyduklarında öğrenebilmişlerdir.

Dolayısıyla Atatürk artık bu Hilafetçi muhalefetle ipleri bütünüyle kopardığını göstermektedir. Zaten Cumhuriyet’in ilanına bu muhafazakar grubun tepkisi de çok sert olmuştur. Hem Hilafetin artık elden gittiğini hem de kendilerinin de Hilafetle birlikte tasfiye edilecekleri bir sürecin başladığını fark etmişlerdir.

Atatürk, Nutuk’ta TCF liderlerinin, özellikle Orbay’ın koyu bir Hilafet ve Saltanat taraftarı olduğunu anlatırken Rauf’un başvekillikten istifasını vermek üzere geldiğinde 4 Ağustos 1923 gibi geç bir tarihte hâlâ Halife için yüksek bir mevki rica ettiğini aktarır. Dolayısıyla Atatürk’e göre Rauf 1924-25’te bile hâlâ Hilafetçi-Saltanatçı çizginin savunucusudur. Atatürk bu nedenle Nutuk’ta Orbay ve çevresini gizli Saltanatçılar olarak suçlamaktadır. Daha sonra TCF’nin kuruluş süreci de yine Atatürk tarafından Nutuk’ta Orbay ve Karabekir tarafından tertiplenen bir komplo ve ihanet girişimi olarak değerlendirilecektir.

Gerçekten de TCF doğal bir süreç içinde ortaya çıkan sıradan bir muhalefet partisi görünümünün aksine eski İttihatçılardan ordu komutanlarına ve Padişah ve Hilafet taraftarlarına kadar bütün karşıdevrimci güçlerin karargahı durumuna gelmiştir.

TCF’nin kuruluşu Halk Fırkası içinde daha çok kişisel hırs ve makam ve mevki kaygısı olarak değerlendirilse de yalnızca parti programları değerlendirildiğinde bile bütünüyle bir farklılığın söz konusu olduğu görülebilir.

Halk Partisi, uygulamalarıyla kendisini kuvvetler birliği ilkesine dayanan halkçı ve devletçi bir parti olarak ortaya koyarken, TCF Atatürk’ün halkçılığının karşısına piyasacı bir liberalizmle, kuvvetler birliği ilkesinin yerine Batı tipi çok partili demokrasiyle çıkacaktır. Artık Saltanat ve Hilafet hayal olduğu için Halk Fırkası’nın devrimci çizgisinin yerine daha liberal bir karşıdevrimci çizgi konmaktadır. Parti programında da açıkça “parti liberalizm ve demokrasi esaslarını kabul etmiştir” denilmektedir.

Buradaki demokrasi vurgusu Halk Partisi’ne yönelik bir totaliterlik suçlamasıdır. Ancak TCF gibi Hilafet ve Saltanat taraftarı bir partinin Halk Fırkası gibi Padişah istibdadını yıkan ve halk egemenliğine dayalı bir egemenlik rejimine geçişi sağlayan bir partiyi otoriterlikle suçlaması da açık bir çelişkidir. Zaten Mustafa Kemal de TCF’ye yönelik eleştirilerinde bu noktayı belirterek, eğer otoriter bir yönetimden söz edilecekse bunun bir diktatörlük rejimine geçişin aksine eski sistemin tekrar canlanması ihtimaline karşı bir tedbir olarak düşünülmesi gerektiğini belirtmektedir. The Times muhabiri McCartney ile yaptığı röportajda muhalefetin kendisine yönelttiği kişisel istibdat eleştirilerine Mustafa Kemal şöyle yanıt verecektir:

“Muhalefet kişisel istibdada karşı olduğunu söylüyor. Böyle bir ifade, böyle bir istibdadın var olduğunu ima etmekte. Fakat, programları, böyle bir istibdadı nasıl ortadan kaldıracaklarını önerdiklerini gösterecek hiçbir hususu içermemektedir. Kişisel olarak ben, böyle bir istibdadın olduğuna inanmıyorum. Ancak; bu istibdat var olsa bile, bu yalnızca ve yalnızca hakimiyet-i milliye ile Halk Fırkası’nın temel ilkelerini korumak için vardır.”

Muhafazakar Muhalefet Atatürk’ün Laikliğine Saldırıyor

Burada Atatürk’ün çok partili yaşama geçişi amaçladığı, ancak koşulların uygun olmaması nedeniyle bunu gerçekleştiremediği yolundaki tezlerin de ne kadar dayanaksız olduğu ortaya çıkmaktadır. TCF, Atatürk’ün çok partili yaşama geçiş için kurdurduğu bir parti değildir. Tam tersine, Atatürk’ün tek parti iktidarına karşı liberal ve gerici bir muhalefet olarak ortaya çıkmıştır ve 3 Haziran 1925’te kapatılmasına kadar geçen kısa süre içinde halkçı devrimci Halk Fırkası programına bütünüyle karşıt bir çizgiyi savunmuş ve Cumhuriyet karşıtı bütün kuvvetlerin örgütlendiği bir odak olmuştur.

TCF’nin programına bakıldığında kurulduktan kısa bir süre sonra kapatılmasına neden olan asıl etkenin partinin dini istismar konusu yapmak olduğu görülecektir. Dini reaksiyonu ve irticayı cesaretlendiren TCF programının altıncı maddesinde partinin “dini inançlara saygılı” olduğu belirtilmektedir.

Ancak böylesi bir ifadenin parti programında yer alması Halk Fırkası’na karşı dinsel bir tepki oluşturmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda zaten “Türk devletinin dini İslam’dır” ibaresi yer almaktadır. Devletin resmi dini olarak İslam’ın telaffuz edildiği bir dönemde dini inançlara saygılı parti olarak ortaya çıkmak sadece Halk Fırkası’nın dini inançlara saygısız olduğunu ima ederek bir bölünme yaratmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Şeyh Sait İsyanı ve TCF’nin Kapatılması

TCF’nin dine saygı adı altında gerici çevrelere verdiği mesaj kısa süre içinde etkisini göstermiş ve TCF Cumhuriyet karşıtı bütün güçlerin kendisini ifade ettiği yasal bir platforma dönüşmüştür. Ancak kısa süre içinde bu eşik atlanacak ve irticai hareket TCF’den aldığı güçle harekete geçecektir. Şeyh Sait öncülüğünde başlayan ve kısa süre içinde Doğu ve Güneydoğu’ya yayılan isyan girişimi İngilizlerin de büyük desteğiyle ciddi bir tehlike yaratacak ve zorlukla bastırılabilecektir.

TCF’nin kapatılışının Şeyh Sait ayaklanmasıyla ilgili olmadığı, yalnızca Atatürk’ün muhalefete tahammül edememesi yüzünden gerçekleştirildiği iddialarının aksine TCF’nin Şeyh Sait isyanına karıştığı şüpheye yer bırakmayacak derecede kesindir. Liberal kesimlerce TCF konusundaki sayılı uzmanlardan birisi olarak görülen Erik Jan Zürcher bile, TCF liderlerinin dine saygı adı altında gerici kesimleri kışkırtmaya çalıştıklarını kabul ederek şöyle demektedir:

“Rauf Orbay daha sonraları İslamiyet’in Türkiye’de hâlâ devlet dini olarak kabul edildiği bir dönemde, maddenin çoğulcu bağlamda inanç ve itikatlardan söz ettiğine dikkati çekerek, 6. maddenin programa dahil edilmesinin laikliğin bir ifadesi olduğunu söyleyecekti. Mantıken bu iddiaya bir kusur bulunamasa da, bunun safsata koktuğu ortadadır. 1924 Türkiyesi’nde halkın bu maddeyi Kemalistlerin laik eğilimlerine karşı İslam’dan yana bir destek beyanı şeklinde yorumlayacağını kavrayamamış olmaları için, TCF liderlerinin son derece toy olmaları gerekirdi.”

Bu isyan üzerine TCF’nin Cumhuriyet için büyük bir tehdide dönüştüğü ortaya çıkar ve ardından da partinin kapatılması çalışması başlar. Muhalefet karşısında yetersiz kalan Fethi Okyar Hükümetinin istifasıyla Atatürk iktidarı İnönü’ye devreder. Meclis’te yaptığı konuşmada bu durumu “Devrimi başlayan tamamlayacaktır” diyerek özetler.

Atatürk, Muhalefeti Nasıl Tasfiye Etti?

TCF’nin kapatılmasına giden süreçte İstiklal Mahkemeleri ve tek maddelik Takrir-i Sükun Yasası devreye sokulur. Atatürk artık açıktan kendisine karşı örgütlenen muhalefetin toplum içinde de bir bölünme yaratmaya başladığını görmektedir ve muhalefeti tasfiyeye girişir.

Aslında daha muhafazakar paşalarla arasında ilk ayrılıkların başladığı dönemden başlayan bir tasfiye süreci vardır ve bu süreç şimdi tamamlanacaktır.

İlk dönemlerde muhalefet cephesindeki paşaların önüne “Ya Ordu, ya siyaset” tercihi konur. Neredeyse tamamı Ordu içinde en üst rütbelerde bulunan paşalar bu iki yoldan birisini tercihe zorlanarak zayıflatılır. Dolayısıyla Atatürk’ün o dönem Ordu’yu politikanın dışında tutma çabası yalnızca muhalefetin zayıf düşürülmesini amaçlayan taktik bir harekettir. Zira bu tercihe zorlanma sürecinde Ordu her zaman devrim politikasının temel bileşeni durumunda olacaktır ve Mustafa Kemal de Genel Kurmay Başkanlığı ve Meclis Başkanlığı görevlerini tek başına yürütmektedir.

Cumhuriyet’in ilanının ardından yine aynı paşalarla karşı karşıya kalan Atatürk, Şeyh Sait isyanının ardından bu cepheyi bütünüyle gözden çıkartacaktır. İstiklal Mahkemelerinin kurulması, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun değiştirilmesi ve Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkartılmasıyla birlikte TCF için yolun sonuna gelinmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin Halk Fırkası’na dönüştürülmesi süreciyle birlikte başlayan tek parti iktidarı ülke içindeki karşı devrim güçlerini bertaraf ederek toplumsal devrimleri gerçekleştirme mücadelesine hız kazandıracaktır.

Terakkiperver ve İttihatçı muhalefetin bütün direnişine rağmen tasfiye süreci başarıyla sonuçlandırılmıştır. İlk iş olarak Cumhuriyet karşıtı cephenin sözcüsü durumundaki mütareke basını susturulmuştur. Tanin’in başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın başta olmak üzere pek çok muhafazakar ve gerici gazeteci görevlerini bırakmak zorunda kalmışlardır. İstiklal Mahkemeleri’nde Şeyh Sait isyanına katılan pek çok kişi idam edilmiş ve ardından da TCF isyanı kışkırttığı için kapatılmıştır. Böylelikle neredeyse bütün Milli Mücadele sürecinde Atatürk’e karşı çalışan Hilafetçi muhalefet bütünüyle ezilmiştir.

Son Hamle : İzmir Suikasti

Mustafa Kemal’i tasfiye etme girişimleri sonuçsuz kalan ve Hilafet ve Saltanat düşleri sona eren muhaliflerin son kozu, Mustafa Kemal’in canına kastetmektir. Cumhuriyet’in ilanının ardından üç yıl geçmiştir. 1926’da İzmir’i ziyarete giden Mustafa Kemal’e karşı içlerinde Lazistan eski mebusu Ziya Hurşit’le yakın adamları Çopur Hilmi, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf’un bulunduğu bir suikast teşebbüsü ortaya çıkartılır. İzmir Suikastı bir anlamda Meclis’te ezilen ve bütün ümitlerini yitiren muhalefetin son hamlesidir. Ancak son hamle de başarısızlığa uğramıştır. Suikast planının öğrenilmesi üzerine tutuklanan ve asılan muhaliflerle birlikte Terakkiperver ve İttihatçı muhalefetin daha öncesinde Takrir-i Sükun ve Hıyanet-i Vataniye yasaları ve İstiklal Mahkemeleriyle büyük ölçüde tasfiye edilen kesimi bir daha toparlanamayacak şekilde bitirilmiştir.

İzmir Suikastini gerçekleştirmek için kullanılan isimler yakalanarak idam edilmişlerdir ancak suikastle bağlantısı olduğu iddiasıyla tutuklanan ve yargılanan isimlerin başında yine Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’den, Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy’a kadar malum muhalefet vardır. Ancak Atatürk’ün devreye girmesiyle birlikte bu isimler idamdan kurtulacaklardır. İzmir Suikasti yargılamalarının ardından Meclis içindeki İttihatçı ve Terakkiperver muhalefet artık tamamen etkisizleşmiştir.

Ancak bu af aynı zamanda muhafazakar cephenin önde gelen isimlerin bir daha dönmemek üzere siyasete veda etmesi anlamına gelmektedir. Dönemin ünlü muhalifleri olan paşalar da siyasi nüfuzlarını kaybederek siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır.

Tek Adam ve Tek Yol

Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi’nin başlangıcından devrimlerin hayata geçirilmesine kadar geçen süreç içinde eski düzenin siyasal yapısını temsil eden muhafazakar çizginin iflası aslında Tek Adam Atatürk’ün ortaya koyduğu yolun da tek geçerli yol olduğunu göstermektedir. Ulusal Bağımsızlık Mücadelesi ve devrimler aşaması Mustafa Kemal’in halkçı, devrimci ve antiemperyalist milliyetçilik anlayışıyla karşı cephenin Saltanat ve Hilafet taraftarı ve aynı zamanda liberal-gerici bir çizgisinin mücadelesidir.

Burada önemle belirtilmesi gereken nokta şudur; Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinden itibaren yürütülen mücadele elbette yalnızca Mustafa Kemal tarafından verilmiş bir mücadele değildir. Türk Milleti elde silah bütün gücüyle emperyalist işgale karşı mücadele etmiştir. Bu mücadele içinde TCF liderleri arasında yer alan muhafazakar paşalar da dahil olmak üzere pek çok kişinin de bir dönem bile olsa önemli katkıları olmuştur. Ancak Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu yolla muhalif cephenin koyduğu yol arasındaki temel ayrılık bir süre sonra bu cephenin bütünüyle karşıdevrimci bir saf olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu noktadan itibaren sözünü ettiğimiz muhafazakar muhalefet Atatürk’ün de belirttiği gibi bir “iç düşman”a dönüşmüş ve ulusal bağımsızlık mücadelesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir.

Bu iki farklı çizginin ortaya çıkması farklı iki anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bir yanda Atatürk’ün halkçı Cumhuriyet projesi, bunun karşısında ise işgale karşı çıkan ancak eski sistemi bütün çürümüşlüğüne rağmen ayakta tutmaya çalışan Hilafetçi çizgidir. Devrimci çizgi ile tutucu çizgi arasındaki ayrım bu derece nettir. Atatürk yola beraber çıktığı arkadaşlarının daha sonra can düşmanı haline geldikleri süreci kişisel bir çatışmanın ötesinde böyle ideolojik bir farklılığa dayandırır. Nutuk’ta bu durumu şu sözlerle açıklar:

“Örneğin İstanbul’da Hilafetin kalacağından söz eden Misak-ı Milli, sadece yapıldığı sırada duyulan gereksinimlere uygun olan bir siyasi pakttır. Eğer o sırada Cumhuriyet’i kurmak yönündeki arzumu açıklamış olsaydım, ulusal bağımsızlık mücadelesi de beni destekleyen Rauf Bey ve arkadaşlarının beni derhal terk edecek olduklarını çok iyi biliyorum. Aynı anda hem düşmanlarımızla savaşmak ve hem de bu tür bir iç siyasal mücadeleyi sürdürmek benim için imkansızdı.”

Gerçekten de öyleydi.

İnan Kahramanoğlu


0 Yanıt to “Hilafetçi Paşalar ve Atatürk”



  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın


İstatistikler

  • 2.406.122 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Ağustos 2009
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  

En fazla oylananlar