Mayıs 2008 için arşiv

31
May
08

Emperyalistler ve ikibuçuk Fethullahçı Türk Ordusu’nu yıllardır futbol topu gibi tekmeliyor

Başlığı yazarken elim gitmedi. O gerçek beni incitiyor, hatta itiraf edelim hepimizi yaralıyor. Başımıza çuval geçirilmiş bir kez.
TÜRK ALFABESİ
“FT, TK, KY, ÇD, GY, BK, HA, B, EP, NA, DA, DP, NH”; Aralık 1999’da Ataşehir’de toplanmışlar. General FT çantasından çıkardığı 10 nüsha hedef ve strateji belgesini katılımcılara dağıtmış. Dağıtılan metin, “Ergenekon: Analiz Yeniden Yapılanma, Yönetim ve Geliştirme Projesi” imiş. Üzerinde 29 Ekim 1999 diye “zamanlandırılmış.”
Sonra 3 Kasım 2001’de Balat toplantısı yapılıyor. Daha sonra “üçüncü kritik toplantı” 27 Nisan 2006’da “provokatif eylemlere ve darbeye zemin hazırlamak” için yine Ataşehir’de gerçekleştirilmiş.
KARIŞTIRMACI GAZETECİLER
Size Fethullah Hoca cemaatinin karıştırmacı gazetecilerinden birinin haberini aktardım.
Necip Hablemitoğlu’nu, Hrant Dink’i ve diğerlerini, hep o FT, TK, KY, ÇD vb. diye kodlanan “Emekli Generaller” ve DP diye anılan “siyasetçi” öldürtmüş. Danıştay Suikastını, Cumhuriyet Mitingleri’ni, hepsini onlar yaptırmış.
“DP” YOKSA BEN MİYİM?
Yeni okuyorum bu Ergenekon kitaplarını. Her üç toplantının demirbaşı olan DP harflerine takılıyor gözlerim. “Siyasetçi” imiş! Acaba “bana ne” mi desem, çünkü “genel başkan” yazmamış. Ben de FT, TK, KY, ÇD adlı generaller gibi üzerime almam ve tam siper olurum, geçer gider.
Fakat birden adı DP harfleriyle başlayan yüzlerce siyasetçiyi düşünüyorum, onlara ayıp olmaz mı, hepsi şüphe altında kalacak.
Atatürk Lisesi Ortaokul 1-D sınıfında da öyle yapmıştım. Derste bir yaramazlık oldu. Öğretmen bizim bulunduğumuz sıralara bağırmıştı, “kim yaptı onu”. Ses yok. Bu kez daha yüksek sesle ve daha öfkeli bağırdı, “kim yaptı diyorum size!”.
Yanımdaki arkadaşım korku içinde, tam siper. Ayağa kalktım, “Hocam ben yaptım”. Hoca, Fethullahçı Gladyo gibi değil, gerçeği bulmaya çalışıyor. “Hayır sen yapmadın” diyor. Ben de arkadaşımı kurtarmak için, o suçu işlediğimi ispat etmeye çalışıyorum. EVET “DP” BENİM!
Kitapta DP diye kodlanan siyasetçi benim! Ama ne Ataşehir’de ne Balat’ta ne de başka bir mekanda FT, TK, KY ve ÇD adlı generallerle veya başkalarıyla toplandım. Darbeyle marbeyle de bir ilgim yok. 40 senedir hiç olmadı. Halk devrimcisiyim ben; Mustafa Kemal gibi, Mao gibi, Bin Bella gibi, Lumumba gibi, Ho Şi Minh gibi, Chavez gibi.
PSİKOLOJİK SAVAŞIN YALAN MANGASI
Abartmadan yazıyorum, öyle yüzlerce haber var. 1990’a kadar uzatırsanız Ergenekon tarihçesini, binlerce haber…
Öyle haberler ki, örneğin Savcı Zekeriya Öz soruyor, “Sizin referansınızla bazı subaylar 2001 yılında Barzani ve Talabani’ye 24 bin, PKK’ya 6 bin silah teslim etmişler” vb. vb.
E. General Servet Cömert’le hesabını yaptık. Hepsi 120 ton geliyor. Ancak 12 tırla taşınabilir.
Türk Ordusu, Mehmetçiği vursun diye PKK’ya 6 bin silah veriyor! Savcının sorusuna bakın siz! “Genelkurmay’a sorun” diyorum!
Sedat Ergin’in yönettiği Milliyet, İsmet Berkan’ın yönettiği Radikal, Mustafa Karaalioğlu’nun yönettiği Star, Yusuf Ziya Cömert’in yönettiği Yeni Şafak, Ekrem Dumanlı’nın yönettiği Zaman, (başka hangileri vardı?) bu haberi birinci sayfa manşetten pabuç kadar harflerle veriyorlar.
HEPSİ TAM SİPER!
Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer askeri yetkililer okumuyorlar mı bu manşetleri?
Hepsi tam siper!
Suçlar vatana ihanetten cinayetlere kadar uzanıyor. Cevap yok!
General adıdır diye alfabede vurulmayan harf kalmadı, hiç kimse üzerine almıyor.
Bir defasında Genelkurmay Başkanı “Türk Ordusu suç örgütü değildir” sözüyle Türk Ordusu’nun suç örgütü olabileceği tartışmasını da başlattı.
Başlar bu kadar eğik.
MERMİDEN KORKMUYOR ÇAMURDAN KORKUYOR
Emekli Orgenerallerimizden birine şunu söylemiştim: “Komutanım siz tanka, topa, füzeye karşı savaşmasını öğrenmişsiniz, ama çamura karşı savaşmasını bilmiyorsunuz.”
Bizim Generalimiz ve Subayımız mermiden korkmuyor ama yalandan korkuyor. Ordumuzun bazukası, topu, gece dürbünü, her şeyi var ama yalansavarı yok. F-16’lar Kandil’i vuruyor; Kandil ise, Holding-Feto medyasıyla Türk Ordusu’nu vuruyor; Türkiye’yi vuruyor.
Bir tek 23. Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, iki olayın üzerine yürüdü.
VURUN TÜRK ALFABESİNE
Mesele, Generallerin bireysel meselesi değildir. Kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin meselesi de değildir; Türkiye’nin meselesidir.
Türkiye, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra sorunlarını kaçınılmaz olarak silahla çözmek zorunda kalacağı bir döneme girmiştir. Bu koşullarda silahsız, ordusuz kalan milletler ayak altında kalır. Duyarlılığımız, kararlılığımız işte bu nedenle. İkibuçuk Fethullahçı militarist diyecekmiş. Daha fazlasını söylesin. Milletin geleceği ise ortada olan, boyun eğen namerttir.
Vurun kahpeler!
Vurun Türk Ordusu’na!
Vurun Türk subayına!
Vurun Türkiye’nin milli güçlerine!
Vurun Atatürk’e!
Vurun HK, DS, FT, TK, ÇD, DP’ye!
Vurun yumuşak G dahil Türk alfabesine!
Kimler vuruyor, biz de onları ilan edelim: WQ, QX, WX, QQ, XW, XX, WW…
Keşke onlardan ibaret olsaydı. Bakın bu işlerin icrası, ABD’nin BOP Başkanı RTE’ye ve yine bir ABD operasyonuyla Çankaya’ya atanmış bulunan AG’ye yüklenmiştir.
A.G, M.A.Ş, M.İ.T.’NİN MARİFETLERİ
İsmet Berkan’ın Radikal’de yazdığı “Ergenekon’un Yakın Tarihi” dizisinde okuduğuma göre, Danıştay suikastı sonrasında Ergenekon’un şeması halen Çankaya’yı işgal eden AG’nin (İsmet Berkan adını veriyor, ben ne olur ne olmaz baş harflerle yetiniyorum, firar yollarını elde tutabilmek için) önüne konuyor. Hem de “M.İ.T. brifingi” ile. M.İ.T. rumuzunu korkmadan yazıyorum. Çünkü bu harflerle binlerce isim üretilebilir. Mahkemeye çıkarsanız, şerefiniz üzerine birkaç yemin eder, “Ekmek Kur’an çarpsın” der, MİT harflerini söylentilere bakarak yan yana getirdiğinizi söyler, paçayı kurtarırsınız.
Neyse, işte o MİT’in AG’ye verdiği brifingdeki şemasında komutanlar var, hem de yalnız emekliler değil, görevli komutanlar. Ayrıca Ergenekon’dan tutuklanmış olanlar da varmış. Eyvah demek ki “DP” de var.

Ama, yine Berkan’ın yazdığına göre, Danıştay suikastı dahil, atılan suçların kanıtı yokmuş, Ergenekon örgütü içindeki somut bağlantılar kurulamamış. Bu yüzden deliller savcıya sunulamıyormuş (Radikal, 9 Nisan 2008). Ama aynı deliller, İsmet Berkan’a, Şamil Tayyar’a, Sedat Ergin’e, Zihni Çakır’a, Taraf tayfasına ve psikolojik savaşın bütün elemanlarına sunuluyor. Milliyet, yeni bir dizi için kolları sıvamıştı. İstanbul Başsavcısı, yasayı hatırlattı Sedat Bey’e.
Somut bağlantı, delil falan olmasa da olur. Meslekleri Fethullahçılık olunca, iftira ve uydurma caizdir. O kadar ki, BOP Eşbaşkanlığı kabinesinden M.A.Ş., Danıştay suikastından iki saat sonra, “Sürprizlere hazır olun” demişti. Demek, İB’nin sözünü ettiği kanıtsız-bağlantısız şema, suikast öncesi M.A.Ş.’nin eline de verilmiş.
YETER W’LERDEN Q’LARDAN ÇEKTİĞİMİZ
Türk alfabesinin 28 harfine bombardımanın hikayesi budur. Türk olup da (Kürdümüz dahil) bir tek ismi Ğ (yumuşak G) ile başlayanlar bu bombardımanın menzili dışındadır. Yani 70 milyonluk millettir topa tutulan.
Türk Ordusu ve Türk milleti, 1991 Körfez Savaşı’ndan beri W’ler, Q’lar, X’ler tarafından tekmelenmektedir. İki buçuk Fethullahçı, istihbaratın köşe başlarını tutmuş bu operasyonu yürütmektedir.
Genelkurmay tam siperdir.
Vatansever geçinenler, “suç işleyen varsa cezalarını çeksinler” gevelemesi, nemelazımcılığı ve korkaklığıyla tam siperdedir.
İkibuçuk Fethullahçı ve cepheye sürdükleri, o kadar cüret bulmuşlardır ki, bir söylenti yazarı, Türk Komutanları’na “Sizler kaç numarasınız koçlar” başlığıyla tarihi hitabesini okuyabilmektedir.
Ben de Türk subayına Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nın başında Ağustos 1920’de Afyon’da Türk Zabitlerine Hitabı’nı bir kez daha okumalarını öneriyorum. Hatta camlatıp duvara asmalıdırlar. Aydınlık’ın bu sayısında var.
12 YAŞINDA YAPTIĞIM GİBİ
Ben, Fethullahçı Galdyo’nun uydurduğu “Ataşehir ve Balat toplantıları”na katılmamış olan DP olarak, Atatürk Lisesi 1-D sınıfında, 12 yaşında yaptığım gibi ayağa kalkıyorum ve bağırıyorum: Ya İstikâl, Ya Ölüm!

NOT: Benim sesimi duyuyor musunuz bilmiyorum ama ben sizin sesinizi içimde saklıyorum. Sağolsunlar Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, İP Genel Başkan Yardımcısı E. Senatör Servet Bora ağabey, ADD Esenler Başkanı Dr. Ahmet Metin, E. Sivil Havacılık Genel Müdürü Kayıhan Kabadayı, Muzaffer Kaya ve Oktay Şahin kardeşlerim, kır ve doru atlarıyla Tekirdağ Kalesi surlarının önüne kadar gelmişler, “Hepimiz Ergenekoncuyuz” diye gürlemişler. Hiç merak etmesinler o sesi yüreğimizle duyduk. O sesin rüzgarı, bırakın kale duvarlarını, dağları sallamış ve yarmıştır. Olacak olan, yine odur.

                                                                                Doğu Perinçek-Aydınlık Dergisi 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                                    

 

 

30
May
08

AKP’NİN ALEVİ AÇILIMI PROJESİ BAŞLAMADAN BİTTİ

AKP Alevilerden tepki toplayan Alevi açılımı projesini rafa kaldırmak zorunda kaldı. AKP, 11 Ocak günü düzenlenen Muharrem iftarı dışında hiçbir adım atamadı. Çünkü 279 Alevi örgütünden sadece 6’sı AKP’ye destek vermişti. Alevi örgütleri, AKP’nin kendi Alevisini yaratmak istediğini vurgulayarak projeye karşı çıkmışlardı.

AKP’nin İstanbul milletvekili Reha Çamuroğlu aracılığıyla kamuoyuna açıkladığı Alevi projesi lafta kaldı. Alevi örgütlerinin tepki gösterdiği proje kapsamında AKP sadece muharrem ayında bir iftar yemeği düzenleyebildi. 11 Ocak 2008 tarihinde düzenlenen iftar yemeğine 279 Alevi örgütünden sadece 6 örgüt katılmıştı.

Bu örgütler de Aleviler içinde tabanı olmayan, bir kısmı AKP’nin yeni kurdurduğu, bir kısmı da mahkemelik örgütlerdi. Türkiye çapında faaliyet gösteren Alevi örgütlerinin tamamı, AKP’nin Alevileri ele geçirmek ve kendi Alevisini yaratmak istediğini belirterek AKP’ye sert tepki göstermişti.

Proje, Başbakanlık bünyesinde yeni bir genel müdürlüğün oluşturulması, genel müdürlük çatısı altında cemevlerinin açılması, burada çalışan alevilerin devlet memuru sayılması gibi unsurları içeriyordu. 

30
May
08

İŞÇİ PARTİSİ ERGENEKON DARBECİLİĞİYLE SUÇLANAN KOMUTANLARI AÇIKLADI

İşçi Partisi, Fethullahçı basının Ergenekon tertibi kapsamında darbecilikle suçladığı komutanların isimlerini açıkladı. İşçi Partisi Genel Sekreter Vekili Av. Mehmet Cengiz, Ergenekon tertibinde Türkiye’nin milli güçlerinin, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hedef alındığını kaydetti.

 

Basın açıklamasının tam metni

“Ergenekon” adı ile sürdürülen tertip, başta İşçi Partisi olmak üzere Türkiye’nin tüm milli güçlerini ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerini hedef almıştır.

Neoliberal-Fethullahçı basın her gün bu senaryonun bir bölümünü yayınlıyor. Biri çürütülünce, hemen yenisini imal edip piyasaya sürüyorlar.

“İşte Aslan gibi kanıt” diyerek, E. General Veli Küçük ile Danıştay saldırısı faili Alpaslan Aslan’ı yan yana gösteren bir resim yayınlıyorlar. Akılları sıra Danıştay saldırısını milli güçlerin üzerine yıkacaklar. Çok geçmeden İşçi Partisi açıklıyor: “Yayınlanan fotoğrafta E. General Veli Küçük’ün yanında görülen ve “Alpaslan Aslan” olduğu iddia edilen kişi, Azerbaycanlı “Mehmet Ahmedov” isimli bir şahıs! Fotoğraf, Azerbaycan’da bir konferansta çekilmiş!

Bir gün “yazar Engin Poyraz’a JİTEM’den ödeme yapıldığının belgesi İşçi Partisi Genel Merkezinde bulundu” deniyor. Bu haber Jandarma Genel Komutanlığı’nca yalanlanınca, aynı merkezden bir başka iddia ısıtılıp tekrar piyasaya sürülüyor: “Doğu Perinçek’in referansıyla JİTEM’de görevli subayların eşliğinde 24 bin kalaşnikof silah, Habur sınır kapısından geçirildi. Bu silahların 12 000’i Barzani’ye, 12 bini Talabani’ye ve ayrıca 6 000 adedi ise ayrılarak Komünist Parti binasında PKK’lı Cemil Bayık’a teslim edildi”. Genelkurmay Başkanı namına verilen 20 Mayıs 2008 tarihli yazılı yanıt ise şöyle: “Terör örgütüne silah verilmesi tamamen asılsız ve mesnetsizdir”.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. İftiraya varan bu asılsız iddialar daha soruşturma safhasında iken, daha dava açılmadan tek tek çürütülüyor. Onun içindir ki 11 aydır iddianame hazırlanıp dava açılamamıştır. Nasıl ki, taşıma suyla değirmen döndürülemez ise, yapay kanıtlarla da dava açılamamaktadır.

“Çamur at, izi kalsın” diyorlar ama bu tertiple hedef alınan İşçi Partisi ve Türk Silahlı Kuvvetleri leke tutmaz liflerle dokunmuştur. Onun için çamur kendi ellerinde kalmaktadır.

AKP iktidarı suçluların telaşı içindedir. Bu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Anayasa Mahkemesi’ne verilen Ön Savunmaya da yansımıştır. AKP’nin kapatılması istemine ilişkin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın İddianamesinde “27 Mayıs”tan hiç söz edilmediği halde, AKP’nin Ön Savunmasında: “Parlamento içinde ve dışında bazılarının sürekli biçimde partimizi 1957sonrasının Demokrat Partisine, Başbakanı da Adnan Menderes’e benzettiği ve onların sonu ile tehdit ettikleri herkesin malumudur…27 Mayıs darbesini yücelten…İddianamenin, bir zamanlar Demokrat Partiye yöneltilen ‘karşı devrimci’, ‘çoğunlukçu’ ve ‘Laik Cumhuriyete karşı bir rövanş arayışına girmiş’ gibi ithamları bu kez partimize yöneltmesi, söz konusu siyasi kampanyaya bir destek niteliğindedir” deniliyor (s.15).

İşte bu kompleks içinde, 27 Mayıs’ın yıldönümünde Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik tertipler de yoğunlaştı. Türk silahlı kuvvetlerinde görev yapmış üst düzey komutanlar “Ergenekon darbeciliği” ile suçlanıyorlar.

Aynı merkezden kurgulanan darbe senaryoları, Neoliberal-Fethullahçı basına servis ediliyor. Aynı kalemşorlar iş başında.

Bunları tek tek inceleyip derledik sunuyoruz.

“Ergenekon darbeciliği” ile suçlanan komutanlarımız şunlar:
1) E. Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu (E. Genelkurmay Başkanı)
2) E. Orgeneral Aytaç Yalman (E. Kara Kuvvetleri Komutanı)
3) E. Orgeneral Şener Eruygur (E. Jandarma Genel Komutanı)
4) E. Orgeneral İbrahim Fırtına (E. Hava Kuvvetleri Komutanı)
5) E. Oramiral Özden Örnek (E. Deniz Kuvvetleri Komutanı)
6) E. Orgeneral Hurşit Tolon (E. 1. Ordu Komutanı)
7) E. Tuğgeneral “Doğu Paşa” (Hayrullah, Sadullah)
8) E. Korgeneral Hasan Kundakçı
9) Orgeneral Yaşar Büyükanıt (Genelkurmay Başkanı)
10) E. Oramiral Yener Karahanoğlu (E. Deniz Kuvvetleri Komutanı)
11) E. Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu (Bazı yerlerde: D.S)
12) Orgeneral İlker Başbuğ (Kara Kuvvetleri Komutanı)
13) E. General T.K.
14) E. General F.T.
15) E. Tuğgeneral Veli Küçük

Türk Ordusu ve Türk Milleti, 1991 Körfez Savaşı’ndan bu yana ABD ve işbirlikçileri tarafından tekmelenmektedir. Dışta Türk askerinin kafasına çuval geçirenler, içte de istihbaratın köşe başlarını tutan işbirlikçileri vasıtasıyla Türkiye’nin milli güçlerine karşı bu operasyonu yürütmektedirler.

Ancak adı geçen komutanlarımızın şahsında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik saldırılar, başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere Cumhuriyet’in güçleri tarafından sessizce seyredilmektedir.

Bunun “demokrasi” ile “basın özgürlüğü” ile bir ilgisi yoktur. Tehdit ve bu tehditten kaynaklı tertip. Türkiye’nin bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yöneliktir.

Türkiye’nin milli güçleri sindirilmişliğe, siperlere gizlenmişliğe son vermeli, siperlerinden çıkmalı, tertipçilerden Cumhuriyet yargısı önünde hesap sormalıdır.

1. Suçlama: 2001 sonbaharı ve 2002 Ağustos’undaki “1. ve 2. darbe girişimleri”nin lideri.
Suçlayanlar: İsmet Berkan (Radikal, 4 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 25), Emre Aköz (Sabah, 22 Mart 2008), Engin Ardıç (Sabah, 23 Nisan 2008-06 HK rumuzuyla)

2. Suçlama: 2003 baharındaki “3. darbe girişimi”nin lideri ve Ocak 2004’teki “4. darbe girişimi”nin (Sarıkız) katılımcısı
Suçlayanlar: İsmet Berkan (Radikal, 5-6 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 15, 19, 20, 26, 29, 30, 32, 40, 43, 44), Zaman Gazetesi (Söyleşi, 7 Nisan 2008), Hasan Cemal (Milliyet, 16 Nisan 2008), Nazlı Ilıcak (Sabah, 7 Nisan 2008), Murat Yetkin (Radikal, 6 Nisan 2008), Alper Görmüş (Nokta, 29 Mart 2007)

3. Suçlama: 2004 Ocak ayında “4. darbe girişimi”nin (Sarıkız) iki liderinden biri, “3. darbe girişimi”nin katılımcısı.
Suçlayanlar: İsmet Berkan (Radikal, 5-6 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 25, 26, 29, 30, 40, 43, 44, 241), ), Zaman Gazetesi (Söyleşi, 7 Nisan 2008), Hasan Cemal (Milliyet, 16 Nisan 2008), Emre Aköz (Sabah, 13 Nisan, 26 Nisan 2008), Tamer Korkmaz (Yeni Şafak, 13 Nisan 2008), Nazlı Ilıcak (Sabah, 7
Nisan 2008), Murat Yetkin (Radikal, 6 Nisan 2008), Perihan Mağden (Radikal, 1 Nisan 2008), Alper Görmüş (Nokta, 29 Mart 2007)

4. Suçlama: 2003 baharındaki ve 2004 Ocak ayındaki “3. ve 4. darbe girişimleri”nin katılımcısı
Suçlayanlar: : İsmet Berkan (Radikal, 5-6 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 29, 30, 40, 44), Alper Görmüş (Nokta, 29 Mart 2007)

5. Suçlama: 2003 baharındaki ve 2004 Ocak ayındaki “3. ve 4. darbe girişimleri”nin katılımcısı
Suçlayanlar: İsmet Berkan (Radikal, 5-6 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 19, 21, 29, 32, 34, 40), Zaman Gazetesi (Söyleşi, 7 Nisan 2008), Emre Aköz (Sabah, 2 Nisan, 8 Nisan, 9 Nisan, 13 Nisan, 20 Nisan, 26 Nisan 2008), Hasan Cemal (Milliyet, 16 Nisan 2008), Tamer Korkmaz (Yeni Şafak, 7 Nisan, 13
Nisan 2008), Mahmut Övür (Sabah, 13 Nisan 2008), Perihan Maden (Radikal, 1 Nisan 2008), Alper Görmüş (Nokta, 29 Mart 2007)

6. Suçlama: “Ayışığı ve Sarıkız darbelerine katılmak ve Ergenekon’un 1 numarası olmak”.
Suçlayanlar: Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 33, 241), Taraf Gazetesi. Aytekin Gezici (Ergenekon, s. 188)

7. Suçlama: “Ergenekon’a bağlı Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi’ni örgütlemek, bu hareketin 1 numarası olmak”.
Suçlayanlar: Zihni Çakır (Ergenekon’un Çöküşü , c.1, s. 39, 40, 41, 44, 52, 53, 54, 55, 71, 72, 86)

8. Suçlama: “Ergenekon’a bağlı Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi’nin 1 numarası olmak”.
Suçlayanlar: Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 230), Zihni Çakır (Ergenekon’un Çöküşü, c.1, s. 86, 88)

9. Suçlama: 27 Nisan 2007 tarihinde “5. darbe girişimi”nin, 2007 Mayıs ayındaki “6. darbe girişimi”nin ve halen devam eden AKP’yi kapatmaya yönelik “7. darbe”nin lideri. Suç işlemek için örgüt kurmak, görevi kötüye kullanmak ve sahte belge düzenlemek ve adil yargılamayı etkileme girişimi (Şemdinli İddianamesi).
Suçlayanlar: İsmet Berkan (Radikal, 10–11 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 42, 57), E. Van Savcısı Ferhat Sarıkaya (Şemdinli olayları iddianamesi), Ali Bayramoğlu (Bilgi Üniversitesi’nde İtalyan Savcı Felice
Casso ile yapılan paneldeki açıklaması)

9. Suçlama: Anayasa Mahkemesi üzerinde baskı kurarak 2007 Mayıs ayındaki “6. darbe girişimi”ne katılmak.
Suçlayanlar: Ergun Babahan (Sabah, 20 Nisan 2008), Emre Aköz (Sabah, 20 Nisan 2008), Ali Bayramoğlu (17 Nisan 2008)

10. Suçlama: “Normal ve demokratik koşullarda bertaraf edilemeyen AKP hükümetini iktidardan uzaklaştırmak ve kendilerine ulusalcı diyen güçlere iktidar yolunu açmak” “Ergenekon’un 2 numarası” olmak.
Suçlayanlar: Ahmet Kekeç (Yeni Şafak, 3 Nisan 2008), Şamil Tayyar (Star, 30 Ocak 2008; Operasyon Ergenekon,
s. 242-D.S rumuzuyla), Nuh Gönültaş (Bugün, 22 Mart 2008 -D.S rumuzuyla), Engin Ardıç (Sabah, 23 Nisan 2008-D.S rumuzuyla).

11. Suçlama: 2009 yılında yapılması planlanan “8. darbe”nin muhtemelen lideri.
Suçlayanlar: Murat Belge (Radikal), Aytekin Gezici (Ergenekon, s. 189, 196), Şamil Tayyar (Operasyon Ergenekon, s. 252 vd), Ali Bayramoğlu (Yeni Şafak, 10 Nisan 2008)

12. Suçlama: Ergenekon örgütlenmesinin “1. Ataşehir, Balat ve 2. Ataşehir toplantıları”na katılmak.
Suçlayanlar: “İstihbarat birimleri raporlarına” gönderme yoluyla Zihni Çakır (Ergenekon’un Çöküşü c.2, s. 165–170)

13. Suçlama: Ergenekon örgütlenmesinin “1. Ataşehir, Balat ve 2. Ataşehir toplantıları”na önderlik etmek.
Suçlayanlar: “İstihbarat birimleri raporlarına” gönderme yoluyla Zihni Çakır (Ergenekon’un Çöküşü c.2, s. 165–170)

14. Suçlama: “Ergenekon’un 8 numarası olmak”.
Suçlayanlar: Tuncay Güney’in 2001 ifadeleri ve Ergenekon’la ilgili çok sayıda kitap ve gazete köşe yazısı ve haberleri.

28
May
08

ABD’den tarihin en büyük toplu idamı

ABD arşivleri üzerindeki gizlilik ibareleri kaldırıldıkça, ABD’nin önayak olduğu pislikler, katliamlar birer birer ortaya çıkıyor. Kore’yi ikiye bölen savaş sonrasında diktatörlüğe karşı mücadele eden sol görüşlü politikacılara ne olduğu yıllar boyunca tartışma konusu olmuş, fakat bu konu hakkında hiç kimsenin bir bilgisi olmadığı için konu hep bilinmezde kalmıştı.

Tam 58 yıl sonra üzerindeki gizlilik perdesi kalkan Amerikan Ulusal Arşivi’ndeki fotoğraflar bu konuyu aydınlattığı gibi, tarihin en büyük toplu idamlarından birini de gözler önüne serdi. Güney Koreli bir fabrikatörün ihbarı sonucu yakalanan politikacıların son anları Amerikan ordusu tarafından fotoğraf kareleriyle an be an görüntülenmiş. Daejeon kenti yakınında gerçekleştirilen bu toplu idamda, karşıt görüşlü politikacılar önce kendi elleriyle mezar kazmaya zorlanıyorlar, mezar kazıldıktan sonra ise içine girmeye zorlanan siyasi mahkumların üzerine askerler tarafından kurşun yağdırılıyor. Mahkumlar zaten mezarın içinde olduğundan dolayı, onları kurşuna dizen askerler onları gömme zahmetine bile girmek zorunda kalmıyor. İçerdekiler sanki insan değilmiş gibi üzerlerine yalnızca toprak atılıyor o kadar!

Olayı araştıran tarihçiler, 1950 yılının Temmuz ayında Daejeon kenti yakınında gerçekleştirilen bu toplu idamlar sırasında 7 bin siyasi mahkum öldürüldüğünü iddia ediyor. Telaffuz edilen bu rakamlar eğer doğruysa, tarihin gördüğü en büyük toplu idam gün yüzüne çıkmış oluyor.

Mezarların nasıl ortaya çıktığına gelince… Mahkumları ihbar eden fabrikatör ölüm döşeğinde vicdanına yenik düşüyor ve işlediği cinayeti bir rapor ile anlatıyor. Yani fabrikatör vicdanına yenik düşmese belki bu durum sonsuza kadar bilinmezliğini koruyacaktı. Şimdi Kore Gerçekler ve Uzlaşma Komisyonu, bu idamları ve 1950-1951’deki benzer idamları incelemeye başlayacak; zira bundan çok daha fazla sayıda siyasi mahkumun idam edildiği tahmin ediliyor. Nâzım Ustamız; “İçinde biraz insanlık kaldıysa teslim ol” diye boşuna dememiş. Olacakları zaten tahmin edebiliyormuş.

28
May
08

Güney Afrika’da ırkçı saldırılar

Güney Afrika yıllar sonra bir kez daha ırkçı saldırılar nedeniyle dünya gündemine geldi. Saldırıya uğrayanlar bir kez daha siyahlardı. Yalnız bu kez insanlar siyah olduklarından dolayı beyazlar tarafından değil, başka ülkeden geldikleri için siyahlar tarafından saldırıya uğradılar.

Geçtiğimiz hafta Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki yüksek işsizlik oranlarından dolayı sorumlu tutulan göçmenler, ülkenin en büyük kenti Johannesburg başta olmak üzere birçok yerde saldırıya uğradı. Johannesburg’un kuzeyindeki Alexandra kasabasında başlayan ve kısa zamanda ülkenin büyük kentlerine yayılan çatışmalarda şu ana kadar 42 kişinin yaşamını yitirdiği bildiriliyor. İnsanların canlı canlı yakıldığı, kadınlara tecavüz edildiği, yüzlerce işyerinin yağmalandığı saldırıları önlemekte hükümetin yetersiz kalması üzerine çoğunluğunu Zimbabwelilerin ve Mozambiklilerin oluşturduğu göçmenler çareyi ülkeden kaçmakta budu. Mozambik devlet radyosu da 3 binden fazla Mozambiklinin Güney Afrika’dan kaçarak ülkesine döndüğünü duyurdu. Bazı göçmenler ülkeden ayrılmak yerine kiliselere ve polis merkezlerine sığınsa da yaşanan şiddet ortamından kurtulmayı başaramadılar. Kiliseler ve polis merkezleri bile gözü dönmüş bu kalabalığın hedefleri arasında.

Yıllar boyunca kendilerine karşı uygulanan ırkçı politika nedeniyle gündeme gelen Güney Afrikalılar bu kez aynı yöntemi göçmenler üzerinde deniyorlar. 49 milyonluk nüfusa sahip ülkede Zimbabwe, Mozambik ve Nijerya’dan gelen 6 milyon göçmen bulunuyor ve bu göçmenler ülkede yüzde 30’u bulan işsizlik oranından sorumlu tutuluyor. İnsan hakları örgütlerine göre sayıları 30.000’i geçen göçmen saldırılar nedeniyle evini terk etmek zorunda kaldı. Çıkan olayların yalnızca polis gücü ile bastırılamayacağı anlaşıldığından hükümet şimdi ordu güçlerini devreye sokmaya hazırlanıyor. Güney Afrika hükümeti, son olayların ülke ekonomisine zarar vermesinden endişe ederken sol muhalefet ise ülkenin zengin kaynaklarından milyonlarca insan yerine yalnızca bir avuç insanın yararlanması nedeniyle olaylarının patlak verdiğini söyleyerek Devlet Başkanı Thabo Mbeki’yi suçluyorlar. Kısacası bir kez daha kapitalizm yüzünden insanlar canlarından oluyor…

28
May
08

ABD Venezüella’yı yanlışlıkla tehdit ediyor

ABD, Latin Amerika kıtasındaki bağımsızlıkçı sosyalist hareketlere karşı akbaba taktiklerini bir kez daha devreye sokmaya hazırlanıyor gibi. Bu sefer hedef tahtasının tam ortasında ise kuşku bırakmayacak biçimde Venezüella bulunuyor. Kıtadaki sosyalist hareketin önderliğini yapan Venezüella, kıtada ABD çıkarı adına ne varsa zarar verdiği yetmiyormuş gibi bir de daha düne kadar ABD güdümünde olan birçok ülkeyi peşinden sürüklüyor.

ABD’nin gözdağı vermek, ayağını denk al demek için kullandığı ilk klasik taktik ise Venezüella hava sahasına yanlışlık sonucu bir uçağını sokmak oldu! Venezüella Savunma Bakanı Gustavo Rangel, Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro ile başkent Caracas’da düzenlediği basın toplantısında; “17 Mayıs Cumartesi günü saat 08.40’ta hava savunma sistemimiz, Orchilla Adası üzerindeki hava sahamızda bir Amerikan askeri uçağının bulunduğunu tespit etti” diyerek ABD’nin Venezüella hava sahasını ihlal ettiğini belirtti. Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro da ABD’nin Caracas Büyükelçisi Patrick Dudd’un Dışişleri Bakanlığına çağrıldığını belirtti.

Böyle durumlarda genellikle yalanlama yolunu tercih eden ABD, kontrol kulesi ile uçağın pilotu arasındaki konuşmaların kayıtları Venezüella’nın elinde bulunduğu için zorunlu olarak hava sahası ihlali yaptıklarını kabullenmek zorunda kaldı. ABD’nin Karaibler’deki uyuşturucuyla mücadele operasyonlarını yöneten ve merkezi Florida’nın Key West bölgesinde bulunan askeri komutanlığından yapılan açıklamaya göre, Deniz Kuvvetleri’ne ait bir keşif uçağı seyrüsefer sistemindeki bir sorun yüzünden yanlışlık sonucunda Venezüella hava sahasına girmek zorunda kalmış. ABD’ye göre uyuşturucuyla savaş kapsamında kullanılan S-3 Viking türü uçak, seyrüsefer işaretlerini kaybettiğinden dolayı zorunlu olarak Venezüella kıyısı boyunca uçmak zorunda kalmış.

ABD’nin bu masalı bize hiç inandırıcı gelmediği gibi anlaşılan Hugo Chavez’e de inandırıcı gelmemiş. Geçmişi şöyle bir kafanızda canlandırırsanız, vakti zamanında Saddam Hüseyin’e bağlı olan kuvvetlerin 36. paralel ötesine geçmesini engellemek için kurulmuş olan Çekiç Güç’ü anımsarsınız. Türk halkı Çekiç Güç’ün bu görevi yerine getirdiğini pek göremedi ama Çekiç Güç’e bağlı helikopterlerin PKK’lı teröristlere her türlü silah, cephane yardımı sağladığını yadsınamaz kanıtlarıyla gördü. Doğal olarak uyuşturucuyla mücadele adı altında görev yapan bir uçaktan da başka görevleri ifa etmesini bekleyebiliriz. Chavez de zaten uyuşturucuyla mücadele masalına inanmamış. Chavez bu uçakların uyuşturucuyla mücadele için değil, keşif yapmak amacıyla Venezüella üzerinde uçtuğunu söyleyerek bir sonraki sefer bu kadar hoşgörülü davranmayacaklarını ve askeri uçakların hava sahasını bir kez daha ihlal etmesi durumunda bu kez savaş uçakları yollayacaklarını belirtti. ABD verilen mesajı çok iyi almış olacak ki, bundan sonra askeri uçakların yanlışlıkla(!) Venezüella hava sahasına girmemeleri için gereken önlemleri alacaklarını açıkladı.

Kuşkusuz ABD, Venezüella’yla olan psikolojik savaşında tek ata oynayacak değil. Latin Amerika kıtasındaki ülkeler teker teker ABD’nin güdümünden kurtulsalar da, kıtada Kolombiya gibi hâlâ kendisine bağlı işbirlikçi ülkeler de bulunuyor. Bu ülkelerin askerleri ise yeri geldiğinde ABD çıkarlarını korumak için göreve yollanıyor. ABD de sözde uyuşturucuyla savaş uçağının sınırı ihlal ettiğinin ortaya çıkmasının ardından bu kez de Kolombiya ordusuna bağlı askerleri keşif yapmak için Venezüella sınırının ötesine yolladı. Gelen haberlere göre Venezüella’nın Apure eyaletinden 800 metre içeri giren 60 kadar Kolombiya askeri, önlerinin kesilmesi üzerine geri dönmek zorunda kalmış. Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe de alışık olduğumuz üzere konuyla ilgili bilgisi olmadığını, eğer böyle bir olmuş ise bunun da yanlışlıkla olmuş olduğunu ve komşularıyla iyi geçinmek istediklerini geveleyip duruyor. Eğer iddialar doğru ise özür bile dileyebilirmiş! Zaten Kolombiya ordusu Bolivya’ya da yanlışlıkla girmişti ve aslında Uribe, Morales’le de iyi geçinmek istiyordu. Anlaşılan sıkıyı görünce fazla ilerleyemedi! ABD ise hiç kuşku yok ki özür dilemesinin ardından yeni yöntemleri devreye sokarak yeni istihbarat çalışmalarına başladı. Kendisi için şu an en büyük tehditlerden biri durumuna gelen Hugo Chavez’i iktidardan indirmeyi başaramazsa koca bir kıtayı kaybedeceğini anlayan Amerikan emperyalizmi şimdi her türlü kirli oyunu oynamaya hazırlanıyor. Bakalım ABD sırada ne gibi kirli yöntemler ve bahaneler bulunuyor?

28
May
08

Amerikan-Kürt dostluk grubu sonunda kuruldu

ABD’nin Kürtlerle ne kadar sıcak ilişki içinde olduğunu zaten yıllardır yazıyoruz. ABD’nin İsrail’den sonra bölgedeki en büyük piyonu olan Kürtler zaten Ortadoğu’daki bütün işgal girişimlerinde ABD’ye olan bağlılıklarını ve dostluklarını gösteriyorlardı. Sonunda Kürtler bu işbirlikçililiklerinin karşılığını alarak ABD Kongresi’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde bir Amerikan-Kürt dostluk grubu kurmayı başardılar.

Oldukça geç kurulan bu dostluk grubu nedeniyle düzenlenen resepsiyona Washington’da bulunan Kuzey Irak’taki yerel Kürt yönetiminin üst düzey yetkilisi Neçirvan Barzani ve Amerikalı bazı milletvekilleri katıldı. Henüz bu dostluk grubunun fazla üyesi bulunmuyor. Şimdilik topu topu iki milletvekili: Tennessee eyaletinin Demokrat milletvekillerinden Lincoln Davis ve South Carolina eyaletinin Cumhuriyetçi milletvekillerinden Joe Wilson. Anlaşılan ABD milletvekilleri Ortadoğu’daki diğer ulusları kızdırmaktan çekiniyorlar. Belki de bu yüzden Neçirvan Barzani’nin ABD Savunma Bakanı Robert Gates ile bir araya gelmesinde devlet başkanlarına uygulanan törenle karşılama planı iptal edildi. Ne de olsa Ortadoğu coğrafyasında İsrail’in konumu neyse Kürtler de o sınıflandırmaya dahil ediliyor. Petrol de Ortadoğu’da olduğuna göre hem Türkleri hem Arapları kızdırmanın bir anlamı yok!

Hiç kuşku yok ki Kürtlerin keyfi bu aralar son derece yerinde. İşbirlikçiliklerinin ödülü olarak bedavaya bir devlete kondukları gibi şimdi onun nimetlerinden yararlanarak dostluk gurubu kuruyorlar. Neçirvan Barzani de kısa konuşmasında dostluk grubunun kurulmasını “tarihi bir gün ve olay” olarak nitelendiriyor. Fakat anımsatmak lazım ki devlet yönetmek öyle aşiret yönetmeye benzemez. Daha bir tane bile devlet kurmayı başaramamış bir aşiretin elinden devleti öyle bir geri alırlar ki, bir daha hazıra konmaya adamı tövbe ettirirler. O zaman geldiğinde dostluk grubunda da kimseyi bulamayacaklarını bilseler iyi olur. Emperyalist devletler günü geldiğinde piyonlarını feda etmesini bilirler ne de olsa!

28
May
08

ABD Irak’ta sivil katliamına devam ediyor

ABD askerlerinin nasıl bir ruh hali içinde bulunduklarını önceki sayılarımızda yazmıştık. Tamamen şizofren bir duruma gelen, ölüm korkusu nedeniyle kuşkulandığı her şeye ateş eden ABD askerleri birçok kez büyük sivil katliamlarına imza atıyorlar. Bazen değersiz gördükleri ya da ceza almayacaklarının bilincinde olarak sivilleri öldürseler de, bu katliamların arkasında yatan temel nedenin işgalcinin içinde bulunduğu can korkusu olduğu kesin. İşte bu can korkusu yüzünden ABD askerleri karada da olsa havada da olsa korku içinde yaşıyor ama bu korkunun bedelini ödemek sivil halka düşüyor.

ABD ordusu askerlerinin son bir haftada yaptığı son katliamların bilançosu ise oldukça kabarık. Yalnızca geçtiğimiz hafta ABD askerleri tarafından gerçekleştirilen iki katliamın sonucunda ikisi çocuk olmak üzere 19 Iraklı sivil yaşamını yitirdi.

Irak polisinin verdiği bilgiye göre ABD askerlerinin birinci katliamı Bağdat’ın kuzeyindeki Beyci kasabasında gerçekleşti. ABD ordusuna ait bir helikopterin düzenlediği saldırının hedefindekiler, ne olduğunu anlayamaya fırsatları kalmayan bir grup çobandı. Tek suçları olay sırasında bölgede bulunmak olan 2’si çocuk toplam 8 Iraklı helikopterden açılan ateş sonucunda yaşamını yitirdi. Konu sivil ölümleri olunca ABD ordusundan yapılan açıklama da beklenildiği gibiydi. ABD Ordu Sözcüsü Albay Maura Gillen’e göre saldırıda ölenler, dur ihtarına uymayan bir aracın içindeki kişilerdi. Albay’a göre araç dur uyarısına uymadığı için vurulduğundan suçlu olan kurbanlardı.

Oysa görgü tanıklarına göre ölenlerin bazıları, ABD askerlerinin bölgeye gelmesinin ardından yaya olarak bölgeden kaçmaya çalışan insanlar. ABD ordusu sivil ölümlerinden dolayı üzüntü duyduğunu açıklasa da görgü tanıklarının ifadeleri bölgede yanlışlıkla sivil ölümü yerine açık bir sürek avı yapıldığını gösteriyor. ABD’nin bu konudaki karnesi zaten son derece kabarık olduğundan sivil ölümlerinin kasıtlı olduğu kesin gibi. Hatta öyle ki, işbirlikçi polis kuvvetlerinin Beyci Emniyet Müdürü Albay Mudher Kasi bile olayın fiili olarak bir suç olduğunu söylerken, bunun ABD ile Iraklılar arasındaki ilişkiyi zedeleyebileceği uyarısında bulunuyor. İşbirlikçi bile bunu söylemek zorunda kalıyorsa yanlışlık olasılığı gerçekten sıfır gibi.

İkinci katliam ise Sadr’a bağlı güçlerin kalesi durumunda olan Sadr Mahallesi’ndeki El Ubeydi bölgesinde gerçekleşti. ABD ordusu tarafından yapılan açıklamada Şii lider Mukteda es-Sadr yanlısı 11 militanın öldürüldüğü bildirilirken, görgü tanıklarının ifadeleri ölenlerin birçoğunun keskin nişancılar tarafından öldürülen siviller olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Yine bir polis yetkilisi de bölgeden 11 ceset geldiğini, ölenlerin arasında 3 yaşlı adam ile 2 sokak temizlikçisi bulunduğunu söylüyor. ABD’li keskin nişancılar tarafından öldürülen bir Iraklının yakınları da gazetecilere kurbanın kendi evinin önünde dolaşırken vurulduğunu, olay sırasında elinde bir odun bile olmadığını yaşlı gözlerle anlatıyorlar. Anlaşılan ABD askerleri bu kez yalnızca eğlence olsun diye insanları öldürmüşler. Herhalde bir keskin nişancı takımının bu kadar çok sivili yanlışlıkla öldürmesinin de başka bir açıklaması olamaz. ABD herhalde gerekirse sivilleri bile öldürmekten çekinmeyeceği mesajını tekrarlamak istemiş anlaşılan…

28
May
08

21 Mayıs ihtilal girişimi

Geçtiğimiz hafta yaşadığımız 21 Mayıs günü, Türkiye tarihinin önemli olaylarından birine tekabül eder. Emekli Albay Talat Aydemir liderliğindeki 22 Şubatçılar denilen ihtilalci grup, 21 Mayıs 1963 tarihinde ikinci kez ihtilal girişiminde bulunurlar. Ancak bu girişim de ilki gibi başarısız olur ve Talat Aydemir’le birlikte (E) Süvari Binbaşı Fethi Gürcan idam edilirler.

27 Mayıs Devrimi ile DP diktatörlüğüne son veren Milli Birlik Komitesi’nin (MBK), bir an önce seçimlere gitmek yoluyla iktidarı sivil güçlere vermek istemesi, Ordu içindeki farklı gruplar arasında bir çatışma ve ayrışmaya yol açar. Çünkü devrim amacına henüz ulaşmamıştır ve iktidar sivillere bırakılamaz.

Özellikle MBK’ya karşı tepki duyan genç subaylar emir komuta zinciri dışında yeni bir örgütlenmeye giderken, MBK’ya alternatif olarak üst düzey komutanların öncülüğünde ve Genelkurmay Başkanı liderliğinde Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adı altında yeni bir örgüt kurulur. SKB’nin ilk hedefi “MBK’yı doğru yola sevk etmek” olarak açıklanır. Bu arada ordu içinde birtakım gruplaşmalar baş gösterir. Talat Aydemir liderliğinde bir grup, Halim Menteş ve 11 Havacılar, Kabibaycılar ve Faruk Gürler liderliğindeki Gürlerciler ön plana çıkan gruplardır.

MBK tarafından Devlet Başkanlığına getirilen Cemal Gürsel’in İnönü ile anlaşması ile gidilen seçimlerden CHP-AP koalisyonu çıkınca tepkiler had safhaya çıkar. Bu gelişmeler üzerine SKB, 21 Ekim 1961 tarihinde bir protokol kabul ederek seçimlerin feshedilmesi ve iktidara el konulması amacıyla harekete geçer. Ancak Faruk Güventürk ve Faruk Gürler’in vaz geçmeleri üzerine plan başarısızlığa uğrar. Bunun üzerine 9 Şubat 1962’de yeni bir protokol hazırlanır ancak o da benzer sebeplerle uygulanamaz.

Bütün bu gelişmeler üzerine SKB ile yollarını ayıran Talat Aydemir ve ekibi kendi planlarını uygulamak için harekete geçerler. Aydemir liderliğindeki grup, 22 Şubat 1962 gecesi harekete geçer. Ankara’da bulunan Tank Okulu, Süvari Grubu, 229. Piyade Alayı, Muharebe Okulu, Zırhlı Birlikler Eğitim Merkezi ve Jandarma Okulu harekete geçerek Ankara’nın kontrolünü ele geçirirler. Bu birlikler Genelkurmay Başkanlığı ve TBMM’yi kontrol altına alırlar.

Bir tarafta bunlar olurken diğer yanda Çankaya Köşkü’nde Cemal Gürsel, İsmet İnönü, Cevdet Sunay ve Kuvvet Komutanları, Talat Aydemir’in yapacağı bir ihtilal girişimine karşı önlemleri tartışmaktadırlar. Toplantı henüz sürerken Fethi Gürcan komutasındaki birlikler Köşk’ü kuşatır. Bu an 22 Şubat’ın kader anıdır. Bütün devlet erkanı ihtilalcilerin elindedir. Fethi Gürcan, Talat Aydemir’den içerdekileri tutuklamak için emir beklemektedir. Ancak Talat Aydemir içerdekilerin serbest bırakılmasını emreder ve Ordu içinde bir çatışma olmasını istemediği için ihtilal hareketini sona erdirir.

Bu girişimin ardından başta Talat Aydemir olmak üzere bütün lider kadro emekliye sevk edilir. Harekata katılan genç subaylar ise ücra yerlere sürgün edilir.

Girişimin başarısızlıkla sona ermesinin ardından İnönü Meclis’te bir konuşma yapar ve “Harbiyeliler aldatılmıştır” der. Açıklamanın basına yansımasının ardından hemen ertesi gün izinli olan Harbiyeliler İstanbul’a gelirler ve Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’na “Atatürk ve Türk Ulusu… Harbiyeli Aldanmaz” yazılı çelenk bırakırlar.

22 Şubat harekatının başarısızlığına rağmen pes etmeyen Talat Aydemir ilk fırsatta yeni bir girişimde bulunur. 1963 yılının 20 Mayısını 21’ine bağlayan gece harekete geçilir. Radyo binaları ele geçirilir ve ihtilal bildirisi okunur. Bu aşamada biraz aceleci davranan ihtilalciler karşı tarafın uyanmasına ve karşı önlemler almalarına neden olur. Yer yer çatışmalar yaşanır ve Talat Aydemir ikinci ihtilal girişimini de durdurmak zorunda kalır.

Başarısız girişimin ardından mahkemeye çıkarılan 21 Mayısçılardan Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer idama mahkum edilirler. Mahkumlardan Osman Deniz ve Erol Dinçer daha sonra idam edilmekten kurtulurlar. Fethi Gürcan’ın cezası 27 Haziran 1964’te, Talat Aydemir’in cezası ise 5 Temmuz 1964’te infaz edilir.

Her iki devrimci subay da gerek yargılanmaları sırasında, gerekse idama giderken Atatürk’ün askeri olduklarını hiçbir zaman unutmazlar. Asla taviz vermezler. Özellikle Fethi Gürcan’ın mahkemedeki tavrı tam anlamıyla bir derstir.

Talat Aydemir ve Fethi Gürcan, 27 Mayıs Devrimi’nin rayına oturtulması yani Atatürkçülüğe dönüş mücadelesinde hayatlarını ortaya koydular ve tarihteki yerlerini aldılar.

“Ölümün karşısında ve Tanrı ile adaletin huzurunda bulunduğum şu anda, Atatürk’e övgüler yazmak için kaleme sarılan şair kadar vicdanım rahat. Uğruna can verecek adamlar bulunduğuna göre, davamızın daha güçlü olarak yaşayacağına inanıyorum.Ve diyorum ki Atatürk ölmüştür ama var olmakta devam ediyor. Şimdi ben de öleceğim ama Atatürk ilkeleri, ölümümle çok daha yüce bir değer kazanacak.” Fethi Gürcan.

28
May
08

Mustafa Kemal’in ve Türk Devrimi’nin doğumgünü 19 Mayıs

“Benim doğduğum gün 19 Mayıslardır”

Yıl 1932… Bir grup genç, Atatürk’ü ziyarete gelmiştir. Sohbet esnasında orada bulunan bir öğretmen sorar: “Efendim, sizin doğum gününüzü tespit edemedik, acaba hangi tarihti?”

Atatürk yanındaki tarihçiye dönerek; “Siz söyleyin ben ne zaman doğdum?”

Tarihçi: “19 Mayıs 1881…” Atatürk bu cevaptan çok memnun kalır ve “İşte benim doğduğum gün 19 Mayıslardır!…” diyerek sözünü tamamlar.

19 Mayıs, Mustafa Kemal’in liderliğinde Samsun’da başlayan “Anadolu Türk Devrimi”nin de doğum günüdür.

Gazi Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi’ni Adana’da başında bulunduğu Kolordu Komutanlığında, Sadrazam İzzet Paşa’dan gelen tel emrinden öğrenir ve Fahrettin Altay Paşa’ya; “Bu mütareke ahkâmını içime sindiremedim” der.

Fahrettin Altay Paşa’nın; “Ne yapacaksınız Paşam?” sorusuna ise Gazi Mustafa Kemal Paşa; “Bu zillete ne bu ordu katlanır ne de millet. Gereğini yapacağım” der.

Telgraf başına geçer ve Sadrazam İzzet Paşa’ya bir telgraf çeker: “Verilen emri dinlemeyeceğini ve gerekirse düşmanla savaşacağını” bildirir.

1919 yılında, bir yanında ABD mandacıları, diğer yanında ise İngiliz mandacıları vardır. Milletini arkasına alarak yola çıkan Gazi Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve “Olmaz efendiler… Ne o ne ötekisi. Biz ulusal egemenliği seçen bir devlet olacağız” der.

1919 yılı… Erzurum’da “Manda mı, himaye mi?” tercihine zorlanan Gazi Mustafa Kemal, bu kısır döngüyü kırarak, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek bağımsızlık kararını alır.

Aydınlıktan karanlığa

Vahdettin 6 asırlık Osmanlı tarihinde düşmana sığınan tek Osmanlı Padişahı’dır. Çünkü Vahdettin İngilizlere değil, Bağımsızlık Savaşı’nı yürütenlere düşmandı. Vahdettin, Anadolu’daki hareketin kendi saltanatı için tehdit olduğunu biliyor ve onun için çözümü İngiliz mandasında arıyordu.

30 Mart 1919’da padişahın yazdığı teklifi Damat Ferit Paşa İngiliz Yüce Komiseri Amiral Calthorpe’ye verir. Vahdettin, “Türkiye’nin yalnız İngiltere’ye tabi” olmak istediği belirtilmektedir:

“İngiltere’nin istediğine göre, Ermenistan bağımsız ve özgür bir cumhuriyet olacaktır. Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını İngiltere işgal edecek. İngiltere gerekli bulduğu yerleri işgal edecek.”

İşte Osmanlıcıların, saltanatçıların vatansever padişahı! Osmanlı Devleti ayrıdır, ülkeyi satan padişah ayrı. Gericiler bu olguyu bilerek saptırırlar. Çanakkale’ye İngilizlerin yanında savaşa gelen Müslüman askerler de halifeyi kurtarmak için gelip savaştıklarını sanıyorlardı.

Padişah Vahdettin İngiliz komiserine; “Mustafa Kemal Paşa ve yanındakilerin, Türk olmadıklarını” öne sürüyordu.

Vahdettin, İttihatçıları yargılatmak üzere İngiliz işgal kuvvetleri komutanına koşarak gider ve “Şimdi istediğiniz gibi bir mahkeme kurdum…” der.

Damat Ferit Paşa, Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizlere;

“Padişahın ve benim Allah’tan sonra güveneceğimiz sizlersiniz” diyordu.

İşgalin önündeki en büyük engel olduğu gerekçesiyle Osmanlı ordusu dağıtılmıştır.

Telsiz, telefon ve kabloların denetimi işgal devletlerinin yönetimine verilmiştir.

Hainlerin Milli Mücadele karşıtı yazıları

İzmir’in işgali üzerine Harbiye Nazırı Şakir Paşa; “Bu gibi şaiyalara ehemmiyet vermeyin” diyerek gerçeği halkından saklıyordu.

Dürrizade Abdullah Efendi’nin “Alemdar” gazetesinde yayınlanan fetvası: “Memlekette fitneye ve isyana sürükleyen bu eşkıyaların dağılmaları hakkında yüksek emrinden sonra, hâlâ fesatlar da ısrar ederlerse bunların hesabetlerinden ve şerlerinden temizlenmek için öldürülmeleri meşru olur mu? Elcevap olur.”

Yazar Refi Cevat Ulunay: “Türkler kendi güçleri ile adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.”

“İstiklal diye bağıranlar kötü niyetlidir.”

“Tek çarenin galiplerle uyuşmak ve anlaşmak olacağı bu kafasızlarca ne zaman anlaşılacak?”

“Milli hareketi yok etmek, milet için var olmak meselesidir. O alçaklara karşı çıkanlar, dine, halifeye, millete unutulmaz hizmette bulunmuş olacaktır.”

“Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal kuvvetleri denen çapulcuları tamamen tepeleyecektir.”

“Anadolu ile değil, Yunanistan ile anlaşmalıyız.”

Sadrazam Tevfik Paşa: “Ankara Sevr Antlaşması’nı kabul etmelidir”.

Yüksek Komiser Amiral Calt Horpe’un raporu: “Tevfik Paşa İngiltere ile gizli bir anlaşmaya varılarak Osmanlı Devleti’nin kalan ülkesinin birliğinin ve İngiltere’ye bağlılığının sağlanmasını istedi.”

A. İzzet Paşa’nın verdiği talimat: “Anadolu’yu boşaltmaları karşılığında, Trakya Yunanlılara bırakılabilir.”

Sadrazam Salih Paşa: “İngiltere’ye direnip durmak gereksiz ve tehlikelidir.”

Hariciye Nazırı Mustafa Şerif Paşa’dan İngiltere Ordu Komutanı General Milne’e: “Kendim, kabinedeki arkadaşlarım, Sultan ve geniş halk kitlesi adına katiyet ve ciddiyetle temin ederim ki umumun arzusu, İngiltere tarafından idare edilmekliğimizdir.”

Hariciye Nazırı Sefa Bey’den İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’a: “Hükümet Ermenilere toprak verilmesini kabul ediyor.”

Edirne Tem’in gazetesi: “Müftü Hilmi Efendi, Selimiye Camii’nde hürriyetin ve adaletin saygıdeğer temsilcisi olan Venizelos hazretlerinin sağlığı için güzel bir dua okumuş ve hazır bulunanlar şükran duygularını belirterek duaya katılmışlardır.”

Ali Kemal’ın hainlikleri

1919’da Damat Ferit Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı ) olan Ali Kemal, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkarak Mustafa Kemal Atatürk’e karşı suikast girişiminde bulunur. Ortağı Ermeni Mihran ile Payam-ı Sabah gazetesini çıkaran Artin Kemal, Bağımsızlık Savaşı sonrası yakalanıp yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken, Kocaeli’nde halk tarafından linç edilmiştir.

Konuşmasında; “Haydutların işi gücü savaş. Siyasetten zerre kadar anladıkları yok. Ellerinde derme çatma bir ordu, birkaç tane de düzme kahraman, dövüşüp duruyorlar. Hükümet ölçmüş, biçmiş, uygun görmüş. Sevr Antlaşması’nı imzalamış. Size ne oluyor a zirzoplar?” diyordu.

“Avrupa ile başa çıkmayı asırlardan beri Asya’nın hangi kavmi başardı ki biz başarabilelim.”

“Düşmanlar, Teşkilat-ı Milliye’den bin kere daha iyidir.”

“Ankara’dakilerin Yunanlılara hâlâ meydan okumalarına çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da, ilimce de, kuvvet bakımından ve her açıdan bu kadar fark varken muharebeye girilemez.”

“Kars alındı. Demek ki işlemediğimiz bir hata kalmıştı. Ermenistan’a taarruz ile onu da tamamladık. Ankara yâranı nihayet merâmlarına erdiler. Ermenistan’a yürüdüler, Kars’ı işgal ettiler.”

Şeriatçıların Milli Mücadele düşmanlığı

Delibaş Mehmet: “Halifenin müttefiki olan İngilizler Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-i Milliyecileri yeneceğiz.”

“Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a karşı giderse şer’an kafirdir.”

İslami Yüceltme Derneği: “Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlukat Ankara’dadır.”

Medrese Hocaları Derneği (Cemiyet-i Müderrissin): “Kuvai Milliyeciler kudurmuş haydutlardır.”

Adana Valisi Abdurhaman’ın demeci: “Ayaklanmak için sebep yoktur. Fransızlar bizim iyiliğimizi istiyorlar.”

İzmir Valisi Kambur İzzettin’in genelgesi: “Yunan kuvvetlerinin özel bir tören ve saygı ile karşılanması…”

Mutasarrıfı Aznavur Ahmet: “Padişah Yunanlılara karşı harp edilmesine razı değildir. Yunanlılar bizim dostumuzdur. Padişahın emir ve rızası hilafına olarak, onlara silah çekmek küfürdür, isyandır.”

Divitli Eşref Hoca: “İngilizlere meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.”

Şeyhülislam Mustafa Sabi’nin başkanlığındaki Anadolu Cemiyeti adlı Vahdettinci örgütün, İstanbul’daki Yunan Başkomiserliğine önerileri:

“Amaç Ankara hükümetine karşı, Yunanistan’ın yardımıyla, sultanın ve Yunanistan’ın himayesi altında bir Batı Anadolu devletinin kurulmasıdır. Kemalist güçler bastırılacak. Bunun için kurulacak gönüllü Anadolu Ordusunun talim ve silahlarından Yunan Başkomutanı sorumlu olacak, bir miktar Yunan subayının bu orduya katılması sağlanacak. Yunanistan, karşılamak üzere 100 bin Türk Lirası verecek.”

Çerkez Ethem’in Yunan uçaklarıyla Türk cephesine atılan bildirisi: “Kardeşlerim! Yunanlıları pek iyi tanırım. Dinimizi, namusumuzu, hürriyetimizi müdafaa ediyorlar. Yunan ordusu şehirlerinizi ve köylerinizi işgal ettiği zaman korkmayınız. İşgal edilmiş yerlerde hüküm süren asayiş ve hürriyetten siz de yararlanacaksınız.”

Adliye Nazırı Ali Rüştü’nün demeci: “General Paraskevepulos’un ordusu, şimdi sürat ve şiddetle harekata devam eyleyecek olursa, birkaç haftada Ankara surları önünde bulunacaktır. Yunan ordusunun başarısı için dua ediniz! Bu ordu bizim ordumuzdur.”

Nazır Rıza Tevfik: “Anadolu direnişi bir blöftür. Avrupa medeniyeti Anadolu’yu bu zararlı haşereden temizleyecektir. Hüküm galibindir. Medeniyeti temsil eden İngiltere gibi bir devlete itiraz etmek küstahlıktır.”

İngiliz Muhipler Derneği Başkanı Sait Molla: “İngiltere Osmanlı Devleti’nin yönetimine el koyarsa, saltanat ve hilafetin İngilizler elinde bulunduğunu gören Mısır, Hindistan Müslümanlarının da İngiltere’ye dost olmanın gereğine inanacakları.”

“İngiliz mandası istediğimizi bütün İtilaf temsilcilerine, hükümete ve gazetelere bildiriniz.”

Kurtuluştan sonra bile düşmanlarla işbirliği içindeki Şeyh Sait, 1925 yılında “Müslümanlık elden gidiyor!” diyerek yine yabancıların desteğiyle; “Emir kafir olursa, ihtilal vacip olur” diyerek yeşil bayrak açmıştır.

Belediyelere genelge: “Milli hareket boşa gitmeye mahkumdur.”

Kendini “Türk Demokrat Partisi Şefi” olarak tanımlayan ve 150’likler listesiyle yurtdışına çıkarılan Osmanlı Dahiliye Nazırı Mehmet Ali’nin, İstanbul’daki Kral Edward’a, Paris’ten göndermiş olduğu mektuptan:

“Dünya milletlerinin en medenisinin mümessili olan majestenizin, Boğaziçi seyahatiniz sırasında Türkiye Cumhurreisi Mustafa Kemal ve namı diğeri Atatürk’e nezaket ziyaretinde bulunmaya mecbur kalmanızın çok esef verici olduğunu Türk Demokrat Partisi namına arz etmekle şeref edinirim.

Majestenizin ziyaretinizin Türk Milleti önünde diktatör ve hampaları tarafından, İngiltere’nin en yüce şefinin ziyaret edilmesi, Cumhuriyet etiketi altında istibdat çeken Türk Milleti’ni bir kat daha işkenceye uğratmak isteyeceklerini de hakimane olarak majestelerinizin dikkatine arz etmeyi cüret eyliyorum.”

Gazi acizler gibi şikayet etmedi, asil bir şekilde yönetti

Düşmanlarla işbirliği içindeki hainler, düşmanlara hainliklerinin yanında yol da göstermişlerdir. Bu hainlerin benzerleri bugün yine aynı benzerlikler içinde düşmanla işbirliği yapmakta ve onlara yine benzer yollar göstermektedirler.

Mustafa Kemal; Afrika, Yakındoğu ve Uzakdoğu sömürgecilik sisteminin çöküşünde ilk kıvılcım olmuştur.

Türk Devleti; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve devrimcidir. Bu ilkeleri benimsemek ve ilkelere sahip çıkmak Atatürkçülüktür.

Atatürk nerede bıraktıysa, yeniden oradan devam edeceğiz. Çünkü Atatürk Türk Ulusu’nun en yüce ve tek değeridir.

28
May
08

27 Mayıs hep yaşayacak!

Ne doğada ne de toplumsal yaşamda nedeni bulunmayan hiç bir olay yoktur. Ne ki neden, öyle saltık bir etken değildir. Dahası neden’den söz edince, nesnel ve öznel olanın ayrımına varmak da gerekir.

Nesnel nedenler, insanın bilinç ve isteminden bağımsız olarak etken olurlar. Öznel nedenler ise, nesnel olanların insan bilincindeki yansımasına dayanan eylemlerdir. Ancak neden’in “vesile” (nedence) ile karıştırılmamasına dikkat edilmelidir.

“Vesile” de aynen neden gibi, bir olayın gerçekleşmesinde etken olabilir. Ama bu, neden gibi temel bir etken değil, görünüşte (zahiri) ve zorlamalıdır. “Vesile”den gelen bir olayda, başka olaylarca yapılan dış etkilerin rolü kadar, o olayı geliştirici iç çelişkiler de önemli bir etmendir.

27 Mayıs olayında “neden” etkendir; 12 Mart’taki gibi “sosyal gelişmenin ekonomik olanı aştığı” ve 12 Eylül’deki gibi “anarşi” vesilesi değil…

Başka bir deyişle, 27 Mayıs zahiri ve zorlamalı ya da eylemi belirleyenlerin iç çelişkileriyle gelişmiş bir olay değildir. Tarıma dayalı toplumun sanayileşmeye doğru atılımı sürecinde, toplumsal yapıda doğan farklılaşmanın eylemi belirleyenlerin bilincinde yansımasının önemli bir aşamasıdır.

Gerçi, bu önemli neden, 27 Mayıs günlerinde ve ertesinde gözden kaçırılmıştır ama bu da çok doğaldır: Çünkü önce olaylar yaşanır, sonra yaşanılan olayların bilincine varılır.

Üstelik bu önemli nedeni gözden uzak tutturarak bilincin eylem üzerindeki etkisini ve dolayısıyla o süreçteki Silahlı Kuvvetler bilincini küçümsemek yoluyla 27 Mayıs’ı yalnızca DP iktidarına tepki “vesilesi”ne indirgemek, sermaye güçlerinin ve iç çelişkileri zorlama yoluyla aşma yanlılarının işine gelmiştir. Her iki kesim de, toplumu bu yolda koşullamanın tüm etkinliğinde birleşmişlerdir.

Dahası, Silahlı Kuvvetleri CHP ve İnönü’nün yedek gücü olarak sunmak çabasına da girişmişlerdir. Oysa, DP tek parti döneminin -dolayısıyla CHP ve İnönü’nün- ideolojik mirasını asla reddetmemiştir. Ve bu bakımdan 27 Mayıs, tek parti dönemi ideolojisine de karşı bir eylemdir.

Ve böyle olduğu içindir ki, o ideolojinin kör karanlığından çıkış noktasının, toplumsal koşulların yeniden örgütlenmesinde olduğuna inanmıştır. Devlet yönetiminin öğeleri toplumsal denetimin öğeleri arasında bir iç içe geçiş durumu olmadıkça demokrasiden ve demokratik işlerlikten söz edilemeyeceğini savunmuştur. Siyasal devletin karşısına, toplumsal devletin üstünlüğünü koymuştur. Ancak bu belirlemelerde bulunurken, ne 12 Eylül gibi kendisini kitlenin doğal vekili sayma saplantısında olmuş ne de ona ültimatomlar halinde politikalar dayatmıştır.

Ülke için ortalama bir demokrasi önerenlere karşı, demokrasiyi örgütlü ve özerk bir halk katılımının siyasal ve yönetsel eylemi üzerinde yaşatmayı öne çıkarmıştır. Ve sivil güçlerin tartıştığı ama henüz yol alamadığı demokrasi alanında, 27 Mayıs, özgürlük bayraklarını dalgalandırmıştır.

Öte yandan, eylemin nesnel ekonomik nedeni de, toplumdaki mülkiyet ilişkilerinin 27 Mayıs’tan sonra belli bir değişime uğramasıyla, tekelciliğin bu dönemi izleyen süreçte oluşmasıyla kendini tanıtlamıştır. Bu gelişim eyleme gölge düşürmemiş, tam tersine ve tarihsel eytişim yasaları önünde, 27 Mayıs’ın önemli bir evrim süreci olduğunu kanıtlamıştır.

Zaten bunun ayrımına varan sermaye güçleri, kaba bir taktik gereği, Silahlı Kuvvetler içindeki tek tek bireylerin diktatörlük güdülerini okşamaya koyulmuştur. Bunun sonucunda ise, gerici ve kafatasçı diktacılığı ülke için tek çıkar yol olarak benimseyen Türkeş ve izleyicilerinin sayesinde, Silahlı Kuvvetler, kendisinden kat kat diktacı ve gerici sermaye güçleri karşısında 27 Mayıs darbecisi olarak suçlanmanın acıklı durumuna düşmüştür.

Bu noktadan sonra, 27 Mayıs’ın getirdiği evrim ile toplumsal devrim arasındaki eytişimsel bağ koparılmıştır. Ve artık sermaye güçleri de, Türkiye’de şu ya da bu parti arasında bir yeğ belirlemek yerine, güdümlü demokrasi ile askersel demokrasi arasında dönemsel yeğler belirlemeye başlamışlardır.

27 Mayıs, kendini olduran nedenden soyutlanıp koparılmış, sonraki dönemlerde görüleceği gibi, askerlerin yönetsel erke eylemli katılımlarının herhangi bir “vesile”sinin yansıması boyutuna sıkıştırılmıştır. Bununla da yetinilmemiş, 27 Mayıs, Silahlı Kuvvetler’in dünü ile bugününün bir hesaplaşması şekline konulmuştur.

Oysa o görkemli evrim sürecini yaşayan bizler, Pierre de Blois’nın bir sözünü değiştirerek söylersek, 27 Mayıs’ın üzerine çıkan ve ondan daha uzaklara bakabilen ve görebilen kişilersek, bunu hep ona borçluyuz. Demokrasi ve özgürlük sorununun hiç bir zaman bu genişlikte ve bu derinlikte ortaya konulduğu ve değer kazandığı bir dönem daha yaşamamıştır ülkemiz.

Peki, buna karşın, 27 Mayıs askersel bir müdahale değil midir?

Evet, öyledir. Ne ki, 12 Mart ve 12 Eylül güçlerinin öne sürdükleri gibi, askersel müdahalelerin ulusal özellikleri diye bir şey yoktur. Ama dönemsel özellikleri vardır.

Örneğin, 12. Yüzyılda militarizm, Japonya’da “çadır ve karargah hükümeti” yönetimini zorla kabul ettirmiştir. Japonya, bir Genelkurmay tarafından yönetilen askersel devlet özelliğini almış ve bunu bugün de daha değişik bir biçimde sürdüregelmektedir.

“Çadır ve karargah hükümeti yönetimi”ni zor yoluyla Türkiye’ye koşullamaya kalkışan Türkeş ve izleyicileri 27 Mayıs’ta Silahlı Kuvvetler bünyesinden dışlanabilmişlerdir ama yirmi yıl sonraki bir askersel müdahale salt bu yöntem biçimi üzerine kurulmuştur.

İşte dönemsel özelliğin en somut vurgusu!

Yoksa, Türkiye’de askersel müdahalelerin mutlaka parlamenter demokrasiye(!) dönmek gibi bir ulusal özelliği olduğu savı asla doğru değildir. Hangi ülkede sürgit erki elinde tutabilmiştir ve tutabilir ki askersel yönetimler?

Bu ayrıma varılmaz ise, 27 Mayıs’ın dönemsel özelliği ve “nedeni” gözden yitirilir, diğer “vesileci” müdahaleler gibi bir düzeye indirgenir. Bu da 27 Mayıs’ı ezmeyi hedef alan sermaye güçleri kadar onun bayram olumunu önleyenlerin de istediği bir olgudur.

Bu iki ayrı güç, sessiz işbirliği içinde, söylevleri, yazıları, çıkarcı kalemleri ile 27 Mayıs’tan ve onun ufkunu açtığı özgürlükler sürecinden intikam kuşakları hazırlamaya koyulmuşlardır ama onlar, Atatürk’ten intikam almak için eylemde bulunan Şeriat güçlerinden daha az masum değillerdir. Onlar, kendilerinin gerçek kimliklerini gözden saklamanın yolunu, 27 Mayıs evrimini gözden uzak tutmakta bulmuşlardır. Ve 27 Mayıs’ı karalayıp bayram takvimi dışına atmakla, Türkiye’yi yalnız geçmişteki demokratik ve özgür ufkunu tümüyle yadsıyan köksüz, hayalet bir toplum olmaya itmemişler, Mustafa Kemal’in Silahlı Kuvvetler’inin özgün var oluşunun geleneksel gerçeklerini de ilelebet terk etmesini koşullamak istemişlerdir.

Onlar “vesileye dayalı askersel müdahalelerin koşullarını yerli yerinde tutarak, demokrasiyi, iki müdahale arasında nöbet değiştirip silah elde bekleme süreci olmakla sınırlama tutkunudurlar. Anayasa değişimi ve Rabıta olguları, bu yönde ne denli başarılı olup olmadıklarının göstergesi olacaktır ileride.

Ne ki, Graham Wallos’ın çok anlamlı bir deyişiyle özdeşleştirirsek, 27 Mayıs, “hayal kırıklığına uğratıcı olayların bulutları arasından bir parçacık mavi gökyüzü görmek” demek de olsa, o bir parçacık özgür maviliğin bayramı olarak hep yaşayacaktır Türkiye’nin evriminde…

28
May
08

ABD ekonomisinin önlenemez açmazı

Amerikan ekonomisi, 1930’ların büyük bunalımını anımsatır biçimde, ağır bir çöküş ortamı içinde bocalıyor. Bu ülkenin karar verenlerinin en korkulu karabasanı böylesine büyük bir bunalımın karşılarına bir daha dikilmesidir. Günümüz Amerikan toplumu benzer bir tehlikenin işaretlerini görmezden gelinmez biçimde veriyor. Bu oluşum yalnız ABD insanını değil, kürenin dört-bir yanını, bu arada Türkiye’yi olumsuz yönden etkileyecek, özelleştirme odaklı tüm iktidarları sarsacaktır. Ancak, daha şimdiden çıkarılacak kimi dersler var. Zararı azaltmak için önlemler düşünmenin zamanıdır…

Konu, kürenin neredeyse tümünü sıkı denetimi altında tutan Amerika’da belirgin ekonomik bunalım işaretlerinin varlığıdır. Bu nedenle, 1930’lar korkusunu kısaca anımsamakta yarar var. Seksen yıl öncesinin Amerika’sı, ondan önceki dönemleriyle karşılaştırıldığında, daha ileri ve göreceli bolluk içindeydi. Ancak, dünyanın en ağır ve en uzun ekonomik bunalımı da bu teknoloji çağının ve görünürdeki zenginliğin ortasında vurdu. Kapıyı yumruklayan yıkım bir süredir paldır-küldür palazlanan sermayeci yapının kendi sınırlarına gelip dayandığını kanıtladı. Bundan sonrası, başta sıradan Amerikan yurttaşı olmak üzere, küçük, orta ve kimi büyük özel işletmeler için görülmemiş bir çöküştü. Örneğin, hisse senedi piyasası iskambil kâğıdı gibi dağıldı. Büyük para babalarından Henry Ford bunalımı iş yerlerinde “çalışanların tembelliği” ile açıklamağa kalkışmış, işçi çalışmak istiyorsa tümüne yetecek iş bulunduğu görüşünü ilk günlerde bol keseden savurmuştu, ama bu sözlerinin üstünden ancak birkaç hafta geçmişti ki, on binlercesini kendi çıkarmak zorunda kaldı.

Büyük bunalım gelip çatıncaya değin, milyonlarca işçiye sürekli olarak hak ettiğinden az ücret ödenmiş, sendikalaşmaları engellenmiş, iş bırakmak gibi eylemlerde direnenlerin üstüne polis, kurt köpekleri ve asker yollanmış, su sıkılmış, cop ve silâh kullanılmıştı. Bu arada, bir avuç insanın kasalarında da görülmemiş kârlar istifleniyordu. Bu kasa sahiplerinin bir bölümü bile, paraları pul olunca, gökdelenlerden atlayıp yaşamlarına kendi elleriyle son verme dışında çıkar yol bulamamışlardı. Böylesine bunalımın bile yıkamadığı en büyük sermaye çevrelerine de altlarındakilerin varlıklarını ucuza kapatmak düştü. Öte yandan, açlık sınırındaki milyonların çoğalan ürünü alacak paraları yoktu. Sokak başlarına konan kazanların içindeki çorba eski püskü giysili ve uzun kuyruklar oluşturan yurttaşların ellerindeki kâselere birer ikişer kepçe olarak dağıtılıyordu.

Her katmandaki Amerikalının bugün de en büyük korkusu budur. O yılların bunalımını o zamanki Başkan (1933-45) F. D. Roosevelt’in (1882-1945) “Yeni Düzen” dediği önlemler de çözemedi. İmdada İkinci Dünya Savaşı yetişti. Bu arada, Başkan Roosevelt’in Amerikan savaş gemilerini (Japon saldırısını tetiklemek için) Büyük Okyanus’un tam ortasında Pearl Harbor limanında bilinçli olarak topladığı ve 1941’deki düşman baskınını kolaylaştırdığı ya da önceden bildiği yolunda yorumlar da var ki, güvenilirlik dereceleri kuşkuludur. Öte yandan, sürekli savaş ekonomisinin işsizliği dayanılabilir oranlarda tuttuğu bir gerçektir. Bu durumda, gene kazanan büyük sermaye sahipleri oldu. Ülke sıcak savaşın bitimini izleyen ABD-Sovyet Soğuk Savaş ikliminde gene yukarı sınıfa büyük kazançlar sağlayan silâh üretimine ve birbirini izleyen çatışmalara yöneldi.

Gene yineleyelim ki, 1930’ları anımsatır şiddette bunalım Amerika’da karar veren konumundakilerin korkulu düşüdür. Ancak, o yılların yıkımı bugüne değin bir daha gelip çatmadı. Bunun nedenleri var. Asya’da Kore ve Vietnam savaşları başta olmak üzere, Soğuk Savaş ortamının en üst düzeyde tuttuğu çatışmaların gerektirdiği askerî harcamalar ekonomiyi bir ölçüde rahatlattı. Birçok yeni endüstri dallarının devreye girmeleri, anakentlerin çevresinde gitgide genişleyen uydu yerleşim bölgelerinin fışkırmaları ve bunları birbirine bağlayan yeni ulaşım ağlarının kurulmaları nedeniyle ekonomi hareketlendi. Tüketiciye ürün beğendirme çabaları paketleme ve hemen atılacak şeyler gibi yararsız ama ekonomik eylemi çeşitlendirici ve alıcıyı özendirici önlemleri de kullandı. Ayrıca, ekonominin malî üst yapısı öylesine büyüdü ki, üretimin kendi bile onun yanında ufak kaldı. Yakın geçmişte ama artık gözden gitgide uzaklaşan o yıllarda, Amerikan ekonomisi bu yollardan artı ürünü kendi içinde yok etmeyi başararak çok ciddî bunalımlardan korunabildi.

Ne var ki, bu yeni öğeler ek çelişkiler de yarattı. Amerikan ekonomik biçimi çok daha geniş bir coğrafyaya yayılınca, bu genişlemenin de sınırları ister istemez olacağından, benzer çelişkiler bu kez daha geniş bir alanda ortaya çıktı. Üstelik, genişleme yavaşlayınca üretimin gene durgunlaşması kaçınılmazdı. Önce, Amerikan toprağının içinde yepyeni olanaklar yoktu. Yabancı ülkelerin topraklarını zorlamaktan başka çıkar yol görünmüyordu. Onların tümünün içine girilse bile, onların da eninde sonunda sınırları olacaktı. Dünyadaki toplam askerî harcamaların önemli bir bölümünü tek başına yapan Amerika, Soğuk Savaş sona erdikten sonra bile, başka hiçbir devletin geçmişte ya da günümüzde eşitleyemediği böylesine sınırsız bir bütçeyi ufaltmamak, giderek daha büyütmek için yeni nedenler buldu. Ayrıca, dallanıp budaklanan gereksiz ürünler ekonomik harcamaları arttırmış, bu sınırlı alanda rekabeti körüklemişti. Nihayet, üretim temeli göreceli olarak durgunluk içindeyken, malî üst yapının dev gibi büyümesi sermayeci ekonomiyi küre çapında bir belirsizliğe sürüklemekten geri kalmadı.

İçinde bulunduğumuz aşamada Amerikan para dünyasının en büyük kuruluşları toplam bir trilyon dolara varan zararla boğazlarına değin batmış durumdadırlar. 1930’lar deneyimini bir daha yaşamamak için, devletten çok büyük ölçüde bir kurtarma eylemi bekliyorlar. Tekelci sermayenin görüşüne göre, devletin görevi onlara destek olmak, kazanç kapılarını yurtta ve dışarıda ardına dek açmak ve sorunları özel para merkezleri yararına çözmektir. Ancak, küçük işletmeler ya da bireyler batma tehlikesiyle karşılaşırlarsa, devletin onlara yardımı demokrasi ile eş tuttukları “özgür pazar” ilkelerini çiğnemektir. Onlara bakılırsa, devlet yalnız tekelci sermayenin imdat çağrılarına olumlu yanıt vermek zorundadır. Bu desteğin bedeli halkın sıradan bireylerinin sırtından çıksa bile, kurtarma eylemi yalnız toplumsal piramidin doruğunda oturan ve nüfusun çok küçük bir azınlığını oluşturan büyük sermaye sahipleri için geçerli olmalıdır.

Ne var ki, kurtarma eylemini devlet adına yapacak olanlarla bu çöküşü hazırlayanlar aynı çevreler, giderek çoğu kez aynı kişilerdir. Ekonomik kara yıkım kapıyı çalana dek, ürünlerin ederlerini ve bu yoldan kendi kârlarını arttıranlarla onlara ham madde kaynakları ve pazar bulan Beyaz Saray, Kongre ve benzeri devlet kurumları sürekli dayanışmış ve bugünlere birlikte ulaşmışlardır.

Bu ulaştıkları nokta ekonomik bir bataksa ve yaşamın içinde uçuruma varan eşitsizlik ve çürümüşlük varsa, sistemin çöküşünü sermayecilik çerçevesinde kalmak koşuluyla yanlış bir uygulanmayla anlatmak eksik bir yaklaşımdır. Bugünlerin batağını ülkemiz televizyon ekranlarına da yansıyan ünlü Amerikan ailelerinin, örneğin Hilton otel zincirinin sahibinin kızlarından Paris’in ya da benzerlerinin servetlerinin (özgür rekabet yerine) çalıntılara dayalı oluşuyla açıklamak (ne kadar doğru olsa da) son incelemede yanıltıcıdır. Amerikan toplumundaki eşitsizlik ve çürümüşlük onu Brezilya, Rusya ve petrol zengini kimi Arap ülkelerine benzetmemizi gerekli kılar. Tüm bu ülkelerde yalnız varlıklıların hakları ve ayrıcalıkları vardır. Amerikan toplumunun en üst katmanını oluşturan ufak azınlık başarısını “özgür pazar” sistemine değil, kamu kesesinden çaldıklarına borçludur. Hele ABD eski Başkanı (1981-89) Ronald Reagan’ın açtığı yeni küreselleşme ve özelleştirme kapılarıyla en çok varlığı olanlar kendilerine hizmet eden ulusal ve küresel bir sistem oluşturmuşlardır. Orada rekabet değil, tekelcilik ve devletin yalnız onlar yararına desteği söz konusudur.

Sorun sermayeci yapının İncil’i diye bilinen “Ulusların Zenginliği” başlıklı ünlü kitabın yazarı (sözde klâsik iktisatçı) Adam Smith’in (1723-1790) öğretilerinden ne ölçüde sapıldığı da değildir. Sanki Amerikan toplumunda Smith’in önerdiği özgür rekabet yerine tekelci sermaye yararına yeni bir sistem getirilmiştir ve sorunlar sanki yalnız bundan kaynaklanmaktadır. Amerika’daki sermayeci düzenin bu İskoç yazarının önerdiği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sisteminden daha fazla eşitsizlik ve çürümüşlük yarattığı doğrudur. Ama Smith de varlığı küçük bir azınlığın elinde toplar. Nedeni de şudur: Denetlenmeyen o sistemin varacağı sonuç ancak bu olabilir. Öte yandan, Amerika’nın bugün karşı karşıya olduğu çıkmazın nedeni hem çürümüşlük, hem de (deyim yerindeyse) ‘iyi niyetle’ yapılan değişikliklerdir. Amerikan toplumunda görülmemiş bir eşitsizlik sergilenmesinin nedeni oradaki sermayeci düzenin çürümüşlüğü değildir. Eşitsizlikle çürümüşlüğün birbirini güçlendiren özellikleri kuşkusuz var. Ancak, eşitsizlik olduğu için çürümüşlük kaçınılmazdır. Tren vagonlarını götürenin öndeki lokomotif olması gibi, çürümüşlüğün nedeni eşitsizliğin kendidir.

Üstelik, eşitsizlik Amerika’daki boyutlara varınca, toplumun kendi de demokrasi denilen kavramdan uzaklaştıkça uzaklaşır. ABD Yüce Mahkemesinin eski yargıçlarından Louis Brandeis (1856-1941) şu yargıda haklıdır: “Bu ülkede demokrasiyi kurabiliriz ya da büyük bir zenginliği birkaç elde toplayabiliriz. Ama ikisi birden aynı anda olamaz.” Bu değerlendirme kendinin kişisel bir kanısı değildi; Amerikan sahnesinde gerçeğin ta kendisiydi.

Aynı değerlendirmeler düşünce tarihinin başlarında da var. Örneğin Aristoteles (İ.Ö. 384-322) hem varlıklıdan, hem de yoksuldan korkuyor ve eşit olmayan ekonomik koşullarda yoksulların yaşamı kendilerine karşı bir gizdüzen gibi algılayacaklarını ve kurallara uymak için bir neden görmeyeceklerini, öte yandan varlıklıların da kendilerini kuralların üstünde sayacaklarını söylüyordu. Ona göre, dengeli ve durulmuş bir cumhuriyette büyük bir orta sınıf olmalıydı. Komedi yoluyla tiyatro yapmış olan Aristofanes’in (İ.Ö. 450-388) “Bulutlar” adlı oyununu anımsayanlar bu düşüncenin siyaset kuramıyla sınırlı kalmadığını da görürler. Niccolo Machiavelli (1469-1527) bile bir cumhuriyetin göreceli olarak ekonomik eşitlikle yaşayabileceğini, yoksa ya çürümüşlüğün ya da baş kaldırmanın kaçınılmaz olacağını ileri sürer. Konfüçyus’a (İ.Ö. 551-479) göre de, “zenginlik bir azınlık elinde toplandı mı dağılma, paylaşıldı mı birliktelik olacağı” görüşündedir.

Amerikan düşünce tarihinde egemen eğilim ise, yüksek ölçüde eşitsizliğin açık rekabet koşullarında demokrasiye ters düşmeyeceği inancıdır. Bu yaklaşım Amerika’nın ilk Maliye Bakanı Alexander Hamilton’dan (1755-1804) Thatcher ile Reagan’ın özelleştirme furyasını etkileyen çağdaş iktisatçı Milton Friedman’a (d. 1912) değin sürüp gelmiştir. Hamilton’un Amerikan Anayasasının tartışıldığı toplantıda bu ülkenin bir krala gereksinim duyduğunu ve halkın “koca bir hayvan” olduğunu söylediği bilinmelidir. Friedman da kanlı Şili diktatörü General Augusto Pinochet’nin baş danışmanıydı.

Adam Smith’e dayandırılan sermayeci sistemin yapısındaki ekonomik eşitsizliğin ürettiği sonuçlara karşı önlemi yoktur. “Özgür rekabet”ten yana olduklarını kalıplaşmış bir deyim gibi ileri sürenler bunun gerçek tanımına yanaşmadıkça, eşitsizlikle birlikte gelen çürümüşlük ve bunların her türlü sonuçları kaçınılmazdır. Kuşku yok ki, Amerika’da nüfusun en yukarı katmanındaki çok ufak bir azınlık devlet gücü üstünde egemendir. Günümüz Amerikan toplumu neredeyse Charles Dickens’ın İngiltere’sine dönmüştür. Yönetim, yasa ve yargı adına karar verenleri kendi hizmetinde kullanan, silâhlı kuvvetleri vurucu gücü durumuna sokan ve köktendinci kilise örgütlenmelerini de yedeğine alan en yukarıdaki sınıf kâr mıknatısından başka önder düşünce taşımıyor. Orta sınıf tehlikeli bir biçimde düşüş yaşıyor. Aşağı sınıflar da acımasız derecede sömürülüyor ve eziliyor.

Amerikan resmî çevreleri, 1930’larda olduğu gibi, bugün de “düzeni kurtarma” arayışı içinde. Almak zorunda kalacakları önlemler arasında, küreselleşmenin dayattığı özelleştirme fırtınasına ters düşerek, kimi özel kuruluşları devletleştirme seçeneği de olabilir. Amerika’da bunu kaçınılmaz gören, ancak sesleri yaygın biçimde duyulmayan çevreler de var. Oradaki karar-verici çevreler, şimdilik, J. P. Morgan ve Bear Stearns gibi tekelci sermaye kuruluşlarına kredi güvencesi vermekle işe başladılar. Bunlardan J. P. Morgan Amerikan tarihinde ilk dolar milyarderi olan özel kuruluştu. Şimdi, kendisi devletten yardım bekliyor. Yaklaşık yirmi özel kuruluş daha Amerikan merkez bankasından sonu-açık kredi sözü aldı. Çöküş bu sözlere karşın durmuş değil.

Açmazın demokrasiye ters düşen başka bir yanı daha var. Devletle tekelci sermayenin hangi koşullarda anlaştıklarını halk bilmiyor. Kuramsal olarak halk önünde sorumlu olan Amerikan merkez bankası (resmî adı: Federal İhtiyat Bankası, FRB) sıradan yurttaş için yaşamsal olan bu konuda bilgi vermekten kaçınıyor. Bankanın yaptığı küçük bir azınlığın kârlarını korumak ve kendi yanlışlarını gizlemektir.

Sözünü ettiğimiz bunalımın küre çapında etkileri kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’yi de ilgilendiren bir yanı yabancı sermayenin ürkekliğinin artması ve dıştan gelecek yatırımın bu ölçüde azalmasıdır. Sermayecilik denen hasta yapılanmanın egemen olduğu her yer için aynı şey söz konusudur. Sermaye yatırımı halk için gerekli üretim alanlarında zaten yoğunlaşmamış ve ekonomik yaşamda bir dengesizlik yaratmıştır. Bu durumda, sermaye piyasasının karar yeri olan Wall Street’in başına çeken büyük özel kuruluşların bir bölümünün ana varlıkları başkalarınca ucuza kapatılabilir. Bunu yapacak olanlar atıl duran kimi Asya ve Arap sermayesi olabilir. Bu yeni gelişmenin kaçınılmaz bir sonu da zaten çok yüksek olan Amerikan iç ve dış borçlarının daha da artmasıdır.

Bu kez, “Amerikan modeli”nin yapısındaki hastalıklar da küreselleşme aşamasındadır. Düzeni bir ölçüde kurtarabilmek için 1930’ların F. D. Roosevelt siyasetini gündeme getiren Amerikan çevreleri de var. Amerikan ekonomisindeki bu açmaz ve habercisi olduğu çöküş Türkiye toplumunu da şaşırtıcı biçimde yakalayabilir. O zaman, en fazla şaşıranlar AKP iktidarının savunucuları olacaktır.

28
May
08

İz’ler-izlenimler

Ülkemizde tüm olumsuzluklara karşın kimi umut verici gelişmeler yaşanmakta, kimi olumlu çabalara tanık olunmaktadır. Bu bağlamda eğitim, sanat, bilim konularındaki açılımlardan duyduğumuz mutluluk bile genel durumdan duyduğumuz üzüntüleri gidermeye yetmemektedir. Karamsar bir kişi olmamakla birlikte umutsuzluğum giderek artmaktadır. 1919’ların güçlüklerini, yoksunluklarını, ihanetlerini göğüsleyip yenmiş bir ulusun bugün daha kötülerini geçersiz kılacağını bilmekle birlikte özellikle eğitim-bilim, yargı, sağlık ve bağımsızlık konularında içine düştüğümüz karanlığın giderek azalacağı yerde arttığını görüyorum.

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyeliğinden emekli olduktan sonra Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanlığı’na gelen, önceleri Göz Bankası ve Türk Oftalmoji Derneği Başkanlıklarında bulunan Prof. Dr. Mustafa Erol Turaçlı’nın Niksar’da yaptırdığı Anadolu Öğretmen Lisesi’nin açılışı için çağrısı üzerine katıldığım törendeki ilgi kıvanç verici idi. Halkımızın ve gençlerin eğitime verdiği değeri somutlaşmış biçimde yerinde saptadım. Ekonomik güçlüklerden, iktidardan yakınmalarına karşılık eğitim-öğretim için özverili yaklaşımları sevindirici idi. Tokat’ın birkaç ilçesinden sonra Ondokuz Mayıs Üniversitesi ile Ziraat Mühendisleri Odası’nın birlikte düzenledikleri “19 Mayıs Bağımsızlık Ateşi” konulu panel için Samsun’da değerli bilim adamları ve Atatürkçü dostlarla buluştuk. Etkili konuşmalardan sonra Samsun’u gezip yine Atatürkçülük konusunda bir televizyon programına katıldık. Daha önce Amasya ve Tokat’ı gezmiştik. Halkımın sağduyulu yapısına özündeki seçkin ve saygın değere karşın siyasal bozulmalara tepkisi yok denecek kadar az. Umursamazlık yaygın, ekonomik güçlüklerden yakınanlar bile sorunun siyasal yanının bilincinde değil. Birbirlerine bakarak, bir şey sanarak, kimi beklentiler için kullanarak yaygınlaşan sıkmabaş-bohçabaş artmış. Anadolu kadınının geleneksel başörtüsüyle hiç ilgisi olmayan, İran’lı kadınlarınkinden bile kapalı ve süslü sıkmabaşlar kaldırımları sokakları dolduruyor. Ne oluyoruz sorusunu sormaktan geri kalınamıyor. Niksar Vakfı’nın önlemeye çalıştığı Niksar Ovası düzenlemesinin getireceği sakıncalar dillerde dolaşıyor. Erbaa ilçesi de bu durumdan yakınıyor. Kimilerini zengin etmek için ülkenin topraklarının, en verimli ovalarının değişik görüşler, sözde plânlar ve yapıcılık savlarıyla elden çıkarılması anlaşılması güç bir aymazlık. Eğitim, eğitim, eğitim. Öğrenciler iyi eğitilmezse, halk bilinçlendirilmezse, inanç sömürüsüyle, demokrasi sömürüsünden vazgeçilmezse siyasette aydınlık sağlanamaz, ülkenin geleceğinden güven duyulamaz. Özellikle yargı bağımsızlığını sözde bırakacak girişimlerden uzak durulmazsa kimse kendini güven içinde sayamaz.

Güncel olaylar

Batılılar, kendilerini bir şey sanarak Türkiye’yi istedikleri durumda tutmak ve bulundurmak çabalarını sürdürüyor. Ders vermeye kalkışmaktan tehdite uzanan ölçüsüzlüklerine iktidar ilgisiz kalıyor. Hattâ, karşılaşması olası olumsuzluklar için batıdan medet umuyor. Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun haklı, zamanında, doyurucu, anlamlı, güçlü bildirisine karşı iktidar kesiminin terbiye ölçülerinin dışına taşan tepkisi karşılaşacağımız kötü olasılıkların başlangıcıdır. Anayasa’nın Başlangıç’ının dördüncü paragrafından, 6. ve 9. maddelerinin içeriğinden yeterli bilgisi olmayan ya da işlerine gelmediği için habersiz görünen iktidar donkişotluk sayılacak kabadayılık gösterilerine girişti. Bu sütunlarda ilgili önceki konular ve sorunlar nedeniyle açıklamıştık, iktidar geçerliğini (meşruiyetini) nasıl Anayasa’dan alıyorsa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da, Başkanlar Kurulu da geçerliklerini Anayasa’dan alıyor. Devlet erkleri arasında astlık-üstlük savı ve konumu yoktur. Yargı, yönetim ya da yasamanın emrinde, etkisinde değildir. Saldırılara karşı yapılan açıklama ulus adına davranışın gereğidir, efendicedir, etkin bir uyarıdır. Bu tür bildiri ya da konuşmalar için ilgili yasada bir kural olması gerekmez. İlgili konularda görüş açıklamak, iktidarın işine gelmese bile, yargının en doğal hakkıdır, hattâ görevidir. “Ekmek yenilir, su içilir, hava solunur” türü çok doğal konuları kurala bağlamak gerekmez. İktidarın çıkışı yanlıştır, yersizdir, dayanaksız ve haksızdır. Yabancıların sataşma ve saldırılarını karşılamaktan çekinenlerin, yanıtlamaktan uzak duranların kendi ülkesinin saygın organlarıyla tartışmaya girmeleri ve yararlarına olan uyarıları siyasal nedenlerle karalamaları doğru değildir. Türk yargısının siyasal amacı ve ilgisi yoktur. Kimlerin siyasal yaranma ve yanaşma çabalarında olduğunu bilenler bilir. Bir-iki kötü örnek genelleştirilemez. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı, yargı kuruluşlarını, yüksek yargıçlarını koruyamayan iktidarın hiç kimseye söyleyebilecek sözü olamaz.

Çarşaflı iktidar

İngiltere Kraliçesi’nin amaçlı olduğu kuşkusuz Türkiye ziyareti sırasında sıkmabaşlı Türk kadınlarının görünümündeki çelişki düşündürücü olmaktan öte utandırıcı idi. Kur’an’da olmayan olsa da hukuk devletinde geçerliliği düşünülmemesi gereken sıkmabaş İran’da bile böyle kullanılmıyor. Başı açık olan öbür Müslüman liderlerin eşleri ahlaksız ya da dinsiz mi? İncil’de olan sıkmabaşı Türkiye için sorun yapan iktidar ve yandaşlarının kusuru ağırdır. Açıköğretim sınavlarına sıkmabaşlıların yanında çarşafla katılanlar ürkütücüdür. Türkiye’mizi nerelere sürüklemek istiyorlar? Bunları iktidarın, yönetimin ve yaranma çabasındaki ilgililerin aymazlıklarının sonucudur.

Kitaplarında “örtünmeyenler erkekleri tahrik eder, bunun adı fuhuştur. Örtünmeyenler iffetsizdir” diyerek iffet konusunda bilgisizliklerini yansıtan gericiler de iktidar desteğiyle azıttılar. Örtünmeyenin şeytana tapacağını söyleyecek kadar kendini, dinini bilmezler ortalıkta cirit atıyor. Misyonerler de böyle.

Osmanlı kalıntılarını temizleyip yepyeni cumhuriyet kuranların tersine 5737 no.lu Vakıflar Yasası’yla AB buyruklarına teslim olan iktidarın getirdiği sakıncalı kurallar yurtseverleri üzmüştür. ABD de bu yolla Türkiye’yi daha çok çökertecektir. “Müslüman demokrat” türü, Müslümanlıkla da, demokratlıkla da ilgisi olmayan sav ve söylemler gibi usdışı savunmalarla toplum avutulmaya çalışılıyor.

Bir mezar yerinin 13 bin YTL olduğu Ankara’da yarın ne isteneceği tartışılmaktadır. Her şeyin satılıp elden çıkarıldığı bir Türkiye’de yabancı destekli iktidar herkesi düşündürmelidir. Sorun yaratan, gereksiz konularla insanları uğraştıran, zaman, emek, değer yitimine neden olan tutumlar kınanmalıdır. Yargı reformu adıyla gerçekleştirilecek yozlaşmaya karşı, anlamsız Anayasa değişikliklerine karşı toplumsal tepki özlenmektedir. Demokratik ve hukuksal yöntemlerle iktidar uyarılmalıdır.

Kitaplar

Okuyanın, okuduğunu anlayanın azaldığı bir dönemde kitapların önemi ve değeri giderek artıyor. En iyi arkadaş, en iyi dost, en yararlı ışık yine kitaptır. Kimilerinin saldırı için, kimilerini iktidara yaranmak için yazdığı, yargıyı ve emniyeti kuşku altında bırakan soruşturma belgelerinin yayımlandığı ısmarlama kitaplar yanında İleri Yayınları’nın Gökyüzü Yayınları’nın yeni kitapları gibi başka yayınevlerinin kitapları da yüreğimizi serinletmekte, düşüncelerimizi yenilemektedir.

Prof. Dr. Hamza Eroğlu’nun “Atatürk, Hayatı ve Üstün Kişiliği” adlı yapıtı Savaş Yayınevi’nce yeniden basıldı. Genişletilmiş bu baskı Atatürk’ün yaşamını, ilkeleri yönünden, özellikle insancıl yanıyla ayrıntılı biçimde ele alıyor. Çok yararlı bir kaynak. Prof. Dr. Zuhal Karaçengel Köseler’in Gökyüzü Yayınları’ndan çıkan “Atatürk Bugün Olmalıydı mı?” kitabı da Büyük Önderimiz için özlemleri ve yaklaşımları değerlendiren bir kitap. İkisini de okurlarım için salık veriyorum. İki seçkin ve saygın bilim insanımız da kitaplarında benden sözetmişler. İncelik ve anlayışlarına teşekkür ediyor, yararlı çalışmaları için de kutluyorum.

28
May
08

Türkiye’ye özgü sosyalizm

Türkiye’nin kendine özgü şartları nelerdir?

Uğur Mumcu’nun, Yunus Nadi Makale Yarışması Armağanı’nı kazanan yazısı, 26 Ağustos 1962 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde “Türk Sosyalizmi” başlığı adı altında yayınlanmıştı. 20 yaşında genç bir Kemalist solcu olan Uğur Mumcu, daha o günlerde Türkiye’nin şartlarına uygun bir sosyalizmin olmasından bahsediyor ve şöyle diyordu:

“Sosyalizm, Lenin’in tarifinde bir işçi diktatörlüğü, Batılı tariflerde bir iktisadi demokrasi, yani halkın iktisaden kendi kendisini idare etmesidir. Bunun içindir ki, aynı sosyalizm altında çeşitli yönler vardır. Türk sosyalizmi ne Marks’ın sosyalizmine benzemeli, ne de Batı sosyalizminin bir kopyası olmalı. Memleket şartlarının yarattığı ve siyasi rejime en uygun olan bir sosyalizm…” diyordu.

Peki, Uğur Mumcu’yu böyle sözler söylemeye sevk eden neden nedir?

Kimine göre yıllardır Batılı gibi olmaya çalışan bir milletiz, kimine göre de birçok devrim kanununu Batıdan kopya eden bir devletiz. Hatta Atatürk, kimine göre Batı yanlısı bir devlet adamıydı. Şimdi böyle bir ortamda bir Türk aydını Batının sosyalizmini Türkiye’de istemiyor!

Nasıl olur? Aydın dediğinin Batılı gibi düşünmesi gerekli değil miydi?

Uğur Mumcu gibi gerçekten bir Türk aydını olursanız, Türk gibi düşünürseniz Atatürk’ü ve yapmış olduğu devrimi gerçekten doğru anlarsanız. Batı kaynaklı yabancı bir ideolojinin Türk kültüründen ve tarihi gelişmelerinden süzülmeden halka mal edilemeyeceğini de anlamış olursunuz.

Peki, Türkiye hangi tarihi gelişmelerden geçmiştir?

Birincisi, Anadolu Osmanlı döneminde bir sanayi devrimi yaşamamıştır. Bu da belirgin bir işçi sınıfının oluşmamasına neden olmuştur (Bu, Osmanlıda ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında hiç işçi sınıfı olmadığı anlamına gelmemelidir).

İkincisi, belirgin bir işçi sınıfı oluşmadığı gibi belirgin bir burjuva sınıfı da yoktu. Ancak ticaret gayri Müslimlerin elinde olduğu için, buna mukabil gayri Müslimleri Osmanlı’nın burjuvazisi adledebiliriz.

Cumhuriyet dönemine baktığımızda da yabancıların yani gayri Müslimlerin elinde bulunan birçok liman, demiryolu, maden, gaz ve elektrik şirketleri millileştirilmiştir (devletleştirilmiştir).

Neden millileştirilmiştir?

Çünkü emperyalizme karşı verilmiş silahlı mücadeleden sonra devletin önemli kuruluşları emperyalist ve kapitalist devletlerin burjuvalarına bırakılamaz da ondan! Yoksa vermiş olduğumuz Milli Kurtuluş Savaşı’nın hiçbir anlamı kalmazdı.

O nedenle Batılı güçlere karşı verdiğimiz silahlı mücadele, daha sonraları devletin önemli kaynak ve kuruluşlarının yabancıların elinden kurtarılması olarak devam etmiştir.

Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nda ve sonrasında yabancılara karşı verilen milliyetçi mücadele sömürülmeye karşı bir tepki olarak doğmuş; bu da Kemalist devrimin özünü oluşturmuştur.

Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın da belirttiği gibi; “Türkiye’de sol, işçi hareketinden çıkmadı, CHP’den çıktı… Yani Kemalizmden çıktı!

Şimdi Kemalizm yadsınarak solculuk yapılabilir mi? Yapılırsa –temellerini yitirmiş her toplumsal hareket gibi- boşlukta kalmak kaçınılmaz olmaz mı?” diyordu.

Şimdiki solun en büyük hatası da bu değil midir? Kemalizmi ve milliyetçiliği yadsıyarak solculuk yapma gafletine düşen bir sol, Türkiye’de hiçbir zaman başarılı olamamıştır, olamaz da!

Ne diyordu Uğur Mumcu: “Devrimciliğin bilinci, ancak milliyetçi, antiemperyalist savaşın eyleminde değerlendirilebilir.” Mumcu’nun da belirttiği gibi, devrimcilik bilinci milliyetçi bir duygu ile anlam kazanır.

Ama öbür taraftan bakıyorsun, Uğur Mumcu’yu yad edenler, milliyetçilik ile devrimciliği yan yana getirmiyor, hatta milliyetçilikten rahatsızlar bile! Ama Uğur Mumcu’yu tanıdığını iddia ediyor!

Kemalizmin özü antiemperyalist bir milliyetçilik değil midir?

Evet, Kemalizmin özü milliyetçiliktir. Eee o zaman Kemalizmi kabul etmeden ne Uğur Mumcu’yu anlayabilirsiniz ne de solu. Öyle değil mi?

Her ne kadar Üçüncü Dünya ülkeleri milli bağımsızlık mücadelesi verirken sosyalizm ile tanışmış olsa da tüm dünyada sol, işçi sınıfının içinde bir anlam kazanmıştır.

O nedenle Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı verilmiş topyekun bir mücadele, bizim işçi sınıfı ile olan bağımızı koparmamalıdır. Türkiye’de kendine özgü bir sosyalizm kurulacaksa bu Türk işçisinin, Türk köylüsünün, Türk emekçisinin emeği ile olmalıdır.

Türkiye’de sosyalist hareketlerin kimi kendisini Kemalizm den, kimi de kendini işçi hareketinden soyutladığı için başarıya ulaşamamıştır.

Türkiye’de işçi hareketini savunan partilerin marjinalleşmesi

Türkiye’de işçilerin haklarını savunduğunu iddia eden sendikalara baktığımızda, bunların birçoğunun Kürtçülük yaptığını, Kemalizme yabancı oldukları gibi halkın duygu ve düşüncelerinden çok uzak olduğunu görürüz. Bu da işçi sendikalarının; ezilenleri, gerçek mağdurları ve sömürülenleri temsil etmekten çok uzak bir noktada olduğunu göstermektedir. Daha açıkçası bugünkü sendikalar marjinalleşmiştir.

Bugünkü marjinalleşmenin bir benzerini 1927’li yılların Türkiye’sinde de görmekteyiz. Anadolu’da emperyalizme karşı Milli Mücadele verilirken TKP ve şefi Şefik Hüsnü, İstanbul’da tramvay amelesinin grev yoluyla ayaklanmasını istiyordu. Hatta yayınladıkları bildirilerde Kemalizmi çok ağır eleştiriyorlar ve Mustafa Suphi’nin ölümünden Kemalistleri mesul tutuyorlardı.

Milli Mücadele’ye destek çıkmak yerine tramvay işçilerini grev yoluyla ayaklandıran sözde sol bir hareketin, kitlelere mal olması söz konusu olabilir mi? Hem Kemalizmi çok acımasızca eleştireceksiniz hem de tevkif edilince şikayetçi olacaksınız!

O yılların TKP’sinin tavrı bugünkü sendikalarda ve halen ayakta kalmaya çalışan TKP’de yine mevcuttur. Türkiye’de işçi hareketinin büyümesine engel olan da solun bu marjinalliğidir.

Türkiye’de halk Atatürk’ü ve Kemalizmi benimsemiştir. Atatürk’ü eleştiren bir solun Türkiye’de halka mal olmasına imkan yoktur. Türk solu bunu ne zaman anlarsa, sol da o zaman kendini bulacaktır.

“Türkiye’de sol niye iktidar olamıyor?” sorusunun cevabını bizce birileri burada aramalıdır. Hem halkın benimsediği ve inandığı bir kişiliğe saldıracaksınız hem de gelin bizimle solculuk yapın diyeceksiniz. Sonra da birileri sizi marjinallikle suçlayınca kızacaksınız.

Solun içine düşmüş olduğu devletine ve milletine yabancılaşma, Türk solunu Türkiye’den uzaklaştırdığı gibi Batıya daha çok yakınlaştırmaktadır. Oysa sol Batıya, kapitalist Avrupa’ya karşı olmak değil miydi? O çok eleştirdiğiniz Kemalizm bile sizin sol anlayışınızdan daha Batı ve kapitalizm karşıtıdır, ama anlayana.

Herhalde kapitalizmin kucağında solculuk yapmak diye de buna denir.

Sözde solun Kemalizm düşmanlığı

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Komünist Parti adı altında yasal olarak kurulan Türkiye Komünist Partisi, bir zamanlar kayıtsız şartsız Anadolu devrimine destek vereceğini söylüyordu. Tabii o yıllarda TKP’nin başında Mustafa Suphi vardı. Partinin başına Şefik Hüsnü geçtikten sonra dozajı giderek artan bir Kemalizm düşmanlığı başlamıştır.

Hatta öyle bir Kemalist düşmanlığıdır ki, Kemalizme ve Atatürk’e kim yakınsa o dönektir, o burjuvadır artık.

İşte Kemalizme ve Atatürk’e olan yakınlığından dolayı; polis ajanlığı, kalleşlik ve döneklik suçlamasıyla Nâzım Hikmet de kendi payına düşeni alacaktır. Hatta öyle bir paydır ki, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir gibi sonrasının Kadrocularının adı, TKP tarafından dağıtılan “kara liste” adlı bildirilerde geçecektir.

O yıllarda Nâzım Hikmet’i “kara liste”ye alan TKP, şimdilerde ise Nâzım Hikmet için anma törenleri düzenliyor. Ama TKP’nin Kemalizm düşmanlığı devam ediyor. Nâzım Hikmet’in Kemalist yanını nereye koyup da anıyorlar merak ediyoruz?

30’lu yıllarda Türk solu böylesine marjinalleşmişken, 60’lı yıllarda Üçüncü Dünya solculuğu içinde yerini bulmuştu. Kemalist özünden kopmayarak antiemperyalist tavır içindeydi. Ta ki 1972 yılına kadar. Sonrasında sol ne oldu? Sol yine marjinalleşti.

Niye?

Çünkü yine Kemalizmden koptu, çünkü yine işçi sınıfını enternasyonalistleştirme derdi içine girildi. Ulusal ölçekten koptukça koptu… Sonunda marjinalleşme de kaçınılmaz oldu.

Sol, enternasyonalizmden kendine özgü sola geçtiğinde kendini bulacaktır

Türk işçi sınıfı enternasyonalizm ve Kürtçülük gibi iki virüsten kurtulamadığı sürece kendi özüne dönmesi mümkün değildir. Çünkü bu iki virüs, solu antiemperyalist cepheden emperyalizmin maşası konumuna getirmektedir.

Solun, “halkların kendi kaderini tayin hakkı”nı yanlış yorumlaması(!); Kemalizm ile ulus bilincine ulaşmak yerine enternasyonalistleşmesi emperyalizmin isteyip de bulamayacağı bir soldur.

Emperyalizmin ve kapitalizmin hâlâ dimdik ayakta durmasında Türkiye’deki marjinal solun katkısı ne kadar olmuştur bilemeyiz ama onlara karşı olayım derken uşak olduklarını çok iyi bilmekteyiz.

60’lı yıllarda Doğan Avcıoğlu, solun, sosyalizmi yanlış yorumlayarak Kürtçülük yapmasını ve enternasyonal tavır içine girmesini çok sert bir dille eleştiriyordu.

Ne diyordu Avcıoğlu: “Biz aşırı sola karşı değiliz, ama bu vatanı bölmek ve parçalamak amacını güden her türlü kişi, örgüt ve akıma karşıyız. Topraklarımızın üzerinde bir Kürt devleti kurmayı hayal edenler varsa, onlara en ön safta dur diyecekler arasındayız….” Devamında; “Biz aşırı sola karşı değiliz, ama Türkiye’nin bağımsızlığına göz diken, tam bağımsızlığa reddederek Amerikan uyduluğunun yerine bir Sovyet, bir Çin uyduluğunu getirmek isteyen ve komünist devletlerin hizmetinde çalışan her türlü kişi, örgüt ve akıma karşıyız…”

Avcıoğlu’nun bahsettiği aşırı sol, enternasyonalistleştikçe Kürtçüleşti ve rejimden kopmaya başladı, bölücü faaliyetler içine girdi. Bölücü faaliyetler içine girmesi, solu Amerikan uyduluğu haline getirdiği gibi Sovyet ve Çin uyduluğu haline getirmeye uygun ortam yaratmıştır.

Avcıoğlu’nun yanında gazeteciliği öğrenen Uğur Mumcu; “Bu çağ ezilen ulusların kutsal isyanları ile bilinçlenen milliyetçiliğin gerçek milli niteliği bulma çağıdır” diyerek, ezilen ulusların enternasyonalizm yerine milliyetçilik yapması gerektiğini söylüyordu

Mumcu; “… bütün milliyetçi güçler milli çıkarlar etrafında toplanmalıdırlar. Toplumun sağlam güçleri arasında görülen ‘ortanın solu-sol’ çatışmaları unutulmalı, sol gevezelik bir yana bırakılmalıdır” diyerek de solun çokbilmişlik içinde milliyetçilikten kopmasını eleştiriyordu.

Son olarak yine Mumcu; “Emperyalizme karşı sol milliyetçi devrimlerin yakından izlenmesi, şimdi bütün milliyetçilerin ortak görevleridir” diyordu.

Eğer 68 kuşağı YÖN ve Devrim çizgisinden ayrılmamış olsaydı, bugün önümüzde bambaşka sol ve bambaşka Türkiye olacaktı.

Peki, kimdir hakiki solcu?

Hakiki solcu; Türk gibi düşünendir, hayata Türkiye’nin içinden, bu halkın değer yargılarıyla bakandır. İşte gerçek solcularımız Deniz’lerdir, Mahir’lerdir, Avcıoğlu’dur, Mumcu’dur. Sözde solculuk adına Avrupacılık yapanlar değildir.

Türk solu; Deniz’lerin, Mahir’lerin, Mumcu’ların görüşlerini savunmakla kendi özüne dönecektir, yoksa eleştirmekle değil.

Türk solu kendi geleneğine sahip çıktığı ölçüde sosyalist kalabilir. O nedenle “Türk sosyalizmi”ni gerçekleştirmek tüm devrimci ve milliyetçilerimizin gerçek hedefi olmalıdır.

28
May
08

Tek yol sine-i millete dönmek

AKP’nin kapatılması davası ve senaryolar

Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın’ın, AKP’nin kapatılma davası ile ilgili açıklamasından sonra, dava ile ilgili kimi senaryolar tartışılmaya başlandı. Ne dedi Aydın; eğer AKP kapatılır ve en az 28 kişiye siyasi yasak getirilirse 90 gün içinde ara seçim zorunludur. Ve ekledi; AKP kapatılsa, Tayyip Erdoğan ve diğerlerine siyasi yasak konsa bile bu kişiler bağımsız aday olarak seçime girebilirler ve seçilebilirler.

İşte bu açıklamadan sonra hükümet kanadı da, muhalefet de yani CHP de kapatılma davası ile ilgili çeşitli senaryolar ortaya attılar.

AKP’liler, “Bir an önce dava görüşülmeye başlansa da, siyasi belirsizlik ortan kalksa.” diyor.

AKP’nin hesabı belli. Eğer parti kapatılırsa erken seçime gidilecek ve Tayyip başta olmak üzere diğer yasaklılar meclise bağımsız olarak girebilecekler. Bunun için biraz rahatlar.

Yok eğer parti kapatılmazsa, “yola devam edecekler.” Yani AKP her iki duruma da hazır, her iki durum için bir stratejisi var.

CHP Genel Başkanı Baykal’ın hesabı daha başka. Baykal, AKP’nin kapatılacağından emin. Bir an önce AKP kapatılsın, Tayyip Erdoğan’ın dokunulmazlığı kalksın ve eski suçlarından yargılansın istiyor. Bu şekilde Tayyip’in önünün kesileceğinin hesabının yapıyor.

Diyorlar ki, hakkında verilen ceza kesinleşirse, Tayyip Erdoğan Erbakan durumuna düşer ve parlamentoya giremez. Ancak CHP’nin zorlaması boşuna.

Baykal bir şeyi unutmuşa benziyor.

Bir, ülkeyi AKP yönetiyor. İki, yargıyı tehdit ediyorlar. Haydi diyelim Baykal’ın dediği gibi dava açıldı ve Tayyip yeniden yargılanmaya başlandı. Peki, ülkemizde normal bir davanın sonuçlanması bile çok uzun zaman alırken, Tayyip’le ilgili bir davanın, AKP iktidardayken bu sürenin daha da uzun olacağını söylemek yanlış olmaz. Hukukun üstünlüğünü kabul eden bir hükümet değil hukuku ayaklar altına alan, yargıya müdahale eden bir hükümet ülkeyi yönetiyor. Baykal’ın söylediğinin gerçekleşmesi için olağanüstü bir durumun olması gerekir!

Durum böyleyken muhalefetin yani CHP’nin, böyle bir hesapla AKP’yi ve Tayyip’i engelleme şansı var mı? Yok.

Bu hesaplardan en mantıklı ve gerçekçi olan, ne yazık ki, AKP’ninki gibi görülüyor. Gerçekten de böyle durumda en kârlı AKP ve Tayyip Erdoğan çıkıyor.

Salt hukuki yollarla Cumhurbaşkanlığını engelleyemediniz, AKP’yi de engelleyemezsiniz

Bu hesaplar bize 22 Temmuz seçimleri öncesini hatırlatıyor. O dönem de hukuki hesapla, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması engellenmek istenmiş, belki Tayyip Cumhurbaşkanı olamamıştı ama süreç sonunda 22 Temmuz seçimleri olmuş ve bu tablo ortaya çıkmıştı.

Birincisi mevcut durumu doğru okumak için, sürecin normal işlemediğini görmemiz gerekiyor. Salt hukuki tedbirlerle AKP’yi engellemek biraz zor gibi duruyor.

Hukuki tedbirlerin siyasi olarak da desteklenmesi gerekiyor. Başta CHP olmak, Atatürkçü kurumların çuvalladığı yer işte tam da burası.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı AKP’ye kapatma davası açtı, tüm Atatürkçüler sevinçle karşılarken, CHP’liler bırakalım savcıyı desteklemeyi, ilk zamanlar yorum yapmaktan dahi kaçındılar.

Oysa Şeriatçılar savcıya saldırıda en küçük bir tereddütte bulunmadılar ve hemen saldırıya geçtiler. Savcıyı ölümle bile tehdit ettiler.

Anayasa Mahkemesi üyelerini dahi dinliyorlar

Şeriatçılar ve AKP’liler sadece savcıya saldırıyla yetinmiyorlar aynı zamanda Anayasa Mahkemesi üyelerini tehdit ediyorlar.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün yaklaşık iki aydır takip edildiği, tehdit telefonları aldığı, telefonlarının dinlendiği gazetelere yansıdı. Takip edenler de sıradan vatandaş, sıradan Şeriatçılar değil, Emniyet Müdürlüğüne bağlı polisler. Yani hükümetin adamları.

Bu olayda da iki örnek ve iki tavır önemli.

Birincisi CHP’nin tavrı: “Olay hukuk devletine yakışmayan bir olaydır, yakışıksızdır, bir an önce araştırılmalı ve suçlular tespit edilmelidir.”

İkincisi, AKP’lilerin ve Şeriatçıların tavrı: “Paksüt, dinlenmekten neden bu kadar korkuyor?” Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin; “Resmi olarak böyle bir şeyin olması mümkün değil.”

Bir tek AKP’li çıkıp da “Hayır kardeşim böyle bir şey yok.” demiyor. En fazla “resmi olarak böyle bir şey olamaz” diyorlar. Yani resmi değil de gayri resmi olarak dinlediklerini kabul ediyorlar. Anayasa Mahkemesi üyelerini tehdit etmekten çekinmiyorlar.

Tüm bunlara rağmen CHP çıkıp olayların araştırılmasını istiyor. Oysaki ortada araştırılması gereken bir şey yok. Her şey o kadar ortada ki. Hem araştırsa kim araştıracak? AKP’den emir alan polisler mi, AKP’den emir alan savcılar mı?

CHP’li “Atatürkçülerimizin” artık ülkemizde kurulan Kürt-İslam faşizmini kabul etmesi buna göre kendisine yol haritası çizmesi gerekiyor.

AKP yargıyla çatışıyor

Ve en sonunda Yargıtay Başkalar Kurulu AKP’ye karşı bir bildiri yayınlayarak, AKP’nin yargı üzerindeki baskılarına karşı tepkisini dile getiriyor.

Özetle ne deniyor bildiri de:

-AKP yargı bağımsızlığını hazmedemiyor. Özellikle Yargıtay Başsavcısı ile halk karşı karşıya getiriliyor ve savcı hedef gösteriliyor.

-Yargının, Osmanlı’nın son dönemlerinde bile görülmeyen bir dış müdahale ile karşı karşıya olduğu söyleniyor.

-AKP’nin denetleyemediği yargı kurumları devre dışı bırakılarak yeni Anayasa hazırlanıyor ve Türk yargısı AB’ye şikayet ediliyor, deniyor.

AKP cephesinden bu bildiriye karşı beklenen açıklama geliyor.

Onlar her zaman ki gibi saldırıyı tercih ediyorlar ve Yargıtay mensuplarını suçluyorlar. Bildiriyi siyasi bir bildiri olarak değerlendiriyorlar. AKP, sonuna kadar hesaplaşmayı tercih ediyor.

Danıştay da tartışmaya dahil olarak Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun açıklamasına destek verdi.

Bir tek CHP sağlam bir duruş sergileyemiyor.

Ancak bu süreçte gözlerden kaçmaması gereken önemli bir şey var.

AKP’nin Yargıtay’ın yayınladığı bildiriyi 27 Nisan bildirisine benzetmesi önemli.

AKP’nin kapatılmasının tartışıldığı, AKP’lilerin tekrar nasıl milletvekili olacaklarının tartışıldığı, erken seçimin tartışıldığı bu süreçte -ki takvim bile belli, 15 Temmuzda Anayasa Mahkemesinin kararı ve 15 Ekimde seçim- kimin nasıl tavır aldığını dikkatli izlemek gerekiyor.

Tek şans sine-i millete dönmek

Bu süreçte kurumların ve kişilerin kendisini gözden geçirmesi gerekiyor.

AKP millete oynuyor ve mümkün olduğunca kurumları, milletle karşı karşıya getirmeye çalışıyor.

Geçen sene bu zamanlar CHP’ye sine-i millete dön çağrısı yapmıştık. Aslında bu çağrı sadece CHP’ye değil tüm Atatürkçülere idi.

Şimdi de çağrımızı tekrarlıyoruz. Sine-i millete dönün, çünkü tek şansımız bu, yargının da çağrısı bu!

CHP’liler gerçekten yargının yanındaysalar meclisi boşaltırlar. Aynı süreci tekrar yaşamak istemiyorlarsa

28
May
08

Hâlâ anlaşılamayan 27 Mayıs

Cuntacılık Atatürkçülük,
Ordu düşmanlığı da solculuk değildir!

27 Mayıs’ın üzerinden geçen neredeyse elli yıllık dönemde Türk solunun gerçekçi bir Ordu politikasına ulaştığını söylemek ne yazık ki mümkün değil.

1970 sonrası dönemde gelişen ve bugün geldiği noktada sol olarak adlandırılması bile tartışılabilecek bir kesim, tam anlamıyla Ordu düşmanı bir çizginin savunucusu haline geldi. Atatürkçü ve ulusalcı kesimlerdeyse soldan tümüyle uzaklaşan ve rejimin geleceğini Ordu’nun siyaset üzerindeki denetimine ve muhtemel bir askeri müdahaleye bağlayan bir çizgi ortaya çıktı.

Bu sözde sol çevrelerin Ordu düşmanlığına dayanan politik çizgisi, Şeriatçı ve emperyalist güçlerle işbirliğine kadar ulaşırken, ulusalcı/Atatürkçü çevrelerin rejimin geleceğini tümüyle Ordu’ya havale eden anlayışı da Atatürkçülerin soldan ve doğal olarak halk örgütlenmesinden kopmasına yol açtı.

Ordu düşmanı sol, türbana özgürlük söylemiyle Şeriatı meşrulaştırdı. Kürt bölücülüğü ile kol kola Amerikan emperyalizminin bölgesel planlarına taşeron oldu ve milli olan her şeye karşı çizgisiyle de toplum içinde marjinal bir konuma sürüklendi.

Halk örgütlenmesinin ve devrimci Atatürkçülüğün terk edilmesiyle başlayıp rejim bekçiliğini Ordu’ya havale eden çarpık Atatürkçü anlayış ise sol düşmanı, masonik ve seçkinci bir yapıya bürünürken, bağımsızlık fikrini tümüyle yok sayan, sosyal adalet ve halkçı-devletçi bir düzen arayışını tümüyle bırakarak geniş Atatürkçü yığınları düzen içi ve pasif bir izleyici konumuna sürükledi.

Bu birbirine tümüyle karşıt iki çizginin Türkiye’ye maliyeti ise Şeriatçı hareketin Cumhuriyet düşmanı ve faşist hakimiyeti oldu. Oysa halktan kopuk bir cunta arayışının Atatürkçülükle yakından uzaktan alakası olmadığı gibi, Ordu düşmanı bir solculuğun da Türk solu ile ilgisi olamaz.

27 Mayıs’ın eksikliği: Toplumsal yapıya devrimci müdahale

Bu noktada Türkiye’de sol açısından devrimci bir Ordu teorisinin ortaya konduğu 1960’lara dönmek ve 60’ların Ordu teorisini yeniden tartışmak gerekmektedir.

Bunun için de önce 27 Mayıs’ın yerli yerine oturtulması gerekmektedir. Esasen 1960-1970 döneminde Türk solunun 27 Mayıs’la ilgili değerlendirmelerinin bugün de önemli ölçüde geçerli olduğunu söylemek gerekmektedir.

Gündemdeki yeni Anayasa tartışmasında, kimi liberallerin 27 Mayıs’ın ürünü olan 1961 Anayasası’na yönelik olumlu sözleri bile aslında 27 Mayıs’ın yarattığı özgürlükçü ortamın önemini ortaya koymaktadır.

27 Mayıs’ı kimi çevrelerin yaptığı gibi Ordu’nun militarist eğilimine bağlamak da mümkün değildir. 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart ve buna 28 Şubat’ı da dahil edebiliriz, diğer bütün askeri müdahalelerin aksine Ordu’nun mevcut komuta kademesine rağmen ve o komuta kademesini de yıkarak gerçekleşmiştir.

27 Mayıs’ın esas yanılgısı ise toplumsal yapıdan beslenen sağcı ve Amerikancı politik mekanizmanın yarattığı tahribatın, hukuki tedbirlerle ya da askeri bir müdahale ile rahatlıkla ortadan kaldırılacağı beklentisi oldu.

Bugün de AKP iktidarına karşı Anayasa Mahkemesi’nde “367 oy kararı” arayışına girip kapatma davasından çıkacak sonuca bel bağlayan ve bütün planlarını da buna göre yapan bir çarpık anlayışın hâlâ sürdüğü düşünülürse, 27 Mayıs’ın kırk yıl önce bu hataya düşmesi belki daha anlayışla karşılanabilir.

27 Mayıs, DP iktidarının toplumsal ve siyasal alanda yarattığı her türlü gericiliği tespit etmiş; ancak bununla mücadelenin toplumsal yapıya ilişkin bir sorun olduğunu görememişti. Oysa toplumsal yapıyı dönüştürmeye dayanmayan hiçbir yasal tedbirin sonuç alma imkanı yoktu. 27 Mayıs’ın önemli isimlerinden Numan Esin, YÖN’de yayınlanan değerlendirmesinde bu süreçteki eksiklikleri şu şekilde açıklayacaktı: “27 Mayıs’tan önceki on beş yılın Türk tefekkür tarihindeki yeri herhalde pek kısır olmalıdır. Aydını ile köylüsü ve işçisi ile oldukça suni şekilde ikiye bölünmüş büyük ve inatçı kütleler. Gazete ve dergilerin sütunlarını dolduran temelsiz, kof ve her türlü fikir fukarası haber ve yazılar. Her şey o kadar yapma ve o kadar suni ve esastan uzaktı ki böyle bir atmosferde, gerçekçi, yapıcı, ileri ve köklü devrimlere inanmış bir kadronun, memleket çapında meseleleri tatbikata aktarabilecek geniş ve ehil bir kadronun ortaya çıkması beklenemezdi. Siyasi mücadelelerin kısır ve ağır çekişmelerine katılmamış olan pek az insan arasında da böyle bir kadroyu çıkartabilmek fiiliyatta mümkün değildi. Meseleler bilinmiyordu ki kadronun yaratılabilmesi bahis konusu olsun…”

Ancak yine de şunu söylemek gerekir ki, 27 Mayıs olmasaydı, ne 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamı oluşabilirdi ne de arkasından gelen sosyalist solun yükselişi mümkün olurdu. Ve muhtemelen Türkiye bugün mevcut olan özgürlüklerin de çok gerisinde bir noktada bulunurdu. 1960’ların devrimci teorisi:
Ordu-millet ittifakı

27 Mayıs’ın ardından yayın hayatına başlayan Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi, bu süreçte sol içinde Ordu meselesinin tartışıldığı en önemli yayın organı idi. Sosyalist fikirlerin yayılmasında önemli bir işlev yapan YÖN’de, daha sonra DEVRİM dergisi ile 9 Mart’ta bir sol cunta arayışına giren Avcıoğlu bile “halktan kopuk bir cuntanın çözüm olmadığı”nı yazmaktaydı.

YÖN’de devrimi yapacak güçler, genç subayların ağırlıklı yer aldığı zinde kuvvetler, aydınlar, üniversite gençliği ve işçiler olarak tanımlanmakta ve bu güçlerin ortak bir antiemperyalist, milliyetçi cephe oluşturmasından bahsedilmekteydi.

Avcıoğlu’nun 9 Mart sürecine girmesi ise 60’ların sonuna doğru belirginleşmişti. Sol içindeki bölünmeler ve sola yönelen sağcı terör yasal yollar içinde düzen değişikliğini imkânsız hale getirmişti. Böylelikle zinde kuvvetlerin devrimi yapacak güçler içinde tek başına öne çıkması, teorik bir yanlışa dayanmakla birlikte biraz da bu sürecin etkisiyle olmuştu.

Ancak tüm bu gerekçelere rağmen halk kitlelerini örgütleme fikrinin geri plana atılması, sonuçları bugün bile hissedilen büyük bir yanlıştı.

Ancak 68’in genel çizgisi içinde bakıldığında Türk solunun Ordu konusundaki tavrının cunta arayışının tümüyle dışında olduğu, aksine bir halk örgütlenmesi yoluyla kitlelerin ayaklandırılmasını amaçladığı kesindir. Bu dönemde üniversite işgallerinin yanı sıra DEV-GENÇ’in Türkiye çapındaki işçi grevleri ve köylü mitinglerinin esas örgütleyicisi olduğu da görülecektir.

Elbette 27 Mayıs’ın yarattığı ilerici ortam gençlerde sempati ile karşılanmakta ve devrimi gerçekleştirecek güçler içinde Ordu mensupları da önemli birer destekçi olarak tanımlanmaktadır. Ancak devrimin merkezine Ordu değil, ezilen halk sınıfları konmaktadır.

Bu süreçte devrimci gençliğin Ordu içindeki subaylarla ilişkisi ise bir stratejiden öte, sola kayan genç subayların girdiği bir arayıştır. Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarındaki yargıçların bile sokağa indiği bir dönemde subayların bu hareketliliğin dışında kalması elbette beklenemezdi.

TİP ve Aybar da 27 Mayıs’ı desteklemekle beraber tepeden inme müdahalelerle sonuç alınamayacağını o dönemde açıkça belirterek, özellikle işçi ve köylü sınıfları içinde bir parti örgütlenmesi arayışındadır.

CIA operasyonu: Ordu-millet ittifakından gerillacılığa

1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında kurulan TİP güçlendikçe iç ve dış güçlerin tepkisini almaya başlamıştı. Meclis’teki TİP’li milletvekillerinin konuşmaları ve ülke çapında örgütlü bir sosyalist parti artık düzen için tehdit olarak görülmekteydi. TİP ve DEV-GENÇ’le başlayan sosyalist örgütlenmenin önü kesilmeliydi ve 12 Mart’a giden süreç bizzat CIA’nın düğmeye basmasıyla başlamaktaydı.

ABD büyükelçisi Commer; “Türkiye’de herkes dostumuz. Tek bir düşmanız var o da TİP” diyerek TİP’i açıkça hedef göstermekteydi.

Bu noktada ikili bir tuzak kuruldu. Birincisi, TİP’le başlayan sol örgütlenme arayışının TİP’in bölünmesi yoluyla ortadan kaldırılmasıdır. Sol içinde ideolojik ve örgütsel ayrışmaların körüklenmesi önemli bir başlangıçtır.

Solun Ordu düşmanlığına sapmasında Doğu Perinçek yine en ön cephededir. Perinçek, Kemalist Ordu’yu, Kemalist burjuva diktatörlüğünün aracı olarak tanımlamakta ve halk-Ordu ittifakını hedef tahtasına oturtmaktadır. Böylelikle Perinçek, solu Atatürk düşmanı ve Kürtçü bir yönelime sokmakla kalmayıp Ordu düşmanlığının da ilk savunucusu olarak öne çıkmıştır. TİP’in millici sosyalist çizgisine karşı Maocu/Pekinci akımın ilk temsilcisi de yine Perinçek ve Aydınlık hareketidir.

Aybar bu süreci daha sonra Uğur Mumcu’ya şöyle anlatacaktı: “Ama 1968’den sonra belirli bir değişiklik olmaya başladı, hatta daha 1968’li yıllardan önceki yıllarda bir değişiklik görüldü. Birden Türkiye’de Marksist yayınlar peynir ekmek gibi basılıp satılmaya başladı. Sergiler oluyordu büyük şehirlerde, İstanbul’da, mesela Taksim’de karşılıklı sergiler vardı. 141-142 var, hiç dava açan, soru soran yok, ne hikmetse! Efendim dava mı açsınlar? Hayır, bunu anlamlandırıyorum. Kitapların özgürce yayımlanmasına seviniyordum, ama biliyordum, bir oyun bu! Bunu seziyordum. Bu yayınları gençlerimiz çok okudu, gençlerimiz çok okuyunca öyle sanıyorum ki bazı provokatörler vardı aralarında. Mesela diyorlardı ki ‘Bak Lenin usta ne demiş, Mao usta ne demiş, Stalin usta ne demiş, Aybar ne diyor? Canım bunlarınki revizyonizm, TİP gerçek bir sosyalist parti değil.’ Parti hakkında bu imaj yaratıldı.”

Aybar’ın tanımladığı bu süreç, solun bağımsızlıkçı rotasından sapması ve Ordu-millet ittifakına dayanan ve İkinci Kurtuluş Savaşı olarak ifade edilen devrim stratejisi yerine dış kaynaklı devrim teorilerinin öne çıkması ve bunun da Ordu düşmanı bir çizgiye dönüşmesiyle sonuçlandı.

Bu dönemde yine Regis Debray, Marighella, Giap gibi isimlerin gerilla mücadelesini anlatan kitapları sol içinde revaçtaydı. Alberto Bayo’nun “Bomba Nasıl Yapılır” isimli kitabını Aybar, Uğur Mumcu ile yaptığı söyleşide oldukça şaşırarak anlatmaktaydı. Bu illegalite ise sadece CIA’nın ve antidemokratik güçlerin etkinliğini artırmaya yarıyordu.

CIA operasyonunun ikinci ayağı ise komando kamplarında eğitilen ve silahlandırılan ülkücülerle, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin TİP’i terör yoluyla sindirmesidir. Silahlı mücadele ve gerilla fikirleri de bu süreçte güç kazanmaktaydı; zira artık şehirlerde legal siyaset yapma imkânı tümüyle ortadan kalkmaktaydı.

NATO süreci: Ulusal orduların ABD denetimine sokulması

Solun halk-Ordu ittifakından kopartılmasıyla birlikte NATO süreci de ulusal orduların antiemperyalist bir çizgiye kaymaları ve solla buluşmalarını engellemek için devreye sokulmuştu.

Özellikle Üçüncü Dünya’da görülen Amerikan karşıtı ve sosyalist karakterli askeri müdahaleler Latin Amerika’dan başlayıp Ortadoğu ve Asya’ya yayılmaktaydı. Soğuk Savaş döneminin yarattığı ikili yapı Üçüncü Dünya’daki ulusal ordularda bağımsızlık yanlısı subayların -Mısır’daki Nasırcı Hür Subaylar örgütü örneğinde olduğu gibi- iktidara gelmesini kolaylaştırmaktaydı.

Bu noktada ABD ve CIA’nın operasyonları yeniden hızlandı. Şili’de sosyalist Allende’nin faşist bir darbe ile devrilmesi ABD’nin ulusal ordular içindeki sol eğilimleri tasfiye etme ve sağcı ve faşist bir yapılanma kurma arayışının sonucuydu.

Bunun Türkiye’ye yansıması 12 Mart ve 12 Eylül faşizmi ve ilerici subayların tümüyle tasfiyesi oldu. 27 Mayıs’la başlayan devrimci subay örgütlenmeleri, ulusal orduların NATO çizgisine sokulmasıyla birlikte neredeyse tamamen yok edildi.

Özellikle Sovyetler’in güç kaybettiği seksenlerden sonra sol eğilimli askeri müdahaleler dönemi de kapanmış oldu.

Varşova Paktı’nın yıkılıp NATO’nun tek güç olarak kalması ABD’nin manevra alanını genişletti. Askeri yardım ve eğitimlerle NATO bünyesindeki ulusal ordular ABD yörüngesine sokuldu. Bu tür bir politika ABD’nin emperyalist politikalarının kabul ettirilmesi için basit ve düşük maliyetli bir yöntemdi aynı zamanda.

Bugün bile Türk Ordusu içinde önemli mevkilere gelmek için NATO eğitimi ve iyi İngilizce bilgisi en temel şarttır. Böyle olunca da Ordu içinde Amerikan karşıtı bir çizginin ortaya çıkması, çıksa bile bunun örgütlenmesi ve kendini açığa vurması neredeyse imkansız hale getirilmiştir.

CHP’nin Türk soluna ettikleri

Türk solunun marjinalize edilmesi operasyonunda CHP’nin rolü de unutulmamalıdır. 27 Mayıs’ın CHP tarafından tasfiyesi bu sürecin ilk halkasıdır.

27 Mayısçılar iktidarı Atatürkçü olduğu varsayılan İnönü’ye devrederek bir ölçüde amaca ulaşılmış olacaklarını zannediyorlardı. Ama İnönü 1960’lara geldiğinde Atatürkçü çizgiden bütünüyle sapmıştı. Halk içindeki desteğini de yitiren İnönücü çizgi ilk seçimlerde iktidarı Demirel’in AP’sine devrederek 27 Mayıs’ı tümüyle tasfiye edecekti.

Aslında İnönü 27 Mayıs’ı da benimsemeyen bir isimdi ancak mevcut parlamenter denklem içinde ancak 27 Mayıs’la iktidarı geri alabileceği için 27 Mayıs’a açıkça tavır almamıştı.

27 Mayıs’ın istenilen dönüşümleri gerçekleştiremediğini söyleyerek 21 Şubat ve 22 Mayıs hareketleriyle 27 Mayıs’ı rotasına oturtmak isteyen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’a en büyük tepkinin İnönü’den gelmesi de aslında İnönü’nün 27 Mayıs’a ne kadar karşı olduğunu ortaya koymaktadır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan bu süreçte İnönü’nün katkılarıyla asılmışlardı!

CHP 27 Mayıs’ı tasfiye ettikten sonra bu kez oklarını TİP’e yöneltmişti; zira TİP’in bağımsızlıkçı sol çizgisi, iyice düzen içi bir çizgiye giren CHP için ciddi bir tehdide dönüşmüştü. “Ortanın solu” teorisi sosyalist hareketin de güç kazandığı bir dönemde o güne kadar sol söylemi tümüyle terk eden CHP için hem bir zorunluluktu hem de TİP’i aşırı sol ve Sovyetçi bir çizginin savunucusu olarak gösterip tecrit etme amaçlıydı. Oysa Aybar’lı TİP, Çekoslovakya’nın işgali dahil Sovyet politikalarına ciddi bir muhalefet sergilemekteydi.

CHP 27 Mayıs’ın tasfiyesini başardıktan sonra TİP’i de aynı şekilde tasfiye etmenin yollarını arıyordu. İnönü aynı dönemde devrimci gençliğin mücadelesine karşı da tepkiliydi.

Böylelikle CIA operasyonu olarak başlayan solu tasfiye operasyonu, CHP’nin de çabaları ile Türkiye’yi 12 Mart’a sürükledi.

12 Mart’ın adından CHP’nin karşı devrimci misyonu iyice belirginleşmekteydi. Bugün laiklik mücadelesi veriyor gözüken CHP, Ecevit’in başkanlığında hem solda görünüp sosyalist solun örgütlenme zeminin ortadan kaldırmakta ama aynı zamanda Erbakan’ın MSP’si ile koalisyon kurarak Şeriatın siyasal meşruluk kazanmasına da yardımcı olmaktaydı. MSP’nin de içinde bulunacağı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin ilk adımını atan CHP olmuştu.

TİP ise bu dönemde CHP-AP ittifakıyla gerçekleşen Seçim Kanunu değişikliği sonucunda Parlamento dışına sürülmüştü. CHP, Erbakan liderliğindeki Şeriatçıları koalisyon ortağı olarak seçip iktidara taşırken TİP’i ayak oyunlarıyla tasfiye etmeyi başarmıştı.

Bugün kimileri Baykal’ın Tayyip’in siyasi yasağını kaldırıp Şeriatın önünü açmasına şaşırıyorlar. Ancak CHP’nin 70’lerde bile Şeriat tehlikesini engellemek gibi bir gündemi yoktu. Tıpkı bugün olduğu gibi, laiklik söylemi o zaman da basit bir oy avcılığından öteye gitmemekteydi.

28 Şubat’ın yarattığı yanılsama: “Nasılsa Ordu var!”

1990’lara gelindiğindeyse yıllardır devlet eliyle büyütülüp beslenen Şeriatçı hareket büyük bir tehdit olarak ortaya çıkmaktaydı.

28 Şubat kararları ile Refah Partisi iktidardan indirilip kapatılmıştı. Ancak Şeriatla mücadelenin 8 yıllık eğitim ve benzeri bazı hukuki düzenlemelerle sınırlandırılması ve iktidarın yine sağcı ANAP ve DSP’ye devri ile önemli bir fırsat kaçmıştı. “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat’tan beş yıl sonra Şeriatçı hareket tek başına iktidara gelmişti.

Ama buna rağmen ne Ordu için ne de sol için gereken derslerin alındığını söylemek mümkün değildi.

12 Eylül’den sonra “aşırı sol tehdit” dışında her şeye gözlerini kapatan antikomünist Soğuk Savaş çizgisinin yanlışlığı ortaya çıkmıştı. Solun bıraktığı alanı Şeriatçı güçler doldurmuştu.

Solda ise ikili bir durum söz konusuydu. Gerillacılığın uzantısı olarak gelişen bir kısım sol artık legal siyasete dönmüşse de, Ordu düşmanı, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı bir söylemle marjinalleşerek halktan kopmuştu.

Atatürkçü ve ulusalcı kesimler ise soldan tümüyle kopmuşlar ve özellikle CHP içinde sağcı ve seçkinci bir çizgiye girmişlerdi. Laiklik dışındaki her türlü sol söylemi dışlayan bu anlayış bağımsızlık mücadelesini tümüyle bırakmış ve bağımsızlık fikrinin antiemperyalist ve antikapitalist niteliği, Ordu’nun rejimin bekasını sağlaması gibi sığ bir anlayışa dönüştürülmüştü.

Toplumsal alanda iyice güçlenen ve geliyorum diyen Şeriatçı harekete karşı laik kesimlerde görülen devrimcilikten, devrimci örgütlenmeden ve hatta solculuktan kaçışın faturası ağır olacaktı.

Bu dönem devrimci örgütlenmenin tümüyle yok sayıldığı bir dönemdir. En ileri biçimi CHP içinde örgütlenmek olarak ortaya çıkan bir siyasal duruşun Şeriat tehdidini engellemesi ise mümkün değildi. Öyle de oldu.

Devrimci parti ve toplumsal devrim

Doksanlı yıllara girilirken solun tümüyle yok olma aşamasına geldiği süreç, CHP gibi en düzen içi hareketlere bile yaşam hakkı tanımayan bir siyasal ve toplumsal yapıyı ortaya çıkarmıştır. Bugün bu yapı Türkiye’yi AKP faşizmine mahkum etmiş durumdadır.

Türk solu, 27 Mayıs’tan gereken dersleri çıkaramadığı için Cumhuriyet mitingleri ve seçimler sürecinde de görüldüğü üzere toplumsal örgütlenmeyi ve devrimci bir düzen değişikliğini tümüyle yok sayarak, parlamenter denklemlerde çözüm arayıp bu da olmazsa Ordu’nun müdahale etmesi umuduyla yaşar olmuştur.

Ancak gerek 27 Nisan bildirisi ve sonrası, gerekse seçimlerden sonra ortaya çıkan manzara devrimci bir örgütlenme dışındaki tüm arayışların Şeriatın toplumsal ve siyasal egemenliğinin artmasına ve dahası toplumun tümüyle alternatifsiz bırakılmasına yol açtığını göstermiştir.

Sol bir iktidar arayışı, toplumsal devrim anlayışının yeniden canlandırılması ve halk örgütlenmesinin yeniden başlatılması yeni dönemin temel görevi olmalıdır.

Bu noktadan sonra Ordu yine de bizim Ordumuzdur ama antiemperyalist ve antikapitalist bir toplumsal devrim fikri artık yalnızca devrimci güçlerin elinde yükselecektir. Bu açıdan sol içine giren Ordu düşmanı çizgi ne kadar yanlışsa; “Ordu bizi kurtarsın” anlayışı da o kadar tehlikelidir.

Devrimci parti her iki yanlışı da aşarak örgütlenecektir.

28
May
08

Dereler çoğalır ırmak olur

Gün gelir, dereler çoğalır ırmak olur! Uzun yıllar önce bir kitapta okuduğum bu söz nasıl da aklıma gelivermişti birden.

İstiklal Caddesi’nden ağır ağır akan ama kabına sığmayacak gibi coşkuyla taşan insan selini gördükten sonra… Beynimin içinde yankılanıyordu sanki binlerce bağıran yürek:

“Duy bizi, duy!”

“Gün gelir, dereler çoğalır ırmak olur”

Nasıl da haklıydı bu özlü sözün yıllarca düşüncelerimde kalmasını sağlayan!

Sıcak mı sıcaktı hava. Yaz erken gelmişti 18 Mayıs pazarına. Bir, iki, üç derken ay yıldızlı bir gelincik tarlası kaplamıştı koskoca caddeyi. Heyecan doluydu çocuğu, genci, yaşlısı. Hepsi en önde olmak için yarış halindeydi sanki.

Tek yumruk, tek yürek haykırıyorlardı:

“Ya istiklal ya ölüm! Tam bağımsız Türkiye!”

Milli Mücadele neferleri yola koyulmuşlardı yine; “Mustafa Kemal ve Tam Bağımsızlık” yürüyüşüyle. Yıllar önce asil kan Deniz’ler yürümüştü Samsun’dan Ankara’ya, ellerinde ay yıldızlı bayraklarıyla. Kaldığı yerden devam etmeliydi bu şanlı yürüyüş, 19 Mayıs 1919’un ruhuyla.

İstiklal Caddesi’nde yankılanıyordu bir bir sloganlar:

“Hepimiz Türk’üz, hepimiz Atatürkçüyüz!”

“Atatürk gençliği görev başında!”

“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!”

Daha da yükseliyordu bayraklar, daha da sıkılıyordu yumruklar.

Mustafa Kemal Atatürk, 1919’da Samsun’da başlayan Türk Devrimi’nin önderiydi. Devrimler ebediyen devam etmeliydi. Ne yazık ki Büyük Önder’in aramızdan ayrılmasından sonra karşı devrimci, Batıcı, işbirlikçi güçler 1919 ruhunu tasfiye etmeyi başardılar. Türkiye’yi Kürt-İslamcı bir yapıya dönüştürerek emperyalizmin uşağı haline getirdiler. Bu gidişe dur demenin tek yolu bir tek şeyden geçiyordu: Tekrar Mustafa Kemal ruhuna sarılmak.

İşte Milli Mücadele Derneği neferleri bu heyecanla yola çıkmışlardı. Bu coşkuyla sokakları doldurmuşlardı. Ay yıldızlı al bayraklarıyla kızıl bir ırmak yaratmışlardı. Akıyorlardı engel tanımadan karanlığın üstüne.

“Dereler çoğalmış ırmak olmuştu.”

Irmaklar denizlere doğru yol alıyordu…

Samsun 1919 yeniden yaşanıyordu.

Sloganlar durmadı, pencereler açıldı, bayraklar sallandı bir bir. Alkışlar çınlattı ortalığı. Eşlik etmemek imkânsızdı.

Zaten kim karşı durabilirdi ki bu çağrıya?

Kim durdurabilirdi ki bu seli?

Durmadı, yürüdü gitti.

Büyük meydana aktı ırmak aynı coşkuyla durmadan. Yıllardır haykırılamayan sloganlar inletti meydanı. Biraz şaşkındı herkes. Belki Deniz’lerden beri ilk defa bu kadar samimi, bu kadar yürekli okundu Devrim Andımız:

“Biz Devrimci Türk gençliği Türk halkına karşı sorumluluğumuzu bilmekte, bu milli görevi yerine getirmekteyiz.

Milli görevimiz; bu memlekette son Amerikalıyı yok edinceye, ağalığın ve gericiliğin kökünü kazıyıncaya, Amerikan dolarları ile beslenen işbirlikçilerin canlarına okuyuncaya kadar Devrimci kavgamıza devam etmektir.

Bu kavgada, Sayımızın azlığına, düşmanın çokluğuna bakmadan, bıkmadan, usanmadan, yılmadan, yorulmadan önümüze çıkan bütün düşmanların hakkından gelmeye and içiyoruz, and içiyoruz, and içiyoruz.”

Evet, yıllar sonra ilk defa koca meydanda yankılandı Devrim Andımız. Yıllar sonra söylendi “Gün Doğdu” marşımız.

Gururluyduk, belki biraz da mutlu olmuştuk. Korkmadığımızı, mücadele edeceğimizi haykırmıştık. “Kürt-İslam faşistleri”ne yenilmeyecektik. Artık huzurla dönebilirdik evlerimize.

Dönmeli miydik peki?

Nasıl gidebilirdik ki!

Görev aslında yeni başlıyordu. “TÜRKSOLU” gazetesinin genç emekçileri yollara düşeceklerdi. Sokak sokak, kapı kapı, ev ev dolaşıp, gerçek Atatürkçü mücadele nasıl olur bıkmadan usanmadan anlatacaklar, destek isteyeceklerdi.

Nasıl yalnız bırakılırdı bu çocuklar?

Zaten yıllardır yalnız bırakmamış mıydık?

Evlerimize kapanmamış mıydık?

Bugün onların yanlarında olmalıydık.

Saat 18.00 gibi biz de düştük yollara genç bir bayan arkadaşla.

Kısmetimize Taksim’ in meşhur Cihangir Mahallesi düştü.

Hani marjinal kişiliklerin bol olduğu, bohem hayat tarzını seçen özgürlükçü liberal sosyalistlerin kendilerini halktan soyutladıkları ve sakladıkları sahte cennet.

Tek tek başladık binaların zillerini çalmaya, açılan kapılardan içeri girmeye. Bazen asansör olmuyor, en üst kata kadar elinizde ağır kitap çantasıyla 5-6 kat çıkıyor, kapıları çalmaya başlıyorsunuz. Karşınıza nasıl birinin çıkacağını bilmeden!

Kapı açılırsa başlıyorsunuz ne olduğunuzu anlatmaya… Destek istiyorsunuz, gazeteyi kitapları tanıtıyorsunuz… Bunu istisnasız her kapıda aynı heyecanla yapıyorsunuz.

Neler çıkmıyor ki karşınıza?

En Atatürkçü olup bizleri eleştirenler mi dersiniz, evinin duvarındaki Atatürk resimlerini gösterip ne kadar “laik” olduğunu ispatlamaya çalışanlar mı dersiniz!

Ama buna karşılık bir gazete, bir kitap almamaya çalışan sahte yüzler mi dersiniz!

Veya sizle dakikalarca tartışmaya giren “ufuksuz sosyalist”ler mi dersiniz!

Yine de yılmıyor, hep anlatıyorsunuz.

Girdiğiniz bina sayısı artmaya başladıkça, elinizdeki çantanın ağırlığı bir kat daha artıyor. Yorulduğunuzu düşünüyorsunuz ama yanınızdaki genç arkadaşın bitmeyen heyecanını görünce, başarma isteğini görünce inanın ne yorgunluk kalıyor ne de endişe. Aynı hızla devam ediyorsunuz.

Ziller gene tek tek çalınıyor. Haftasonu olmasından mı nedir, bazı evlerden hiç ses gelmiyor. Açılan kapıların bazılarına dergi ve kitap verip desteklerini alabiliyorsunuz. Onları Milli Mücadele’ye çağırıyor TÜRKSOLU gazetesi okumaya davet ediyorsunuz. Bu yorucu çalışma üç saat sürüyor. Nasıl da geçiyor zaman anlamıyorsunuz.

Kafanız, kapısını çaldığınız evlerde kalıyor. Ne kadar da “İngiliz, Alman, Amerikalı” varmış Cihangir’de! Ayrıca Rum ve Ermeni de var. Yahudi var mı derseniz, onlar kendilerini çok net belli etmiyorlar. Belki de var….

“Vay be!” diyorsunuz; “Ne kadar güzel Boğaz manzaralı evler, insanın içi açılır be!” Bütün yabancılar en güzel yerlerde oturuyorlar. Sonra asil kan Deniz’lerin Devrim Andı geliyor aklınıza, içiniz ürperiyor. Ne kadar da haklıymış diyorsunuz bu yiğit delikanlı..

Genç arkadaşla dönüş yolunda konuşurken, ertesi gün “tam gün” çalışma yapacaklarını söylüyor. Farklı semtlerde insanların çok daha iyi destek verdiğini anlatıyor. Devrimci mücadeleye katılan birçok insana bu tür çalışma sonucu ulaştıklarını söylüyor. Hâlâ çok umut var…

Sonra dönüp soruyorum: “Nasıl, tam gün mü çalışacaksınız?” “Evet” diyor, bütün gün…

Düşünüyorum, sadece 3 saatlik çalışma bile gerçekten yorucu ve karşılaştığınız insanlar yüzünden sinir bozucu.

Peki ya bu genç arkadaşlar?

Nasıl saygı duymaz insan. Her gün ama her gün aynı mücadeleyi sürdürüyorlar. Bir gün bile sızlandıklarını duyamazsınız. Hasta bile olmazlar. Kendilerini adamışlardır devrimci mücadeleye. Durmadan çalışırlar.

Bir şeyler söylemek istiyorsunuz, ama susuyorsunuz. Sessizce yürüyorsunuz, çantanın ağırlığından ellerinizin acımasına aldırmadan..

Yürüyorsunuz…

Artık bizlerin bir kenarda durmaya hakkı yok. İnsan gerçekle yüz yüze geldiğinde çok daha iyi anlıyor. Bu genç emekçileri yalnız bırakamayız.

Yalnız bırakırsak, ortalıkta, “Ben devrimciyim, Atatürkçüyüm” diye ahkam kesmek bizlere yakışır mı?

Düşünün!

Şeriatçıların, Kürtçü-faşist bölücülerin, tüm Atatürk düşmanlarının nasıl mücadele ettiklerini, yedisinden yetmişine inandıkları davalarına nasıl sahip çıktıklarını, kadınlı erkekli nasıl çalıştıklarını düşünün.

Ve iyice düşünün, karanlıktan nasıl aydınlığa çıkacağımızı

28
May
08

Milli Mücadele devrimcilerle verilir

“Biz sosyalistler daha mükemmel olduğumuz için daha özgürüz, daha özgür olduğumuz için daha mükemmeliz. Tam özgürlüğümüzün iskeleti şimdiden kurulmuştur. Eksik olan eti ve elbiseleridir. Onları da yaratacağız.

Özgürlüğümüz ve onun günü gününe sürdürülmesinin bedelini kanla ve fedakarlıklarla ödedik. Fedakarlığımız bilinçlidir, yarattığımız özgürlüğün bedelidir.

Yolumuz uzundur ve bir kısmı hiç bilinmemektedir. Gücümüzün sınırını biliyoruz. Biz 21. yüzyılın insanını yaratacağız.

Günlük eylem pratiği içinde yeni teknolojik imkanlara sahip yeni insanı yaratırken bir yandan da kendimizi çelikleştireceğiz.

Kişilik ancak halkın en yüksek erdemlerini ve isteklerini temsil ettiği ve yoldan ayrılmadığı sürece kitlelerin harekete geçirilmesinde ve yönetilmesinde rol oynar.

Yolu açan öncü grup, iyilerin en iyisi olan partidir. İşlediğimiz tek hammadde gençliktir. Umudumuzu gençliğe bağlıyor ve onu bayrağı elimizden almaya hazırlıyoruz.

Sözlerime el sıkışma kadar alışılmış olan selamımızla son veriyorum:

Ya özgür vatan ya ölüm!”

Che Guevara, Havana 1965

28
May
08

Yüreği nasır tutanlar için değil, elleri nasır tutanlar için Milli Mücadele!

“sen elini sıcak sudan soğuk suya
sokmazsın
ben elimi sıcak sudan soğuk suya
sokarım
nasılsın?

sen bir sofra bulmuşsun oturmuşsun
mutlusun
ben sofrayı yaratmanın çabasıyla
yorgunum
nasılsın?
üçten iki çıkartmaktır senin için başarı
ve dokuzu üçe bölmek
oysa ben başarıyı ikiden üç çıkartmakta
bulurum
yitirmekte üçü beşe
nasılsın?

ne hallere düşmüşüz görüyor musun?
nerden nere gelmişiz biliyor musun?
devrimmiş kıyımmış göçmüş zulümmüş
kör yoluna gitmekmiş gün ortasında
umurunda değil senin, eyvallah
ama benim umurumda
hem de şu dağlar gibi!

Mustafa Kemal ve Tam Bağımsızlık Yürüyüşükibarsın sen
incesin sen
çıtkırıldımsın
‘böyle gelmiş böyle gider’ sence bu
kabayım
öfkeliyim
delidoluyum
‘böyle gelmiş böyle gitmez’ bence bu

senin de var birşeylerin karnında
benim de
gebeyiz ikimiz de yarına
ne kuşku!
gel istersen çıkalım önüne yığınların
duralım iki iki
bir sen söyle bir de ben
görelim kimden yana hırçın
kalabalıklar
bir sen haykır çelebim
bir de ben
görelim ne ses gelir karşı dağlardan
ne söyler bu vatanın taşı toprağı
ağacı kuşu!

kibarsın sen
incesin sen
çıtkırıldımsın
senden doğar senin gibi
kibar
ince
tel duvaklı, çelebim
benden doğar benden beter
elleri al bayraklı!”

Ne güzel anlatmış aslında Hasan Hüseyin!

Yıl 1919’dur. Anadolu işgal altındadır.

Türk toprakları işgal ordularınca çiğnenirken, Türk Milleti katledilirken, bir tarafta “Böyle gelmiş böyle gider bu” diyenler vardır. Bunların aslında keyifleri bozulmuştur biraz. İşgalle birlikte o çıtkırıldım ve kibar ve ince hanımların, beylerin düzeni bozulmuştur. O yüzden ricacı olurlar işgalci teğmenlerden.

İşgal ordularını alkışlarla karşılayanlar, İstanbul’da işgalcilerin dinine bile geçenler bunlardır. Ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayanlar… Düzenleri devam etsindir tek dertleri.

“bir onlar çıkar
meydanlara
bir Mustafa Kemal
çıkar
bir onlar söyler
bir Mustafa Kemal söyler
onlar der yok Amerikan mandası,
yok İngiliz mandası
yok hilafet, yok saltanat
Mustafa Kemal der ‘tam bağımsızlık’
ve ses gelir karşı dağlardan
vatanın taşı toprağı
‘ya istiklâl ya ölüm’ der.
‘memleket seven’ lafazanlar ve
devrimciler”

Aradan yıllar geçer. Saltanatçılardan ve hilafetçilerden Şeriatçılar, Kürtçüler, işbirlikçiler doğar. Sağcı düzeni bunlar kurarlar.

Mustafa Kemal’den ise elleri al bayraklı devrimci gençler doğar. Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar ve niceleri doğar.

Çünkü bereketlidir vatanın taşı toprağı. Mustafa Kemal’in bu toprağa olan, bu millete olan güveni boşuna değildir. Nice devrimciler doğurur Türk anaları.

Bir de Kurtuluş yıllarının “vatanseverleri” vardır. Mesela milyonlarca insanı meydanlara toplayanlar, ateşli nutuk atanlar, orduların başına geçenler bunlardır. Meydanlara topladıkları insanlara Amerikan mandası önerirler, başına geçtikleri ordulara saltanatın ve hilafetin bekasını önerirler. Ve hatta yanında durdukları Atatürk’e; “Bunlar beyhude çabalar, böyle gelmiş böyle gider” çağrısında bulunmaya cesaret edebilirler.

İşte en tehlikeli olanlar bunların doğurduklarıdır. İşte günümüzün gardrop Atatürçülerinin, düzen içi solcularının ve sözde milliyetçileririn anaları babaları bunlardır.

Bakmayın şimdilerde “vatan millet Sakarya” nutukları atanlara. Bunlar da ataları gibi kurulu düzenin devamından yanadırlar. Atatürk gibi kurulu düzene isyan etmeye, boynunda idam fermanıyla milletin bağrına gitmeye cesaret edememişlerdir. Devrimci olamadıkları için işbirlikçi düzenin bir parçası olmuşlardır.

İçimizdeki düzen bekçileri ve yeni Halide Edip’ler

İşte günümüzün temel sorunu budur. Daha doğrusu Atatürkçü mücadelenin önündeki en büyük engel içimizdeki düzen bekçileridir. Yeni Halide Edip’ler vardır içimizde. İnsanları meydanlara toplayıp nutuklar atanlar aynı misyonu devam ettirmektedirler. Oysa işbirlikçi sömürge düzeninin devamlılığından yana olan kompradorların zaten siyasi arenada partileri, dernekleri vardır. Bunların kimliği bellidir ve düşman bellenip mücadele edilir. Ama içimizde yer alan yanlış anlayışlar hep karşı tarafın ekmeğine yağ sürer ve bizi baltalar.

Sağcı düzen toplumun yapısını o kadar bozmuştur ki, bu yozlaşmadan ülkenin ilericileri de pay almıştır. “Benim memurum işini bilir” anlayışı toplumun tüm kesimlerini etkilemiştir. Nemelazımcılık derinleşmiştir. Solcular bile; “Susma, sustukça sıra sana gelecek” anlayışından; “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışına sahip olmaya başlamıştır.

Bu anlayışı yaratan maddi bir zemin vardır aslında. Sağcı düzen akıllı davranmıştır. Toplumun ilericilerini faşist darbelerle teslim almaya çalışmak yeterli gelmemiştir. Düzen, ilericilere de iyi bir mevki ve rahat bir yaşam sağlayarak tehlikeyi bertaraf etmiştir.

Artık solcuların da kaybedecekleri mevkileri vardır. Büyük kentlerin lüks sayılabilecek yerlerinde halktan yalıtılmış bir biçimde yaşamaktadırlar. Çocuklarını sınavla girilen iyi bir devlet okulunda ya da Şeriatçı olmayan bir kolejde okutmaktadırlar.

Bu noktadan itibaren her türlü devrimciliğe karşıt bir Atatürkçü-ulusalcı kitle oluşur. Bu kitleler de kendi içinde Tayyip Erdoğan’ın ulusalcı versiyonu olan liderler yaratır. Sürekli olarak halkı Tayyip gibi bir Kasımpaşalının peşinden gitmekle suçlayanlar, kendi Zübüklerini yaratmışlardır.

Milleti hor gören düzen Atatürkçülüğü

Burada satan da memnundur, satılan da. Ortada garip bir uzlaşma vardır. Zübükler sırtlarda taşınmaya devam edilir ama fatura halka çıkarılır. Üç kuruşluk buğdaya tav olan bir halk vardır. Yaşananların tek sorumlusu bu halktır onlara göre.

Ya işçilerin, emekçilerin devrimci sendikalarını AB’ye satanlar?

Ya Atatürkçülük adına AB ve ABD’den fonlananlar?

Ya halktan topladığı paralarla kurdukları televizyon kanallarını Fettullah’a satanlar?

Ya 1 Mayıslarda Taksim’e çıkarmaya çalıştıkları işçilere “AKP kapatılmasın!” sloganlarını attırmaya çalışanlar?

Ya sosyalist adayım diye ortalıkta dolaşıp, aldığı oylarla Meclis’te AKP’nin ve PKK’nın kuyrukçuluğunu yapanlar?

İşte halkı hor gören satılmış düzen solcuları!

Kendini düzene sattığı için, halkını bir torba buğdaya muhtaç bırakmıştır oysa. Asıl satılık olan kendisidir ama faturayı fukara halka çıkarır namussuzca.

İşte Atatürk’ün kemiklerini sızlatanlar, işte Deniz Gezmiş’lerin cellatları! Yobaz yobazlığının gereğini yaparken, sırf devrimci olamadıkları için karşı cepheye hizmet edenlerin eseri değil mi?

Öfkemiz yarınlarımızı satanlara!

Şimdi 2000’li yıllarda yeniden Milli Mücadele diyoruz.

Düştüğümüz hallere, geldiğimiz noktaya rağmen yine de devrimciliğe dudak bükenlere inat, bu uğurda ölümü göze alanları umursamayanlara inat dağlar gibi dikiliyoruz. İşte bunlara karşı o yüzden kabayız, öfkeliyiz, deli doluyuz…

O yüzden üslubumuzu sert bulanlara sormak hakkımız:

“Ne hallere düştük görmüyor musun?”

Türkiye Cumhuriyeti’nin en tepesinde, Atatürk’ün koltuğunda oturana bir bakalım ve düşünelim.

Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Atatürk’ün dış politikasını terk edip İngilizlerle anlaşma yapanlar, Atatürk’ün gericilikle mücadelesinden vazgeçip Şeriatçılara taviz verenler iktidarı en sonunda yobazlara hediye etmedi mi?

Yabancılarla ticaret anlaşmaları yapıp vatanı sömürgenlere teslim etmedi mi?

Biraz daha günümüze gelelim.

Solculuk adına siyasi yasaklı olan Tayyip’i Güneydoğu’dan seçtirip Meclis’e sokanlar kimlerdi?

Bir de o yetmiyormuş gibi ulusalcılık adına Devlet Bahçeli’ye oy toplayanlar kimlerdi?

Alın size AKP’li, DTP’li, MHP’li Kürt-İslam cephesi.

Hepsi Amerikancı, hepsi türbancı öyle değil mi?

Ve sırf devrimci mücadeleyi tercih etmeyip bu cephenin mimarlarını sırtlarında taşıyan sözde Atatürkçüler, sözde sosyalistler! Kolaycılıktan mı, nemelazımcılıktan mı, korkaklıktan mı ne derseniz deyin ama bu tabloyu siz yarattınız.

2000’li yıllarda Milli Mücadele ve devrimcilik çağrısı

Şimdi 2000’li yıllarda yeniden Milli Mücadele diyoruz. Bu düzenin yarattığı tüm pisliklerden arınalım ve temizlenelim diyoruz. Öncelikle içimizdeki şeytanla savaşalım ve devrimci olalım diyoruz.

Kabul edelim ki, bu işbirlikçi düzen tüm insanları kullaştırırken bu ülkenin ilericilerini es geçmedi maalesef. Bu ülkenin solcularını düzenin kalıcılığına ve devamlılığına inandırdı. Bu ülkenin solcularının da ruhları kirlendi, yürekleri nasırlaştı. Devrimcilik ve fedakârlık değil; kariyer, özel yaşam, çocukların geleceği kutsandı. Teferruatlar ön plana geçti, vatan mücadelesi teferruat oldu.

Düzenin kulu kölesi olabilir, nasırlı yüreklerinizle bu vatanın satılışını izleyebilirsiniz.

Düzenin bekçisi olmayı tercih edebilir, nasırlı yüreklerinizle Deniz gibilerin her gün idam edilişini izleyebilirsiniz.

Düzenin kulu kölesi olabilir, devrimcilerin bu vatanı kurtarışına sadece ve sadece seyirci olabilirsiniz.

Düzenin bekçisi olup, her gün kendi ihanetinizi saklamak için halkı suçlayabilirsiniz.

Bunlar karşı devrimci seçenekler.

Oysa düzen aynılarını Atatürk’e de vaad etmişti. Atatürk padişahın ve hilafetin yani o günkü düzenin efendilerinin verdiği hiçbir mevkiye tav olmadı. O yüzden de halkın gözünde yükseldi ve kendi halkının yüreklerinin efendisi oldu.

Yoksul Türk halkının kurtarıcısı oldu. Tüm ezilen milletlerin kahramanı oldu.

Bu da devrimci seçenek.

Karar sizin!

28
May
08

“Ya istiklal ya ölüm” diyebilmek…

Sivas: “Ya İstiklal Ya Ölüm!”

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa,

4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’ni toplar.

Sivas Kongresi, Milli Mücadele’nin hedefinin saptandığı kongre olacaktır ama bu kongrede bile büyük bir tartışma yaşanacaktır.

Tartışmanın temel konusu Milli Mücadele vermek için Anadolu’da bulunan bir kısım “Milli Mücadeleci”nin Amerikan mandasını savunmasıdır.

Bugün için oldukça garip görünebilir belki ama o dönemin vatanseverlerinin bir kısmı tam bağımsız bir ülke kurmanın olanaklı olduğuna inanmıyordu ve bunun yerine daha makul bir yol olarak Amerikan mandasını savunuyorlardı.

Sivas Kongresi’ne iki de üniversiteli genç katılmıştır.

Bunlardan Tıp Fakültesi öğrencisi olan Hikmet tartışmalar sırasında bulunduğu sırada ayağa kalkarak Mustafa Kemal’e şöyle seslenir:

“Paşam, üyesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davasını başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem… Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz. Mesela, manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz.”

Mustafa Kemal’in ona verdiği cevap daha da önemlidir:

“Evlat müsterih ol. Gençlikle övünüyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”

“Ya İstiklal Ya Ölüm” Diyemeyenler

Tabii manda tartışması aslında Sivas Kongresi’nden çok önce Mondros Ateşkesi’nden sonra başlamış bir tartışmadır.

1919 Ağustosunun sonlarında Amerikan mandasını savunanları çok sert şekilde yeren Mustafa Kemal şöyle demektedir:

“Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.

“Oh, ne ala!.. Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!.. Bu ne gaflet, ne körlük ve hatta ne budalalık! İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyemiyor.”

“Amerikan mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bozulan sinirleri ve zayıflıkları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar, Anadolu’nun ve Türk ulusunun gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın amacını kavrayabilseler, Erzurum Kongresi kararlarının nasıl bir ulusal bilinç ürünü olduğunu anlayabilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar. Bunlar, umutsuzluk ve bozgunculuk içinde, gerçeklerden uzak kalarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.”

Aciz ve korkak insanlar

Sivas Kongresi manda fikrini reddeder gerçi ama Milli Mücadele’nin karargâhı olan Büyük Millet Meclisi’nde bile bir süre sonra bu tartışma başlayacaktır.

Büyük Millet Meclisi orduları Yunan işgali karşısında ilk önce başarı elde edemez ve Sakarya’ya kadar geri çeklir. Bunun üzerine Meclis’te yeniden manda tartışması başlar.

4 Mart 1922 günü Meclis’te yapılan gizli oturumda Mustafa Kemal; “Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceğine inanan ve dün şunun bunun mandasını istemekte direnenler” dediği uzlaşma yanlılarına çok sert bir yanıt verir:

“Kurtuluş için, bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. ‘Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılamaz.’ biçimindeki kaynağı dışarıda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Tarih böyle bir olay yazmamıştır. Bunun tersini düşünerek hareket edeceklerin, acılı sonuçlarla karşılaşacakları kuşkusuzdur. İşte böyle yanlış görüşlü, yanlış anlayışlı kişiler yüzünden, Türkler her yüzyıl, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddesel olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, çöküş ahlaki ve manevi değerleri de kapsamış görünüyor. Hiç kuşku yok ki, bu büyük memleketi, bu koca ulusu dağılıp yok olma uçurumuna sürükleyen başlıca neden bu olmuştur.

“Efendiler,

“Maddi ve manevi çöküş, korku ile acz ile başlar.

“Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de hareketsizliğe sürüklenmesine ve bir kenara çekilip kalmasına yol açarlar. Acz ve duraksamada öylesine ileri giderler ki, sanki kendi kendilerini alçaltırlar. Derler ki: Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olamayız. Biz varlığımızı kayıtsız şartsız bir yabancının eline bırakalım. Balkan Savaşı’ndan sonra ulusun, özellikle Ordu’nun başında bulunanlar da, başka biçimde, ama gene bu zihniyeti izlemişlerdir.

“Türkiye’yi böyle yanlış yollarda boğulma ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtulmak gerekir. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir inançla donatmak… Bütün ulusa sağlam bir maneviyat vermek…”

Manda mı “Ya İstiklal Ya Ölüm” mü?

Bugün pek çoğumuz için bu tartışma yani “manda mı ya istiklal ya ölüm mü” tartışması tarihe ait bir tartışma gibi durmaktadır.

Ama aslında günümüzün tartışmasıdır.

Eğer Türkiye tam bağımsızlığını yitirdi ise…

Ve eğer bizler bu durumu kabullenmişsek…

Sesimizi çakırtıp “ya istiklal ya ölüm” diyemiyorsak…

“Ya istiklal ya ölüm” Mustafa Kemal Paşa’nın tarihi bir sloganıdır ama daha sonra gelecek olan tüm Ulusal Kurtuluş Savaşçılarının da temel sloganı olacaktır.

Çünkü esir düşen bir millet için, vatan yoksa ölüm vardır.

Vatanın esir olduğu yerde ise, hiçbir şey olmamış gibi, etrafındaki yabancı işgalcileri görmezden gelerek yaşamak, bir Ulusal Kurtuluşçu için ölümden beterdir.

O nedenle de insanlar, ama devrimci insanlar, vatanları için ölümü göze alırlar.

Gerçi sloganların bir süre sonra içi boşaltılabilir.

Örneğin günümüzde de pek çok insan olur olmaz bir şekilde “ya istiklal ya ölüm” sloganını atar.

Ama önemli olan sloganı atmak değil o slogana uygun davranmaktır.

Peki slogana uygun davranış nedir?

…. En başta her şeyden önemli olan vatanımız diyorsak…

….. Ve hayatımız da bu vatan için feda olsun diyorsak…

Hayatımızı vatan yoluna feda etmektir!

Burada önemli olan insanın vatan için ölmesi değil vatan için yaşamasıdır.

Çünkü ancak vatanı için yaşayanlar vatanı için ölür.

Kimileri için “o gün geldiğinde” elbette ben de bu vatan için canımı vermekten çekinmem demek son derece kolaydır.

Çünkü “o gün” çok çok uzaktadır ve gelmeyeceğinin rahatlığı içinde de insanlar atıp tutabilmektedir.

Ama aynı zamanda biliyoruz ki o gün aslında bugündür!

Bugün ülkemiz eğer bağımsızlığını yitirmişse…

Bugün iktidar olanlar ile dünün saltanat makamını işgal edenler arasında bir fark yoksa…

Tarih yerli yerine oturmaktadır.

Emperyalizm hiç değişmemiştir, dün olduğu gibi bugün de bizi ülkemizde esir etmektedir.

Demek ki emperyalist emperyalistliğini bilmekte ve unutmamaktadır!

İşbirlikçilik, vatan satıcılığı hiç değişmemiştir. İşbirlikçiler dün olduğu gibi bugün de ülkemizi emperyalistlerin egemenliğine teslim etmekten çekinmemektedir.

Demek ki işbirlikçi de işbirlikçiliğini bilmekte ve unutmamaktadır!

Peki ya ulusal kurtuluşçu, devrimci, Atatürkçü?

Dün olduğu gibi bugün de “ya istiklal ya ölüm” diyebilmekte midir…

Mustafa Kemalci olmak

İşte bütün mesele de burada düğümlenmektedir.

Dün olduğu gibi bugün de ülkemizin Milli Mücadele’den yana, Ulusal Kurtuluştan yana güçleri içinde iki ayrı ruh belirmektedir.

Birinci ruh; “ya istiklal ya ölüm”ü hayat parolası yapmış devrimci ruh!

İkinci ruh, mandayı hayat parolası yapmış zavallı ruh!

Şimdi iki ruh arasında mücadele başlamıştır.

“Ya istiklal ya ölüm” demenin karşılığı basittir.

Bir, her şeyden önce ama her şeyden önce, hesabı o güne bırakmadan, bugün, Bandırma Vapuru’na binmek ve İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek!

Yani Mustafa Kemal tavrını en başta almak.

Ama sonrasında da Mustafa Kemal tavrından ayrılmamak.

İki, yani 8 Temmuz 1919 günü geldiğinde, Mustafa Kemal gibi üniformayı çıkarmak ve ben artık profesyonel devrimciyim diyebilmek!

İki aşamada da Mustafa Kemal tavrı almak demek, yani mesleğini, ailesini, düzenin içinde kendisine gelecek vaat eden her şeyi bırakmak, kendini halka adamak demektir!

Peki bu tavrı almadan Mustafa Kemalci olmanın imkânı var mı?

Elbette yok.

Mesela Kurtuluş Savaşı döneminde İstanbul’da oturup, ama benim gönlüm zaten Milli Mücadele’de demek, nasıl sadece sahtekarlıksa…

Bugün de Milli Mücadele saflarına katılmamak, mücadeleye omuz vermemek…

En azından Mustafa Kemalcilik değildir.

Ama kimileri teknoloji ilerledi, ben de internet üzerinden Milli Mücadele’ye destek verebilirim diye düşünüyorsa.

Onun da pek inandırıcılığı olmaz.

O halde neymiş Mustafa Kemal tavrının üçüncüsü?

Mustafa Kemalci isen, önce Bandırma’da, Sonra Erzurum’da, sonra Sivas’ta, sonra Büyük Millet Meclisi’nde, sonra Cumhuriyet’te, Mustafa Kemal’in yanında olacak, ona tabii olacak, ona hizmet edeceksin.

Çünkü bileceksin ki Milli Mücadele dediğin şey zaten bir örgütlü mücadele demektir.

Bu örgütlü mücadeleden kaçarak hâlâ Milli Mücadeleci kalmanınsa karşılığı ne vatanseverliktir, ne devrimci milliyetçilik, ne devrimcilik, ne ulusal solculuk…

Mustafa Kemal nazarında bu tür insanlar neymiş dönüp bir daha okuyalım Mustafa Kemal’in sözlerini:

-Ahmak

-Budala

-İnaçsız

-Zayıf

-Aciz

-Korkak

Şu Mustafa Kemal de amma sert adam değil mi!

İnsan bari biraz üslubunu yumuşak tutup, daha kazanıcı olsa!

Heyhat, dünyanın en sert şeyi emperyalizmdir, onlara hizmet eden işbirlikçilerdir.

Ama ne emperyalist ne de işbirlikçi kibarlığı elden bırakmaz!

Yine emperyaliste ve işbirlikçiye gıkı çıkmayanlar, ancak Mustafa Kemalcileri eleştirebilir!

Yani tamamen vicdan ve namus meselesi…

Hayata ve mücadeleye neyin tarafından baktığınızla alakalı bir olay.

Ve üstelik tarih de hiç yumuşak değil, hep kesin hüküm verir.

Mesela…

Vahdettin haindir.

Mesela…

İsmet İnönü, mandacıdır..

Ama…

Mustafa Kemal, devrimcidir.

Mustafa Kemalci olmadan devrimci olabilmeninse yolu, vatanı için rahatını bozmak istemeyen “vatanseverlerin” tüm uğraşlarına rağmen bu topraklarda yüz yıldır bulunamamıştır…




İstatistikler

  • 2.406.135 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Mayıs 2008
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  

En fazla oylananlar