Cuntacılık Atatürkçülük,
Ordu düşmanlığı da solculuk değildir!
27 Mayıs’ın üzerinden geçen neredeyse elli yıllık dönemde Türk solunun gerçekçi bir Ordu politikasına ulaştığını söylemek ne yazık ki mümkün değil.
1970 sonrası dönemde gelişen ve bugün geldiği noktada sol olarak adlandırılması bile tartışılabilecek bir kesim, tam anlamıyla Ordu düşmanı bir çizginin savunucusu haline geldi. Atatürkçü ve ulusalcı kesimlerdeyse soldan tümüyle uzaklaşan ve rejimin geleceğini Ordu’nun siyaset üzerindeki denetimine ve muhtemel bir askeri müdahaleye bağlayan bir çizgi ortaya çıktı.
Bu sözde sol çevrelerin Ordu düşmanlığına dayanan politik çizgisi, Şeriatçı ve emperyalist güçlerle işbirliğine kadar ulaşırken, ulusalcı/Atatürkçü çevrelerin rejimin geleceğini tümüyle Ordu’ya havale eden anlayışı da Atatürkçülerin soldan ve doğal olarak halk örgütlenmesinden kopmasına yol açtı.
Ordu düşmanı sol, türbana özgürlük söylemiyle Şeriatı meşrulaştırdı. Kürt bölücülüğü ile kol kola Amerikan emperyalizminin bölgesel planlarına taşeron oldu ve milli olan her şeye karşı çizgisiyle de toplum içinde marjinal bir konuma sürüklendi.
Halk örgütlenmesinin ve devrimci Atatürkçülüğün terk edilmesiyle başlayıp rejim bekçiliğini Ordu’ya havale eden çarpık Atatürkçü anlayış ise sol düşmanı, masonik ve seçkinci bir yapıya bürünürken, bağımsızlık fikrini tümüyle yok sayan, sosyal adalet ve halkçı-devletçi bir düzen arayışını tümüyle bırakarak geniş Atatürkçü yığınları düzen içi ve pasif bir izleyici konumuna sürükledi.
Bu birbirine tümüyle karşıt iki çizginin Türkiye’ye maliyeti ise Şeriatçı hareketin Cumhuriyet düşmanı ve faşist hakimiyeti oldu. Oysa halktan kopuk bir cunta arayışının Atatürkçülükle yakından uzaktan alakası olmadığı gibi, Ordu düşmanı bir solculuğun da Türk solu ile ilgisi olamaz.
27 Mayıs’ın eksikliği: Toplumsal yapıya devrimci müdahale
Bu noktada Türkiye’de sol açısından devrimci bir Ordu teorisinin ortaya konduğu 1960’lara dönmek ve 60’ların Ordu teorisini yeniden tartışmak gerekmektedir.
Bunun için de önce 27 Mayıs’ın yerli yerine oturtulması gerekmektedir. Esasen 1960-1970 döneminde Türk solunun 27 Mayıs’la ilgili değerlendirmelerinin bugün de önemli ölçüde geçerli olduğunu söylemek gerekmektedir.
Gündemdeki yeni Anayasa tartışmasında, kimi liberallerin 27 Mayıs’ın ürünü olan 1961 Anayasası’na yönelik olumlu sözleri bile aslında 27 Mayıs’ın yarattığı özgürlükçü ortamın önemini ortaya koymaktadır.
27 Mayıs’ı kimi çevrelerin yaptığı gibi Ordu’nun militarist eğilimine bağlamak da mümkün değildir. 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart ve buna 28 Şubat’ı da dahil edebiliriz, diğer bütün askeri müdahalelerin aksine Ordu’nun mevcut komuta kademesine rağmen ve o komuta kademesini de yıkarak gerçekleşmiştir.
27 Mayıs’ın esas yanılgısı ise toplumsal yapıdan beslenen sağcı ve Amerikancı politik mekanizmanın yarattığı tahribatın, hukuki tedbirlerle ya da askeri bir müdahale ile rahatlıkla ortadan kaldırılacağı beklentisi oldu.
Bugün de AKP iktidarına karşı Anayasa Mahkemesi’nde “367 oy kararı” arayışına girip kapatma davasından çıkacak sonuca bel bağlayan ve bütün planlarını da buna göre yapan bir çarpık anlayışın hâlâ sürdüğü düşünülürse, 27 Mayıs’ın kırk yıl önce bu hataya düşmesi belki daha anlayışla karşılanabilir.
27 Mayıs, DP iktidarının toplumsal ve siyasal alanda yarattığı her türlü gericiliği tespit etmiş; ancak bununla mücadelenin toplumsal yapıya ilişkin bir sorun olduğunu görememişti. Oysa toplumsal yapıyı dönüştürmeye dayanmayan hiçbir yasal tedbirin sonuç alma imkanı yoktu. 27 Mayıs’ın önemli isimlerinden Numan Esin, YÖN’de yayınlanan değerlendirmesinde bu süreçteki eksiklikleri şu şekilde açıklayacaktı: “27 Mayıs’tan önceki on beş yılın Türk tefekkür tarihindeki yeri herhalde pek kısır olmalıdır. Aydını ile köylüsü ve işçisi ile oldukça suni şekilde ikiye bölünmüş büyük ve inatçı kütleler. Gazete ve dergilerin sütunlarını dolduran temelsiz, kof ve her türlü fikir fukarası haber ve yazılar. Her şey o kadar yapma ve o kadar suni ve esastan uzaktı ki böyle bir atmosferde, gerçekçi, yapıcı, ileri ve köklü devrimlere inanmış bir kadronun, memleket çapında meseleleri tatbikata aktarabilecek geniş ve ehil bir kadronun ortaya çıkması beklenemezdi. Siyasi mücadelelerin kısır ve ağır çekişmelerine katılmamış olan pek az insan arasında da böyle bir kadroyu çıkartabilmek fiiliyatta mümkün değildi. Meseleler bilinmiyordu ki kadronun yaratılabilmesi bahis konusu olsun…”
Ancak yine de şunu söylemek gerekir ki, 27 Mayıs olmasaydı, ne 61 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamı oluşabilirdi ne de arkasından gelen sosyalist solun yükselişi mümkün olurdu. Ve muhtemelen Türkiye bugün mevcut olan özgürlüklerin de çok gerisinde bir noktada bulunurdu. 1960’ların devrimci teorisi:
Ordu-millet ittifakı
27 Mayıs’ın ardından yayın hayatına başlayan Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi, bu süreçte sol içinde Ordu meselesinin tartışıldığı en önemli yayın organı idi. Sosyalist fikirlerin yayılmasında önemli bir işlev yapan YÖN’de, daha sonra DEVRİM dergisi ile 9 Mart’ta bir sol cunta arayışına giren Avcıoğlu bile “halktan kopuk bir cuntanın çözüm olmadığı”nı yazmaktaydı.
YÖN’de devrimi yapacak güçler, genç subayların ağırlıklı yer aldığı zinde kuvvetler, aydınlar, üniversite gençliği ve işçiler olarak tanımlanmakta ve bu güçlerin ortak bir antiemperyalist, milliyetçi cephe oluşturmasından bahsedilmekteydi.
Avcıoğlu’nun 9 Mart sürecine girmesi ise 60’ların sonuna doğru belirginleşmişti. Sol içindeki bölünmeler ve sola yönelen sağcı terör yasal yollar içinde düzen değişikliğini imkânsız hale getirmişti. Böylelikle zinde kuvvetlerin devrimi yapacak güçler içinde tek başına öne çıkması, teorik bir yanlışa dayanmakla birlikte biraz da bu sürecin etkisiyle olmuştu.
Ancak tüm bu gerekçelere rağmen halk kitlelerini örgütleme fikrinin geri plana atılması, sonuçları bugün bile hissedilen büyük bir yanlıştı.
Ancak 68’in genel çizgisi içinde bakıldığında Türk solunun Ordu konusundaki tavrının cunta arayışının tümüyle dışında olduğu, aksine bir halk örgütlenmesi yoluyla kitlelerin ayaklandırılmasını amaçladığı kesindir. Bu dönemde üniversite işgallerinin yanı sıra DEV-GENÇ’in Türkiye çapındaki işçi grevleri ve köylü mitinglerinin esas örgütleyicisi olduğu da görülecektir.
Elbette 27 Mayıs’ın yarattığı ilerici ortam gençlerde sempati ile karşılanmakta ve devrimi gerçekleştirecek güçler içinde Ordu mensupları da önemli birer destekçi olarak tanımlanmaktadır. Ancak devrimin merkezine Ordu değil, ezilen halk sınıfları konmaktadır.
Bu süreçte devrimci gençliğin Ordu içindeki subaylarla ilişkisi ise bir stratejiden öte, sola kayan genç subayların girdiği bir arayıştır. Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarındaki yargıçların bile sokağa indiği bir dönemde subayların bu hareketliliğin dışında kalması elbette beklenemezdi.
TİP ve Aybar da 27 Mayıs’ı desteklemekle beraber tepeden inme müdahalelerle sonuç alınamayacağını o dönemde açıkça belirterek, özellikle işçi ve köylü sınıfları içinde bir parti örgütlenmesi arayışındadır.
CIA operasyonu: Ordu-millet ittifakından gerillacılığa
1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında kurulan TİP güçlendikçe iç ve dış güçlerin tepkisini almaya başlamıştı. Meclis’teki TİP’li milletvekillerinin konuşmaları ve ülke çapında örgütlü bir sosyalist parti artık düzen için tehdit olarak görülmekteydi. TİP ve DEV-GENÇ’le başlayan sosyalist örgütlenmenin önü kesilmeliydi ve 12 Mart’a giden süreç bizzat CIA’nın düğmeye basmasıyla başlamaktaydı.
ABD büyükelçisi Commer; “Türkiye’de herkes dostumuz. Tek bir düşmanız var o da TİP” diyerek TİP’i açıkça hedef göstermekteydi.
Bu noktada ikili bir tuzak kuruldu. Birincisi, TİP’le başlayan sol örgütlenme arayışının TİP’in bölünmesi yoluyla ortadan kaldırılmasıdır. Sol içinde ideolojik ve örgütsel ayrışmaların körüklenmesi önemli bir başlangıçtır.
Solun Ordu düşmanlığına sapmasında Doğu Perinçek yine en ön cephededir. Perinçek, Kemalist Ordu’yu, Kemalist burjuva diktatörlüğünün aracı olarak tanımlamakta ve halk-Ordu ittifakını hedef tahtasına oturtmaktadır. Böylelikle Perinçek, solu Atatürk düşmanı ve Kürtçü bir yönelime sokmakla kalmayıp Ordu düşmanlığının da ilk savunucusu olarak öne çıkmıştır. TİP’in millici sosyalist çizgisine karşı Maocu/Pekinci akımın ilk temsilcisi de yine Perinçek ve Aydınlık hareketidir.
Aybar bu süreci daha sonra Uğur Mumcu’ya şöyle anlatacaktı: “Ama 1968’den sonra belirli bir değişiklik olmaya başladı, hatta daha 1968’li yıllardan önceki yıllarda bir değişiklik görüldü. Birden Türkiye’de Marksist yayınlar peynir ekmek gibi basılıp satılmaya başladı. Sergiler oluyordu büyük şehirlerde, İstanbul’da, mesela Taksim’de karşılıklı sergiler vardı. 141-142 var, hiç dava açan, soru soran yok, ne hikmetse! Efendim dava mı açsınlar? Hayır, bunu anlamlandırıyorum. Kitapların özgürce yayımlanmasına seviniyordum, ama biliyordum, bir oyun bu! Bunu seziyordum. Bu yayınları gençlerimiz çok okudu, gençlerimiz çok okuyunca öyle sanıyorum ki bazı provokatörler vardı aralarında. Mesela diyorlardı ki ‘Bak Lenin usta ne demiş, Mao usta ne demiş, Stalin usta ne demiş, Aybar ne diyor? Canım bunlarınki revizyonizm, TİP gerçek bir sosyalist parti değil.’ Parti hakkında bu imaj yaratıldı.”
Aybar’ın tanımladığı bu süreç, solun bağımsızlıkçı rotasından sapması ve Ordu-millet ittifakına dayanan ve İkinci Kurtuluş Savaşı olarak ifade edilen devrim stratejisi yerine dış kaynaklı devrim teorilerinin öne çıkması ve bunun da Ordu düşmanı bir çizgiye dönüşmesiyle sonuçlandı.
Bu dönemde yine Regis Debray, Marighella, Giap gibi isimlerin gerilla mücadelesini anlatan kitapları sol içinde revaçtaydı. Alberto Bayo’nun “Bomba Nasıl Yapılır” isimli kitabını Aybar, Uğur Mumcu ile yaptığı söyleşide oldukça şaşırarak anlatmaktaydı. Bu illegalite ise sadece CIA’nın ve antidemokratik güçlerin etkinliğini artırmaya yarıyordu.
CIA operasyonunun ikinci ayağı ise komando kamplarında eğitilen ve silahlandırılan ülkücülerle, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin TİP’i terör yoluyla sindirmesidir. Silahlı mücadele ve gerilla fikirleri de bu süreçte güç kazanmaktaydı; zira artık şehirlerde legal siyaset yapma imkânı tümüyle ortadan kalkmaktaydı.
NATO süreci: Ulusal orduların ABD denetimine sokulması
Solun halk-Ordu ittifakından kopartılmasıyla birlikte NATO süreci de ulusal orduların antiemperyalist bir çizgiye kaymaları ve solla buluşmalarını engellemek için devreye sokulmuştu.
Özellikle Üçüncü Dünya’da görülen Amerikan karşıtı ve sosyalist karakterli askeri müdahaleler Latin Amerika’dan başlayıp Ortadoğu ve Asya’ya yayılmaktaydı. Soğuk Savaş döneminin yarattığı ikili yapı Üçüncü Dünya’daki ulusal ordularda bağımsızlık yanlısı subayların -Mısır’daki Nasırcı Hür Subaylar örgütü örneğinde olduğu gibi- iktidara gelmesini kolaylaştırmaktaydı.
Bu noktada ABD ve CIA’nın operasyonları yeniden hızlandı. Şili’de sosyalist Allende’nin faşist bir darbe ile devrilmesi ABD’nin ulusal ordular içindeki sol eğilimleri tasfiye etme ve sağcı ve faşist bir yapılanma kurma arayışının sonucuydu.
Bunun Türkiye’ye yansıması 12 Mart ve 12 Eylül faşizmi ve ilerici subayların tümüyle tasfiyesi oldu. 27 Mayıs’la başlayan devrimci subay örgütlenmeleri, ulusal orduların NATO çizgisine sokulmasıyla birlikte neredeyse tamamen yok edildi.
Özellikle Sovyetler’in güç kaybettiği seksenlerden sonra sol eğilimli askeri müdahaleler dönemi de kapanmış oldu.
Varşova Paktı’nın yıkılıp NATO’nun tek güç olarak kalması ABD’nin manevra alanını genişletti. Askeri yardım ve eğitimlerle NATO bünyesindeki ulusal ordular ABD yörüngesine sokuldu. Bu tür bir politika ABD’nin emperyalist politikalarının kabul ettirilmesi için basit ve düşük maliyetli bir yöntemdi aynı zamanda.
Bugün bile Türk Ordusu içinde önemli mevkilere gelmek için NATO eğitimi ve iyi İngilizce bilgisi en temel şarttır. Böyle olunca da Ordu içinde Amerikan karşıtı bir çizginin ortaya çıkması, çıksa bile bunun örgütlenmesi ve kendini açığa vurması neredeyse imkansız hale getirilmiştir.
CHP’nin Türk soluna ettikleri
Türk solunun marjinalize edilmesi operasyonunda CHP’nin rolü de unutulmamalıdır. 27 Mayıs’ın CHP tarafından tasfiyesi bu sürecin ilk halkasıdır.
27 Mayısçılar iktidarı Atatürkçü olduğu varsayılan İnönü’ye devrederek bir ölçüde amaca ulaşılmış olacaklarını zannediyorlardı. Ama İnönü 1960’lara geldiğinde Atatürkçü çizgiden bütünüyle sapmıştı. Halk içindeki desteğini de yitiren İnönücü çizgi ilk seçimlerde iktidarı Demirel’in AP’sine devrederek 27 Mayıs’ı tümüyle tasfiye edecekti.
Aslında İnönü 27 Mayıs’ı da benimsemeyen bir isimdi ancak mevcut parlamenter denklem içinde ancak 27 Mayıs’la iktidarı geri alabileceği için 27 Mayıs’a açıkça tavır almamıştı.
27 Mayıs’ın istenilen dönüşümleri gerçekleştiremediğini söyleyerek 21 Şubat ve 22 Mayıs hareketleriyle 27 Mayıs’ı rotasına oturtmak isteyen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’a en büyük tepkinin İnönü’den gelmesi de aslında İnönü’nün 27 Mayıs’a ne kadar karşı olduğunu ortaya koymaktadır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan bu süreçte İnönü’nün katkılarıyla asılmışlardı!
CHP 27 Mayıs’ı tasfiye ettikten sonra bu kez oklarını TİP’e yöneltmişti; zira TİP’in bağımsızlıkçı sol çizgisi, iyice düzen içi bir çizgiye giren CHP için ciddi bir tehdide dönüşmüştü. “Ortanın solu” teorisi sosyalist hareketin de güç kazandığı bir dönemde o güne kadar sol söylemi tümüyle terk eden CHP için hem bir zorunluluktu hem de TİP’i aşırı sol ve Sovyetçi bir çizginin savunucusu olarak gösterip tecrit etme amaçlıydı. Oysa Aybar’lı TİP, Çekoslovakya’nın işgali dahil Sovyet politikalarına ciddi bir muhalefet sergilemekteydi.
CHP 27 Mayıs’ın tasfiyesini başardıktan sonra TİP’i de aynı şekilde tasfiye etmenin yollarını arıyordu. İnönü aynı dönemde devrimci gençliğin mücadelesine karşı da tepkiliydi.
Böylelikle CIA operasyonu olarak başlayan solu tasfiye operasyonu, CHP’nin de çabaları ile Türkiye’yi 12 Mart’a sürükledi.
12 Mart’ın adından CHP’nin karşı devrimci misyonu iyice belirginleşmekteydi. Bugün laiklik mücadelesi veriyor gözüken CHP, Ecevit’in başkanlığında hem solda görünüp sosyalist solun örgütlenme zeminin ortadan kaldırmakta ama aynı zamanda Erbakan’ın MSP’si ile koalisyon kurarak Şeriatın siyasal meşruluk kazanmasına da yardımcı olmaktaydı. MSP’nin de içinde bulunacağı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin ilk adımını atan CHP olmuştu.
TİP ise bu dönemde CHP-AP ittifakıyla gerçekleşen Seçim Kanunu değişikliği sonucunda Parlamento dışına sürülmüştü. CHP, Erbakan liderliğindeki Şeriatçıları koalisyon ortağı olarak seçip iktidara taşırken TİP’i ayak oyunlarıyla tasfiye etmeyi başarmıştı.
Bugün kimileri Baykal’ın Tayyip’in siyasi yasağını kaldırıp Şeriatın önünü açmasına şaşırıyorlar. Ancak CHP’nin 70’lerde bile Şeriat tehlikesini engellemek gibi bir gündemi yoktu. Tıpkı bugün olduğu gibi, laiklik söylemi o zaman da basit bir oy avcılığından öteye gitmemekteydi.
28 Şubat’ın yarattığı yanılsama: “Nasılsa Ordu var!”
1990’lara gelindiğindeyse yıllardır devlet eliyle büyütülüp beslenen Şeriatçı hareket büyük bir tehdit olarak ortaya çıkmaktaydı.
28 Şubat kararları ile Refah Partisi iktidardan indirilip kapatılmıştı. Ancak Şeriatla mücadelenin 8 yıllık eğitim ve benzeri bazı hukuki düzenlemelerle sınırlandırılması ve iktidarın yine sağcı ANAP ve DSP’ye devri ile önemli bir fırsat kaçmıştı. “Bin yıl sürecek” denilen 28 Şubat’tan beş yıl sonra Şeriatçı hareket tek başına iktidara gelmişti.
Ama buna rağmen ne Ordu için ne de sol için gereken derslerin alındığını söylemek mümkün değildi.
12 Eylül’den sonra “aşırı sol tehdit” dışında her şeye gözlerini kapatan antikomünist Soğuk Savaş çizgisinin yanlışlığı ortaya çıkmıştı. Solun bıraktığı alanı Şeriatçı güçler doldurmuştu.
Solda ise ikili bir durum söz konusuydu. Gerillacılığın uzantısı olarak gelişen bir kısım sol artık legal siyasete dönmüşse de, Ordu düşmanı, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı bir söylemle marjinalleşerek halktan kopmuştu.
Atatürkçü ve ulusalcı kesimler ise soldan tümüyle kopmuşlar ve özellikle CHP içinde sağcı ve seçkinci bir çizgiye girmişlerdi. Laiklik dışındaki her türlü sol söylemi dışlayan bu anlayış bağımsızlık mücadelesini tümüyle bırakmış ve bağımsızlık fikrinin antiemperyalist ve antikapitalist niteliği, Ordu’nun rejimin bekasını sağlaması gibi sığ bir anlayışa dönüştürülmüştü.
Toplumsal alanda iyice güçlenen ve geliyorum diyen Şeriatçı harekete karşı laik kesimlerde görülen devrimcilikten, devrimci örgütlenmeden ve hatta solculuktan kaçışın faturası ağır olacaktı.
Bu dönem devrimci örgütlenmenin tümüyle yok sayıldığı bir dönemdir. En ileri biçimi CHP içinde örgütlenmek olarak ortaya çıkan bir siyasal duruşun Şeriat tehdidini engellemesi ise mümkün değildi. Öyle de oldu.
Devrimci parti ve toplumsal devrim
Doksanlı yıllara girilirken solun tümüyle yok olma aşamasına geldiği süreç, CHP gibi en düzen içi hareketlere bile yaşam hakkı tanımayan bir siyasal ve toplumsal yapıyı ortaya çıkarmıştır. Bugün bu yapı Türkiye’yi AKP faşizmine mahkum etmiş durumdadır.
Türk solu, 27 Mayıs’tan gereken dersleri çıkaramadığı için Cumhuriyet mitingleri ve seçimler sürecinde de görüldüğü üzere toplumsal örgütlenmeyi ve devrimci bir düzen değişikliğini tümüyle yok sayarak, parlamenter denklemlerde çözüm arayıp bu da olmazsa Ordu’nun müdahale etmesi umuduyla yaşar olmuştur.
Ancak gerek 27 Nisan bildirisi ve sonrası, gerekse seçimlerden sonra ortaya çıkan manzara devrimci bir örgütlenme dışındaki tüm arayışların Şeriatın toplumsal ve siyasal egemenliğinin artmasına ve dahası toplumun tümüyle alternatifsiz bırakılmasına yol açtığını göstermiştir.
Sol bir iktidar arayışı, toplumsal devrim anlayışının yeniden canlandırılması ve halk örgütlenmesinin yeniden başlatılması yeni dönemin temel görevi olmalıdır.
Bu noktadan sonra Ordu yine de bizim Ordumuzdur ama antiemperyalist ve antikapitalist bir toplumsal devrim fikri artık yalnızca devrimci güçlerin elinde yükselecektir. Bu açıdan sol içine giren Ordu düşmanı çizgi ne kadar yanlışsa; “Ordu bizi kurtarsın” anlayışı da o kadar tehlikelidir.
Devrimci parti her iki yanlışı da aşarak örgütlenecektir.
Son Yorumlar