İhanet öyle büyük ki ; tehlikenin sadece akp’nin gidişiyle düzelebileceğini
ön – görenler ya da “şimdilik yakın tehlike bu, gerisini sonra düşünürüz” diyenler ;
ya gaflet ya da ihanet içindedir !..
Çok geniş çaplı bir planın içersindeyiz; iktidar-muhalefet ve de bilumum stk’lar ‘fon’larla ele geçirilmiştir!
Güneydoğu ve Kıbrıs politikaları iflas etmiş; Atatürkçülük, elitist bir grubun eline geçmiş, taciz ve sarkıntılık suçlarından dosyaları olan kimileri, topluma ‘Atatürkçü’ oldukları savıyla ‘umut’ olarak pompalanmakta…
Çürümüşlük her haliyle ortada asılı dururken ‘seçim’ denen aldatmacaya havale edilen halk, ‘parti’cilik virüsüyle sağlığını kazanma hayaline esir edilmiştir !
Zehir, ‘umut’ olmuştur !..
Geçmişin kahramanları ‘hain’ damgasıyla damgalanırken; hiç bir riske girmeden ‘ulusalcılık’ ya da ‘milliyetçilik’ oynayanlar, halkın umudu olmuş.. ancak bu umut, ölüm sessizliğine gömülmüş, gölgesinden bile korkar bir hale gelmiştir..
Sosyal medya kahramanlığı yapanların dışında, batı cephesinde değişen bir şey yok!..
Doğruları söyleyiniz!..
Düşman akp değil, akp’yi yaratanlardır! Yani o bizim düşmanımız olacak çapta değildir..
İhanet; Mustafa Kemal Atatürk’ün hasta yatağına düştüğü günün ertesinde başlamıştır!
Bu sürecin okumasını yapmadan, tek başına akp’yi işaret edenler; biliniz ki; ya mevzudan bi haberdirler ya da başka hesapları vardır!..
Yeni oyun planlanmış ve seçim ertesi düğmeye basılacaktır; bu seçimde mhp’nin ve de chp’nin elde edeceği kazanımlar ‘Gezi Olayları’ süreciyle ve son operasyonlarla garanti altına alınmıştır.. yine de seçim sonuçlarındaki dengeler gözetilerek sonraki operasyonların sırası ve vakti belirlenecektir!
Niyet, tüm Türkiye’yi ‘temsil’ ile ihanete ortak etmektir; ki kimse bir diğerini suçlayamasın!
Yani akp’nin gideceği filan yok.. tüm toplumu kapsayan büyük bir akp planı
tezgâhlanmakta ve ‘ihanet’ düşüncesine herkes ortak edilmektedir !
Tayyip! o sadece bir detay, çay ocağında servis yapan garson misali.. biri gelir,
biri gider..
Çaycı hep aynı, çayı ‘dem’leyen hep aynı..
Seksen yıldır aynı çaycıdan çay içiyoruz, çayı beğenmiyoruz; ancak, küfürü garson
yiyor! iyi – güzel, bir itirazım yok.. da..
Siz hiç çaycıya küfrü basan bir ‘muhalefet’ lideri
1) 17 Aralık’ta hükümet devrilecek ve CHP’ye gökten armut piş ağzıma düş iktidar yolu açılacaktı, ne oldu, sistemde tıkanma mı var, CHP şimdi bütün umudunu cemaatin ses kayıtlarına mı bağladı, tarihlerde eşi görülmemiş bir hırsızlığa rağmen hükümet’i niye düşüremiyor, hesaplar tutmadı ve ülke delice ve çıkışsız bir gerilime girdi, CHP bu süreçte pekala halkı arkasına alabilirdi, kulağına ne fısıldandıysa başka bir yola girdi, üstelik seçmeninin kafasını karıştırdı, bu bir siyaset değil, karakter meselesidir, ülke zaten yedi yıldır bir tezgahın içinde, bu gizemli tezgahlara ancak kaçıklar ve cinler inanır, seçime bir ay kala CHP hâlâ kendisine giydirilen uğursuz bir gömleği kim giydirdi neler oluyor açıklayamıyor, açık ve dürüst olmayan siyaset her zaman çuvallar, seçmenin de ağzı torba değil ki büzesin hepsini toplayıp sandık sandık çuvallara koyasın.
ŞEYTAN TÜRKİYE’NİN İSTİKBALİYLE OYNUYOR
2) Seksen yıldır ülkeyi sağ iktidarlar yönetiyor, batı dışı bu topraklarda batılı değerlere karşı çok büyük bir direniş var, Menderes’i Demirel’i Özal’ı ve şürekası, muhafazakar demokrat, Müslüman demokrat, ahlak, mukaddesat, gelenekçi, vs. başlıkları altında Müslüman halkın oylarını seksen yıldır kafalıyor, yani biri gidiyor biri geliyor, şimdi Müslüman muhafazakar dinci ne derseniz deyin siyasetin önünde Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen racon kesip haraç alıyor.
Ancak dini değerlerle oynana oynana çok yoruldular, din’in nerdeyse tutunacak yeri kalmadı, dini siyaset tam bir sefalete dönüştü.
Nasıl 19. ve 20. yüzyılın ortalarına kadar burjuva işçi sınıfını bastırıp elini ayağını kırmış ise, şimdi ülkemizde iki İslamcı lider yüz elli yıldır endişeyle dinini savunan milyonlarca sağ seçmenin sağduyusunu ahlakını temizliğini mahvetti, aslında Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen, bu ülkedeki sağ seçmenlerin elini ayağını kırdı ve seksen yıldır zıkkımlandıkları muhafazakar siyasetin ekmeğini çalıp yedi bitirdi sonunu getirdi ve onları tarih sahnesinden siliyor.
Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen, sağ, muhafazakar, dinci ne derseniz deyin işte bu siyasete son rezil günlerini yaşatıyor.
Ülkemizde muhafazakar siyasetin kaderi iki liderin eline nasıl geçti?
Bu iki liderin eline dinin ilahi sorumluluğu nasıl verildi, kim verdi?
Bu iki lider dini ve muhafazakar değerleri cehennem ateşinin içine attı, rezilliğin boyutları 1400 yılda görülmemiş.
Bu muhafazakar değerleri aklı başında taşıyacak temsil edecek üçüncü bir kişi kalmadı, kendileriyle birlikte peygamber Allah Kur’an hadis ne varsa hepsini ya ben hiçbiri diyerek yakan bu iki din bezirganından kurtulma çabasında kimsecikler de yok, Haçlılar’ın Moğollor’un düşman hançerinin yapamadığını birbirlerini yaptılar, ucundan kıyısından bizler de bu muhafazakar ahlâk’ı değerler içinde büyüdük, şimdi bu değerler’in bu kadar büyük akıl almaz kepazeliğin konusu olmasına dayanabilme gücü anlaşılıyor ki Türkiye’de hiçbir siyasette hiçbir kurumda yok, dini değerlerin mahvolması sadece bu iki siyasi cenahı değil Türkiye’yi yakıyor, çünkü din diye yutturulan şey’in altından şeytanlar çıktı, şeytanlar an itibariyle Türkiye’nin kurumları kişileri varlığı ve istikbaliyle oynuyor, tarifsiz bir çöküş, hepimiz çökmekte olan bu son yüzelli yılın çürümüş değerlerin altında nefessiz ve ışıksız ve ülkesiz ve hukuksuz kaldık, kardeşlerim bize bilgece ve neşeli ve açık dürüst günışığında başka bir siyaset lazım.
KAFALARINI CEMAATLERE ‘İPOTEK’ ETTİLER
3) Osmanlı kendi kendini çürüttü kendi kendini çökertti, bir yüzyıl sonra bugün, din, kendi kendini çürüttü, kendi kendini çökertiyor.
O çöküş günlerinde açın Şair Eşref’i okuyun, bugün bu kokuşmuşluğu dile getirecek bir Şair Eşref dahi kalmadı.
Sevgili yurdum, herkes rezil olduktan sonra camiyi şeytan açar.
Şeytanların camisindeyiz.
4) Bir ‘cemaat’ kavgasıdır gidiyor.
Ama asıl savaşılması gereken ‘cemaat’ şu anda araziye yatıp kendini gizleyen başka cemaat, bakın, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabı yazarı Sennet’ten neler öğreniyorum, mesela Dreyfus davasında, davanın kendinden çok daha önemli olan, bu davanın Fransa’yı ikiye bölüp tarafları cemaatleştirmesi, bu düşman cemaatleşme davanın çok önüne çıkıyor ve çok uzun yıllar toplumsal çatışmayı sert şekilde büyütüp uzatıyor, tıpkı bizim Ergenekon-Balyoz davaları gibi, eski Fransa milli yenilgisine suçlu arıyordu, bu yüzden askere sızmış ‘Yahudilik’ iddiasını onlarca yıl tartıştı, tıpkı Ergenekon gibi, osuruk liberalinden içerde yatmış genç öfkeli solcu yazarlarına kadar ezik ve halksız bir sözüm ona liberal tayfa vardı ve seksen yıl ülkeyi sağ hükümetler yönetmesine rağmen eski Türkiye’nin suçunu günahını Türkiye’nin neden çıkmazda olduğunun vebalini her şeyi Ergenekon-Balyoz davasına ithamlarla iftiralarla yüklediler, cemaatle Abant Toplantıları’nda kolkola ama cemaatten ayrı bir cemaat gibi, Türkiye’de medyanın hukukun insanlığın başını yakan işte asıl bu ‘cemaattir’, kafalarını ve iradelerini ben diyeyim on bir yıl siz değil yirmi yıl cemaatlere ‘ipotek’ ettiler, şimdi kalkmış hepsi ‘koro’ halinde ‘yanıldık’ diyor, iyi de yanıldığınız şeyleri hatırlatalım bakalım neymiş, bir, hukuk, iki, adalet, üç, tarafsızlık, dört, körü körüne asker düşmanlığı, beş, bilmeden anlamadan muhalifleri gestapo yöntemleriyle yok etmek, altı, ajanvari sahte belgelerle gizli şebekelerle ‘işbirliği içinde olmak’, işte toplayın bunları, bakalım bu nasıl yazarlık, hukuk’un abc’sini dahi bilmeyen bir insan otuz yıldır hem de ekranlarda, bakalım ve soralım hala niçin nasıl köşelerde ağırlanırmış ve hala niye oralardasınız, sizin bir yanılgınıza bir ülkenin emniyeti hukuku askeri işgal edildi, beş yüzyıl öncesi şehzade Mustafa’yı boğdurtan Kanuni’den dahi hesap soruyorsunuz, şimdi her şeyi gözleriyle görüp yaşayan milyonlarca genç çocuk bunun hesabını yedi sülalenize sormaz mı, ve hala niye dükkanı kapatmıyor niye inzivaya çekilmiyor niye ‘yanıldık ve kaybettik’ diyemiyorsunuz, sizi orada tutan nedir, hey, alo, duyuyor musunuz, hala nice ‘ihanete’ varan yeni yanılgı ve yeni belalarınızı bekleyecek ve şaşıracak bir Türkiye kalmadı.
Bugün insanlık, ele geçirilmiş medya tarafından yaratılan ya da dayatılan algılar neticesinde yönlendiriliyor ve de yönetiliyor. Bu algı çalışmalarında hedef alınan kitle; toplumların ‘cahil’ diye adlandırılan kesimleri değil, daha ziyade belli bir eğitim süzgecinden geçirilmiş ve ‘yarı aydın’ diye nitelendirilen kesimidir.. ki asıl tehlikede burada yatmaktadır!..
Bugün Ukrayna’da olsun, Balkanlarda olsun ve daha pek çok dünya ülkesinde yaşanan ve yaşatılan durum budur!
Yani sanıldığı gibi; tehlike, tek başına ‘cehalet’ değil, üzerine pelerin giydirilmiş ve ‘sosyal sorumluluk’, ‘aktivizm’ ve daha pek çok alengirli kelimelerle süslenmiş ‘yarı cehalet’tir; ki, bugün tüm dünya bu handikap içersinde debelenmektedir! ‘Yarı aydın’ tanımlamam bu açıdan tüm fikri yazılarımın temelini oluşturmaktadır..
Bugün ülkemizde ulusalcı ya da milliyetçi geçinen ‘yazar’ kadromuzun bir türlü dokunmaya kıyamadığı, çok da ‘elle’yemediği, çok da eleştiremediği kesim, bu kesimdir; ki ‘okur-yazar’ dediğimiz kesimin büyük çoğunluğu da buradadır.
Yazarlarımızın ‘okunmama’ endişesi, aslında bu ‘yarı aydın’ diye tanımlanan kitlenin daha da palazlanmasına hizmet etmekte, onları daha da pervasız kılmaktadır! Dünyanın tüm ülkeleri için geçerlidir bu tespitlerim. Çünkü; gazete okuyan, kitap okuyan ve de kendilerinde söz söyleme hakkı bulan kesim, bu kesimdir ve küresel baronların sözde tüm iyilik hareketlerini en önde savunan kesim de bunlardır..
Yani anlayacağınız; ‘öldüren bir çelişkidir’ bugün yaşadıklarımız! Bu ‘paradoks’u aşanlar, ‘kalabalık’ diye nitelenen bu kesimlere ulaşamamakta; ki ‘okur’ bu kitlenin içindedir.. ulaşanlar ise; asıl çelişkiyi gözler önüne sermediği için, ‘döngü’ baştan-sona aynen devam etmektedir.
Kendi adıma söylüyorum, bu gezegende kapladığım alanla ilgili hiç bir iddiam olmasa da; doğruları söylemek adına ‘iddia’m hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır!..
Ülkem adına söylüyorum; üç-beş kokona için, ne söylemlerimi değiştiririm, ne de kapladığım alanda onlara bir yer sağlarım..
Bulunduğum gezegen için söylüyorum; ne ait olduğum ‘Millet’imi sorgulatırım; ne de, ‘insan’ olma onurunu ırksal ya da kavimsel ideallere satarım. Bu denge benim yaşamsal döngümün mihenk taşıdır!
Milletime karşı olan emperyalizme karşı iken, içimizden emperyal duygular taşıyanlara da aynı ölçüde karşıyımdır!
Çünkü ben ‘emperyalizm’ düşüncesine karşıyım! Anti-kapitalistim!
Bir yazar olarak; okunmama endişem olmadı, benim endişem; doğruların halkın gözünden kaçırıldığıyla ilgili.. particilik virüsüne bulaşmamam bundandır!
Şayet insanlara ‘demokrasi’ diye dayatılan bu süreçte ‘kapitalizm’in nasıl bir ‘dev’e dönüştüğünü anlatmıyorsak ve bu süreçte ‘parti’ denen oluşumların nasıl bir çıkar mekanizması tarafından idare edildiğini söylemekten imtina ediyorsak.. ben bu ‘ikiyüzlülüğün’ içinde olmadım ve olmayacağım da..
‘Demokrasi’nin alternatifi nedir? diye soracak olursanız, bilmiyorum! ama acil bulmamız gereken, bu sorunun cevabıdır!
Demokrasi, kapitalizmin tetikçisidir! inanmayanlar, demokrasi tarihi ile süre-gelen kapitalizm tarihini iyi incelesinler!..
Tek önerim; insanlığın yegane ihtiyacı ‘servet sınırlaması’dır! bu yapılmadığı taktirde, küresel sermaye bilim-kurgu filmleri aratmayacak düzeye ulaştığında, geri dönüşün olmayacağıdır! çünkü ‘dna’ sarmalları değiştirilen bir başka varlığa dönüşmüş olacağız!..
Bu sebepten ‘yarı aydın’ları ‘aydın’ konuma geçirmemiz şarttır ve bunun için gereken; ‘doğruları yazmaktır ’!..
Okunmama endişesi taşımadan!
Çünkü asıl kandırılan kitle ‘orta sınıf aydın’lardır!
Yani okur-yazar’ dediklerimiz !..
‘Halk’ diye nitelenen kesim burası değildir; çünkü bu ‘yarı aydın’ kesim kendisini halkta üstün görmektedir!
Yani hedef halkı kazanmak ise; rüşveti ‘yarı aydın’a vermek çözüm değildir! çünkü ‘rüşvet’ çözüm değildir! ayıptır!..
Hükümet, Türkiye’de muhalefetin eleştirdiği, uluslararası camiada
da tepki çeken internet yasasında sürpriz adım atıyor(muş-muş-muş)…
ANKARA – Ulaştırma, Haberleşme ve Denizcilik Bakanı Lütfi Elvan, beraberinde TBMM PLan ve Bütçe Komisyonu Başkan Recai Berber ile birlikte TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerle temasa geçti, TİB Başkanı’na verilmiş olan “erişim engelleme yetkisinde” kısıtlamaya gidilebileceğini bildirdi.
Edinilen bilgiye göre, Elvan’ın ilettiği, TİB Başkanı’na yeni yasayla verilen yetkinin kısıtlanmasına ilişkin hükümet önerisi şöyle;
TİB Başkanı’na yasayla acil durumlarda 4 saat içinde erişim engeleme yetkisi tanınmıştı.
Şimdi getirilecek değişiklikle, TİB Başkanı’nın bu yönde aldığı herhangi bir kararı 24 saat içinde bir Sulh Ceza Hakimi’ne de göndermesi zorunluluğu getiriliyor.
Hakimin de 48 saat içinde, karar hakkında mütalasını vermesi zorunlu kılınıyor.
Aksi halde, erişimin engellenmesi kararı ortadan kalkıyor.
CUMHURBAŞKANI İLK İŞARETİ VERDİ
Yasa TBMM’de görüşülürken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ulaştırma Bakanı Elvan’ı kabul ederek, bizzat yasanın içeriği konusunda bilgi almıştı.
Henüz yasayı onaylamayan Gül, bu konudaki sorulara da “birkaç nokta var” yanıtını vermiş, ancak ayrıntıya girmemişti.
BAKAN ELVAN CHP’YE DE ÖĞLEDEN SONRA GİDECEK
MHP’ye, değişiklik önerisini götüren Bakan Elvan’ın, bugün öğleden sonra da CHP’ye gideceği öğrenildi.
YASA ÇIKTI : DEĞİŞİKLİK NASIL OLABİLİR ?
TBMM, sözkonusu internet yasasını kabul etti. Yasa halen Cumhurbaşkanı Gül’ün onayını bekliyor. Yasada hükümetin yeni ortaya attığı bu değişikliğin yapılabilmesi için iki yol var;
İlki, Cumhurbaşkanı Gül’ün yasayı TBMM’ye iade etmesi. TBMM’de yasa ikinci kez görüşülürken de öngörülen bu değişikliklerin yapılması.
Muhalefet yetkililerinin “daha büyük olasılık” dedikleri ikinci yol ise, yasanın Gül tarafından onaylanıp, resmen yürürlüğe girmesi. Ancak hemen ardından, TBMM’de bekleyen torba yasalardan birine bir ya da birkaç madde eklenerek, öngörülen değişikliğin yapılması.
Hükümetin, yasada önerdiği ikinci değişiklik ise şu; trafik bilgisinin tanımı konusunda olacak.
Hükümetin önerisine göre, trafik bilgisinin tanımı sınırlandırılarak, istenecek bilgiler URL bazında değil, IP ve abone kimlik bilgisi bazında olacak. (Hürriyet)
Giden ile gelenin arasındaki cenabetlik meselesine giremeyecek kadar mütevaziyiz,
bu yüzden SKYTURKVNGENC.WORDPRESS.COM SİTESİ, teee 2010 yılından kalma
bir yazıyı, internet polislerine iftiharla sunar :
* * * * * * * * * *
Hackerlar, bilgisayarınızı zombi gibi kullanıyor..(muş)
Eh, günaydın artık…
Herifçioğlu babanınızın hayrına mı interneti yaygınlaştırmaya çalışıyor..??!!!!
Tabii ki donunuza kadar istihbarat edecek sizi…
Meselâ bu sitenin hazırlandığı bilgisayarın, yolgeçen hanına döndüğünü
bilmiyormuyuz sanki..???!!!!!!!!
Ama bunun avantajları da yok değil hani..!!!!
Başka hiç bir şekilde sesini duyuramayacağın durumlarda, herifler senin
ayağına gelmiş oluyor..!!!
Herkesi ve herşeyi izleyerek bir nevi Tanrı’lığa soyunmuş olmaları da bizim
değil, onların sorunu…
Korksalar da korkmasalar da, bunun hesabını Allah’a vereceklerinden eminiz…
Üstelik sözümona “bireysel hackerlık” yapılamayacağını, geri zekâlılar bile
biliyor artık…
Bunları da sanal alemin bir nevi paralı teroristleri olarak görüyor herkes…
Artık sadece antivirus programları kakalamak için kullanılmadıklarını da…
Mesele bunu hangi devlet veya devletlerin yaptırdığı değil, yaptırabildiği
meselesidir aslında…
Bütün yolların Roma’ya çıktığı gibi, bu durumun da nereye veya hangi
devlete dayandığını bilmeyen de pek yok gibi…
Herşey bir tarafa da, kendi içimizdeki adı sanı belli satılmış pezevenklere
bile, hiç ama hiç – bir – şey yapamadıktan sonra neyin ne önemi var..??!!!
İnönü’nün “Johnson Mektubu” olayından sonra dediği gibi :
“Biz böyle mi teslim ettik devlet mekanizmasını..??? Herifler donumuza kadar
girmişler..”
Olayı bilenler bilmeyenlere anlatsın..!!!
* * * * * * * * * * * * *
Kaspersky Lab Türkiye Genel Müdürü Murat Göçe, “Türkiye’deki makinalar
yurt dışındaki “hackerlar” tarafından zombi bilgisayar haline getiriliyor” dedi.
Göçe, yeni ürünleri Kaspersky Pure’nin tanıtım toplantısında, sanal ortamdaki basit saldırıların artık şekil değiştirdiğini ve daha komplike saldırıların birçok bilgisayarı etkilediğini dile getirerek, artık saldırıların sadece bilgisayarı bozmasıyla kalmadığına bunun yanı sıra içerisindeki bilgileri de çaldığına dikkati çekti. Virüs üreticileri hakkında bilgi veren Göçe, birinci ve en büyük hacker gruplarının Çin’den çıktığını belirterek, password çalanların yüzde 64′lük kısmını Çinliler’in oluşturduğunu, bu pastadan Türkiye’nin aldığı payın yüzde 3 olduğunu ifade etti.
Erdoğan 11 Şubat 2006’daki Mersin gezisinde ‘Çiftçinin hali ne olacak? Anamız ağladı. Hangi yüzle geliyorsun buraya?’diye bağıran Mustafa Kemal Öncel’e ‘Ananı da al git lan’ dediği zaman Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olan Ertuğrul Özkök; “Başbakanımıza da bu tavır yakışıyor ama…”mealinde bir yazı yazmıştı.
Gazetelerde çiftçi Kemal Öncel’e provokatör diye suçlama yönelten,
Erdoğan’ı masumlaştıran yazılar yazan orrrospu çocuklarını şimdi sikmeyip
de ne yapalım, AMK..!!!
Ben de bu yalama yazılara tepki olarak;
“O zaman ben de hepinize lan diyorum, lan..!!!” diye cevabi bir yazı yazmıştım.
Aynı Ertuğrul Özkök “Şimdi anladın mı o cumhuriyeti” başlıklı bir yazı daha yazdı. Yıllarca görmediği Rahmetli Ali Tatar’ı görüvermiş birden(!).. Esirlerimiz ile yapılan mülakattan kendince bir ders çıkarmış; “Anlattıklarına bakıyorum. Hüzün var, acı var, haksızlığa uğramanın ıstırabı var. Ama öfke ve kin yok.” Diye yazıyor. Ve devam ediyor;
Hiçbiri, o haksızlık ve adaletsizlik zindanlarında, bilenmemiş, bir infaz mangasının neferi haline gelmemiş.
Çünkü bu büyük Cumhuriyet “kindar nesil” yetiştirmedi.
Diyor.
Ha şunu bileydin 2. Cumhuriyetçi Ertuğrul.
Sahi Ertuğrul Özkök, sen o davalardan birini izledin mi?
68 kuşağının köşe tuzluğu olan liboş takımı senelerce Deniz Gezmişlerin idam sehpalarında verdiği canlarının mirasını yedi. Şimdi 2007 yılından bu yana üzerlerinde tepindikleri insanların canları, onurları üzerinden ekmek yiyecekler öyle mi?
Kefen soymaya doymadılar.
Ergenekon denilen kurmaca davalar başladığında mahkemeler önce basında kuruldu. Hedef insanların özel hayatları en hayasız biçimde yağma edildi. Olmayan suçlar, kurulmayan ilişkiler ihdas edildi. Kuddisi Okkır’ın ölümü bir kırılma noktasıydı. Kasa diye suçlanılan rahmetli Okkır’ın cenazesini belediye kaldırdı. Okkır’ın eşi durumlarını anlatmak için her yere başvurduğunu, basın mensuplarıyla görüştüğünü söyledi. Hiçbir gazetecinin anlattıklarına sahip çıkmadığını, yazmadığını açıkladı. Yalçın Akdoğan kendi arkalarını kurtarmak adına; “Milli orduya kumpas kuruldu” dedi, sahtekar işbirlikçiler bir bir ortaya döküldü. Ertuğrul Özkök birdenbire yargı eliyle ölüme yollanan Kuddisi Okkır’ı hatırlayıverdi. Hatırlamakla kalmadı, kendini aklarcasına, Kuddisi Okkır’ı kim hatırlıyor diye soruverdi(!).. Kendi nasıl hatırladı acaba?
Hakan Aygün, müthiş ulusalcı(!)… İşten atılmıştı. Jurnaltürk diye bir sitesi vardı. Gülen’e yakınlığı ile bilinen Bugün gazetesinde işe başladı. Sitesinde şöyle bir haber vardı:
“Her yerde beraberler…”
Haberin altında Ergenekon tutsaklarının ok ile işaretli bir resmi. Psikolojik operasyon kokan bu gibi haberlere karşılık “22 Haziran 2008” günü bir yazı yazdım.
Yazıdan bir bölümünü hatırlayalım:
“Pabucumun gazetecileri sizi…
Bir resim servisi de başka bir siteden. Bu zat da yayın yönetmeni iken muhalif yayınları nedeni ile bir televizyondan baskı ile kovulmuştu. Sonra yeni bir yandaş medyada kendine köşe buldu. Anlaşılan kovulduktan sonra biat etmişler.
Bu sitede yayınlanan resim ise internetajans sitesinin 2006 yılında verdiği Kuva-i Milliye ödül töreninde çekilen resimlerden biridir. Resimde Emin Gürses, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz,Turan Çömez işaretlenmiş. Her yerde beraberler diyor(!)… Pabucumun gazetecileri diyeceğim amma, bunlardan değil pabuç, pençe bile olmaz.
Yahu, bu ödül törenine “herkes davetlidir” diye önceden duyuru yapıldı. Kemal Kerinçsiz,Turan Çömez, Veli Küçük bu törende ödül alan insanlardır . Bir arada olmayıp da ne yapacaklardı? Basın bu törene davet edilmişti. Hatta Cihan Haber Ajansı gelmiş, resimler çekmiş, sonra haberi çarpıtmıştı. İşte o gün çektikleri resimleri bugün rezilce servis ediyorlar. Herkese açık bir tören gizli toplantı oldu öyle mi? Yuh sizin haberciliğinize, yazıklar olsun insanlığınıza!”
İşte o haberi yapan Hakan Aygün şimdi Halk TV’yi yönetiyor.
Aygün’ün yönettiği Halk TV üç tosundan biri olan Mehmet Altan’a bağlanıp fikrini sorabiliyor(!)?.
O zehirli fikirlerinden bu ülkeye ne hayır geldiyse ?
Ermenilerden özür dileyen bildiriye imza koyanlar, açılım soytarıları… Yani içlerinde Türk ve Türklüğe dair hiçbir kırıntı olmayanlar en büyük ihanete el verdi, yol verdi. Türk milletini sağır etti. Gözünü bağladı. Milletin gerçek haber alma özgürlüğüne ipotek koydu.
Gazetelere yolsuzluklar ile ilgili bilgiler de de gitti. Özel ilişkiler ile ilgili bilgiler de. Üç maymunu oynadılar. Gerçek gazeteciler bir bir işinden olurken, görevli basının kalemşörleri bölüşülen ülke rantından çöplenmeye devam etti.
Omurgası olanlar yok olurken, omurgası jel kıvamında olup, her kaba göre şekil alan cüzdanmatik kalemler bu günlerde günah çıkartıyor. “Nasıl olsa Türk Milleti balık hafızalıdır”diye düşünüyor olmalılar.
Üç Fatih’ten biri olan Altaylı… 2002 seçimlerinden önce Erdoğan için “muhtar bile olamaz” demişti. AKP seçimden zaferle çıkar çıkmaz çark etti. Erdoğan ile teke tek programları yaptı. Erdoğan’a “sufle verir gibi” sorular sordu. Kimbilir, belki büyük patronları ortaktır. İnsan bu kadar hızlı çark edince, akla başka bir şey gelmiyor.
Sonra aralarında bir kedi muhabbeti oldu. Kedi alıp-verdiler. Kedi hediyeleşmesi üzerinden barış çubukları tüttürüldü. 28 Şubat sürecinin kalemşör Fatih’i oldu Kalem-sor…
Tatlı su solcusu Can Dündar’da ülkenin raydan çıkartılmasında rol kapanlardandı… O’nun rolüne “İnsan Mustafa’yı anlatıyoruz” diye bir film yapmak düşmüştü. Küresel oyuncu ” Vamık Volkan’ın tezini” film diye aktardı. Atatürk’ün şahsiyeti üzerinde ince ince oynanan bir film oldu. O Can Dündar’da yeniden ulusalcı piyasaya sürüldü.
Milliyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ı da unutmayalım. İntihar etmeye zorlanan Dnz. Yb. Ali Tatar’ın ağabeyi Ahmet Tatar ile röportaj yaptı(!).. Kimse Ergenekon adını duymamışken, Aslı Aydıntaşbaş Ergenekon’dan bahseden bir yazı yazmıştı(!)..
Nedim Şener ve Ahmet Şık tutuklandıktan sonra ancak gazeteci olduğunu hatırlayıp davayı izleyen meşhur ulusalcılarımız da var. Uğur Dündar, Yılmaz Özdil gibi. Yılmaz Özdil Nedim Şener’den sonra ilk defa davayı izlemeye gitti ve “bu güne kadar gelmediğim için utandım” diye bir yazı yazdı. Ben de “Gerçekten utanmalısınız Yılmaz Bey” başlıklı bir yazı yazmıştım. Uğur Dündar daha önce o davaları meşrulaştıran yazılar yazdı. Ne zaman ki eşi ile ilgili Fetullahçı basın haber yaptı, o zaman çark etti. Yani kendine dokununca birden gözleri açıldı…
Bizler, bu köşebaşı ağır toplarından olmadığımız halde… Bu işten ekmek yemediğimiz halde başından beri kurulan tezgahı hep yazdık. Yani haklının, zulme-iftiraya uğramışların yanında yer aldık. Aslında;
“Ülkemizin yanında yer aldık”. Ve haklı çıktık.
Sahip çıktığımız insanlar bu gün pırıl pırıl karşılarında duruyor. Hırsız değiller. Haramları yok. Arsız değiller. Yolsuz değiller. Ahlaki zaafları yok. Alo Fatih’leri yok. Ayakkabı kutuları yok. Uzaktan kumandalı banka müdürleri yok.
Büyük yalanları doğru gibi sunanlar sahip çıktıkları siyaset cambazlarıyla beraber çamura battı. Vatikan artığı sözde cemaatin yalan ve iftiraları tel tel dökülüyor. Çalarak Karunlaşanları yalakalar alkışlayarak canavarlaştırdı.
Siyaset gemisi su almaya başladı ya? Başka bir gemiye atlama telaşına düştüler. Gazete köşelerinde mahkemeler kurup linç ettikleri Ergenekon ve serisi davaların esirlerini yeni ekmek kapısı olarak görmeye başladılar. 2007 yılından bu yana parçalanan aileleri, mezara konan insanları, sağlıklarını kaybeden mazlumları görmeyenlerin birden gözü açıldı. Bu da bana eski Türk Filmlerini hatırlatıyor.
“Kör oldum, kör oldum. Göremiyorum. Aman Allah’ım, göremiyorum…” sahnesinden sonra…
“Görüyorum, görüyorum…“ sahnesine geçiş yapıldı.
Gözlerini açıveren de iyiliksever bir amca değil, kumpas ortağının baş danışmanı Akdoğan(!)…
Eşek olmayana semer vurulmaz.
Bu ülkenin asıl sorunu boynuna asılan yem torbasına tav olup
Kentsel dönüşüm dedikleri; halkın zamanını çalanların, halkın mekânlarına göz koymasıdır!..
Şehirler dönüşürken ucubelere, göğe yükselen putlara tapanların esareti çarpıyor; dalgalar gibi, her gün kıyılara.. intihar eden balinalar misali!
Ve tanrı ‘TOKİ’yi yarattı; insanlara sıcak yuvalar vermesi için.. ve kıç kadar oda sıcaklığında uykuya dalarken Adem, parklarını-bahçelerini yitiriyor; her gün bilgisayar başında, adam öldüren, hırsızlık yapan çocuklar!..
Ve gelecek diye bize dayattıkları; ‘Survivor’!
Hayatta mı kalmak istiyorsun!? Arkadaşını sat! harca tüm değerlerini! ”bu yollar sana helal olsun!”..
Üç kuruş için maymunluk yap, kocanı sat! ananı sat! karını sat! ne varsa sat anasını satayım.. ama ‘maydanoz’ satma! ‘ayakkabı’ satma! ‘iç fanilası’ satma!..
Onları ‘METRO’lar satacak! ‘MİGROS’lar satacak!..
Sen de gidip oralardan alacaksın her bir şeyini.. Sen vereceksin! onlar alacak, çocuklarının geleceğini.. Ve ‘aydın’ kişiliğinle; onlar verecek parayı, sen vereceksin konferanslarını, ‘birey nasıl olunur’ diye..
Ve birey olmak! Asrın; ‘insan’ a, öz-güven vaadiyle dayattığı cehennemin ta kendisidir! Birey olursan, hakkını arayabilirsin! Ama kendi hakkını ara.. başkalarının anası ağlamış, çocuklar; açlıktan, sefaletten telef olmuş.. sana ne! Sen kendi hakkını ara!
Birey ol ! Ama ‘adam olma !..
Birey ol ! Ama ‘insan’ olma !..
‘Davranış bilimleri’ kürsüleri üniversitelerde kurulduğu günden bugüne; ‘insan’a ait ve ‘insani’ olan tüm davranış biçimleri birer ‘ilkel güdü’ olarak okutulmaya başlandı. Toplumsal refleks ve tepki yansımaları ‘birey’sellik adı altında, ‘çağdaş insan’ kılıfıyla beyinlere sokulmaya başlandı..
‘Kariyer’ kandırmacası; başarılı olmanın ölçütü olarak zihinlerde yer ederken; başarı basamaklarını tırmanmak ve bu tırmanış esnasında ‘insani’ hiçbir ‘değer’ gözetmeden sonuca ulaşmak, -olması gereken- ve ‘doğru’ davranış biçimi olarak benimsendi-benimsettirildi..
Bu daha ziyade, eğitim sistemi içine sızan ve daha sonra tüm camiayı eline geçiren ‘sermaye’nin başarısı iken; bu başarının arkasındaki en büyük etken, ‘yarı aydın’ dediğimiz sınıfın, yüksek maaşa bağlanarak kullanılması ve yeni sistemin hayata geçirilmesi operasyonunda ‘piyon’ rolünü üstlenmesidir.
‘Yarı aydın’ın en büyük görevi; sistem eleştirisini, sistemin sağladığı tüm avantajları kullanarak ve halkın gözünü boyayarak işlemesidir!
Buna en güzel örnek; iktidarların ‘yalakası’ durumunda olan medya patronlarından yüksek ücret alarak, sözde ‘muhalif’ görüntü veren gazeteci ‘aydın’(!)lardır; ki ülkemizde sayıca çokturlar.. Tıpkı abd’de ve diğer sözüm ona medeni batı ülkelerinde olduğu gibi..
‘Yarı aydın’ın taraftarı da ‘yarım’dır! Her şeyleriyle ‘yarım’dırlar; ideolojileri yarımdır, hayata bakış açıları yarımdır, dinleri, ülküleri hep yarımdır!
Onların ‘hayvan hakları savunuculuğu’ yarımdır! Evlerinde ‘maymun’ ettikleri köpecikleri kadardır!..
‘’Yarım porsiyon aydınlık’’ misali!
‘İnsan’lıkları yarımdır!.. alt komşunun oğlu parasızlıktan okuyamazken, sekizinci umresine giderken, inancı yarımdır! Okul masraflarını çıkarmak için garsonluk yapan kızcağıza, ‘bu nasıl servis’ derken, arkadaşlarıyla (güya) kimsesiz çocuklar yararına etkinlik düzenliyor olması yalandır! Yarımdır!..
‘Sosyal sorumluluk projesi’ymiş! Sorumluluk denen kavram, kıyılarından-bucaklarından geçmiş olsaydı, ‘beş yıldızlı’ otellerde, Afrika’daki açlığın nedenleri üzerine konuşuyor olmazlardı! Çünkü onların konuştukları yalandı! Yarımdı; yarım porsiyon ‘iyilik’, yarım porsiyon ‘güzellik’!..
İnsanlık, yine kendi içinden çıkan ‘insan müsvetteleri’ sebebiyle tehlike altındadır! ‘Higgs bozonu’ –karanlık madde-nin peşindeyken de iyilik peşinde değiller, GDO’yu hayatımıza sokarken de..
İşte bu şekilde hayatımızın içine edilirken; kariyer sıçraması peşinde olan sözde bilim insan(!)ları, vesaireler.. ‘NOBEL’ denen insanlık düşmanı bir müsvettenin ödülüne layık görülürler.. Çünkü onların gözleri yarım görür, dünyayı ve insanlığı ve kendilerini kandırırlar, insanlığa hizmet ediyoruz teraneleriyle.. oysa gözlerini yumduklarında, kendi kandırılmışlıklarının fiyatlarıyla dalamazlar uykuya; çünkü, gördükleri rüyaları bile yarımdır, karabasanlar sarar etraflarını, sahiplerinin sıfatına tanık olurlar.. onca zenginliğin ve ihtişamın uyku arasında…
Sonrasında ‘itirafçı’ olurlar ve siz de okursunuz olanı biteni, ‘bir tetikçinin itirafları’nda…
Ekonomik tetikçi olurlar halkları perişan ederler..
Tetikçi yazar olurlar; kendi insanını beğenmez, sözüm ona çok insancıldırlar, her türlü psikolojik operasyonda baş-rolü oynarlar, gocunmazlar!..
Tetikçi din adamıdır; kaset-cd işine girerler !
Tetikçi başkandır; her daim halkına sıkar kurşunu!
Tetikçi gerilladır -sözüm ona-; karşı çıktığı emperyalistlerden alır silahı!
Tetikçi polis olur; fakirin iflahını keser, zengine köle olur!..
Tetikçi savcıdır; halkın ensesine dayadığı namlu, gün gelir kafasına dayanır!..
Tetikçi sanatçıdır; şehitler gelip geçerken önünden, saf-saf, sıra-sıra ; gıkı çıkmaz, ağaç kesildi mi; feryadı arşa değer..
Tetikçi halktan biridir; her türlü operasyona ‘kalkan’ olur, halkın kendisine geldi mi sıra.. onu beğenmez, ‘aptal’ sayar geçer.. kıçımın sol kenarı..
Siz hiç sermayenin ‘sizi’ ayırdığını gördünüz mü?
Hangi global markanın girişinde, inanan giremez ya da inanmayan giremez, diye bir tabela gördünüz!
Ya da; Kürt giremez, Ermeni girer.. ya da; Türk girer, Eskimo giremez, diye..
Siz hiç, inançlı ya da inançsız, diye.. ya da şu ırktan, bu ırktan-milletten diye cep telefonu alması engellenen birini gördünüz mü!..
Göremezsiniz, paranın ‘milliyeti’ yoktur!..
Tüketim !
Ölene değin tüketim yapan herkes.. artık ‘birey’ olma şerefine nail olmuştur!
Koy ‘popo’suna rahvan gitsin misali…
Sizi-bizi ve herkesi, tükettiğimiz oranda ‘değerli’ kılan bu düzenin adı, kapitalizmdir ve kapitalizmin tetikçisi, bugün bize ‘demokrasi’ diye dayatılan sistemin ta kendisidir!.. Nasıl uygularsanız uygulayın, yazıldığı gibi okuyun, tersten okuyun, nereden okursanız okuyun.. yaşanan ‘gerçek’ tüm çıplaklığıyla ortadadır!
‘’Efem, sizin öneriniz ne o zaman? Hep eleştir, hep eleştiri.. nereye kadar !’’..
Sayın Gül, sizi hiçbir zaman Cumhurbaşkanım olarak kabullenmedim.
Eşinizin örtüsünü neden göstermek gibi tersten destek itirazlar bana göre değil.
Ben bizzat kendi şahsınız, sözleriniz, İngiltere Kraliçesi ile olan içli-dışlı ilişkileriniz, Amerikan Konsolosluğu ile olan bağlantınız, küresel elitle olan ilişkileriniz nedeniyle sizi bu ülkenin Cumhurbaşkanı olarak görmek istemedim.
Sizin gibi ilişkileri olan hiçbir şahsı da; yeri, görüntüsü, etiketi, vitrini ne olursa olsun o makamda görmek istemem.
Bu ayrı bir konu.
Lâkin ben istemesem de, siz bu ülkenin Cumhurbaşkanlığı makamını işgal ediyorsunuz.
Bu yüzden size soruyorum:
İçinden çıktığınız karanlık parti; kırk bin insanımızın ölümünden sorumlu, ülkemizin milyar dolarlık maddi kaybına neden olan etnik bir faşisti, küresel bir fahişeyi sayfiye evine çevrilen İmralı’da rahat ettirmek için elinden geleni yapıyorken,
Odasını özel kağıtlarla kaplayıp, çalışma odası bile verirken,
Yandaşlarına adaya gidebilmeleri için bütün imkanlar hükümet tarafından sağlanırken,
Caninin canı sıkılmasın diye PKK’lı katiller özel olarak seçilip yanına verilirken,
Örgütünü içeriden yönetme imkanları sunulurken,
Yüksek koruma altında beslenirken,
15 yıldır beslene beslene daha da kuduz bir it haline getirilmişken,
İmaj yenilemesi yapılmış ama canavar ruhunu yansıtan gözlerini gizleyemedikleri resimleri alçakça billboardlara asılırken,
Siz, EVET SİZ !!
Size SORUYORUM.
Rektörü olduğu üniversiteyi bilim yuvası haline getiren Fatih Hilmioğlu’u,
“Et yiyen virüs” hastalığına yakalanan ve Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi gören tutuklu emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ü,
26 yaşındayken vücudunun yarısını Güneydoğu’da bırakan ve ölümcül “Obstrüktif Uyku Apne Hipopne Sendromu” teşhisiyle hastanede yatan tutuklu Gazi Üsteğmen Serdar Öztürk’ü,
Ve şimdi de;
1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’na Komando Tugayı ile Teğmen rütbesinde katılan, üstün cesaret ve feragat Altın madalya ile taltif edilen ve pankreas kanseri teşhisi konan Muzaffer Tekin’in öldürülmesini hangi gerekçe, hangi vicdan ile seyrediyorsunuz?
Setretmeye devam ederseniz, bir can daha bu dünyadan göçerse;
İçinden çıktığınız partiniz ile birlikte siz de dolaylı yoldan işlenen bu cinayet ya da cinayetlerin ortağı olacaksınız.
Ve bizler bu cinayetlerinizi asla unutmayacağız!!.
Unuttur-maya-cağız!!.
Çünkü bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası için mücadele ettiler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesine sahip çıktıkları için esir alındılar.
Bu ülkeye sahip çıkan insanlarımıza karşı açılan savaşın yandaşı olmaya devam edecek misiniz?
Bu ülkeden toprak koparmak için kan döken PKK ile savaşanları cezalandırmak için kurulan kumpasın ve kumpasçının yanında yer almaya devam edecek misiniz?
Ölüm cezalarının kaldırıldığı bir süreçte, idam edilemeyen esirlerin, dolaylı olarak öldürülmeleri karşısında üç maymunu oynamaya devam edecek misiniz?
Gerçek terör örgütü elemanı katillerin sırtını sıvazlayan, her bahane ile örtülü bir afla sokağa salan partiniz, bu eli kanlı katiller ile savaşan askerlerin %80’ini yargı zinciri ile esir aldı. Bebek katilini dışarı çıkarmak için kırk takla atarken, bebek katilini tutuklayan, sorgulayan kim varsa içeri tıktı.
Ergenekon ve türevi davaların tamamı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlık ve bekasına karşı “yargı kılıfı geçirilmiş” bir savaşın adıdır!!.
Siz bu savaşın tarafı mısınız ?
Sizin için bu savaş “güzel şeyler oldu”tanımı içinde midir ?
İşgal ettiğiniz makam “mezar kazıcı” olanların desteklenmesi gereken bir makam mıdır ?
“Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı
kışkırtmasını ve siyasî harisleri rehber edinerek, hepiniz bir noktaya yani,
Bağımsız Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz.
Senelerden beri düşündüğünüz ve tertiplediğiniz genel ayaklanmayı yaparak
bu bölgeyi ateş içinde bıraktınız.
Cumhuriyet Hükümetinin azimli ve kesin hareketi, Cumhuriyet ordularının öldürücü darbeleri ile, irticanız ve ayaklanmanız derhal yok edildi ve hepiniz yakalanarak hesap vermek üzere adalet huzuruna çıkarıldınız.
Herkes bilmelidir ki, genç Cumhuriyet Hükümeti kışkırtıcılık ve irticaya, her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz yummayacağı gibi, hatta kesin tedbirleri sayesinde bu gibi eşkıya hareketlerine yer vermeyecektir.
Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı, artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak Cumhuriyetimizin verimli ilerleme ve saadet vaad eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içerisinde yaşayacaktır.
Siz de döktüğünüz kanların, söndürdüğünüz ocakların cezasını adalet sehpasında hayatınızla ödeyerek hesap vereceksiniz.
İşte Cumhuriyetin sert, fakat adil kanunlarının hükmü budur…
Mahkûmları götürün”
( Mazhar Müfit KANSU, Diyarbakır Şark İstiklâl Mahkemesi Başkanı, 28 Haziran 1925 )
Hiçbir şey bugünden ve şu anda iktidarda olanlarla
başlamadı…
Maalesef Türkiye halkının büyük çoğunluğu ; intiharını garantilemek istercesine,
suya atlayanın ayağına taş bağlar gibi, yayılmacı gâvura ülkeyi peşkeş çeken
aşşağıdaki zerzevatları baştacı ederek bunca neslimizin dünyadaki şu kısacık
varoluşlarını zindana çevirmelerine bilerek veya bilmeyerek, destek olmuşlardır…
Milletle alay edercesine “odunu bile milletvekili yap(tır)abilme” küstahından tutun
da, “anayasayı bir kere delmek” arsızlığıyla her türlü üçkâğıda “alıştı”rma
pişkinliğine vardıran ve “evlâtlarının birer dikili ağacı bile olmayan”ından, şu son
mahsûl olan “malı hamuduyla götüren”lere kadar hepsi aynı takım aynı bok…
Bizim gibi olanlar kuşkuyla devamlı doğruyu arayış içindeyken, aptallar küstahça ve
kendinden emin olarak bu pislikleri başımıza sararak Türk Milleti’nin bunca yıldır
gerilemesine sebep olmuşlardır…
İşte bu yüzden ülkeyi düşünenler, toplumumuzun ayağına bağlanan bu taşın ipini
keserek ülkemizi su yüzüne çıkarmalıyız…
Taşın ipini kesmek ise, kendinden emin bu aptal gerici güruhla hesaplaşmak
olduğunu söylememe gerek yoktur…
Herkes biliyor ki, bir memlekette akıl ve bilgi erbabı, akılsızlar ve bilgisizler
kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur…
Bu kadar basit…
05 Aralık 2012 tarihinde TBMM’ye sunulan “demokratikleşme paketi” ni bir hatırlayalım.
Milliyet’ten Önder Yılmaz’ın haberine göre;
( Paketten çıkan düzenlemeyle terör hükümlüsü Öcalan başta olmak üzere hükümlü statüsündekiler ve dağdan inecek PKK’lılar siyasi partilere üye olabilecek…
Tasarının yürürlükten kaldırılan hükümler bölümünde, İmralı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Abdullah Öcalan ve dağdan inmesi beklenen PKK’lılara siyaset yapma yolu açılıyor.
Siyasi Partiler Kanunu’nun “siyasi partilere üyeliği” yasaklayan hükümler arasından “terör eyleminden mahkum olma” kriteri kaldırılıyor. Böylece Öcalan veya dağdan inen PKK’lılar BDP veya HDP başta olmak üzere istedikleri partiye üye olarak siyaset yapabilecekler.
Paketle, “kamu hizmetlerinden yasaklı olanların”, yani yüz kızartıcı suçlar, kaçakçılık, ihalelere fesat veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından mahkûm olanlar, taksirli suçlar hariç 5 yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkûm olanların, devlete karşı işlenen suçlardan mahkum olanların ve terör eyleminden mahkûm olanların siyasi parti üyeliği yasağı kalkacak.
Aynı maddedeki düzenlemeye göre, artık, “Kamu hizmetinden yasaklılar, basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkum olanlar, taksirli suçlar hariç 5 yıl ağır hapis veya 5 yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkum olanlar” da siyasi partilere üye olabilecek. )
17 Aralık operasyonu ile ortalığa dökülen hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma gibi yüz kızartıcı rezillikleri gördükten sonra demokratikleşme paketinin AK yolsuzlukların demokratik paketi olduğunu anlıyoruz.
– Ey AKP çetesi, ey kırk harami partisi, demokratikleşme dediğiniz paketten dört dörtlük siz çıktınız.
“Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçlarından biriyle mahkum olanlar, taksirli suçlar hariç 5 yıl ağır hapis veya 5 yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkum olanlar da siyasi partilere üye olabilecek.”
Kendinize af getirerek zırh ördüğünüz bu paketteki suçlar tam da sizi anlatıyor.
Pastadan artık sahne dansözleri değil, siyaset dansözleri çıkıyor.
Zaten çıkmasalar şaşardım.
Rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçları işlerken, kendinizi affetmenin yolunu da bulmuşsunuz maşallah(!)..
Unakıtan’ı da sürekli affederek kurtarmıştınız.
O babalar gibi milletin malını satarken, şimdi İsrail’in kucağında derman arar hale düştü.
“Unakıtan’ı daha kaç defa kurtarma yasası çıkaracağız” diye tepki gösteren Dr. Turhan Çömez de “Hergelekon kumpasına” dahil edilerek yurt dışında yaşamak zorunda bırakıldı.
Rüşvete, komisyon isteğinize de “Allah’ın selâmı üzerinize olsun” diyerek başladınız ya ?
Bütün ahlâksızlarınıza din kılıfı geçirdiğinizi ya ?
Şeytan bile sizden beridir.
Giydirilmiş Şeytanlar sizi…
Siz şeytan olmasaydınız ülke cehennem yerine döner miydi ?
Ekranlarda ‘the’ cemaat ve AKP’nin karşılıklı, yolsuzluk ve
‘tayin’ salvoları sürerken üç sinsi durum var :
1)
Güneydoğu illerinde belediye seçimlerinin aslında “Kürdistan’ın kuruluşu” demek olduğu fikri yayılıyor. Devlet otoritesinin yok olduğu mesajı her fırsatta halkın önüne konuyor. Ve iktidar da muhalefet de kendi yarattığı canavara ‘gık’ diyemiyor.
2)
MHP Esenyurt seçim irtibat bürosuna silahlı saldırı ve gazeteci Cengiz Akyıldız’ın öldürülmesi, Van’da AKP’li adaya silahlı, taşlı, ses bombalı saldırı, CHP belediyesine Şişli’de saldırı, İstanbul Kadiköy ve Diyarbakır Lice’de saldırılar ve kavgalar… Van’da, Mardin’de Kütahya’da, Trabzon’da dün oynanan FUTBOL maçlarının tümünde kavga çıktı.
3)
Toplumsal çürüme, aile cinayetleri ve intiharlarla, çöplüklerde ölüme bırakılan bebekler ve artan fuhuşla gözle görülür hal alıyor. Borçla kıvranan ülkeden sıcak para çekilmeye başlayınca dolar fırladı, suni teneffüs yaptırılıyor. Seçim sonrasını kanlı zam furyaları bekliyor. İşsizler ordusunda 15-24 yaş arası gençler çoğunluğu oluşturuyor!
Batı tetiğe 1991’de bastı. Bu yaşadığımız 20 yıllık bir sürecin sonucu.
Bir zamanlar Yugoslavya adında bir ülke vardı. Acıyla kavrularak parçalara ayrıldı.
“Biz Yugoslavya değiliz” diyecek bazıları.
Değiliz ama Yugoslavya’nın iç ve dış düşmanları tarihe ders olacak olayları bakın nasıl kurguladı :
*
Tito’nun ölümünden sonra Yugoslavya dış borçla tanıştı. Yugoslav işçisinin denetiminde olan fabrikalar önce devletleştirdi, sonra yabancı ortaklığa açıldı. İşçiler işten çıkarıldı, ‘özelleşme’ başladı. İşsiz kalan işçilerin tüm hakları ellerinden alındı. Hırsızlık, boşanmalar, fuhuş, aile içi cinayetler tavan yaptı.
*
ABD ve Alman desteği ile işçiler arasında etnik sendikacılık kışkırtıldı. Makedon, Arnavut, Sloven, Sırp ve Boşnak işçi liderleri Alman ve Amerikalı ‘uzmanlar’ın eğitiminden geçtiler ve kutuplaştılar.
*
Üniversite ve liselere batı eğitim bursları veren ‘örgütler’ ve CIA uzmanları sızdı. Rudolf Hiero gibi ‘uzmanlar’ özellikle ‘sol’ örgütler içinde rağbet gördü ve ünlendi. Allende’nin yakın arkadaşı olduğu söyleniyordu, bir süre sonra ABD yönetiminin tepesindeki Richard Holbrook’un yakın arkadaşı olduğu ortaya çıkacaktı..
*
Amerika’dan burs alan gençlerden bazıları, OTPOR adlı bir dernek kurdular. Soros’un mali desteği ve Gene Sharp’ın yol haritası ile konserler düzenlediler, maç biletleri dağıttılar, eğitim bursları verdiler. Sonra Miloseviç’e karşı “Gotov Je” (O bitti) kampanyasını başlatıp sempati topladılar. Harcamaları büyüktü ama Amerika’dan onlara akan fonlar da büyüktü. Öğrenci ayaklanmaları, işçi grevleri, “şiddetsiz direniş”, “özgürlük”, “insan hakları” sloganlarıyla yayıldı ve OTPOR “Amerikan denetimindeki muhalefet”in simgesi oldu. Askeri istihbaratçı Richard Helvey her adımlarında yanı başlarındaydı.
*
Yugoslav Yargı Teşkilatı yerle bir edildi. Tam bağımsız olan, devlet başkanını bile yargılama yetkisine sahip ‘Anayasayı Koruma Mahkemesi’ kaldırıldı ve Adalet Bakanlığı’nın emrine amade edildi.
*
Tüm kurumlara CIA sızmıştı. Yıllar sonra Yugoslav İstihbarat Teşkilatı başkanı da CIA ajanı olduğunu itiraf etti. Yugoslavya İç Savaşı sırasında Genelkurmay Başkanı olan Momçilo Perisiç de!
*
Yugoslavya parçalanırken, Yugoslav ordusu hem etnik temelde içten bölünmüş, hem de subaylar arasında ikilik çıkarılarak astlar üstlerine isyan ettirilmişlerdi. Ordudan istifa edenler paramiliter gruplar oluşturdular. Subayların kurduğu hücre evlerine dışardan silah aktı! Artık Yugoslav ordusu değil, Makedon, Arnavut, Sırp, Hırvat, Sloven orduları vardı.
*
Polis de aynı etnik bölünmeyi yaşadı ve içinden Arkan diye bilinen Bosna canisini çıkardı. Kurduğu örgütün adı Tigri (Kaplanlar) idi ve iki gruptan oluşuyordu: Polis ve Kızılyıldız futbol taraftarları.
*
Arkan ilk eylemini Hırvatistan’daki Dinamo Zagrep- Kızılyıldız maçında yapacaktı. Maçın ortasında Kızılyıldız taraftarları Dinamo taraftarlarına saldıracak, stada sokulmuş silahlı kişiler tribünlere ateş açacaktı. Arkan Amerika ve İsrail’den gelen silahlarla Sırp polis teşkilatını Gladyo’ya bağlamıştı!
Bunları ve fazlasını Teoman Alili’nin yazdığı “Yugoslavya Dersleri” adlı kitaptan mutlaka okuyunuz.
MİLLET olarak birlik olmayı başaramazsak, emperyalizmin ‘demokrasi’ oyununda meze oluruz.
Sonra Yugoslavya gibi Türkiye adı bile çok görülür, toptan yok oluruz.
17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları ile Türkiye bir karanlık tünele daha girdi.
Erdoğan kendi ağzıyla “FETRET devri” yaşıyoruz dedi(!)..
Fetret döneminin ne olduğunu bildiğini sanmıyorum.
Ankara Savaşı’ndan sonra Yıldırım’ın dört oğlu arasında on bir yıl süren taht kavgaları dönemine Fetret devri denir.
Anlaşılan konuşmayı Erdoğan’ın eline yazıp vermişler.“Ülkede yönetim boşluğu var, ben ülkeyi yönetemiyorum”dedirterek itirafını kayda geçiriyorlar.
Erdoğan; “şantaj-soygun-rüşvet-kara para-yolsuzluk-mafya” soygun sisteminin ortaya dökülmesini mağduriyete dönüştürerek “paralel T devleti” kurmaya çalışıyor. Bu da demektir ki; AKP özel örgütü göreve hazır hale gelmiştir.
Erdoğan “eylem ve söylemleriyle” kendi kurdukları Silivri tezgahını “paralel T” devletini kurmak için kullanıyor. F-CİA örgütü ile ilgili bir soruşturma açtırmıyor.
O savcıyı bir yerden alıp başka bir yere sürüyor.
Polisleri bir ilden başka bir ile sürüyor.
Oysa F-CİA örgütü hakkında “başka bir ülke istihbaratı ile birlik olup Türk Milletine tuzak kurmaktan”soruşturma açılmalıdır.
Devlet sırrı olan bilgileri iddianamelerde yayınladıkları için haklarında “casusluk davası” açılmalıdır.
Yani F-CİA kanunlar işletilerek devletten temizlenmelidir.
Bu yapılmıyor.
Özel mahkemeler kaldırılıyor.
Doğru, kaldırılsın ama yerine ne konacağı önemlidir.
Bu noktada Ömer Faruk Eminağaoğlu önemli bir uyarıda bulunuyor: “Açıklamalara bakacak olursak, evet bu mahkemelerin kaldırılacağı söylendi ama, bu mahkemeler her yönüyle tarihin tozlu sayfalarında kalmayacak. Yine başka ad altında yaşatılacak! Bu mahkemelerin baktığı suçlara ağır ceza mahkemeleri bakacak doğru. Ancak ağır ceza mahkemeleri bu davalara kendi usul kurallarına göre değil, terör mahkemelerinden kalan kurallara göre bakacakmış! Bu durumda daha önce yurdun 11 yerinde bölge mahkemesi olarak bulunan terör mahkemeleri, ağır ceza mahkemelerinin yurdun 133 yerine olduğunu düşünürsek, artık yurdun 133 yerine yayılacak!”
“11 bölgedeki terör mahkemelerinin yarattığı hukuk terörüne katlanılamazken, şimdi 133 bölgeden hukuk terörü!”
Ergenekon süreci başlamadan önceki dönemi hatırladığımda “çok kötü kokular” alıyorum.
Ergenekon süreci öncesinde Türk Milleti kışkırtıldı.
Değerlerine hakaret edildi.
Kürt ve Ermeni soykırımı yaptı diyenler baş tacı edildi.
Köşkte ağırlandı.
Olanlara tepki olarak her tarafta Kuvva-i Milliye gibi dernekler kuruldu.
Aynı zamanda yaygın medya üzerinden bazı insanları linç etmeye başladılar.
Büyük Hukukçular Derneği Başkanı Kemal Kerinçsiz bebek katiline “sayın”, şehitlerimize “kelle” dediği için Erdoğan’ı dava etti.
Üç kuruşluk tazminata mahkum ettirdi.
Erdoğan çıldırdı. “Susturun bu adamı” dedi.
Olanları izlediğimde büyük bir operasyonun geldiğini anlamıştım.
O dönem; “Millet kışkırtıldı. İç dinamiklerin ölçüsü alınıyor. Bu ölçüye göre bir deli gömleği biçilecek. Kolları da Erdoğan’a bağlatılacak.” Diye yazmıştım.
Ümraniye tezgahıyla milli güçlere o deli gömleği giydirildi. Kollarını Erdoğan bağladı.
Ergenekon tezgahı milli unsurlar üzerinden Türk Milletine karşı yürütülen bir savaştı.
Operasyonlar sonunda istenilen sonuç elde edildi.
Yani süreç tamamlandı.
Artık Erdoğan ve AKP’nin sırtında yük olmaya başlamıştı ki, 17 Aralık 2013 tarihli cemaat operasyonu bu yükten kurtulma fırsatı doğurdu.
Bir taşla iki kuş vuracaklardı.
Hem suç ortakları olan F-CİA’dan kurtulacaklar, hem de sırtlarında yük olan Silivri esir evini tartışmaya açarak aklanacaklardı.
Gidişata bakarak başka kokular alıyorum.
Erdoğan F-CİA’dan kritik noktaları alıp, Erdoğan özel örgütünü yerleştirecektir.
F-CİA’ya bir operasyon başlatabildiğine göre, ekibine güveniyor ve yeterli sayıda adamı var demektir.
Eminağaoğlu’nun uyarısını tekrar hatırlayalım; “Bu durumda daha önce yurdun 11 yerinde bölge mahkemesi olarak bulunan terör mahkemeleri, ağır ceza mahkemelerinin yurdun 133 yerine olduğunu düşünürsek, artık yurdun 133 yerine yayılacak!
11 bölgedeki terör mahkemelerinin yarattığı hukuk terörüne katlanılamazken, şimdi 133 bölgeden hukuk terörü!”
Yeni bir HERGELEKON planlanıyor olabilir mi?
Silivri tezgahı sürecinde gelişen yeni iç dinamiklerin de ölçüsü alınmış olabilir mi?
F-CİA’ya operasyon yapıyoruz diyerek, daha önce yaptıkları gibi “ölçüsü alınan iç dinamikler” F-CİA ile birlikte Hergelekon çuvalına atılır mı?
F-CİA toplum vicdanında mahkum oldu mu?
Oldu. Haklarında soruşturma açılıp 133 ağır ceza mahkemesine dağıtılırsa toplumsal bir tepki gelir mi?
Gelmez!!.
Hatta insanların içi soğur, derin bir “oh” der.
Operasyon 133 ayrı ile dağıtılacağı için şiddeti de 133 parçaya bölünerek takibi zorlaştırılır mı?
Zorlaştırılır.
Hatta birçoğu gözden kaçar.
Ölçüsü alınan milli güçler de AKP politikalarına muhalif olduğu için F-CİA ile ortaklıkla suçlanabilir mi?
Suçlanabilir.
Silivri sürecinde bunlar yaşandı.
Tamamı ile zıt görüşlü insanlar muhalif oldukları için aynı çuvala dolduruldu.
Muhalif olmaları yeterli sebep olarak gösterildi.
Hatta görevli köşe yazarları; “Bu öyle bir örgüt ki, kişi örgüt içinde olduğunu bilmiyor olabilir(!)..” diye aklı iflas ettiren ikna yöntemlerini kullandı.
Güdümlü medya yeniden aynı ikna yöntemlerini kullanabilir.
Erdoğan medyasına dikkat edin.
Her biri “İKNA ODASI” kurdu bile.
Böyle bir operasyon yapılırsa, insanlar derdini anlatana kadar aradan kaç yıl geçer acaba?
Onu da bir düşünelim.
Ergenekon esirleri 2007 yılından beri derdini anlatamadı çünkü.
Bir karanlık tünele daha giriyoruz.
F-CİA dan kurtulalım derken, T-El Kaide ile yüz yüze gelebiliriz.
Güneydoğu’da PKK özerkliğini ilan edecek.
Seçim süreci bekleniyor.
Devletten gelecek bir operasyona karşılık bütün hazırlık yapılıyor.
Kürdistan’ın 2. Parçasını fiilen hayata geçirme sürecinde gündem karartacak yeni bir operasyona ihtiyaç var.
Ayak bağı olacak isimlere bir operasyon gerekiyor.
Ergenekon rezaletinden sonra tek başına yapılacak bir operasyon infial yaratır.
F – CİA ambalajına sarılan bir operasyon ise gündem karartır.
Bir taşla birkaç kuş vurma filmi yeniden sahneye konuyor.
Bu arada devşirilen “ULUSAL”CI maskelilere de dikkat edelim.
Hindistan’ın meşhur Moğol hükümdarı Babür Şah, anılarında anlatır, eğlenceleri arasında sonbaharda ‘hazan seyretmeye’ gidermiş, geniş yapraklı büyük ağaçların altında toplanmış kurumuş sapsarı yaprak kümelerinin zevkine doyum olmazmış.
Yazımı gelecek haftaya bıraktım, demlensin diye değil ‘enkaz’ seyretmekten bir türlü kafamı veremiyorum, enkaz içinde hadi siz de itiraf edin nedense gözümüz kırk yılın orospusu yazarlara çevriliyor, niyeyse onların zavallı kepaze hallerine sümük bulaşmış mercimek gibi küçük gözlerine takılıyor insanlığımızdan biz utanıyoruz, Özal’dan beri kirli bir enerjiyle dolmuş kırk yılın fay hattı kırılıyor kırk yılın depremi gibi bir paradigmanın çöküşünü izliyoruz, eski kerhanelerde ‘orospu seyretmek’ diye bir şey vardı, parası olmayanlar kapıda toplanıp elleri cebinde Samanpazarı’ndan giyilmiş ucuz ama çok parlak takım elbiseleriyle öyle bakarlardı, bakıyoruz aydınlarımıza, bu hayata, kerhaneye nasıl düştüler, keşke rezilliklerini seyretmek zorunda olmadığımız bir dünyamız olsaydı, mecburuz, bakıyoruz işte, köşelerinde, kaporta motor şanzıman dağılmış hangi İslamcı hangi yandaş işadamlarının ağız sularını akıtma gayretindeler hala kimbilir, düşünceye bu kadar uzak bir hayata nasıl düştüler, onları üç kuruşluk bulgur suratlı İslamcı hırsızların kerhane patronlarının kucağına kim düşürdü, ne iradeleri ne tutkuları ne canlılıkları kaldı, o şehriye suratlı İslamcı kadınlarla onları kaderin hangi sillesi yan yana getirdi, buruşuk katmerli göbekleri süzme yoğurt torbası göğüsleriyle, gözleri artık iki çürük diş gibi poz vermeyi sürdürüyorlar hala ekranlarda, böyle zamanlarda insan bir yanardağ olsa hepsini içine atsak diyesi de geliyor, bu kadar kepazelik ey Allahım insan evladına yakışır mı, kelimelerden artık hiçbir dayanak noktası, yaşadığımız hayata artık hiçbir tutunma noktası kalmamış, tüyleri soyulmuş maymunlar, ne deseler tutmuyor yalandan bir kayışları vardı o da koptu, dilleri suratları kelimeler yalama bir günde sünepe oldu, bu kadar sefil bir son onlar için ben bile hiçbir zaman hayal etmedim, özgürlük, demokrasi, liberal gibi kelimeleri cinsel organları uyuşuncaya kadar her şekilde kullandılar, ne baş ağrısı çektiler ne suratları kızarma bildi, ilkokul birinci sınıfta yaşadığım bir dehşet anını aradan elli yıl geçtikten sonra yeniden yaşıyorum, bir sağlık haftası sergisinde, frengiden çürümüş suratlar ve cinsel organları çerçeveleyip duvara asmışlardı, kaldıysa yıkılmadık duvarlarınız, asın bin çeşit çürümüş suratı, bir ülkemiz kalırsa ‘ibreti alem’ diyeceğiz, ortaçağların şeytanlarını biliriz de, ortaçağdan beşyüz sonra gelmiş o şeytanların şimdiki pezevenklerini, asın duvarlarınıza, bu ülkede kalmadı belki başka diyarlardaki insanlar görüp bizler adına sevabına utansın.
‘ÜÇ YÜZ SUBAYI SIĞIRLAR GİBİ İFADELERİNİ ALMADAN İÇERİ ATTILAR’
Büyük siyasi sosyal depremler yaşamış bir milletiz, küfürler çığlıklar cıyıltılar içinde enkaz başında, gözyaşı dökmeyenimiz yok, enkaz başında saç baş yolan dizlerini döven cıyıltılar arasında en çok duyulan sözcüklerden biri ‘devlet nerde?’, henüz iki yıl kadar önce, kırk derece sıcak altında uçsuz bucaksız tarlalar içinde Silivri önündeydim, salonda gördüklerime dayanamadım, yüzlerce yüksek rütbeli subay’a hava kuvvetleri komutanına kadar, çocuk sümüğüne bulanmış mevlid şekeri gözlü hakimler, duruşma salonunda, esirden beter, işi bitmiş hastalıklı eşek muamelesi çekiyor, düşüp bayılacağım, tansiyonum yükseldi, kaçıyorum güneşin kavurduğu sapsarı otlarla dolu tarlalara doğru, çıldıracağım, Allahım, Allahım Allahım nerdesin? Kapıda demir dikenli ince uzun kaldırımın ortasında iki doksanlık ihtiyar, oğulları bu ülkenin en yüksek komutanı, duruşmaya yetişmeye çalışıyorlar, yürümeye hacetleri kalmamış, iki adım atıp bir soluklanıyorlar, milim milim adımlarla, iki yüz metrelik mesafeyi bir saatte o güneşin altında, birden önlerinde beni gördüler tarlalara doğru kaçarken, bu Nihat değil mi, deyip, alttan başını güçlükle yukarı kaldırdı, yaşı belki de doksanbeş, ihtiyar teyze, temiz giyimli sakin düzgün konuşuyor, elinde bastonu boynunu dik tutamıyor, aşağıdan yukarı, sözleri hala nazik, bedeni bir sopa kadar incecik, kimse duymasın gibi fısıltıyla kulağıma doğru: ‘oğlum, üçyüz subayı sığırlar gibi ifadelerini almadan içeri attılar, kulaklarımla duydum hakim kapıları tutun diye bağırdı, oğlum Türk Milleti nerde?, Nihat oğlum akşam televizyona baktım o kadınlar kahraman Türk subaylarına niye iftira atıyor’.
EKRAN OROSPULARI CUMHURİYETİ KURDULAR
Donuk çaresiz gözlerle ihtiyar teyzenin önünde esas duruşta gibiyim, kafatasım patlamakta olan düdüklü tencerenin kapağı gibi, son bir mecalin saygısıyla konuşmasını bitirmesini bekledim, Allah bana bir milletin düştüğü bu kadar ağır yenilgi anını hiç göstermese yaşatmasaydı, hıçkırıklar Sakaryalar Dumlupınarlar boğazımda düğümlendi, esas duruşumu sanki bu millete son görevimmiş gibi inadla bozmadım, ağzımdan laf çıkmıyor, her yer dinleniyor ne desem sus pus kayıtlardayım.
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağ romanında o meşhur Adana istasyonundaki son sahne gibi, anne istasyonda Yemen Hicaz cephesinden dönen yaralıların eteğine yapışıyor, oğlum ‘Ahmetimi’ gören var mı, Türk Milleti’nin hafızasına işlemiş o hangi Ahmet ağlayışı gibi, yüz yıl sonra bir daha, hangi millet soramıyor göremiyorum kimin eteğine yapışacağım bilemiyorum, ağrıma gidiyor diyemiyorum, cayır cayır öğle güneşi gırtlağımdan içeri hortum gibi bir şeytan kuyruğu sokmuşlar karanlık içinde boğulacağım, her yer işgal, medyası akademisi tık ses yok, mırıltılı sesiyle Türk Milleti nerde diye diye santim santim uzaklaştı, kalbim taş kömür sisil sisil yanıyor, anneciğim, Türk Milleti’ni işgal ettiler, subayları sığırlar gibi içeri tıktılar, Atatürk’ün posterlerini yerlere attılar, Türkiye Cumhuriyeti’ni kaldırıp, yerine televizyonlarda, Ekran Orospuları Cumhuriyeti kurdular, ihtilal programı gibi, kim hangi şeyhin kucağındaymış frengili ağızlarından ültimaton gibi dinliyoruz sabahlara kadar.
Yerle bir olmuş yıkıntı başındayız kaç zamandır, devlet mi kalmış ordu mu emniyet mi hukuk mu kaldı yetişsin, neyi kaldırsın, neresinden tutsun, bir hasar tespit raporu, bir envanter çıkartacak hangi kurumu kalmış, tarihlerin en eski devleti en eski milleti, çürümüş çuval parçaları gibi lime lime.
Özal’la başlayan medya ve onun ‘kardığı’ 12 Eylül sonrası ‘aydın düzeni’ an itibariyle yerle bir oldu.
ÖZAL’LA BAŞLAYAN SÜREÇ BEDDUAYLA ‘HURDA’ OLDU
An itibariyle ülkemizde ağzının içine bakılacak tek bir okumuşu kalmadı.
Oysa kırk yıldır manşetlerde ve ekranlarda ‘kıtlığı’ hiç görülmeyen en bol mallarımızdı.
Çaresizliğimize dokunacak, teskin edecek, artık yalan da kalmadı. Her aydın istisnasız kendi yakın geçmişini tasihle (düzeltmeyle) meşgul, nasıl oldu bilmem, hepsinin uzamış boynuzları kendi kuyruksokumlarından kanlar içinde kendilerine giriverdi.
Oysa sınırları olmayan yazarlardı, bakanlarla arkadaş, elçilerle arkadaş, PKK’yla arkadaş, savcılarla arkadaş, patronlarla arkadaş, yabancı basınla arkadaş, sonsuz etiksiz ve hukuksuz sınırsız kamusal ilişki içindeydiler, gökdelenler gibi plaza plaza göklere yükselmişlerdi, İslamcısı cemaatçisi yan katlar ilave katlar ata ata Pensilvanya’ya kadar büyümüşlerdi.
Özal’la başlayan güya yeni projeler yeni fikirler güya açılımlar güya ileri demokrasiler güya özgürlükçüler istisnasız hepsi, an itibariyle bir bedduayla ‘hurda’ oldu, onları tarihin çöplüğüne taşıyacak sevabına bir hamalları bile kalmadı, şakasız mizahsız bu çıldırmış sırtlanlar, şimdi birbirlerini kemirerek yiyor, ancak üzerinde toplumsal olarak konuşulacak kadar çoktular, hatta bir ‘sosyal sınıf’ oluşturacak kadar, çıkarları ve imgeleri aynı, ancak hem medya patronları hem şeyhler için ‘maliyetleri’ çok düşük, televizyon binalarına mucur gibi ekranlara dolgu taşı, oldular, ekranları o kadar geniş sereserpe ve bol kullandılar ki sanırsınız ekranları ‘ikamet amaçlı’ kira vermeden otuz yıldır kullanıyorlar.
Özal’dan bugüne ülkemizde lastikten plastize, maaşına göre, ona buna eğilip bükülen, bir tuhaf, sözde liberaller aydınlar türedi, kendine demokrat, özgürlükçü diyeni, ne olmak istiyorlardı, anlayamadık, kimlik şöyle bir şey, insanın olmak istediğiyle toplumsal koşulların kesiştiği yer, arz ve talebin çakışma noktası gibi bir yer, bu piyasa ‘fiyatı’ böyle çıktı, sağ iktidarlar tam da onların arzularının koşullarına kırk yıldır hep uygun gelişti.
Bu (liberal, demokrat, özgürlükçü, İslamcı. vs. gibi) tanımlarla medyamızın her koluna ahtapot gibi sirayet etmiş aydınlar gün geldi Bağdat yoluna gün geldi Şam yoluna gün geldi Brüksel yoluna, kırk yılın kırk Ağustos ayı kafilelerle Tuna’yı ‘açılım’ ‘açılım’ diye geçip, seferlere çıktılar, ne olduklarını anlamamız mümkün değil, onları ‘eylemlerine’ göre kabaca sınıflayıp neyin nasıl çöktüğünü birkaç kelimecik belki anlamaya çalışalım, bir koyun işkembesinden şişirilmiş egoların kısa tarihine bir bakalım. Şimdi hepsi güya kırgın güya aldatılmış hissiyle bir vazo kıvamında konuşmaya çalışıyor dalak suratlı şişirilmiş işkembeler.
O ne kırgın kırılmış çıtkırıldım aldatıldık cümleler öyle, bir işkembeden bir kırık vazo olabilir mi, kırk yıl iktidarların buzhanesinde bu şişirilmiş balon işkembeler saklanırsa. Şimdi ilk defa yerle yeksan olduktan sonra o hiç tatmadıkları hüzün’den bir teğelleme cümle arıyorlar. Darvin’in teorisidir, hayatta ‘en uygun’u kalacak, üzülmeyin dert etmeyin, bu sağ iktidarlar ve sağcılaşan sol partiler yaşadıkça hepiniz ayakta kalacaksınız, çok geçmez o suratlarla sokaklarda çok geçmez yeniden insan içine karışacaksınız.
Bir din mi icad etmişlerdi yoksa hepsi gaip zaman elçileri mi, bir sonsuzluk fethine mi çıkmışlardı, sanatsız sanatkarlığı, siyasetsiz siyaseti, ülkesiz ve hiçbir kitapta yeri olmayan fikirlerle otuz yıl boyunca dalga geçip kahkahalarla ekranlarda nasıl oynadılar, fikirleri hiç yoktu ama iddialarıyla kırk yıl gel keyfim ekranlar yayla sefa sürdüler.
Önce, Özal’ın reformlarını destekleyen aydınlar güruhu ilk çekirdek kadroları oldu, haftalık dergilerde, gazete eklerinde cafcaflı ‘açılım’ ‘reform’ laflarıyla boy gösterdiler, Özal ve sağ iktidarlar bu güruhun ‘meziyetlerini’ pek takdir etti. İktidarın şöhretin ilk tadını almalar, önemli adam olmalar, toplum mühendisliği, kanaat önderliği, ekranlarda şişine şişine gerinmeler, paneller konferanslar, el altından özel otel odalarında iktidarla görüşmeler, ne için? Tam kırk yıl ekranlarda ve gazetelerinde tek kelime ne tazminat ne sigorta ne üretim ne işsizlik, ne marka ne bölüşüm, tek satır yazmadan yeni bir ‘aydın’ türü moda etmek için, tantanalı kelimelerle bir ülkeyi medyayı sorunları halkı boğuntuya getirmek için,
Dertleri başkaydı, hala anlamış değilim, neden Özal’ın l. Körfez Savaşı’nda ‘bir koyalım üç alalım’ tezini savundular, muhaliflerin meşhur üçün birini aldığın dediği, savaşa karşı çıkıyor diye neden Torumtay paşaları istifaya sürükleyip savaşa karşı diye bir orduya ‘faşist’ ‘ırkçı’ ‘vesayetçi’ suçlamalarıyla taarruza geçtiler. Hala anlamış değilim, bir aydın, bir yoksul halkın başına seyredilmiş yüzlerce atom bombası atılmasını niçin şehvetle destekler?
Irak’a savaşa girelim tezi.
Bu tezi yirmi yıla yakın aşkla desteklediler, biz de bu vahşileri o günlerde tanıdık, tarihte hiçbir ülkenin hiçbir coğrafyada aydınları bu kadar aşırılaşmadı, savaşa karşı çıkan herkesi anında cezalandırıp kovdular, sözde suratlarını ekşitip güya aşağıladılar, ülkemizin, ne sert dramatik ve trajik bir uçurumun köşesinden dönmekte olduğunu o günlerde anladık, işte o günlerde Washington kapılarına kadar ‘yükselen’ ‘güzel oğlanlar’ olmaya başladılar.
Aynı aydınlar korosu hiç yorulmadan ve hiç ders çıkartmadan hemen peşinden Esad’ın dersini verelim tezini savundular, bir yandan da gün aşırı hafta sonları keyif yazılarında Atatürk’e cumhuriyet’e küfürler edip tek parti dönemine iftiralar atıp, dinlene dinlene bir otuz yıl, ne olacak fikir özgürlüğü işte, halkımız anlayışla karşıladı, oysa bu kahpe sözlerle o uyduruk üniversitelerde onbinlerce asistanı yüzbinlerce gencecik öğrenciyi de bileyleyip üfürükle balonlayıp yetiştiriyorlardı, hayır, ifade özgürlüğünden de öte aşırı aydınlanma aşırı ışık patlamasıydı, Jupiter’den ışık huzmeleri dünyayı saran Sızıntı Dergisi’nin gazetelerinden de maaş alıyorlardı, hayır ifade özgürlüğü de değil, ne düşündüğünü ne söylediğini bilmeyen bu herifler düpedüz mürid boklarını misket gibi uflayıp tesbihleyip ‘büyük felsefe’ yapıyorlardı.
HEM IRAK’IN HEM SURİYE’NİN AN İTİBARİYLE TOPLUMSAL DOKULARI PARAMPARÇA
Hadi liberalini geçtim, en solcu ağbilerimizi dahi aman Barzani böyle istiyor diye Irak’ta Amerikan işgaline sessiz kaldıklarını ve de savaşı desteklediklerine şahit olduk ve biz de gençliğimizde okuyup ‘güzel adam’ yanılsamasına kapıldığımız bir çoğuyla selamı sabahı kestik, hatta kovulduk hatta düşman olduk, hatta içeri atın emri çıkarttılar.
Ülkemiz aydınlarının yüzde doksanı dahi değil yüzde doksandokuz gibi geniş ve coşkulu bir katılımla, yemekler lokantalar meyhaneler ve paneller eşliğinde, hem Irak hem Suriye savaşını, üstelik bilgiççe, üstelik pişkince, ve alaycı bir sarhoşlukla desteklediler, üstelik özgürlük ‘diskurları’ çekerek, bu kadar vahşilik ve hüsran, içlerinden tek kişi hala milyonlarca ölüye rağmen, bu vahşi işgal yeterince bir insanlık muhasebesini hak ediyor, an itibariyle demedi.Somut dünyadan, üç-beş soyut lafla, özgürlük, liberal, açılım, demokrasi diye diye cemaatlerin kucağına sağcı hükümetlerin oyuncaklığına palyaçoluğuna kaçmayı başardılar.
Milyonlarca insan öldü ölmeye devam ediyor ve hem Irak hem Suriye an itibariyle toplumsal dokuları paramparça, onüç yaşında küçücük kız çocukların evlerine sabah şafak sökmeden, önce Amerikan askerleri, birkaç yıl sonra El Kaide’nin manyakları girip yüzbinlercesine tecavüz etti, an itibariyle, içlerinden ne utanan ne pişman olan tek bir isim çıkmadı, maşallah kaya parçasından suratlarına, maşallah hala göktaşları gibi ekranlarda fırfır konuşmalarına…
Eski masallarda dağın tepesinde geceleri oturan cinler vardı, Türkiye’nin tepesinde oturan bu aydınlarımızın ikinci büyük gruplaşması, Avrupa Birliği’ne girme günlerinde meydana geldi.
Tabii Avrupa Birliği demek onlar için Türkiye’nin Ermeni ve Kıbrıs ve Güneydoğu politikalarında hem aşağılıkça hem de tavizkar bir politika izleyip güya ülkemizin önünü açmak anlamı taşıyordu, ah açmak, şeytanın pis kokulu huzursuz ağzını açmak, ah ‘açılım’…
Avrupa, aydınlarımız bu Avrupa bahsinde bizatihi gruplaşarak bir araya gelmeye, ortak toplantılar yapmaya, hatta vakıfvari çalışmalara hatta fonlanmaya hatta hastalık derecesinde bir ruh haliyle satış’a başladılar, Avrupa’yı keşfeden kaşifler, Batı’yı onlar bulmuşlardı, oradan komiserler getirdiler, eşeği yularına bağlayıp teslim ediyorlardı, herşey anahtar teslim bitmiş ancak ‘kokareç’ standartlarını halkımız acaba kabul eder mi etmez mi güler misin ağlar mısın işte bu popülist magazin ayrıntılara kalmıştık.
Yetmedi Avrupa Parlementosundan ya da Avrupalı malum gazetecilerle içli dışlı olmaya başladılar, hepsinin ortaklaşa kanaati şuydu: Türkiye’de vahşi faşist bir askeri iktidar vardı ve acilen yıkılmalıydı. Hangi yabancı gazetecilerle kanka oldukları hangi vakıflardan para aldıkları hangi lokantalarda geleneksel toplantılar yaptıkları artık herkesin bilgisinde, ‘satış’ın adı bilimsel anketler olmuştu, bilimsel anketler Türkiye’de hayvan sayımı gibi, laz, Kürt, Boşnak sayımı yapıyor, ekranlarda kaç Alevi kaç Kürt var tartışmaları güya çok normalmiş gibi bir insanlık suçu bir insanlık vahşeti bilim adı verilerek yapılıyordu, halkını hayvanlar gibi sayıp alınlarından damgalayıp Avrupa’ya pazarlayan, vahşilikleri hala bitmemiş tamamlanmamış bu güruhtu.
BİR HALKIN KATİLİ, BİR DEVLETİN KATİLİ, HUKUK’UN KATİLLERİ, NASIL GELİŞTİ
Bu dönem ayrıca bu aydınların koro halinde ‘yaftalama’ kalıplarını oluşturdukları yıllardır, kendilerine muhalif olan herkese, ırkçı, faşist, Kemalist, ulusalçı, kafatasçı, Kuzey Koreci, Saddamcı, Esadçı, Kaddafici, suçlamaları gırla gitti. Deli gömleği giydikleri çıldırdıkları ve aslında askeri bir işgal eylemine girdikleri açıktı, Avrupa’dan romantik solcular sırtlarını sıvazlayıp bağırıyordu, yürüyün özgürlükçü aslanlar kim tutar sizi.
Hızla kucaklaşmalar, gruplaşmaları, İslamcı ya da cemaatçi denilen yapılarla, mesela Abant toplantılarında, ya da Zaman, Yeni Şafak gibi gazeteler ve ekranlarında, bir araya gelmeleriyle, daha sonra çok daha operasyonel Taraf gazetesi, hepsi tarafından istisnasız ‘Kahraman’ gazetecilik ödüllerine ve iltifatlarına boğuldu, neyi yıkacakları kimlere saldıracakları, haritalar cephe krokiler kumpas komplo dijital sahte belgeler, tıkır tıkır işliyordu, vay babağzınıza rahmet, çatlayacak kadar saldırdılar.
Adına liberaller demokratlar özgürlükçüler İslamcılar cemaatçiler denilen bu ‘sürüler’ nerdeyse medyanın ve ekranların tümünü on yıllar boyu kullandılar, bir halkın katili, bir devletin katili, hukuk’un katilleri, nasıl gelişti büyüdü serpildi kucaklandı, maaşlandı, dönüp bir daha bakın, özgürlükçü cemaatçi hakimleri yüksek hukuk kurumlarında tımarhane fıkraları gibi, analarının … astik yapıp çelik çomak oynamışlar, işte bu zekalar Çanakkale’yi yeniden elimizden almaya çalıştılar.
Nerden baksan otuz yıla yaklaşan bir ‘tanışma’ ‘gruplaşma’ ‘cemaatleşme’ ‘oynaşma’ ‘el bebek gül bebek hop atıp hop tutmak’ serüvenleri gerçek bir ihanet romanını hak edecek büyüklükte ve derinlikte ve kirli tezgah maceralarla dolu, sizin o kudurmuş akıllarınıza Avrupalı gazeteci dostlarınız kurban olsun.
Aslında eylemleri: İki başlık altında, bir, etnik milliyetçilik’i özgürlükler haklar çerçevesine almak (böyle bir hak Avrupa’dan çoktan kovuldu), iki, Ilımlı İslam rejimini yerleştirip, İslamcılarla demokrasinin ve ekonominin önünü açmak (yanlışlıkla ortaçağın önünü açtıklarını bugünlerde kendileri itiraf ediyor.)
Ve sonra tuhaf bir şey oldu.
İlhan Selçuk’u aldılar medyadan tıs yok, bilim adamı Erol Manisalı’yı aldılar tıs yok, Genelkurmay başkanını aldılar ‘tıs’ yok, yakınlarındaki solcu gazetecileri aldılar ‘tıs’ yok, kendi emniyet müdürlerini aldılar ‘tıs’ yok, tam tersine bu aydınlarımız topluca birden ‘gestapolaştı.
Ve hatta onu da içeri alın bunu da içeri atın diyen direktif yazıları yazmaya başladılar, kaşla göz arası operasyon üstüne operasyon, milli yazarları, orduyu, muhalif medyayı birkaç gün içinde ‘çarmıha’ gerdiler ve karşısına geçip ‘oh olsun’ yazıları, ‘az bile oldu’ yazıları, ‘daha bitmedi’ yazıları, yazdılar, bu nasıl bitmez kin, öfke, altı yıl kusa kusa vura vura tıka tıka alay ede ede bitiremediler, bir yandan Hes’ler madenler dereler altın aramalar yaylalar imarlar peşkeş çekiliyor, herkesin önlerinde eğilmelerini beklediler, Anadolu’ya yeni bir Tanrı getirdiler, Diyarbakır meydanında otuz bin kişinin katilini ‘kurtarıcı peygamber’ gibi konuştururken mutluluktan hıçkırıklara mücrim gibi hezeyanlara garkolup ağladılar.
Kafalarına koyulanları yaptılar, Cumhuriyet Halk Partisini tarihten silmek, muhaliflerin kökünü kazımak, tomaları sürmek, gençlerin kafataslarını mermiyle parçalamak, sokak aralarında gencecik çocukları sopalarla dövüp öldürmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin Genelkurmay Başkanı’nı dahi terörist yapan, kozmik odalara giren vahşi hukuksuz soruşturmalarla el altından işbirliği yapmak, ve bir taraftan bu gaddarlığı Avrupa basınına ‘Türkiye’nin önü açılıyor bağırsakları boşalıyor diye anlatmak’, ve bu temizlik çabalarının en güzel meyvesi meclise başörtülü bir milletvekili koyup işte özgürlüklerin önü açıldı diye yedi bucak bayram etmek, sevgili yurdum bunların hepsini gördü, bunun adını koymakta tereddüt etmeyin, bunun adı işgal’dir ve düşman kuvvetlerinin dahi tenezzül etmeyeceği, aşağılayarak, keyfini çıkartan bir işgal, ve zavallı eli kolu medyayla dinlenmeyle bağlanmış halkımıza bütün bu olup bitenleri bir Zürafa’yı seyrettirir gibi, bir sirki modern bir savaş karargahı haline nasıl getirdiklerine şahit olduk.
YİNE KOÇ, YİNE ABD KAZANDI
Bu kahpe gruplaşmalar, bir doktora tezinden çok fazla daha geniş bir hesaplaşmayı hak ediyor, en gülünç yerleri ise, tıkandıkları yer oldu, etnik milliyetçik tezlerini dünyanın nerdeyse bütün anayasalarını okuyup yıllarca makaslayıp kesip bir türlü bir yasa maddesi haline getirememeleri, başaramadılar, gaz basmadı. çünkü istedikleri dünyada yoktu, ikinci tıkandıkları yer, Şam’da namaz kılmaktı, Rusya’ya rağmen Avrupa’ya rağmen yola çıktılar ve Suriye’ye karşı yüzyıldan sonra bir savaşta mağlup olduk, henüz bu ağır savaş yenilgisini ağızlarına aldıkları bir hatırlatanları yok, birkaç hayal kırıklığı olsa, bugünlerde göklerdeki yıldızlar kadar çok hayal kırıklığı, bu kadar hayal kırıklığını bir ülke kaldırmaz, Kuzey Sibirya’ya doğru ağaçların bittiği çalılıkların başladığı yerlere bizim makilik dediğimiz gibi ‘tundre’ diyorlar, ordan öte artık ‘ağaç’ yok demek için, buradan öte artık ‘insan’ yok, keşke içlerinde birkaç kişi bir kenarda münzevi mutsuz ama bu kirli işgale kalkışmasaydı, sakın hiç kimse bu hikayeyi beyne akla vicdana düşünceye çıkartmasın, bu düpedüz köpekçe bir ihanettir.
Bu geniş liberal İslamcı gruplaşmalar önce iktidara sonra medyaya ekranlara hakim olmalar ve kendi arkadaşlarını dahi içeri atmalar ve gestapolaşma, neresinden tutacaksın, kini öfkeyi kalleşliği yalanı kumpası her şeyi dahi çok aştılar, göz oyuklarından, beyinlerinde haşlanmış bulgurlar taşıp dökülüyor, kim hangi duygu sürükledi bunları, kimden cesaret aldılar, bakın komşularınıza, Suriye Irak Libya Mısır hepsi Türkiye gibi açık ve kanayan bir yara haline geldi, bakın ülkenize sahipsiz ve zavallı, konuşan tek adamı kalmadı.
Hem Irak hem Suriye hem de Türkiye’nin sonunu getiren bir SÜREÇ, yine Koç yine ABD kazandı.
Yüzde seksen yüzde doksan demiyorum, yüzde doksandokuz itibariyle, karneleri şudur: hepsi İKİ YÜZLÜ, YALANCI, TERTİPÇİ, GESTAPO, KUMPASÇI, CEMAAT İŞBİRLİKÇİSİ çıktı, ifşa oldular, şu anda hepsi uyuşturucu katil şebekesi Meksikalılar gibi kurum kurum kasaba kasaba vuruşmaktalar.
Hepsi AN İTİBARİYLE kullanılamaz hale geldi.
Hepsi suratlarına bakılamaz hale geldi, geldikleri yer neresi, bilsek de oraya göndersek, yoksa hepsini yeniden bir gondola doldurup Tayyip’in İstanbul’a açacağı yeni kanala indirip ‘açılım’ ‘açılım’ aryaları mı söyletsek.
Bu nasıl bir cadı kazanıydı, birkaç ülkenin birden sonunu hazırladılar, toplumsal dokuyu paramparça ettiler, devleti hukuk yerle yeksan, tuz buz ettiler ve bu parçaları bir araya getirecek bir irade bir iktidar bir güç bir aklıselim bir orta yolu bulan HİÇKİMSESİZ çaresiz bir ülke bıraktılar.
Bu coğrafyaları karton kutular gibi parçalayan kurgu, bu işbirliği, bu tezgah, bu çürümüş aydın sınıfın modern çağımıza hediyesi, an itibariyle TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE girdabına döne döne Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Halkını da komşularını da hukuku da alarak avaz avaz çığlıklar küfürlerle gömülüyorlar.
Bir daha ayağa nasıl kalkılır bu nükleer çöplük nasıl temizlenir bilmem, onlarca yıl süreceği aşikar, ancak, kırk yılın sonuna geldiğimiz de aşikar, bu ‘aydın yapılanması’nı, fikirleri ve yerleri ve kumpaslarıyla çok iyi eleştirmeden, Türkiye bir adım gidemez, hatta bir ‘ülke’ ‘toplum’ olma ihtimali yoktur, belki bütün acı çekenler bütün gadre uğrayanlar dolu dolu mertçe konuşursa, içimizdeki soyluluğu erdemi bu hesaplaşmalarla biraz olsun açığa çıkartıp ve gerçekten bu şeytan pisliklerine biraz olsun set vurmayı başarabilirsek, belki.
Bu KIRK YILIN AYDIN YAPILANMASI çökmüştür, çünkü bu aydın yapılanmasını, son kırk yılda inşa edenler, Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Tayyip Erdoğan ve onları destekleyen işadamı holding medyasıdır, çöken budur ve hala soytarı külahı gibi devletin medyanın başında durmakta olan hala onlardır.
Türkiye hala, şu zavallı İslamcı, bu mürid cemaatçi, şu yandaş işadamının, yolsuzluk ve pisliklerinin dökümünü okumaktan başını kaldıramıyor, ve onbir yıllık bu kahpe iktidarın, çeperinde uzağında olsun, temiz kalpli tek bir insan bulamamanın acısını çekiyor.
Türkiye utanacaksa bu çürümüş gestapo “AYDINLAR”ından utansın.
Bunlar nerden çıkıp geldiler ?
Onları bu ülkeye kimler musallat etti, onları kim kullandı nasıl kullandı, bu eleği kim tuttu kim eledi kim savaş rüzgarlarına savurdu, dünyada eşi benzeri olmayan o ucube fikirleri ağızlarına kim doladı, kinleri ve nefretleri ve gaddarlıklarının kökeninde neler vardı, bunları orta-doğu’ya kim saldı, kim maaşladı, kim ödülledi, bu keskin ve kalleş ve zehirli bıçağı Anadolu halkının midesine kim soktu.
1750’li yıllarda içki alemi için İngiliz beyfendilerin gittiği bir kulübün adı: Cehennem Ateşi’ydi. Cehennem ateşi lafını ortaçağ boyunca kilise halka karşı bolca kullandığı için, hepsine gına gelmiş, kiliseyle alay etmek için vermişler, diyor Sennett.
Kırk yıldır bu ülkede bir cehennem ateşi zaten yanıyordu, ne güzel İslamcısı İşadamı cemaatçisi de ısınıyordu ne güzel halkımız da sıcak paralarla ayak parmakları arasını fıkıhla ovuyor Osmanlı diye yüzyıl öncesinden yuttuklarının gevişini getiriyordu, şimdi bu ateş gerçek cehennem ateşine dönüştü, ülkemiz halkımız devletimiz hukukumuz içine hep birlikte el ele güle oynaya düştü.
Sevgili yurdum, seyrettiğimiz hazan değil enkaz hiç değil, cehennem ateşi içindeyiz.
Bunların adını ben koydum, ben bitireyim, bunlar ‘şeytanın pezevenkleriydi’, hepimiz bu zor günlerde ‘üçyüz spartalı’ olmak için yola çıktık ama karşımıza işte bu ‘üçyüz pezevengi’ çıkardılar.
Otuz yılın tek bir günü, üretimden, artı değerden, bölüşümden, eşitlikten, kardeşlikten, marka’dan yaylalarımızdan ürünlerimizden tek satır bahsetmediler.
Son Yorumlar