Nazilerin Yahudi soykırımı tarih sahnesinde, birçok nedenlerden ötürü, kendine özgü bir olaydır.
Naziler işleyen modern bir devletin merkez yönetimini ve ona bağlı birimleriyle oralardaki aylıklı görevlileri kullanarak, hedef aldıkları kişileri, bu arada en başta Yahudileri, tek tek cins, yaş, inanç ve eylemlerine bakmaksızın, ortadan kaldırma peşine düştüler ve bunu büyük ölçüde, hele ilk başlarda hiç direniş görmeden, acımasızca başardılar.
Almanya’nın ve Avrupa’da Alman işgâli altındaki yerlerin Yahudileri bağımsız ya da özerk toprak edinme ya da iktidarı ele geçirme gibi emeller beslemeyen, üstelik ülkesinin (ya da ülkelerinin) bilim, sanat ve yazınına katkıda bulunarak o yılların Nobel ödüllerinin üçte-birini kazanmış olan, barıştan yana ve yalnızca dinsel/ekinsel bir kümeydi.
Nerede bulunuyorlarsa, oranın devletine bağlı yurttaşlarıydılar.
Alman Yahudilerinin çoğu kendilerini öteki Hıristiyan yurttaşlardan daha az Alman görmüyorlardı.
Almanya ve Avusturya Yahudilerinin binlercesi Birinci Dünya Savaşına kendi ülkeleri adına katılarak yurtları için yaşamlarını tehlikeye atmaktan geri kalmamışlardı.
Birçok şehitlerinin adları anıtlardaki dizelgelere haklı olarak kazındı.
Bu durum Osmanlının son yüzyılındaki Ermenilerin tavrına hiç benzemiyordu.
Yahudilerin (ve üçüncü tarafların) her hangi bir Alman yönetiminin onların haklarını ve kimliklerini ellerinden alacağını ve sonunda onları topluca yok etmeğe yöneleceğini bir olasılık olarak bile düşünmeleri çok güçtü.
Amerika’nın ünlü
zenginlerinden Henry Ford sözünü sakınmayan bir
Yahudi düşmanıydı. Hitler onu “Alman Kartalının Büyük Hacı” ile ödüllendirdi. Ford savaşı Yahudi bankacıların çıkardıklarını ileri sürüyordu.
|
|
Naziler ise, Yahudilerin köklerinin kazınmasının Almanya ve dünya için iyi olacağını açıkça söylüyor ve yazıyorlardı.
Yahudileri yıkıcı bir ırk diye tanımlayan düzmece bir inanca bağlı olarak, öylesine aşırı bir düşmanlık söz konusuydu ki, Yahudilerin ortadan kaldırılması göstermelik sözlerde kalmadı, “Son Çözüm” (Endlösung) diye bir uygulamaya da yol açtı.
Teuton kökeni yalnız mavi gözlerine yansıyan, ama babası yarı-Yahudi olan Hitler iktidarı alır almaz, gerçek denilen şey onun için sözde “ulusal düşmanlara” ilişkin düşünceleriydi.
Bu bağlamda, Hitler’in gerçek adı Alois Schicklgruber olan babasının yarı-Yahudiliğine değinebilirim.
Bu yanını Nazilerden başka Yahudi çevreleri de saklamakta olduklarından, kimi ayrıntılar birbirini tutmuyor.
Gene de, belge sayılabilecek kimi gerçekler var.
Az bilinen bir yoruma göre, baba Alois’un annesi Schicklgruber soyadlı varlıklı bir Yahudi ailenin evinde yatıp kalkarak temizlik işlerine bakan Anna Marie adlı orta yaşına yaklaşmakta olan bekâr bir köylü kızdı.
Onun evden dışarıya çıkmayan, sessiz sedasız ve kendi işinde biri olduğu anlaşılıyor.
Schicklgruber ailesinin 17 yaşında bir oğlu vardı.
Hizmetçi kadının karnı büyüdükçe gebe olduğu anlaşıldı.
Baba oğluyla özel bir konuşma yaptıktan sonra, Alois adı konan çocuğun kendi ailesinden sayılacağına ilişkin bir açıklamada bulundu ve ona kendi soyadını verdi.
Alois kırkına değin bu soyadını kullandı.
Bebek Alois’ın anasının ve babasının karı-koca gibi birlikte yaşamadıkları anlaşılıyor.
Alois ana evinden ayrıldı ve amca dediği Johann Georg Hiedler’in evine giderek yaşamını bir ara orada sürdürdü.
Daha sonra, eski soyadını bırakarak amcasının aile adını (onun da yazılış biçimini değiştirip) “Hitler” olarak almayı uygun gördü.
O ailenin adı kimi zaman Huetler ya da Huettler diye de yazılıyordu.
Birilerine göre, aynı amca Johann von Nepomuk Huetler diye de biliniyordu.
Ancak, Johann von Nepomuk komşu Çek ulusunun ünlü azizinin de adıydı.
Bu nedenle, amca da “Hiedler” yazılışını yeğliyordu.
Adolf Hitler babası Alois’in üçüncü eşi Klara Poetzl’den olan üçüncü oğluydu.
Babanın ilk iki eşi (Anna Glasl-Hoerer ve Franziska Matzelsberger) erken ölmüşlerdi.
Üçüncü eş Klara beş çocuk doğurduysa da, üçü yaşamadı.
Yüzü annesininkini andıran Adolf (alkolik babanın sık sık yokluğunda) Almanca “Mutterschönchen”, yani “anasının kuzusu, sevgilisi” dedikleri hafif şımartılmış tiplerdendi.
Babasını kaç kez barlardan alıp eve getirir, oldukça sıkça da ondan sopa, kamçı ve kayışla dayak yerdi.
Babasının ikinci eşinden olan Angela’nın sonra intihar eden sarışın güzeli kızı (Geli Raudal) belki aşk derecesinde sevdiği tek kişiydi.
Hitler daha iktidara gelmeden önce, Adolf’un bu “biraz Yahudiliği” ile “piç”liğini kalemlerine dolayıp yazanlar oldu.
Bu suçlamalardan bıkan Adolf Hitler partisinin avukatını eski evlerinin olduğu Leonding kenti ve Spital köyü çevresine yollayıp konuyu araştırmasını ve kendine bilgi vermesini istemiş.
Aradan aylar geçip avukattan ses çıkmayınca, onu yanına çağırtıp ne bulduğunu öfkeyle sormuş.
Avukatı da “ne yapalım ki, doğru!” yanıtını vermiş.
Bunun üzerine, ninesinin kendini çocukken uyarmış olacağını, böyle uydurma dedikoduların çıkabileceğini, ama doğru olmadığını ve kulak asmamasını söylediğini ileri sürmüş.
Ben 2000 yılında New York Halk Kütüphanesinde bu Alman avukatın daha sonra yayımladığı kitabı gördüm.
Bu olayı orada anlatıyor ve Hitler’in çocukken baba Alois’in annesi, yani ninesiyle sözde konuşması üstüne de o ninenin gömütüne gittiğini ve taşın üstüne yazılmış yıla göre ninesinin Adolf doğmadan ölmüş olduğunu ve böylece Adolf Hitler’le arasında böyle bir konuşmanın geçmediğini anladığını söylüyor.
Damarlarındaki kan soyu ne olursa olsun, iktidardaki Adolf Hitler’e dönelim.
Almanya’da, Avusturya’da ve çevre ülkelerindeki Yahudi azınlıkların savunmasız durumları onları uygun bir hedef durumuna getirmişti.
Bunun tarih boyunca da böyle olduğu söylenebilir.
Fakat Hitler onları günahın ve şeytanlığın yeni bir aşaması üstüne konumladı.
Onlar, daha önceki suçlamalardan çok farklı ve dolaylı olarak da, her türlü uygunsuzlukların aşağı yukarı onların etkisiyle oluşmuş gibi sanki bir kirlilik simgesi durumuna sokuldular.
Demokrasi, kapitalizm, sosyalizm, seçkinler, sanat ve benzeri sözcükler başlarına “Yahudi” yaftasının eklenmesiyle hemen “kötü” bir şeye dönüşüveriyordu.
“Yahudi demokrasisi” ya da “Yahudi sanatı” der gibi.
Nazi yönetimi kimi zaman efsanelerden ve asılsız inançlardan yararlanarak, Alman bilimi ya da öğretisine göndermeler yaparak o kavramların karşıtlarını bile yaratmıştı.
Yahudilere de kala kala toplama kampları ve orada olacaklar kaldı.
Yahudiler, kendilerinden daha az sayıda, ama başkalarıyla birlikte, yani Roman halkı, genel anlamda solcu denenler, siyaset liberalleri, sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler, sendikacılar, her türlü muhalifler, hastalıklılar, sakatlar, özürlüler, zekâca geri görünümlüler, ne anlama geldiği belli olmayan “uyumsuzlar” (asosyaller), eşcinseller, dilenciler ve benzerleriyle, ya Dachau ve Mauthausen gibi toplanaklara ayak bastıklarında ya da sonra türlü biçimlerde öldürüldüler.
Onlar için, ölümlerden ölün beğen: Açlıktan, pislikten, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklardan, idam mangası önünde yığılarak, enseden kurşun yiyerek, mitralyözle taranarak, birlikte asılarak, ayrı ayrı ipe çekilerek, kaçmağa çalışma uydurmasıyla arkadan vurularak, gerçekten kaçarken elektrikli tellere takılarak, yüksek bir yerden aşağıya itilerek, her gün uzun saatleri kapsayan ağır işten bitkin düşerek, işkencede, topluca, laboratuarlardaki deneme köşelerinde, gaz odalarında ya da fırınlarda…
Irksal yönden Yahudi avı ülküsel açıdan Bolşevik arayışıyla birleşip bunlara bir de genişlemek isteyen Almanlar için “Yaşama Alanı” (Lebensraum) bir gereksinim gibi eklenince, savaş kaçınılmaz oldu.
“Son Çözüm” 1942 yılıyla başlayarak, bütün anakaradaki Yahudi nüfusun devletçe tasarlanarak ve örgütlü biçimde ortadan kaldırılması anlamına geldi.
Almanya’nın doğrudan ya da dolaylı yönettiği ülkelerdeki Yahudilerin de kurtulma olanağı pek yoktu.
Kukla devletler kendi Yahudilerini ya acımasızca öldürdüler ya da onları Almanlara teslim ettiler.
Fransa gibi kuzeyi Alman işgâli ve güneyi de onların ağır etkisi altında olan devletler bu tavırlarını sonra Nazi baskısıyla yorumlamışlarsa da, Batı Avrupa’nın bu önemli ülkesinde ya da Polonya gibi Doğu Avrupa topraklarında Yahudi düşmanlığının köklü geçmişi vardı.
Örneğin, Polonya’da 1933’de üç milyona yakın Yahudi nüfusu savaştan sonra birkaç bine indi.
Onların bir bölümü Türkiye, Amerika ve daha sonra İsrail’e göç ettiyse de, milyonların devlet eliyle can verdiği yadsınamaz bir gerçektir.
Fransa gibi Alman işgâli altındaki kimi ülkelerde Türk diplomatları toplama kamplarına yollanacak olan Yahudilerin bir bölümünün pasaportlarını yenilememiş eski Türk yurttaşları olduklarını öne sürerek yüzlercesini, bu arada Türk yurttaşı olmayanları da, kendi güvenliklerini, giderek canlarını tehlikeye atarak kurtarmışlardı.
Bu eylemlerinden ötürü öldürülen konsolosumuz ve eşi de vardır.
Alman askerinin girdiği Avrupa ülkeleri içinde Bulgaristan’ın kendi Yahudilerini Almanlara teslim etmediği genelde onay gören bir savdır.
Bulgaristan kendi sınırları içindekileri gerçekten vermek istememiştir de.
Bir önemli nedeni onları kendi amaçları uğruna zorla çalıştırmaktı.
Hiç değilse, Sofya’daki Alman Büyükelçisi Beckerle 17 Mayıs 1943 tarihli yazanağında böyle diyor.
Ayrıca, Bulgaristan Yahudi azınlığın ileri gelenlerinden birkaçını teslim etmiştir de.
Ama daha önemlisi, kendi toprağı üstündekileri değil ama Almanların saldırıp ele geçirdiği ve sonra da yönetimini o zamanki uyduları Bulgarlara bıraktıkları Makedonya’daki Yahudileri, iki ülke dışişleri bakanları Ribbentrop ile Popov arasındaki görüşmeler ve anlaşma gereğince, Nazilere göndermiştir.
Ben bu konunun araştırmasını Yugoslav Makedonyasında yaklaşık yirmi yıl önce yaparak sonuçlarını başkent Üsküp’te basılan (sayı 3, 1991, sayfa 153-159) Macedonian Review adlı dergide yayınlamıştım.
Önce Almanya ve Avusturya’da tutuklananlar için ilk başta ana toplanaklar kuruldu.
Onlara bağlı daha küçük kamplarla ortaya büyük ölüm yumakları çıkıyor, bunlar hızla çoğalıyor ve büyüyorlardı.
Her birinin çevresi elektrikli dikenli teller ve mitralyözlü gözetleme kuleleriyle sarılıydı.
Ölümle karşı karşıya olanlar hem S.S. hem de Krupp ya da Göring fabrikaları gibi kuruluşlarca en ucuzundan işçi olarak kullanılıyorlardı.
Adlarının yerine geçen numaraları tutsakların sol kollarına dövmeyle yazılmıştı.
Cinaî sayılacak deneyimler yapan doktorlar onların kimilerinden kobaylar gibi yararlanıyorlardı.
Tutsaklar yarının son günleri olabileceğini düşünerek sürekli bir tehdit altında sürünürcesine yaşamaktaydılar.
Gaz odalarının hava geçirmeyen kapıları sıkıca kilitlendiğinde, siklon-B zehirli gazı özel deliklerden yayılmağa başlıyor ve içeridekileri yaklaşık on beş dakika içinde boğuyordu.
Tutuklulara söylenen bunların duş yerleri (Brausebaeder) olduğuydu.
Ölenlerin tüm giysileri, paraları, altın dişleri, gözlükleri, saçları ve usa vuran her şeyleri alınıyordu.
Komutanın (tutukluların “Buchenwald Piçi” adını taktıkları) eşi Ilse Koch’un insan bedenindeki dövmeleri biriktirmek gibi bir düşküsü olduğundan, kimilerinin derileri yüzülüp ona gönderiliyordu.
Bu kadının kurşuna dizilenleri gelip seyretmek gibi bir alışkanlığı da olmuştu.
Savaşın bitiminde yakalandı, yargılandı, yaşam boyu hapis yedi, sonunda adamakıllı çıldırdı ve 1967’de intihar etti…
Tutuklulardan yalnızca birkaçı kurtuluşa değin iskelet gibi bir deri bir kemik yaşadılar.
Benim Almanya’da gördüğüm Dachau’un açılan ilk ana toplanak olduğunu belirttim.
Ona zamanla 23 kamp eklendi.
Avusturya’da içinde birkaç saat dolaştığım Mautausen Lublin-Majdanek ana kampına bağlı 49’luk bir ağdan yalnızca biriydi. Buchenwald’a 65’i, Flossenbürg’e 56’sı, Auschwitz’e 36’sı, Sachsenhausen’e 29’u, Neuengamme’ye 29’u, Stutthof’a 25’i, Natzweiler-Struthof’a 25’i, Ravensbrück’e 19’u, Gross-Rosen’e 14’ü bağlıydı.
Bunların bir bölümü öldürme, bir bölümü de çalıştırma ağırlıklıydı.
İkincisinde de ölüm her an kol geziyordu.
Örneğin, Mauthausen ölesiye çalıştırma yeriydi, ama orada da gaz odalarıyla fırınlar gördüm.
Artık işe yaramayanların atıldıkları uçurumun altına da indim.
Toplu ölümler daha çok Auschwitz-Birkenau ve Treblinka gibi yedi yerde oluyordu.
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Son Yorumlar