Ocak 2010 için arşiv

31
Oca
10

İslamofaşizm

Siyasal  olayların  değişkenlik  hızı  öyle  alışılmadık  ki  bizim  hızımız

gündemi  izlemekte  çoğu  kez  yetersiz  kalıyor.

( Olayların  çoğu ; iktidar  tarafından  toplum  bilincini  abondone

etmek  için  kotarıldığını  bilmeyenler  de, artık  “cezai  –  ehliyetsiz

sığırlar” sınıfına  girer…)

Daha  dün  denecek  kadar  yakın  bir  zamanda  toplumu  etkilemiş  bir

olay  hiçbir  iz  bırakmadan  belleklerimizden  silinip  gidiyor.

Örneğin :

1 Ağustos 2008 günü Konya-Taşkent’e bağlı Balcılar beldesinde sabaha karşı bir gaz patlaması sonucu çöken Özel Boğaziçi Öğrenci Yurdu’nda bir öğretmenle 17 öğrencinin canına mal olan, 29 öğrencinin de yaralandığı o acı olayı hangimiz anımsıyoruz?

Oysa olaya ilişkin Konya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava hâlâ sürüyor.

Hafta içinde kazadan yaralı kurtulan yedi öğrenci yargıç tarafından dinlendi ve bu öğrenciler daha önce poliste verdikleri ifedeleri değiştirerek, ağız birliğiyle çöken öğrenci yurduna “İngilizce öğrenmek” için gittiklerini ve “taksirle ölüme sebebiyet verme ve yaralama” suçundan tutuksuz olarak yargılanan 11 sanıktan şikâyetçi olmadıklarını belirttiler.

Ölen çocukların anne babaları da “ağız birliği” yaparak ölen yavrularının oraya gitme amaçlarının “İngilizce” olduğunu, kimseden şikâyetçi olmadıklarını söylediler.

Ne var ki söz konusu yurtta kalan 14-15 yaşlarında olan öğrencilerin tümünün kız oldukları, orada Kuran eğitimi aldıkları, bu eğitimin yasadışı olarak verildiği ya da başka bir deyişle yurdun “kaçak Kuran kursu” olarak işletildiği bilinip söyleniyor.

Kazaya ise sabah namazına kalkan bir öğrencinin elektrik düğmesine basmasıyla yapıya sızarak, sıkışan LPG gazının patlamasının yol açtığı savlanıyor.

***

Özetle, 17 kişinin ölümü ve 29 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir kazaya ilişkin olarak açılan davada ne yaralananlar, ne de ölenlerin ve yaralananların yakınları şikâyetçi oluyor, olabiliyor.

“İngilizce öğreniyorduk” korosu, yargılanan tutukluların işledikleri savlanan “taksir” suçunu ortadan kaldırabilir mi?

Bu doğal ki ayrı bir konudur, üzerinde durulması, irdelenmesi gereken ise yaralananlar ile ölen ve yaralananların yakınlarının “hak arama istençlerini” ellerinden alan, onlara yurttaş olma özgürlüklerini yok saydıran güçtür.

Bu güç, son yıllarda başta Orta Anadolu olmak üzere Türkiye geneline hızla yayılan “İslamofaşizm” olarak adlandırdığımız ve Türkiye’ye özgü ideolojik/siyasal bir yapılanmadır.

***

Türkiye’ye  özgüdür,  çünkü  nüfusunun  çok  büyük  çoğunluğunun  Müslüman  olduğu

başka  hiçbir  ülkede  özünde  otoriter – feodal  bir  inanç  sistemi  olan  İslam  ile

modern  kapitalizm  Türkiye’de  olduğu  gibi  iç  içe  geçip  bütünleşmemiştir.

Okumaya devam edin ‘İslamofaşizm’

31
Oca
10

Tekel’i kimler soydu ?

Vatan  yazarı  Necati  Doğru,  Başbakan’ın  “Devletin  kasasını  Tekel  işçilerine  soydurmayız” sözlerine  karşılık,  Tekel’i  AKP  iktidarının  soyduğunu  belgeleriyle  anlattı.

İşte  o  belgelerin  anlatıldığı  yazı :

“Geçen yazıyı yazdığımda ben ülkenin dört bir yanından çıkıp gelmiş arkadaşlarıyla birlikte “kendini ifade etme protestosu yaptığı” çadıra gitmiş, onu dinlemiştim. Bu sefer o beni telefonla aradı. Sesinde “işinin ve ekmeğinin hakkını” savunmanın yüksek soyluluğu, kararlı diklenişi, yıkılmaz asaleti vardı.

Dedi  ki  yaz :

Başbakan  “Devletin  kasasını  TEKEL  işçisine  soydurmayız”  diyor  ya  ;   aslında

“Devletin  kasasını  TEKEL  işçisine  soydurmayız,  biz soyarız”

demek  istiyor.

Sana  belge  sıralıyorum.

Dedi  ki  yaz :

Belge 1:

TEKEL’in alkol fabrikalarının sahibi Alkollü İçkiler Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin bilançosunda borç olarak görünen 300 milyon lira, devirden bir hafta önce silindi.

Bu borç TEKEL Genel Müdürlüğü hesabına aktarıldı.

Yani borç devlette kaldı, fabrikalar borçsuz satıldı.

300 milyon lira, o dönemin kurlarına göre yaklaşık 250 milyon dolar eder.

Yüksek Denetleme Kurulu Başdenetçisi Şenol Sarrafi, 300 milyon liralık borcu satıştan bir hafta önce silip, alıcıya değil devletin sırtına yüklemenin hukuka aykırı olduğunu 2004 yılı raporlarında yazdı.

Meclis KİT Komisyonu’na taşıdı. 35 milletvekilinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi oldu ama soygun önlenemedi.
***
Dedi ki yaz:

Belge 2:

TEKEL’in rakı ve şarap fabrikaları 2004 yılında 292 milyon dolara özel bir yerli şirkete satıldı.

Fabrikaları 292 milyon dolara alanlar, bunları 2006 yılında 950 milyon dolara bir Amerikan şirketine sattılar.

TEKEL’in fabrikalarının “daha satılırken soydurulduğunu” bütün gazeteler yazdı, milletvekillerinin, Başbakan’ın ve Maliye Bakanı’nın haberi vardı ama soygun yapılmış oldu.
***
Dedi ki yaz:

Belge 3:

TEKEL’in 5 sigara fabrikası, kentin merkezinde (Adana-Malatya-Tokat-Bitlis-Samsun) kalmış geniş, değerli arsalarıyla 1 milyar 720 milyon dolara yabancı şirkete satıldı.

Bu fabrikalardan sadece Samsun Ballıca’nın yıllık faaliyet kârı 600 milyon TL idi.

Sadece Samsun Ballıca fabrikasının 4 yıllık kârı karşılığı, 5 fabrika arsalarıyla yabancıya verilmiş oldu.

Bu bilgiler Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı ve Meclis KİT Komisyonu’na getirilerek Başbakan, Maliye Bakanı, 35 milletvekili haberdar edildi ama sonuç değişmedi.
***
Dedi ki yaz:

Belge 4:

Sigara fabrikaları satılırken; toplumun bilgisinden kaçırılarak alıcıya kınalı kıyak yapıldı.

İşlenmiş A grad ve B grad tütünlerden 25 bin ton (25 milyon kilo) tütün hediye edildi.

Bu tütünün kilosu ortalama 5 dolar olduğuna göre, fabrikaların yeni alıcısına devletin deposundan 125 milyon dolar soydurulmuş oldu.

Bunun hukuka uygun olmadığı Denetleme Kurulu raporlarında yer aldı, Meclis’te 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı’na bildirildi.
***
Dedi ki yaz:

Belge 5:

Dünyanın en iyi tütünü işlenmiş  -A-  grad Türk tütünüdür.

( Biz  Türklere  ise  gavurun  ithal  pisliklerini  içirip  bir  de  böyle  zehirliyorlar..!!! )

( GDO’lar,  domuz  aşıları,  v.s.’ ler  yetmezmiş  gibi ..!!!!!!!!!! )

TEKEL, bu tütünleri Türk tütün üreticisinden kilosu ortalama 2.5 dolar ile 3 dolar arasında bir fiyata alır, kilo başına 50 cent işleme masrafı yapar ve elini öpene 7 dolara satardı.

TEKEL özelleştirilme aşamasına girince bu tütünleri yine üreticiden 3 dolara almaya devam etti fakat kendisi 18-20 milyon dolar harcayarak teknolojilerini yenilediği kendi Yaprak Tütün Fabrikaları’nda işlemek yerine sayısı 25-30 olan tüccara kilosu 1 dolara satmaya başladı.

Yani şu anda bile kilosunu 3 dolara üreticiden aldığı tütünü 1 dolara tüccara veriyor, tüccar TEKEL’den 1 dolara aldığı tütünü 50 cent işleme masrafı yaparak 7 dolara yabancıya elini öptürerek satıyor.

Bu bilgiler de Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında yer aldığı için 35 milletvekili ile Başbakan ve Maliye Bakanı tarafından biliniyor.

Okumaya devam edin ‘Tekel’i kimler soydu ?’

31
Oca
10

CIA’nın, orduyu bölmeye dayanan iç savaş stratejisi

image

Henry Barkey ve Graham Fuller’in “ordu içinde bölünmeler” umuduna dayanan iç savaş stratejisine karşı Türkiye’nin çözümü, Atatürk’ün İstiklal Savaşı’na hazırlanırken, Alevisini Sünnisini ve etnik köken ayırt etmeden bütün milleti, ortak bir hedefte nasıl buluşturduğunu inceleyerek, Atatürk’ün milletin kendine güvenmesini sağlamakta kullandığı yöntemleri uygulamaktır.

Türkiye’nin, Birinci Meclis ruhuna ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin yeniden “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” motivasyonuna ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin daha fazla sağduyuya ihtiyacı vardır.

Bunu sağlayacak olan da medyanın ulusal niteliği zayıfladığı için Milli Güvenlik Kurulu’dur; dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.

Türkiye, Türkiye’yi yönetenler tarafından resmen ve alenen satılıyor ve askerler dahil herkes bunu özelleştirme diye yutuyor.

Türkiye satıldıktan sonra, sağlanacak olan kimin güvenliği olacaktır?

Amerikan ve İngiliz şirketlerinin güvenliği değil mi?

Türk Silahlı Kuvetleri, milli güvenliği tehdit eden bu gidişe MGK’da dur demelidir.

Yoksa vebal altında kalırlar.

Türkiye’ye yönelik iç savaş senaryolarının tartışıldığı bir ortamda, ülkenin bütün malvarlığının satılıyor olması asıl tehdit değil midir?

Tehdit değerlendirmesi, bunun için yeniden gözden geçirilmelidir.

İşte o zaman, bütün çatlak sesler susar ve Türk Milleti yeniden tek vücut olur.

Bunlar yapılmasa da, Türk Milleti kendi kaderine sahip çıkacaktır ama, kargaşa yaşamaya lüzum var mı?

* * *

Yukarıdaki satırları 1998 yılında, bugün  “Fatih Camisi’ni bombalayacaklardı” diye ortaya atılan CIA projesinin orijinali ABD’de tartışıldığı zaman Sağduyu gazetesinde yazdım..

O tarihten bugüne, köprülerin altından çok sular aktı.

Türkiye’nin malvarlığı tamamen yabancılara satıldı.

Sıra orduyu bölmeye geldi.

17 Ağustos 2005’te “İrtica diye gürleyenler vatan satılırken niçin sessiz?” başlıklı yazımda da benzer uyarıları yapmıştım.

Fakat aldığım karşılık, “Devletin askeri kuvvetlerini aşağılamak” suçundan hakkımda dava açılması oldu.

TCK 301/2’den yargılandım.

Neyse ki bir yıl sonra beraat ettim.

* * *

The Times gazetesi, “İktidar mücadelesi, silahlı kuvvetleri, yüksek profili olan komplocular ile hassas belgeleri sızdıran ve siyasetten uzak bir orduyu isteyen isimsiz askerler olmak üzere ikiye böldü.

Bir araştırma şirketi, orduya olan güveninin yüzde 60’lık tarihi bir düşük düzeyde bulunduğunu açıkladı” diye yazıyor.

Türkcelil.com’da çıkan bir yazıda, İranlı Mohsen Yazd, “İran’da da önce halk yiyecek, giyecek gibi ufak yardımlarla mollaların safına çekildi.

Açlıkla boğuşan halk bu cehaletin pençesine kolaylıkla düştü ve rejime düşmanlaştı.

Humeyni, devrimi yapana kadar hep demokrasi ve özgürlük vaat etti.

Bu şekilde birçok sol görüşlü insanları da kendi saflarına çekti.

Bu insanlar devrim akabinde ipe giden ilk insanlar oldu.

Okumaya devam edin ‘CIA’nın, orduyu bölmeye dayanan iç savaş stratejisi’

30
Oca
10

SOLDUYU

Bizde bir sağduyu edebiyatı vardır.

Yazın anlamındaki edebiyat değil ama gevezelik anlamındaki edebiyat.

Yani birșey söylemiș olmak için söylenmiș șeyler.

Ve herzaman olduğu gibi, herkes söylenenden kendi anlamak istedıği anlamıș olduğu halde söyleyene de hak vermemezlik etmez.

Sizi bilemem ama ben en az elli yıldır Türkiye’de hep sağduyu çağrısı duymușumdur.

Elli yılda bir gün olsun insan solduyuya çağrılmaz mı?

Bu sağduyu denilen șeye Fransızlar bon sens diyorlar.

Solduyuya da sens commun.

Sanıyorum buradaki komün’den ortaklașacılık, komünizm falan türetildiği için bizimkiler bunu da sağduyu diye çevirmișler bugüne değin.

Solduyu diye çevirecek değillerdi ya.

Oysa asıl sağduyu ile anlatılmak istenilen șey bu solduyu kavramında saklı.

Ortak akıl, herkes için geçerli olması istenilen durum buradan çıkarılabilir oysa.

Yeni bir kavram önerisi değil niyetim; ama elli yıldır tüm toplumun davet edildiği sağduyunun Türkiye’yi bugün içinden çıkılması zordan da öte bir konuma itmiș bulunduğunu göstermek.

Altmıșlı yıllarda ne vardı ki Türk halkı gece gündüz sağduyuya çağrılıyordu?

Ya yetmișli yıllar ya da seksenlisi?

Pekiyi doksanlı ve ikibinli yıllarda ne vardı da yine hep sağduyu bekleniyordu toplumdan?

Evet bugün ikibinonlu yıllarda toplumun gerçekten sağduyu, pardon solduyuya inanılmaz gereksinmesi var.

Son altmıș yılın en tehlikeli, en kaygan, en belirsiz, en karanlık bir dönemine geldik.

Gerçekten bir beka, bir varoluș yani ya var ya da yokoluș noktasında Türkiye.

Ve Türkiye bugün tam bir savaș ortamında; hükûmetsiz ve ordusuz.

İșgal altında.

İșgal kuvvetlerinin ‘genel vali’ yardımcısı, ‘beni öldürecekler’ diye sağa sola satașıyor.

‘Genel Vali’ ve ‘takım arkadașları’ dikkatli olsunlar istiyor.

Bunların halkın içine çıkmaya yüzleri kalmadı gerçekten. Pencereden bakıp sokaktaki her yurttașı kendilerine düșman görüyorlar.

Bunlar ancak ‘aile televizyonları’nda görünüp ‘satın alınmıș gazeteleri’ne konușabiliyorlar artık.

Onlarca televizyon ve yüzlerce ‘satın alınmıș adamları’ var.

Ve hiçbirinde ne ar ve ne de utanma var.

Çıkmıș bir de ‘sağduyu’ çağrısı yapıyorlar.

Hayır bitti.

Sağduyu-mağduyu yok.

Hesap vereceksiniz.

Okumaya devam edin ‘SOLDUYU’

30
Oca
10

Sivil Anayasa Savaşları

Kimilerine göre kurtulușa az kaldı.

Ülke bir ‘seçim sathı mahalline’ girdi.

Șöyle de ya da böyle, bir genel seçimde Alaca Karanlık Partisi tek bașına hükûmet kuramayacak oranda oy alacak.

Zaten șimdiki genel bașkanı, nicedir aday olmayacağını söylemiyor mu?

Onsuz bir Alaca Karanlıkla daha kolay halleșilebilecek.

Biraz Baykal, biraz Bahçeli, az-buçuk Cindoruk, Șener-mener (ki kișisel olarak saygıdeğer bulurum), neydi o Komutan, sizin parti-bizim parti bir cümbüș ki ilk altı ayda ülkenin altı üstüne gelecektir.

Aman efendim, yoksa ben de ‘istikrar’ yanlısı olmayayım.

Hani Alaca Karanlık’tan yana mıyım neyim?

Hayır efendim, bu Alaca Karanlık kesinlikle gidecektir ve bir saniye bile kalması ülkeye de devlete de zarardır.

Gitmesiyle kalmayacak, öyle koalisyonlarda falan da boy göstermeyecektir.

Muhalefet yapmasına bile olanak verilmeyecektir.

Önce hesap verecektir.

Çıkardıkları tüm yasalar yeniden ele alınacak, yaptığı tüm anlașmalar gözden geçirilecektir.

Yaptığı atamalar geri çekilecektir.

‘O kadarını da’.. diye söylendiğinizi duyar gibiyim.

Evet efendim.

Tam da ‘o kadarına’ değini yapılacaktır.

Ya bu beklentiler yerine getirilecektir ya da ‘hiç gereği yok’la yetinilecektir.

Kalsınlar efendim, ‘Ölmüș eșșek kurttan korkmaz’ derler.

Dr Recep gidecekmiș de, İMF planlarını MHP daha iyi uygulayacakmıș.

AB’ye davul-zurnayla değil de ‘șerefimizle’ girecekmișiz.

Darbeye karșıymıșız da, ordu da kendisine çeki-düzen vermeliymiș.

Demokrasiden yanaymıșız da ‘çürük elmaları’ ayıklamalıymıșız.

Özgürlüklerden yana olduğumuz için ‘vakit’ ve ‘nakit’ gazeteleri de yayınlarına devam etmeliymiș.

Yayım özgürlüğü konusunda ‘Uluslararası Kurulușlarla’ antlașmalarımız olduğu için tarikat televizyonlarına bi-șey diyemeyecekmișiz.

Hani șu suç duyurusunda bulunan gazeteciler var ya, ‘onlar da bizleri
aydınlatmaya devam etsinmiș’.

Ya da ne olacakmıș ?

Efendim Alaca Karanlık gidecek olursa herșey daha
bir ‘rayına oturabilecek’miș.

Yani tren gidecek ve bizler de raylarla uğrașacakmıșız.

Sağolun, sağlıcakla kalın ve yerlerinizden kımıldamayın beyler.

Bu Alaca Karanlık öyle bir gidecek ki, sizlerin kılınızı kıpırdatmanıza gerek bile kalmayacak.

Kılınızı kıpırdatmadığınız için de bașka zahmetlere girmenize hiç gerek kalmayacak.

Bunlar öyle seçimle-meçimle de gitmeyecekler.

Göreceksiniz bunlar ülkede bir ‘iç-savaș’ çıkartmadan gitmeyeceklerdir.

Geçenlerde bir Avrupalıya ‘iç-savaș’ dedim de, yani ‘guerre civil’;  adam demek ki siz daha sivil olamamıșsınız dedi.

Doğru da söyledi.

Biz kurtuluș savașı verdik vermesine de, emperyalistlerle uğraștığımız için yeterince ‘sivil’ bir savaș yapamadık.

Okumaya devam edin ‘Sivil Anayasa Savaşları’

30
Oca
10

Şimdiki durumun özeti

Adamın  biri  çok  uzun  yıllar  yurt  dışında  kaldıktan  sonra  ülkeye  dönmüş.

Havaalanından  evine  gitmek  için  bir  taksiye  binmiş.

Yolda  giderken  yanında  sigarası  olmadığını  hatırlamış  ve  şoföre  bir  markette

durmasını,  sigara  alacağını  söylemiş.

Şoför  gitmiş  bir  caminin  önünde  durmuş  ve  ”buyrun  beyim,  sigaranızı  alın”  demiş.

Adam  şaşırarak  ”nasıl  yani,  burası  cami”  dediğinde,  şoför  ”beyim  artık  ticaret  camilerde  yapılıyor”  diye  cevap  vermiş.

Şaşkınlığı  artan  adam  ”Burası  ibadet  yeri  değil  miydi,  hocalar,  imamlar nerede…

Peki  ibadet  nerede  yapılıyor”  diye  sormuş.

Şoför  ”Beyim  ibadet  üniversitelerde”  diye  cevap  vermiş.

Adam  ”profesörler,  doçentler  nerede…  peki  eğitim  nerede  yapılıyor”  demiş.

Şoför  sakin  sakin  ”Beyim  profesörler,  doçentler  hapiste,  eğitimde  hapishanelerde

yapılıyor”  diye  cevaplamış.

Okumaya devam edin ‘Şimdiki durumun özeti’

29
Oca
10

Aydınların Çizgisi…

image

Yakın geçmişimizde bir grup aydının rolü büyüktür.

Birbirinin ardından öldürülen bu aydınları, -1 Şubat 1979’da katledilen- Abdi İpekçi ile başlatabiliriz.

Onun arkasından, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Kurucu Genel Başkanı Muammer Aksoy gelir.

Karanlık güçlerin eli kanlı tetikçilerince öldürülen aydınların listesinde Bahriye Üçok’u, Turan Dursun’u, Musa Anter’i, Bedrettin Cömert’i, Doğan Öz’ü, Çetin Emeç’i ve Ahmet Taner Kışlalı’yı anmalı.

17 yıl önce 24 Ocak’ta öldürülen Uğur Mumcu da o listededir.

Son günlerde aydınlardan ve halktan gelen ilginin, Uğur’un gönüllerdeki yerinin nasıl köklü olduğunu ve gittikçe büyüdüğünü de gösteriyor.

Hakkıdır da…

Uğur Mumcu’nun antiemperyalist çizgisini, Kuvayı Milliyeci ruhunu vurgulamalı.

Listesini daha da uzatabileceğimiz bu aydınlar, daha aydınlık ve insana daha layık bir Türkiye’nin davasındaydılar.

Uğur Mumcu da, çağdaş yurtseverliği antikapitalizmden, giderek sosyalizmden ayrı düşünmeyen bir devrimciydi.

O da, ötekiler de, Türkiye’ye böyle köklü bir açıdan baktıkları için, öldürüldüler…

*

Bu aydınlara bileylenen hınç, 27 Mayıs Devrimi’nin arkasından, daha çok da 12 Eylül’e doğru, Türkçü-İslamcı bir çizgi üstünde toplanıyordu.

O çizgide yer alan hemen bütün ideolojik renkler, çok geçmeden belli oldu.

Turgut Özal ideolojisi, 12 Eylül’ün hemen arkasından, iktidarını kurdu; ve bugün de hayranları çoktur.

Refah Partisi’nin ardından yeni bir parti hüviyeti içinde istediğini yapan AKP’çiler, kapitalizmin yürüyüşünde yaşanan büyük bunalıma bakıp işlerin kolay olmayacağını görüyor iseler de, sorumsuz bir yürüyüş içindeler.

Bunun sonu, demokrasiye varmaz görünüyor.

Orduya düşman bir bakış ne getirir?

Ya da böyle bir düşmanlığı şiar edinmiş çevrelerle alışveriş bir çıkmaza götürmez mi?

İşçi sınıfına düşmanlık da demokraside var mı?

Öte yandan, Türk dış politikası, baştan beri dostluk içinde kuruldu ve sürdürüldü.

Dış politikamızda “Türk-Arap muhabbeti”ni başa almak neden?

Olan bitene bakıp, Türkiye’nin, Yahudilik düşmanlığına itildiği bir politikanın içine düştüğü, böyle bir eğilim içine batmakta olduğunu söyleyen yazıların yayımlandığını görüyoruz Batı dünyasında.

Bundan daha kirleten bir politika yoktur…

Prof. Erol Manisalı’nın birkaç gün önce gazetemizde (25 Ocak) yayımlanan “Kutuplaşma ve Kavga mı? Uzlaşma ve Bütünleşme mi?” adlı yazısında şöyle diyordu: “Siyaset, iktisat, kültür ve güvenlik faktörleri arasında bir bütünleşme vardır.

Kültür politikası, ülkenin siyasetini olumlu etkileyecek şekilde yürütülür.

Bu dört faktör birbirleri üzerinde ayrıştırıcı değil, bütünleştirici bir etki yapar.”

Ve ekliyordu: “Türkiye’de herkes bu gerçekleri görmek zorundadır.

Kutuplaşma ve ayrışmaların kimseye bir yararı olmayacaktır, en azından ülke içinde çatışan ve kutuplaşan yerli taraflar açısından…”

TEKEL işçilerinin eylemine bir de bu açıdan bakmak gerekmiyor mu ?

Okumaya devam edin ‘Aydınların Çizgisi…’

29
Oca
10

İnsan Zekâsına Hakaret!..

image

Televizyon muhabiri, mikrofonu uzatıp sordu:

– “Balyoz Darbe Planı”nda faydalanılması hedeflenen 137 gazeteci arasında adınız geçiyor, ne diyorsunuz?

Gülümseyerek yanıtladım:

– Gerçekten çok komik!

Ama dehşet verici bir yanı da var; ya diğer grupta toplanan 36 “gazeteci” arasında yer alsaydı adım, işte o zaman utancımdan yerin dibine geçerdim!..

The Taraf’ın yayımladığı iki liste de gerçekten çok komikti…

Örneğin, “faydalanılacak gazeteciler” listesinde yer alan isimlerden Prof. Süheyl Batum, 2002 yılında hiçbir gazetede yazı yazmıyordu, kendisine sordum, “o tarihte beni ailem ve öğrencilerim dışında hiç kimse tanımıyordu.

Yazı yazmaya da 2004 sonunda başladım” yanıtını verdi, iyi mi?..

Örneğin, Yılmaz Özdil, o tarihte daha yazı yazmak bir yana, yazı işleri elemanıydı, üstüne üstlük işsizdi!..

Bunlar “düzmecenin” insanı kahkahalara boğan komedi kısmı..

36’lık listede adı geçen Cengiz Çandar, “Balyoz Darbe Planı”nın, ortalığa saçılan diğerleriyle karşılaştırıldığında çok vahşi ve çok fantastik göründüğünü bu nedenle içinde bir sürü hata barındırmasının doğal olduğunu belirtiyor.

Bu mantıkla bakınca her şey kolaylaşıyor tabii!..

Zaten Çandar da aynı doğallıkla, “söz konusu 137 isim arasında yaklaşık 100 ismi bana sorsalar bir askeri darbe yönetiminin ‘faydalanılabilir’ isimleri arasında sayabilirdim” diyebiliyor!..

Geriye kalan yaklaşık 40 isim ne oluyor diye soracak olursanız, bu kalem sahibine göre, “o kadar kusur kadı kızında da olur…”

– İnsanın midesi bulanıyor…

***

Gelelim, “Balyoz Darbe Planı”nın “pes” dedirten en vahim noktalarına…

The Taraf, 5000 sayfalık darbe planının 2002 sonlarında, yani seçimlerin hemen ardından hazırlandığını ileri sürüyor.

Plandaki şu satırları okuyalım:

-Toplumsal muhalefet sindirilmiş, muhalif basın, ekonomik ve mali denetim tehdidi ile susturulmuştur…

Utanmazlığa bakın!..

O tarihte daha Tayyip Erdoğan henüz milletvekili bile değildi.

AKP, henüz iktidara gelmişti..

Yukarıda söylenen baskılar bu tarihten en az 5 yıl sonra başladı!..

Aynı planda hangi bürokratların tutuklanacağı, hangi valilerin görevden alınacağı da listeler halinde hazır olduğu ileri sürülüyor.

O tarihte AKP hükümeti henüz bir tane bile bürokrat, vali atamış değildi!..

Okumaya devam edin ‘İnsan Zekâsına Hakaret!..’

29
Oca
10

Kürt Açılımı Kalmadı Darbe Açılımı Verelim

image

Politikacının kimyası değişiktir…

Kafası normal insandan farklı çalışır…

Vatandaş günlük yaşam kavgası verirken, politikacı iktidar peşindedir…

İktidardaysa onu korumak, muhalefetteyse iktidara gelmek ister…

Bu da şaşılacak ya da kınanacak bir özellik değildir…

Politikanın yapısı gereğidir.

İktidarın yolu ise seçimden geçer…

Dolayısıyla politikacının gözü kulağı, aklı fikri seçimdedir…

Artık “seçim” sözcüğü ortaya çıkınca, sandık ufukta görününce, iktidarın da muhalefetin de dikkati, stratejisi, eylem ve söylemleri seçim olayına kilitlenir.

***

AKP iktidarının “Kürt Açılımı”, aslında seçimler yaklaşırken ortaya atılan bir projeydi.

“Açılımın” topluma takdim edilişine, halkla ilişkilerinin yürütülüşüne baktığımızda da bu “seçime endeksli” olmayı net olarak görüyoruz:

“Açılım”, ilgililerle müzakere ederek başlamadı…

Medya ile toplantı yapılarak başladı.

Böylece işin “işlevsel” olmaktan çok “propaganda” niteliği ön plana çıktı.

Nitekim tüm proje de kamuoyu oluşturmaya yönelik atılımlarla sürdürüldü…

Her adım bir “show”a dönüştürüldü.

Ve bilindiği gibi fiyasko ile sonuçlandı.

Aslında Türkiye’nin gerçekten çok önemli sorunlarından birini çözebilecek olan “Kürt Açılımı”, samimiyetsizlik, hazırlıksızlık, beceriksizlik ve kötü yönetim yüzünden çöpe gitti.

***

Politikacılar açısından bir projenin başarısının ya da başarısızlığının hesabı, projenin sonucuna göre değil, sandığa göre yapılır:

AKP iktidarı “Kürt Açılımı” projesinin kendine oy kaybettirdiğini gördü….

Seçimler de yaklaştığı için…

Derhal “Kürt Açılımını” rafa kaldırdı…

Rafa kaldırmakla da yetinmedi…

Gündemi değiştirdi:

“Kürt Açılımı” gitti…

“Darbe tehdidi” senaryoları geldi.

Okumaya devam edin ‘Kürt Açılımı Kalmadı Darbe Açılımı Verelim’

29
Oca
10

Ermeni açılımının ardındaki büyük oyun

Azerbaycan Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokolü başından beri endişeyle izliyor.

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev için en büyük sorun anlaşmada Dağlık Karabağ konusunun yer almaması.

Türkiye’de Yeni Rejim iktidarının bu konudaki hassasiyetsizliği Azerbaycan’ın Türkiye’den hızla uzaklaşmasına neden oluyor.

Türkiye’nin Erdoğan’ın kaprislerinden dolayı bu yıl katılmadığı Davos Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde İlham Aliyev Türkiye’ye olan talebini şöyle dillendirdi:

“Azerbaycan Emindir ki, Ermenistan terefinden işğal edilen torpaqlar, o cümleden Dağlıq Qarabağ azad edilmeyene qeder Türkiye protokolları ratifikasiya etmeyecek”.

Aliyev, diplomatik bir üslup ile Türkiye’yi son kez uyarıyor, Karabağ olmadan size Ermenistan ile sınırınızın açılamasına asla izin vermeyiz, bunu engellemek için elimizden geleni yaparız, demeye getiriyor.

İs işten geçtikten, yani protokol imzalandıktan sonra Türkiye Azerbaycan’ın da baskısı üzerine Ermenistan’a dolaylı ve dolaysız yollardan Karabağ konusunu iletmeye calıştı.

Sonuç olarak Ermenistan, Türkiye ile yapılan protokollerden imzasını çekme yetkisi verecek bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor.

Sorun, Karabağ’ın protokol dışında tutulmasına rağmen Türkiye tarafınca gündeme getirilmesi.

Teknik açıdan bakıldığında Ermeniler’e hak vermek gerekiyor.

Protokol bir kere imzalanmış. Türkiye’den imzalanan bu protokole uyması ya da vazgeçmesi gerekiyor.

Bu arada Azerbaycan’ın Karabağ konusunda isteksiz hareket eden Türkiye’ye güveni tamamem tükenmiş durumda.

Aliyev, Karabağ’ı kurtarmak için elindeki tüm kozları kullanarak Türkiye’ye baskı yapmakta kararlı.

Elindeki en büyük koz ise Nabucco Boru Hattı Projesi.

Azerbaycan Haydar Aliyev Vakfı’nin sitesinde (www.azerbaijan.az) yayımlanan bir habere göre İlhan Aliyev, Nabucco Boru Hattı Projesi esnasında Türkiye üzerinden yapılması öngörülen Azeri doğal gaz ve petrol ihracının başka bir güzergahtan yapılabileceğine işaret ediyor.

Aliyev Türkiye’ye şu sözlerle açıkça gözdağı veriyor:

“Azerbaycan öz qazını dörd istiqametde ixrac ede biler: Türkiye, Gürcüstan, İran ve Rusiya. Biz bu istiqametlerin istenilen biri ile ixrac hecmini artıra da bilerik. “Qazprom” teklif ede bileceyimiz bütün hecmi almağı teklif edir. Nabucco gecikerse, biz tebii ki, Qazprom“a daha çox qaz satmalıyıq. Bu, tamamile aydındır”.

Aliyev, Gazprom’a, yani Rusya’ya daha fazla gaz satabiliriz; bu tamamen açıktır, diyor.

Türkiye’yi uyarıyor.

Okumaya devam edin ‘Ermeni açılımının ardındaki büyük oyun’

29
Oca
10

Ermenistan Açılımı Fiyaskoyla Sonuçlandı

image

Protokoller TBMM’de tutulduğu sürece, Türkiye üzerindeki baskıların artacağı açıktır.

Bu durumda, Erivan’ın “protokollerin asli hükümlerini” ihlal ettiği gerekçesiyle protokollerin derhal Meclis’ten çekilmesi isabetli bir hareket tarzı olarak gözükmektedir.

Ermeni liderlerin protokollerin yaşama geçirilmesini tehlikeye atmaktan kaçınmamalarının temel nedeni, soykırım iddiasının tartışmaya açılmasını ve Büyük Ermenistan kurulması hedefinden vazgeçilmesini öngören tavizler pahasına, Türkiye ile ilişkilerin normalleştirilmesini göze alamamalarından kaynaklanıyor.

Ermenistan Anayasa Mahkemesi, kurnazca bir kararla, Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokollerin bir taraftan Ermenistan Anayasası’na uygunluğunu kabul ederken, diğer taraftan da protokolleri uluslararası hukuk, Ermenistan Anayasası ve iç hukuku ışığında yorumlamak suretiyle, şu ön şartların Türkiye’ye dayatılmasını öngörüyor:

(1) –  Kars ve Moskova antlaşmaları geçersizdir.

(2) –  Ermenistan’ın Doğu Anadolu toprakları üzerindeki hakları meşru ve geçerlidir.

(3) –  Ermenistan,1915 soykırım olayının uluslararası alanda tanınması için Türkiye aleyhindeki kampanyasını sürdürecektir.

İlişkilerin tarihi boyutunu incelemekle görevli ortak komisyonu soykırım iddiasını ele alamaz.

(4) –  Sınırın açılması Karabağ sorununun çözümüne bağlanamaz.

Dışişleri Bakanlığı 18 Ocak’ta, “Protokollerin müzakere gerekçesini ve protokollerle hedeflenen temel hedefi sakatlaması nedeniyle kararın kabul edilemeyeceğini” açıkladı.

Başbakan Erdoğan da, “Erivan’ın metin üzerinde operasyon yaptığını, bunun düzeltilmemesi halinde sürecin zedeleneceğini” söyledi.

Bu durumun yol açacağı gelişmeler üzerinde fikir yürütmeden önce kararın analizini yapalım.

Okumaya devam edin ‘Ermenistan Açılımı Fiyaskoyla Sonuçlandı’

29
Oca
10

Türk etnojenezi ve mezhepler – (1)


(Haritayı büyütmek için tıklayınız)

Verimli Hilal’de son bin yılı aşan dönemden beri süren Türkleşme ve Türk egemenliği bu bölgedeki siyasi, askeri, politik ve dinsel bölünmelerle farklı etnik yönlere yönelmiştir.

Abbasiler  ve  Verimli  Hilal’de

Türk  egemenliği

Verimli Hilal’de son bin yılı aşan dönemden beri süren Türkleşme ve Türk egemenliği bu bölgedeki siyasi, askeri, politik ve dinsel bölünmelerle farklı etnik yönlere yönelmiştir.

Alparslan’ın Roma İmparatoru ile yaptığı Malazgirt Savaşı bu bölgede Türk egemenliğinin başlangıcı olarak alınır.

Oysa bu bir yanlış tarihlendirmedir.

Türkler, Abbasi devletinin 8-9. yüzyılda temel askeri gücü olmuştur.

Harun Reşit sonrası Halife olan Memun, annesi Türk oluşu nedeniyle ve Arapların İslami etkiyle geliştirdikleri cihat duygularının sönmesi sonrası bölgenin temel askeri gücünü etnik olarak Türkler oluşturmaktadır.

Müslüman olan Karahanlı Türklerin Bağdat çevresinde kurdukları karargah şehirleri Samara, Orta Asya’daki Müslüman Türk şehri olan Samara’nın yeni bir formudur.

Abbasi dönemindeki Türklerin, askeri egemenliği Irak bölgesiyle sınırlı olmayıp Şam ve Mısır’da da Türkler asegemen olmuşlardır.

Mısır’daki Tolunoğlu Devleti, Abbasiler döneminde bölgeye gelen Türk askerlerinin oluşturduğu bir devlettir.

Keza aynı şekilde Şam’ı fetheden Karahanlı Türklerinin bir kolunu oluşturan Hanoğlu Harun bölgedeki Halep Mirdasi beyliğinin yönetimini almıştır.

Önceki yazılarımızda anlattığımız Alparslan öncesi Selçuklu Türkmenleri gerek Suriye Selçuklu devletini gerekse Irak Selçuklu devletini oluşturacak şekilde bölgede Türk egemenliğini pekiştirmişlerdir.

Bu konu özellikle Diyarbekir bölgesindeki Abbasi devletinin dağılması sonrası kurulan Mervanoğlu devletinin anlaşılması açısından da önemlidir.

Mervanoğlu tarihini çarpıtarak Mervanoğlu Kürt tarihi diye Kürtçüler tarafından Ebu Azrak’ın tarihi basılmıştır.

Verimli  Hilal’i  Kürtleştirme  çabaları

Ebu Azrak’ın bu tarihinde ise Kürtle ilgili hiçbir olgu yoktur.

Baz-Bin Dostuk Harbendulu kabilesine bağlıdır.

Baz-Bin Dostuk 980’de Mervanoğlu devletine egemen olmuş daha sonra 990’da öldürülmüştür.

Yani Abbasi Araplarına isyan eden Baz-Bin Dostuk Araplar tarafından iktidarda kaldığı 5 yılın sonunda öldürülmüştür.

Baz-Bin Dostuk yerine Mervan-Bin Kek egemen olmuştur.

Kürtçü tarih anlayışı ile Mervan Bin Kek ve Baz Bin Dostuk Harbendulu kabilesinin üyeleridir.

Kürtçüler bu konuda bir çarpıtma yaparak Harbendulu kabilesinin Kürt olduğunu vurgulamaktadır.

Harbendulu kabilesinin gerek İbni Esir gerekse Ebu Azrak tarafından altı çizilmiştir.

Yani Arap Mervanoğlu devletinin son döneminde ele geçiren ailedir.

Halep Türkmenleri içinde yer alan 20. yüzyıla kadar devamlılığını sürdüren önemli kabilelerden biri Harbendulu’dur.

Ve Harbendulu Türkmen kabilesi olarak varlığını Abbasi Halifesi Memun döneminden beri sürdüren bölgeye yerleşmiş ilk Türk kabilelerinden biridir.

Bu boyutuyla Amed, Meyafarikin gibi bölgelerde Abbasi devletinin yıkılması sonrası egemen olan Mervanoğlu Devleti, Kürtlükle hiçbir ilgisi olmayan Selçuklu Türkmenleri öncesi bölgeye yerleşmiş Türk kabileleridir.

Ve bu Türk kabileleri Araplaşmamış ve Kürtleşmemiş olarak 20. yüzyıla kadar varlığını devam ettirmiştir.

Mervanoğulları, Selçuklu Türkmenlerinden Alparslan’ın ordusundaki önemli komutanlardan biri olan Artuk Bey tarafından yıkılmıştır.

Ve bölgede Artuk Bey ve onun oğullarından oluşan beylik Mardin, Diyarbakır Ahlat gibi şehirlerde egemen olduğu gibi batıda Malatya Elazığ civarında da egemenlik kurmuştur.

Şeref Han Mirdasilerin devamı olarak Türkler tarafından Halep’den kovulan Mirdasi beyliğinin Eğil ve Palu yöresine göç ettiği fakat burada da Artuk Bey tarafından soylarının kurutulduğu vurgulanmaktadır.

Şeref Han Mirdasi Bey’inin karısının hamile olarak bu katliamdan kurtulduğu ve daha sonra bu hamile kadının oğlu dünyaya geldiği ve bu oğlanın Buldukani Kürtlerinin atası olduğunu vurgulamaktadır.

Bu klasik ata oluşturma efsanesi Şeref Han tarafından Buldukani Kürtleri için anlatılmıştır.

Gerçekte ise Emir Bulduk, Artukoğlu İlgazi’nin oğludur.

Yani Artukoğulları Amed’i fethettikten sonra Amed’deki Türk ailesi olan Harbendulu’lara dayanan Mervanoğullarını yıktıkları gibi Mirdasilere bağlı olan Eğil-Palu bölgesini de fethederek buradaki hanedanı sonlandırmışlardır.

Ve İlgazi’nin oğlu Bulduk ve onun oğulları Timurtaş Eğil ve Palu beyleri olarak Artukiler döneminde iktidarda olmuşlardır.

Kürt  egemenliği  dedikleri  aslında  Türk  egemenliğidir

Mirdasiler hem Hanoğlu Harun döneminde Türk egemenliğine girmiş hem de Atsız ve ondan sonra kurulan Suriye Selçukluları devletinin Tutuş döneminde bütünüyle Türkleşerek Halep’ten kuzeye sürülmüştür.

İşte bu kuzeye göç eden ağırlığını Selçuklu öncesi Türkmenlerinin oluşturduğu Buldukhaniler Artuk Bey döneminde bütünüyle Türk beyliğini oluşturmuştur ve bunların Kürtlükle bir ilişkisi sözkonusu değildir.

Keza daha önce de vurguladığımız gibi İmadiye Kürtleri olarak Şeref Han tarafından bahsedilen Cezire Kürtleri yine köken olarak Abbasi devletinde yer alan Türk kökenli Kaasum Mudevle Aksungur’un oğlu İmadeddin Zengi’dir.

Ve bu bölgedeki Kürt egemenliği de aslında Selçuklu döneminde kurulmuş bir Türk beyliğinin egemenliğidir.

Okumaya devam edin ‘Türk etnojenezi ve mezhepler – (1)’

28
Oca
10

Yaşam çeşitlemeleri

Son olarak İtalo Calvino’nun “Klâsikleri Niçin Okumalı” adlı kitabını okudum.

Bu kitap beni yeniden “yaşam nedir?, nasıl yaşamalı?” konularını düşünmeye yöneltti.

Cumhuriyet Gazetesi’nin saygın yazarlarından rahmetle andığım büyük hoca Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bir yazısında “cabadan değil, cabanın cabasının yaşıyorum.” demişti.

Ben de seksen yaşı geçmiş bir doktor olarak yaşam yolculuğunun sonuna gelmiş olmam nedeniyle Antik Yunan’dan beri, yani yüzyıllar boyunca filozoflar, yazarlar, sanatçılar tarafından yazılmış, tartışılmış, yorumlanmış olan bu konular üzerinde bir kez daha geriye dönüş yaptım.

Nâzım Hikmet’in dediği gibi üç türlü yaşamak vardır.

Birincisi çoğunluğun yaşadığı gibi yaşamak yani bilinçsizce, farkına varmadan yaşamak.

Buna “kuru kalabalık” da diyebiliriz.

İkincisi, koşullar ne olursa olsun, fark ederek yaşamak.

Üçüncüsü, insanlığa kendini adayarak yaşamak.

Laboratuarında bilimsel bir araştırma yaparken ilk deneyi kendi üzerinde yapan bilimadamlarının sayısı pek de az değildir.

Bu adanmışlar bilim şehidi sayılabilir.

Keza son yıllarda teröre karşı verdiğimiz şehitler de vatana adanmışlardır.

Burada büyük kurtarıcı Atatürk’ün şu sözü anımsanmaz mı:

“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.”

Bir de bilinçsiz, amaçsız ve boş yaşayanlar vardır.

Geçen gün televizyon kanallarını dolaşırken bir paparazzi programına rastladım.

Bikinili bir hanım Bodrum plajlarından mikrofona avaz avaz “hayat çok kısa, eğlenmek lâzım” diye bağırıyor ve şakır şakır oynuyordu.

Onun için yaşam göbek atmaktan ibaretti.

Amaçsız bir yaşam avarelikten başka bir şey değildir.

“Vanya Dayı” adlı yapıtında A. Çehof “Doğa hepimizi, bütün canlıları ölüme mahkûm ettiğine göre nasıl yaşamak gerekir?” sorusunu sormuştu.

İspanyol şairi Jesus Munarriz de yaşlıları mahkûma benzetir ve “Mahkûm” adlı şiirini;

Mahkûmlar yalnızca
Zindanda bulunmaz
Şu parkta güneşlenen
İhtiyar için de
Ölüm koridorudur oturduğu sıra.

dizeleriyle bitirmişti.

Yaşlılık, yaşamın son ve en sorunlu evresidir.

Bir kere iş yaşamından uzaklaşılmıştır.

İkincisi, her zevkten yoksun kalınmıştır.

Üçüncüsü, sağlık problemleri, fizik güçsüzlük eklenmiştir.

Dördüncüsü, ölüme yaklaşılmıştır.

Ölüm yüzyıllar boyunca o kadar çok işlenmiştir ki; Seneca’nın önerisine uyup doğduğumuz andan itibaren ölüme götürüldüğümüzün bilincine varmışsak bunu soğukkanlılıkla karşılamamız gerekir.

Epeyce evvel yazarımız İlhan Selçuk bir fıkrasında “Son an geldiğinde gülümsemeye çalışacağım.” diye yazmıştı.

Ölüm üzerine en makul yorum Cicero’dan gelmişti:

“Ölüm ruhu tamamıyla yok ediyorsa üzerinde durmaya değmez. Yok onu sonsuz bir ömür yaşayacağı bir yere götürüyorsa o zaman istenilmesi gereken bir şeydir.”

Yüzyıllar sonra J. P. Sartre da aynı fikri başka bir anlatımla gündeme getirmişti.

Herakleitos’a göre de:

“Doğmuş olan her şey, aynı zamanda ölmekte olan bir şeydir.”

O halde ölümü yaşamın bir parçası olarak kabûl edip yaşama sanatını başarmamız gerekir.

Hele onurlu bir yaşam sürmüşsek bu, tamamlanmış bir yaşamdır.

Aristo, “Atlar at olarak doğar, insanlar insan olarak doğmaz, insan olunur.” diyor.

İnsan doğduğu zaman insan olmadığına göre, bu hiçlikten kurtulmanın yolu eğitimden geçer.

Halk şairimiz Âşık Veysel “İnsan olmak için okumak gerek” diyor.

Sıradanlıktan kurtulup özellikler taşıyan kişilikli biri olmak için okumak gerek.

Ulu Atatürk’ün manevî mirası da bilim ve akıl değil mi?

Yaşamı iyi kullanmanın yolu aklı kullanmaktan geçer.

Epiktetos gibi Antik dönemin bütün filozofları bilgi ve aklı öne çıkarmışlardır.

Seneca’ya göre de kitapsız yaşamak sanattır, kör ve dilsiz yaşamaktır.

J. L. Borges’in bir kitaplığı cennete benzettiğini okumuştum şu dizelerde:

“Ve cenneti düşledim
Bir kitaplık içinde.”

J. P. Sartre da kitaplığı bir tapınak olarak görmektedir.

Lübnanlı şair Halil Cibran’a göre yaşam güzel bir şarkıdır; bazıları sadece tek nota çıkarabilirken diğerleri bir ezgi çalabilir.

O halde insanlık değerlerinin başında bilgi, kültür geliyor.

Ulu Atatürk de “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiyor mu?

İnsan olmanın ilk koşulu eğitilmiş olmaktır.

Yaşadığımız şu dünyayı algılamak, doğayı toplumu ve insanı yorumlamak için eğitime gereknimiz var.

Ben yaşlılığın en zor yanının yalnızlaşmak olduğunu düşünüyorum hele uzun yaşanmışsa insan bütün sevdiklerini kaybediyor.

Yani yaşlılık gittikçe artan bir yalnızlıktır.

Ben sevginin en büyük itici güç olduğuna inanıyorum

. Sevgi insanı çoğaltır.

Sevgisizlik ise yalnızlaştırır.

Sevdiğin kişiler kalmayınca yalnızlık çilesini yaşıyorsun.

Şair de

Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Yalnızlık dediğin hayatta başlar,
Kabir boyunca devam etmek için.

demiyor mu?

Yalnızlığın en katlanılmaz yanı sonbahar yaprakları gibi dökülen bu yakınların kayıpları.

Şairler her kaybedilenden sonraki yalnızlaşmayı ne güzel anlatmışlardır.

Bugün insanlar video ve bilgisayar oyunları üzerine kurulu renksiz ve duygusuz bir yaşam çizgisinde bocalamaktadır.

Hattâ yalnız duygusuzluk çizgisinde kalmayıp gençler daha da ileri giderek cinayetlere bulaşıyorlar.

Son aylarda ana-baba katillerinin artması üzerine psikiyatrlar medyada yorumlara girdiler.

Bilim ve teknolojide büyük mesafeler alındığı halde insancıl çizgide korkunç bir gerileme gözlemlenmekte.

Bugün bilgisayar çağına girdik.

Teknoloji, bizi insandan ve insan değerlerinden uzaklaştırmakta.

Teknolojinin getirdiği olanaklar hiçbir zaman kitabın yerini alamaz.

Okumaya devam edin ‘Yaşam çeşitlemeleri’

27
Oca
10

Ergin Konuksever’in Objektifinden : İran – Irak Savaşı (1)

27
Oca
10

Mustafa Eren’den Tankut’a cevap; “Haddini bil”

image

21. Dönem Karabük Milletvekili Mustafa Eren dün yayınladığı Basın Bildirsinde Çelik-İş Sendikası Genel Başkanı H.Ferudun Tankut’a cevap verdi. Mustafa Eren’in basın bildirisi aynen şu şekilde;
Değerli Basın Mensupları
HADDİNİ BİL
Karabük’ün Hayat Damarı olmazsa olmazlarından biri Kardemir’dir Kardemir’e Karabüklülük ruhunu taşıyan hiç kimsenin zarar vermesi mümkün olmadığı gibi bunu düşünmesi bile tasavvur edilemez. Yapılan yanlışlıkları, uygulamadaki aksaklıkları dile getirmek Kardemir’e zarar vermek değil aksine yörenin ve işçinin menfaatine olmayan “Sen Ben ve Bizim Oğlanlarla” onların işbirlikçilerinin icraatlarını gün yüzüne çıkartmaktır gönlünüz rahat olsun Kardemir’e zarar vermeye kimsenin gücü yetmez, çünkü Sizden kimseye sıra gelmez.
Kurdukları Korku ve Menfaat imparatorluğunda Adeta köpeksiz köyde değneksiz dolaşarak Müslüman Mahallesinde Salyangoz satma gayreti gösterenler yanıldıklarını yakında anlayacaklardır Konuşursam Kaçacak delik ararlar damarıma basmasılar doğduklarına pişman ederim diyorsun şunu iyi bilmeni isterim ki  sizin oralarda Delik dediğiniz şeye bizim buralarda “Dölük” içinden çıkamayana da “Hödük” derler, sen konuştuğun zaman Karabüklülük ruhu taşıyan hiçbir fert senin yanında sana komşu olmaz. Söyleyecek sözün sahip çıkmadığın karşısında konuşacak sözün varsa çık konuş Konuşmazsan namertsin Kuştan Korkan Darı Ekmez  İstersen istediğin kanalda karşılıklı konuşalım Tehdit ederek pişman ederim diyorsun Karabük’ü geldiğin yerlere benzettin herhalde  burası dağ başı değil Cumhuriyet Kenti Karabük, Çeliğe hayat veren Kardemir işçisinin yuvası Burası Memuru, İşçisi, Emeklisi ile Velhasıl tüm yaşayanları ile yiğidin harman olduğu yer Yiğidin Harman olduğu yerle ,Harman dalını karıştırma Harmandalı alın terinin, Göz Nurunun karşılığını alamayan hani şu % 42’lerini kestiğin İşçilerin aidatları ile saltanat sürdüğün eş, dost ve yandaşlarınla yemek yerken el şaklattığın oyunun adı harmandalı.
Sizin oralarda ne derler bilmiyorum ama bizim buralarda sizin gibi kuru sıkı atana Üfürükten Teyyare derler.
Sizin Oralarda nasıldır bilmem ama bizim buralarda eskiden sendikacılar haddehane meydanına işçiyi toplar imzaladıkları toplu iş sözleşmesinde sağladıkları hakları işçilere bir bir açıklarlardı
Sizin oralarda nasıldır bilmem ama bizim buralarda sendikacılar kendi eş, dost ve yakınlarının menfaatini değil işçinin hak ve menfaatini korurlardı
Sizin oraları bizim buraları söyleyecek çok şey var ama Hadi varmısın Haddehane meydanına çelik işçisini toplayıp % 42 leri ne yaptığını, işçiyi nasıl mağdur ettiğinizi anlatmaya,
Hadi var mısın Hesabı kesilen işçilere nasıl sahip çıkamadığınızı anlatmaya,
Hadi var mısın 70 Trilyon zarar eden Kardemir yönetimini eleştirmeye,
Hadi Var mısın Kardemir’i zarar ettiler Kardemir Yöneticilerinin kendi şirketlerini nasıl kara geçirdiklerini anlatmaya,
Kardemir’e işçi alınması için önce benim cenazemi çiğnersiniz  deyip Hısım Akrabanızı Sendikacı yakınlarınızı nasıl aldığınızı anlatmaya,
Hadi var mısın İşçiye sakın hakkınızı aramaya kalkmayın işveren hesabınızı keser bizde sesimizi çıkaramayız demeye,

Okumaya devam edin ‘Mustafa Eren’den Tankut’a cevap; “Haddini bil”’

27
Oca
10

Saudi nire ? Karabük nire ?

Alparslan Başeğmez 26/01/2010

Alparslan Başeğmez

Gazetelerde sekiz sütuna manşet…
Yerel televizyonlarda first haber…
Mehmet CEYLAN, Başbakan Recep Tayyib ERDOĞAN ile Suudi Arabistan’a gitti…
Aman Allah’ım…
Ballandıra ballandıra anlatmalar…
Sekiz sütuna manşet haber atlatmalar…
Dallatmalar…
Budaklatmalar…
Neymiş efendim?…
Karabük Milletvekili Sayın Mehmet CEYLAN, Başbakan Sayın Recep Tayyib ERDOĞAN ile Saudi Arabistan’a gitmişmiş…
Bize ne?…
Niye gitmiş?…
Gitmişte ne olmuş?…
Bize ne fayda sağlamış?…

Mehmet CEYLAN kardeşimiz Türkiye –Saudi Arabistan ortak dostluk grubu başkanıymış…
Başbakan Saudi Arabistan’a giderken dostluk grubu başkanı olarak onu da yanına almış…
Sayın CEYLAN dostluk grubu başkanı…
Onu almayacakta…
Muhtar Murtaza’yı mı yanına alacaktı?…
Veya Hakkâri’nin Beytüşşebap ilçesindeki Abuzer’ imi yanında götürecek ti?…
Biliyoruz biliyoruz…
Hemen zıplamayın…
Beytüşşebap eskiden Hakkâri’nin ilçesiydi…
Şimdi Şırnak’ın ilçesi…

Ne diyorduk?…
Bilmem kaç kişi içinde, bizim CEYLAN’ ımız da katılmış kafileye…
Uçmuşlar Saudi Arabistan’a…
Yapılan bilgilendirme ve üfleme servisi gereği…
Giderken çok gümbürtü koptu…
Yerel basın ve medyada…
Dönerken tısssssssssssssssssssss…
Bende bayağı sevinmiştim…
Umutlanmıştım…
Koskoca Başbakanla aynı uçakta seyahat etmek her kula kolay kolay nasip olmaz…
Nede olsa yan yanalar…
Sayın Başbakan uçağın birinci koltuğunda, en önde…
CEYLAN’ ımız üç yüz ellinci koltukta en arkada…
Olur mu?…
Mebbusumuz Türkiye –Saudi Arabistan Ortak Dostluk Grubu Başkanı…
Başkan, Sayın Başbakanla mutlaka yan yana oturur…
Üç saat…
Geyik muhabbeti yapacak değiller ya…
Fırsat bu fırsat…
CEYLAN’ ımız anlatır…
Sayın Başbakan’da dinler…
Karabük’ü anlatır…
Karabük’ün 7.9 şiddetindeki deprem görmüş bir şehir gibi çöküşünü anlatır…
17.000 işsizi anlatır…
Kıvır kıvır kıvranan aşsızı anlatır…
İş bulmadan umudunu kesmiş, intiharı düşünen eşsizi anlatır…
Siftah yapmadan kepenk kapatan zavallı Karabüklü esnafı anlatır…
İddia edildiği üzere, Karabük’ün yarısının, Kardemir çalışanının ise tamamına yakınının haciz tehdidi altında olduğunu anlatır…
Sanayicinin, işadamının boğazına kadar zorlandığını anlatır…
Hatta…
Zavallı garip, mütekait emekli amcaların, teyzelerin aldığı üç beş kuruş emekli maaşının işsiz oğulları, eşsiz kızlarıyla paylaşmak mecburiyetinde kalarak, ay sonunu dar naçar nasıl getirdiğini anlatır…
Ve en önemlisi…
Karabük’e verilen teşvikin hiçbir işe yaramadığını…
Çevremizdeki illerin artı ilave teşviklerden hala faydalanmaları nedeniyle…
Hiçbir yatırımcının…
Sümüğünü bile Karabük’e atmadığını anlatır…
İlave teşviklerin Gökçeada ve Bozcaada’daki gibi Karabük’e verilmesi gerektiğinin şart olduğunu anlatır…
Karabük’te ki işsizliğin, vahametini ve ciddiyetini anlatır…
Bazı “dallamaların” yerel medya ve yerel gazetelerde demeçler verip, pembe tablolar çizmeye gayret etmelerinin inandırıcı olmadığının görülmesine karşın, bir “sidik yarışı” ile akıl danelik etmelerinin aptallık olduğunu ve Karabük halkının bunu artık yutmadığını anlatır…
Ve Sayın Başbakan’dan yardım ve imdat ister…
Diye düşündüm…
Ve bayağı umutlandım…

Haaaaaaaaaaa…

Bir de…

Koskoca  Türkiye-Saudi Arabistan  Ortak  Dostluk  Grubu

Başkanı  bir  mebbusumuz  var…

Yöremizin  çocuğu…

Bu ortak dostlar artık kimse…

Onu kendisi biliyor…

“Ortak  Dostlara”…

“Gelinde  Karabük’e  bir yatırım  yapın”…

“Bir katre  sidiğiniz  bile  damlasa  Karabük  ihya  olur”…

Der  diye  düşündüm…

Bir  bakmışsınız…

Develerle  yeşil  dolarlar  geliyor…

Önde  eşşek…

Ardında  deve  filosu…

Cildikısık  Tüneli’nden  merasimle  Karabük’e  giriyor…

Ne kadar safım değil mi?…

Adı güzel, kendi güzel Muhammed (S.A.V.)…

Ne olur bize biraz akıl ihsan eyle Ya Rabbim…

Okumaya devam edin ‘Saudi nire ? Karabük nire ?’

27
Oca
10

Can Dündar’dan terörist propagandası

Sakık diyor ki: “Bizim için devlet askerdi. Asker gelirdi, ya silah, ya vergi, ya asker kaçağı toplar, dayak atıp giderdi. Asker, dayaktı.” Öyleyse şunu sormak lazım. Peki ni­ye sizin toplumunuz yasadışı silah kullanır? Askere gitmemekte direnir?
Ver­gi vermez? Kaçakçılıkla, uyuşturucu ti­ca­retiyle geçinir? Bir de Türk insanına bakın… Vergi vermeyene hırsız gözüyle bakılır. Askerden kaçana kız bile verilmez.
Kürdün dünyasında ise vergi vermek, askere gitmek, hatta elektriği bile parayla satın almak en hafif deyimiyle “enayi”liktir…

Teröristten  bir  “sevgi  kelebeği”  yaratmak

Ekranların “titrek sesli” duygusal belgeselcisi Can Dündar yeni bir “gazetecilik başarısı”na imza atmış: Şemdin Sakık’la röportaj!

Tabii görüşme bir röportaj değil, gazetecilik hiç değil, en hafif söylemle, alçakça bir propaganda faaliyeti…

Röportajın girizgahı klasik bir Can Dündar girişi…

Haddinden fazla duygusal…

Hüzünlü sözcüklerle süslenerek üstü örtülen bir çarpıtma…

Şöyle diyor Can Dündar, Sakık’ı tanıtırken:

“Dile kolay; üst üste iki gece aynı yerde yatmadan, bazen ağaç kovuklarında bazen mağaralarda saklanıp sadece otlarla beslenerek, en yakınlarının ölümünü izleyerek, her an tetikte bekleyip yeri geldiğinde acımasızca öldürerek geçen 18 yıl…”

Vah vah diyesi geliyor insanın.

Çektiği sıkıntıya bakın Sakık’ın!

En yakınlarının ölümünü izlemek zorunda kalmış, sadece otla beslenebilmiş…

Teröristlik  ancak  bu  kadar  hüzünlü  anlatılabilir.

PKK,  40 tane  propaganda  kitabı  yazsa,  bu  kadar

etkili  olamaz !

Ne diyor Dündar? “Yeri geldiğinde acımasızca öldürerek”

Sakık’ın şu sıkıntısına bakın !

Son derece güç koşullarda yaşamanın da ötesinde “acımasızca öldürmek” zorunda da kalmış Sakık.

Bu insanlar zorla mı terörist oluyor ?

Zorla mı adam öldürüyor ?

Hadi sıradan PKK’lı teröristi bir kenara bırakalım, Apo’nun ardından PKK’nın 2. adamı olmuş, binlerce vatan evladının, yüzlerce bebeğin, binlerce masum yurttaşın ölümünden sorumlu bu insan, mahkemece de katilliği belgelenmiş bu “cani” için yazılanlara bakar mısınız…

PKK’lı olmak, terörist olmak ne kadar da sıradanlaştırılmış.

Aynı programda Dündar, Hrant Dink’in öldürülmesinden ne kadar üzüntü duyduğunu da anlatıyor.

Neymiş efendim, bir bebek nasıl bir katile dönüşebilirmiş…

Bu şekilde dönüşüyor sayın Dündar!

Dağa çıkmak, devlete kurşun sıkmak, askere saldırmak, pusu kurmak, katliam yapmak sizin gibilerinin bu hain cümleleri sayesinde bu kadar sıradanlaşıyor. Hatta “ulu bir direniş destanı”’na dönüşüyor.

Bir katili adam yerine koyup röportaj yapıyorsunuz, bebeler de sizin gibilerin bu programlarını izleye izleye katile dönüşüyor.

Sayın  Can Dündar,  Sakık’la  ilgili  cümlelerinin

binde  birini  Serap  için  de  yazabilir  misin ?

Devam ediyor o “titrek” sesiyle:

“Sonra bir kadına gönül vermiş… Silahın artık bir çare olmadığına inanmış.”

Görüyor musunuz duygusallığı…

Sakık bir kadına gönül vermiş…

Artık top Sezen Aksu’da…

Ondan da Sakık’ın bu aşkı hakkında “duygusal” bir şarkı bekliyoruz.

Binlerce kadını gönül verdiği erkeğinden ayrı koyan bir terör örgütünün lideri hakkında “gönül vermiş” demek, eşinin, nişanlısının, sevdiğinin mezarı başında ağlayan şehit yakınlarına hakaret değidir de nedir?

Türk insanı duygularına bu derece yabancılaştırıldı…

Milyonların televizyonun başında sevdiği kadına varamayan Sakık’a ağlaması isteniyor.

Can  Dündar  Sakık  hakkında  saatler  süren  duygusal  programlar  yapar.

Ama  Serap’la  ilgili,  PKK’nın  yakarak  öldürdüğü  Türk  kızıyla  ilgili  tek  bir  cümle  bile

kurmaz.

Hadi  Dündar,  yapsana  bir  belgesel  de  Serap  için…

O  “titrek”  sesinle  bir  kere  olsun  Türk’ün  derdine  çare  arasana ?

İsyan etsene tek suçu o akşam dersaneden evine otobüsle dönmek olan genç bir kızcağızın geleceğinin söndürülmesine…

“En yakının ölümünü izleyen” Sakık için kurduğun o hüzünlü cümleleri, Serap’ı gözlerinin önünde yitiren anas için de yazsana…

Yapmazsın biliyoruz…

Çünkü bu bir misyon işi…

Bu toplumda herkesin belli bir misyonu var.

Kimi Türk’ün sesi olmaya çalışır.

Kimileri ise Türk düşmanı kim varsa onun için gözyaşı döker.

Her neyse…

Okumaya devam edin ‘Can Dündar’dan terörist propagandası’

27
Oca
10

Türk Schindler’i Büyükelçi Behiç Erkin

Paris Büyükelçiliği döneminde Naziler Fransa’yı (yine belirtelim, tek kurşun atmadan!) işgal edip, Musevi avına çıktığında, Fransız yasaması maarifetiyle Musevilere iş bıraktırıp, toplama kamplarına götürmeye başladığında onca dünya milletlerinin sus pus kendi vatandaşlarının da bu zulme uğramasına aldırmadağı zamanda Behiç Erkin, Necdet Kent, Namık Kemal Yolga, Selahattin Ülkümen gibi Türk diplomatları karşısına dikildi Nazilerin.

O Nazi kanunlarını sadece Türk diplomatlar uygulatmadılar vatandaşlarına, bir bir toplama kamplarından; Türkleri, Osmanlı tebaasını ve daha ne kadar kişiyi kurtarabildilerse uğraştılar durmadan.

Bazen, Bu ev/işyeri bir Türk’e aittir levhası, bazen bir Türk pasaportu bazen de Türkçe bilmeleri önüne geçti Nazilerin.

Sadece Behiç Erkin Yahudilere 20 bin Türk pasaportu yani yeniden doğum belgesi dağıttı o dönem.

Marsilya Konsolusu Necdet Kent bir bir tren garlarını dolaştı, son anda gaz odalarına gitmek üzereyken birilerni kurtarabikmek umuduyla.

O trenden 3 Türkü indiremeyince kendisi de bindi gaz odalarına doğru giden trene.

Behiç Bey Paris ve Berlin’i birbirine kattı.

İki istasyon önce alamadığı 3 Türke karşılık 1 vagon dolusu insanla indi Necdet Bey gara ki daha sonra bu yaptığı yüzünden evi bombalandı ve karısı orada vefat etti.

Çok değil, o yıllardan 5 sene öncenin Fransa Başbakanı bile kendi ülkesinde Nazilerin elinden öz oğlunu kurtarması için Türk Büyükelçisi’nden yardım isteyecekti.

Arzu eden Ankara Üniversitesi İnkilap Müzesi’nde  çaresizlik dolu bu mektubu bulabilir.

Fransa !  Fransa !

Meclisinde Türkler soykırım yaptı, yapmadı diyeni cezalandırırım diyen Fransa !

27
Oca
10

Aşkın yüzü

27
Oca
10

1933 sonrasında Almanya

Nazilerin Yahudi soykırımı tarih sahnesinde, birçok nedenlerden ötürü, kendine özgü bir olaydır.

Naziler işleyen modern bir devletin merkez yönetimini ve ona bağlı birimleriyle oralardaki aylıklı görevlileri kullanarak, hedef aldıkları kişileri, bu arada en başta Yahudileri, tek tek cins, yaş, inanç ve eylemlerine bakmaksızın, ortadan kaldırma peşine düştüler ve bunu büyük ölçüde, hele ilk başlarda hiç direniş görmeden, acımasızca başardılar.

Almanya’nın ve Avrupa’da Alman işgâli altındaki yerlerin Yahudileri bağımsız ya da özerk toprak edinme ya da iktidarı ele geçirme gibi emeller beslemeyen, üstelik ülkesinin (ya da ülkelerinin) bilim, sanat ve yazınına katkıda bulunarak o yılların Nobel ödüllerinin üçte-birini kazanmış olan, barıştan yana ve yalnızca dinsel/ekinsel bir kümeydi.

Nerede bulunuyorlarsa, oranın devletine bağlı yurttaşlarıydılar.

Alman Yahudilerinin çoğu kendilerini öteki Hıristiyan yurttaşlardan daha az Alman görmüyorlardı.

Almanya ve Avusturya Yahudilerinin binlercesi Birinci Dünya Savaşına kendi ülkeleri adına katılarak yurtları için yaşamlarını tehlikeye atmaktan geri kalmamışlardı.

Birçok şehitlerinin adları anıtlardaki dizelgelere haklı olarak kazındı.

Bu durum Osmanlının son yüzyılındaki Ermenilerin tavrına hiç benzemiyordu.

Yahudilerin (ve üçüncü tarafların) her hangi bir Alman yönetiminin onların haklarını ve kimliklerini ellerinden alacağını ve sonunda onları topluca yok etmeğe yöneleceğini bir olasılık olarak bile düşünmeleri çok güçtü.

Amerika’nın ünlü
zenginlerinden Henry Ford sözünü sakınmayan bir
Yahudi düşmanıydı. Hitler onu “Alman Kartalının Büyük Hacı” ile ödüllendirdi. Ford savaşı Yahudi bankacıların çıkardıklarını ileri sürüyordu.

Naziler ise, Yahudilerin köklerinin kazınmasının Almanya ve dünya için iyi olacağını açıkça söylüyor ve yazıyorlardı.

Yahudileri yıkıcı bir ırk diye tanımlayan düzmece bir inanca bağlı olarak, öylesine aşırı bir düşmanlık söz konusuydu ki, Yahudilerin ortadan kaldırılması göstermelik sözlerde kalmadı, “Son Çözüm” (Endlösung) diye bir uygulamaya da yol açtı.

Teuton kökeni yalnız mavi gözlerine yansıyan, ama babası yarı-Yahudi olan Hitler iktidarı alır almaz, gerçek denilen şey onun için sözde “ulusal düşmanlara” ilişkin düşünceleriydi.

Bu bağlamda, Hitler’in gerçek adı Alois Schicklgruber olan babasının yarı-Yahudiliğine değinebilirim.

Bu yanını Nazilerden başka Yahudi çevreleri de saklamakta olduklarından, kimi ayrıntılar birbirini tutmuyor.

Gene de, belge sayılabilecek kimi gerçekler var.

Az bilinen bir yoruma göre, baba Alois’un annesi Schicklgruber soyadlı varlıklı bir Yahudi ailenin evinde yatıp kalkarak temizlik işlerine bakan Anna Marie adlı orta yaşına yaklaşmakta olan bekâr bir köylü kızdı.

Onun evden dışarıya çıkmayan, sessiz sedasız ve kendi işinde biri olduğu anlaşılıyor.

Schicklgruber ailesinin 17 yaşında bir oğlu vardı.

Hizmetçi kadının karnı büyüdükçe gebe olduğu anlaşıldı.

Baba oğluyla özel bir konuşma yaptıktan sonra, Alois adı konan çocuğun kendi ailesinden sayılacağına ilişkin bir açıklamada bulundu ve ona kendi soyadını verdi.

Alois kırkına değin bu soyadını kullandı.

Bebek Alois’ın anasının ve babasının karı-koca gibi birlikte yaşamadıkları anlaşılıyor.

Alois ana evinden ayrıldı ve amca dediği Johann Georg Hiedler’in evine giderek yaşamını bir ara orada sürdürdü.

Daha sonra, eski soyadını bırakarak amcasının aile adını (onun da yazılış biçimini değiştirip) “Hitler” olarak almayı uygun gördü.

O ailenin adı kimi zaman Huetler ya da Huettler diye de yazılıyordu.

Birilerine göre, aynı amca Johann von Nepomuk Huetler diye de biliniyordu.

Ancak, Johann von Nepomuk komşu Çek ulusunun ünlü azizinin de adıydı.

Bu nedenle, amca da “Hiedler” yazılışını yeğliyordu.

Adolf Hitler babası Alois’in üçüncü eşi Klara Poetzl’den olan üçüncü oğluydu.

Babanın ilk iki eşi (Anna Glasl-Hoerer ve Franziska Matzelsberger) erken ölmüşlerdi.

Üçüncü eş Klara beş çocuk doğurduysa da, üçü yaşamadı.

Yüzü annesininkini andıran Adolf (alkolik babanın sık sık yokluğunda) Almanca “Mutterschönchen”, yani “anasının kuzusu, sevgilisi” dedikleri hafif şımartılmış tiplerdendi.

Babasını kaç kez barlardan alıp eve getirir, oldukça sıkça da ondan sopa, kamçı ve kayışla dayak yerdi.

Babasının ikinci eşinden olan Angela’nın sonra intihar eden sarışın güzeli kızı (Geli Raudal) belki aşk derecesinde sevdiği tek kişiydi.

Hitler daha iktidara gelmeden önce, Adolf’un bu “biraz Yahudiliği” ile “piç”liğini kalemlerine dolayıp yazanlar oldu.

Bu suçlamalardan bıkan Adolf Hitler partisinin avukatını eski evlerinin olduğu Leonding kenti ve Spital köyü çevresine yollayıp konuyu araştırmasını ve kendine bilgi vermesini istemiş.

Aradan aylar geçip avukattan ses çıkmayınca, onu yanına çağırtıp ne bulduğunu öfkeyle sormuş.

Avukatı da “ne yapalım ki, doğru!” yanıtını vermiş.

Bunun üzerine, ninesinin kendini çocukken uyarmış olacağını, böyle uydurma dedikoduların çıkabileceğini, ama doğru olmadığını ve kulak asmamasını söylediğini ileri sürmüş.

Ben 2000 yılında New York Halk Kütüphanesinde bu Alman avukatın daha sonra yayımladığı kitabı gördüm.

Bu olayı orada anlatıyor ve Hitler’in çocukken baba Alois’in annesi, yani ninesiyle sözde konuşması üstüne de o ninenin gömütüne gittiğini ve taşın üstüne yazılmış yıla göre ninesinin Adolf doğmadan ölmüş olduğunu ve böylece Adolf Hitler’le arasında böyle bir konuşmanın geçmediğini anladığını söylüyor.

Damarlarındaki kan soyu ne olursa olsun, iktidardaki Adolf Hitler’e dönelim.

Almanya’da, Avusturya’da ve çevre ülkelerindeki Yahudi azınlıkların savunmasız durumları onları uygun bir hedef durumuna getirmişti.

Bunun tarih boyunca da böyle olduğu söylenebilir.

Fakat Hitler onları günahın ve şeytanlığın yeni bir aşaması üstüne konumladı.

Onlar, daha önceki suçlamalardan çok farklı ve dolaylı olarak da, her türlü uygunsuzlukların aşağı yukarı onların etkisiyle oluşmuş gibi sanki bir kirlilik simgesi durumuna sokuldular.

Demokrasi, kapitalizm, sosyalizm, seçkinler, sanat ve benzeri sözcükler başlarına “Yahudi” yaftasının eklenmesiyle hemen “kötü” bir şeye dönüşüveriyordu.

“Yahudi demokrasisi” ya da “Yahudi sanatı” der gibi.

Nazi yönetimi kimi zaman efsanelerden ve asılsız inançlardan yararlanarak, Alman bilimi ya da öğretisine göndermeler yaparak o kavramların karşıtlarını bile yaratmıştı.

Yahudilere de kala kala toplama kampları ve orada olacaklar kaldı.

Yahudiler, kendilerinden daha az sayıda, ama başkalarıyla birlikte, yani Roman halkı, genel anlamda solcu denenler, siyaset liberalleri, sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler, sendikacılar, her türlü muhalifler, hastalıklılar, sakatlar, özürlüler, zekâca geri görünümlüler, ne anlama geldiği belli olmayan “uyumsuzlar” (asosyaller), eşcinseller, dilenciler ve benzerleriyle, ya Dachau ve Mauthausen gibi toplanaklara ayak bastıklarında ya da sonra türlü biçimlerde öldürüldüler.

Onlar için, ölümlerden ölün beğen: Açlıktan, pislikten, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklardan, idam mangası önünde yığılarak, enseden kurşun yiyerek, mitralyözle taranarak, birlikte asılarak, ayrı ayrı ipe çekilerek, kaçmağa çalışma uydurmasıyla arkadan vurularak, gerçekten kaçarken elektrikli tellere takılarak, yüksek bir yerden aşağıya itilerek, her gün uzun saatleri kapsayan ağır işten bitkin düşerek, işkencede, topluca, laboratuarlardaki deneme köşelerinde, gaz odalarında ya da fırınlarda…

Irksal yönden Yahudi avı ülküsel açıdan Bolşevik arayışıyla birleşip bunlara bir de genişlemek isteyen Almanlar için “Yaşama Alanı” (Lebensraum) bir gereksinim gibi eklenince, savaş kaçınılmaz oldu.

“Son Çözüm” 1942 yılıyla başlayarak, bütün anakaradaki Yahudi nüfusun devletçe tasarlanarak ve örgütlü biçimde ortadan kaldırılması anlamına geldi.

Almanya’nın doğrudan ya da dolaylı yönettiği ülkelerdeki Yahudilerin de kurtulma olanağı pek yoktu.

Kukla devletler kendi Yahudilerini ya acımasızca öldürdüler ya da onları Almanlara teslim ettiler.

Fransa gibi kuzeyi Alman işgâli ve güneyi de onların ağır etkisi altında olan devletler bu tavırlarını sonra Nazi baskısıyla yorumlamışlarsa da, Batı Avrupa’nın bu önemli ülkesinde ya da Polonya gibi Doğu Avrupa topraklarında Yahudi düşmanlığının köklü geçmişi vardı.

Örneğin, Polonya’da 1933’de üç milyona yakın Yahudi nüfusu savaştan sonra birkaç bine indi.

Onların bir bölümü Türkiye, Amerika ve daha sonra İsrail’e göç ettiyse de, milyonların devlet eliyle can verdiği yadsınamaz bir gerçektir.

Fransa gibi Alman işgâli altındaki kimi ülkelerde Türk diplomatları toplama kamplarına yollanacak olan Yahudilerin bir bölümünün pasaportlarını yenilememiş eski Türk yurttaşları olduklarını öne sürerek yüzlercesini, bu arada Türk yurttaşı olmayanları da, kendi güvenliklerini, giderek canlarını tehlikeye atarak kurtarmışlardı.

Bu eylemlerinden ötürü öldürülen konsolosumuz ve eşi de vardır.

Alman askerinin girdiği Avrupa ülkeleri içinde Bulgaristan’ın kendi Yahudilerini Almanlara teslim etmediği genelde onay gören bir savdır.

Bulgaristan kendi sınırları içindekileri gerçekten vermek istememiştir de.

Bir önemli nedeni onları kendi amaçları uğruna zorla çalıştırmaktı.

Hiç değilse, Sofya’daki Alman Büyükelçisi Beckerle 17 Mayıs 1943 tarihli yazanağında böyle diyor.

Ayrıca, Bulgaristan Yahudi azınlığın ileri gelenlerinden birkaçını teslim etmiştir de.

Ama daha önemlisi, kendi toprağı üstündekileri değil ama Almanların saldırıp ele geçirdiği ve sonra da yönetimini o zamanki uyduları Bulgarlara bıraktıkları Makedonya’daki Yahudileri, iki ülke dışişleri bakanları Ribbentrop ile Popov arasındaki görüşmeler ve anlaşma gereğince, Nazilere göndermiştir.

Ben bu konunun araştırmasını Yugoslav Makedonyasında yaklaşık yirmi yıl önce yaparak sonuçlarını başkent Üsküp’te basılan (sayı 3, 1991, sayfa 153-159) Macedonian Review adlı dergide yayınlamıştım.

Önce Almanya ve Avusturya’da tutuklananlar için ilk başta ana toplanaklar kuruldu.

Onlara bağlı daha küçük kamplarla ortaya büyük ölüm yumakları çıkıyor, bunlar hızla çoğalıyor ve büyüyorlardı.

Her birinin çevresi elektrikli dikenli teller ve mitralyözlü gözetleme kuleleriyle sarılıydı.

Ölümle karşı karşıya olanlar hem S.S. hem de Krupp ya da Göring fabrikaları gibi kuruluşlarca en ucuzundan işçi olarak kullanılıyorlardı.

Adlarının yerine geçen numaraları tutsakların sol kollarına dövmeyle yazılmıştı.

Cinaî sayılacak deneyimler yapan doktorlar onların kimilerinden kobaylar gibi yararlanıyorlardı.

Tutsaklar yarının son günleri olabileceğini düşünerek sürekli bir tehdit altında sürünürcesine yaşamaktaydılar.

Gaz odalarının hava geçirmeyen kapıları sıkıca kilitlendiğinde, siklon-B zehirli gazı özel deliklerden yayılmağa başlıyor ve içeridekileri yaklaşık on beş dakika içinde boğuyordu.

Tutuklulara söylenen bunların duş yerleri (Brausebaeder) olduğuydu.

Ölenlerin tüm giysileri, paraları, altın dişleri, gözlükleri, saçları ve usa vuran her şeyleri alınıyordu.

Komutanın (tutukluların “Buchenwald Piçi” adını taktıkları) eşi Ilse Koch’un insan bedenindeki dövmeleri biriktirmek gibi bir düşküsü olduğundan, kimilerinin derileri yüzülüp ona gönderiliyordu.

Bu kadının kurşuna dizilenleri gelip seyretmek gibi bir alışkanlığı da olmuştu.

Savaşın bitiminde yakalandı, yargılandı, yaşam boyu hapis yedi, sonunda adamakıllı çıldırdı ve 1967’de intihar etti…

Tutuklulardan yalnızca birkaçı kurtuluşa değin iskelet gibi bir deri bir kemik yaşadılar.

Benim Almanya’da gördüğüm Dachau’un açılan ilk ana toplanak olduğunu belirttim.

Ona zamanla 23 kamp eklendi.

Avusturya’da içinde birkaç saat dolaştığım Mautausen Lublin-Majdanek ana kampına bağlı 49’luk bir ağdan yalnızca biriydi. Buchenwald’a 65’i, Flossenbürg’e 56’sı, Auschwitz’e 36’sı, Sachsenhausen’e 29’u, Neuengamme’ye 29’u, Stutthof’a 25’i, Natzweiler-Struthof’a 25’i, Ravensbrück’e 19’u, Gross-Rosen’e 14’ü bağlıydı.

Bunların bir bölümü öldürme, bir bölümü de çalıştırma ağırlıklıydı.

İkincisinde de ölüm her an kol geziyordu.

Örneğin, Mauthausen ölesiye çalıştırma yeriydi, ama orada da gaz odalarıyla fırınlar gördüm.

Artık işe yaramayanların atıldıkları uçurumun altına da indim.

Toplu ölümler daha çok Auschwitz-Birkenau ve Treblinka gibi yedi yerde oluyordu.

Prof. Dr. Türkkaya Ataöv




İstatistikler

  • 2.406.132 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Ocak 2010
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031

En fazla oylananlar