Uygurlar beni, 21 Mart öncesinden hazırlıklarını yaptıkları kutlamalara çağırdıklarında, Nevruz’un hem kendi memleketlerinde hem Pekin’de Azınlıklar Üniversitesi’nde ve akşam dostlar, akrabalar arasında ne denli geniş kapsamlı ve coşkuyla kutlandığına tanık oldum. Üniversite öğrencilerinin, Uygur, Özbek, Tacik sanatçıların dansları, şarkıları, Ozanların Türküleri, izlemeye gelen herkesi
kendinden geçirmişti. “Meselles” denilen rengi ve lezzeti çok tatlı ve çarpıcı şarabı da ilk o akşam içmiştim. Kutlamalar sabahtan, akşamın geç saatlerine dek bayram havasında sürmüştü. İşte Nevruz bir Türk geleneğiydi, nasıl kutlandığı ve nasıl
kutlanması gerektiği de belliydi. Öyle, tozu dumanı birbirine katıp, taşlarla, sopalarla, şiddet ve korku içeren bölücü ve kışkırtıcı gösterilerle kutlanan sözde Kürt bayramı değildir Nevruz !
|
|
Felsefenin ilk sorusu : Kimim ben ?..
İnsanın kendisini bilmesi kadar büyük bir erdem olamaz. Yunus Emre’nin dediği gibi; “
İlim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsen / Ya nice okumaktır ?”
Benden kendimi tanımlamam istense; önce insan, sonra kadın, sonra anne derim. Ve eklerim: Türk, Müslüman, gazeteci/yazar, ev kadını
“Eee başka?” dense, aydın, insansever, Atatürkçü, solcu (ilerici ve sosyalist anlamında)
İnan Kahramanoğlu, TÜRKSOLU’ndaki yazısında Hülya Avşar’la yapılan ve Milliyet’te yayımlanmış bir görüşmeye gönderme yaparak, son yıllarda Türk halkının bir kesiminde oluşan kafa karışıklığına değinmiş. Ben konuyu kendi bakış açımdan ve kendi yaşanmışlıklarımdan örneklerle irdelemek istiyorum.
Babamın subay olması nedeniyle çocukluğum ve gençliğim yurdun dört bir yanında değişik il ve ilçelerde geçti. Henüz ilkokuldayken, Keşan’da sınıfta kavga ettiğim bir çocuk, babamın Elazığlı (Aslında Tunceli- Pertekli) olduğunu bildiğinden, bana “Pis Kürt” dedi. Şaşırdım, ama kızmadım. Çünkü, o zamanki çocuk aklımla, bana göre; Türkiye’nin doğusundakilere genelde Kürt, Karadenizlilere Laz, Egelilere Efe, Erzurumlulara Dadaş, İç Anadolululara Seymen, Trakya’dakilere Kızan, Akdeniz Bölgesi’ndekilere Yörük falan deniyordu
Diyarbakır’da Merkez Ortaokulu’nda okurken de bazı çocuklar beni “Subay çocuğu, süt çocuğu” diye kızdırmaya çalışırdı. Daha o yıllarda bu tür ayrımların ve hakaretlerin ne denli saçma ve gereksiz olduğunu düşünürdüm.
Diyarbakır’ın Bağlar semtinde oturan bir Zaza (Anneleri Müslüman Ermeni’ydi) ailenin kızlarıyla samimiydim. Bir gece onların evinde kaldığımda, Kürtlük meselesini gündeme getiriverdiler. Tartışma gece geç saatlere kadar sürdü. Kızlardan en küçüğü (benden birkaç yaş büyüktü) bana “Senin annen de Egeli, belki de soyunda Rumluk var!” dedi. (Kendisi bunu olumsuz anlamda söylüyordu. Hani Türklerle Yunanlılar hep düşmanlardı ya
) Henüz 13 yaşımdayken verdiğim yanıtı hâlâ takdir ederim: “Olsuuun, ben Türklüğümle övünmek varken, niye şu muyum, bu muyum diye araştırayım ki!..”
Bugün biliyorum: Rahmetli büyükbabam ataları Kafkaslardan Doğu Anadolu’ya göçmüş boylu boslu iri yarı açık kumral ve çok yakışıklı bir Çerkezdi. Sophia Loren’e benzettiğim uzun boylu esmer güzeli babaannemin Sünni Zaza Kürdü olduğunu öğrenmiştik. Anne tarafına gelince
Rahmetli Dedem Milas’ın köklü ve varlıklı ailelerinden geliyormuş; sarışınlığı, çekik gözleri nedeniyle Tatar olduğunu tahmin ediyorum (Polatlı ve Eskişehir dışında; Ege’nin bazı yörelerine ve Doğu Akdeniz’de Adana, Mersin dolaylarına Tatar boylarının yerleştiğini biliyoruz). Rahmetli anneannem ise Milas’ın Yörük köylerinden buğday tenli bir Türkmen güzeliydi. Zaman zaman espri yapar; “Ailede bir Lazlık yok!” derdim.
Genlerimde taşıdığım özellikler nedeniyle ne aşağılık kompleksine kapıldım; ne de bunu övünç vesilesi saydım. Türkiye’de yaşayan ve kendini Türk bilen herkes için bu son derece normal bir durum, ayrıca zenginlik ve renklilik kaynağı bence.
Biz kesinlikle Türküz
Öte yandan; Çin’de yaşadığım bir buçuk yıl içerisinde ilgilendiğim, araştırdığım, hakkında yazıp çizdiğim konular arasında tarih, Uygurlar, Türklerin kökeni, Moğollar, Tatarlar, dinler ve diller de vardı. Hiçbir tarihsel ve kültürel bilgisi bulunmayan bir Türk, Uygurlarla tanışsa, onların evine konuk olsa, düğünlerine gitse, kökeninin, ırkının, milliyetinin aynı olduğunu anlar. Bunu oradaki yabancılar bile rahatlıkla farkedebiliyor. Türkiye Türkü olduğumu bilmeyen Çinliler ve Uygurlar beni genelde ya Uygur ya da Özbek sanıyorlardı. Hatta Pakistanlı ve Afgan dostlarım beni kendi ülkelerinde özellikle Türk kökenliler (Özbek, Tacik) arasında sıkça kullanılan “Gülşin” adıyla çağırıyorlardı. Orada izlediğim televizyon programları, okuduğum makaleler, gezdiğim müzeler ve tarihsel yapılar beni araştırmaya ve yazmaya yöneltti. Japon arkeologlar tarafından, bugünkü Sincan Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan) sınırları içindeki Nişa’da gün yüzüne çıkarılan 3 bin yıllık “Loulan Güzeli”ni Hong Kong’daki Ulusal Hazine Müzesi’nde sergilenirken gördüm. Rahmetli babaannemin mumyasıydı sanki. Ne kadar çok bizlere benziyordu. Giysileri bile bir Anadolu köylüsününkini andırıyordu
Çin’de bulunduğum dönemdeki deneyimlerim, hem Uygur hem de Azeri dostlarla yaptığım konuşmalar (Aynı dönemde, İran Eski Savunma Bakanı’nın Çivi Yayınları’ndan çıkmış Kürtler hakkındaki bir inceleme raporunu okumuştum) zihnime Kürtlerin de Türk olduğu ya da binlerce yıl öncesinden bu yana aynı topraklarda yaşayıp, aynı göç yollarını izleyerek Anadolu’ya gelmiş oldukları tezini yerleştirdi. Bunu günlük yaşamda sıkça kullanılan en önemli sözcüklerden birini örnek vererek belirteyim: Uygurca’da pide şeklinde yapılan ekmeğe “Nan” deniyor; Kürtçe’de de ekmek “Nan”.
Uygurlar beni, 21 Mart öncesinden hazırlıklarını yaptıkları kutlamalara çağırdıklarında, Nevruz’un hem kendi memleketlerinde hem Pekin’de Azınlıklar Üniversitesi’nde ve akşam dostlar, akrabalar arasında ne denli geniş kapsamlı ve coşkuyla kutlandığına tanık oldum. Üniversite öğrencilerinin, Uygur, Özbek, Tacik sanatçıların dansları, şarkıları, Ozanların Türküleri, izlemeye gelen herkesi kendinden geçirmişti. “Meselles” denilen rengi ve lezzeti çok tatlı ve çarpıcı şarabı da ilk o akşam içmiştim. Kutlamalar sabahtan, akşamın geç saatlerine dek bayram havasında sürmüştü.
İşte Nevruz bir Türk geleneğiydi, nasıl kutlandığı ve nasıl kutlanması gerektiği de belliydi. Öyle, tozu dumanı birbirine katıp, taşlarla, sopalarla, şiddet ve korku içeren bölücü ve kışkırtıcı gösterilerle kutlanan sözde Kürt bayramı değildir Nevruz !
Türetilmiş dil ve tarih
Son 5 yıldır, sosyal nedenlerle Batı’da yaşayan ve kendisini Kürt sayan aileleri yakından tanıma olanağı buldum.
Onların aslında, ne denli önyargılı, öfke ve kin dolu olduklarını, kendilerini ötekileştirip, Türkleri, Türk Silahlı Kuvvetlerini, Emniyet güçlerini düşman gibi gördüklerini, Atatürk’ü ve İslamiyet’i alaya aldıklarını (Aleviliği de yanlış yorumlayıp, kullandıklarını), fanatik ölçüde Kürt milliyetçisi olduklarını gördüm.
Ama, onlar aslında toplumda Atatürkçü (ADD kurucu üyesi) sosyal demokrat (kendileri CHP’ye üye, akrabaları arasında CHP milletvekilleri var) hatta komünist ve sosyalist, ayrıca Alevi bilinen kişiler.
Sosyalistliklerinin şovenizm, Aleviliklerin ise Ateistlik olduğuna tanıklık ettim.
İşlerine gelince “Aleviyiz” diyorlar, ama dinle, Tanrı inancıyla uzaktan yakından ilgileri yok.
Yakınlarını işe sokmak, çıkar sağlamak için CHP’liliklerini ve milletvekili akrabalarını ön plana çıkarıyorlar, Kürtçü partinin adayı olan bağımsızlara oy veriyorlar.
Sosyalistler, ama iki üç evleri birden varken, vergiden, devletten, hak sahiplerinden nasıl kaçıracaklarının hesabını yapıyorlar.
Yapay bir Kürt Ulusu, dili, tarihi ve kültüründen yola çıkarak, Kürtlüğü övüp, Türklüğü ve Türklerin tüm manevi değerlerini aşağılıyorlar.
Aslında bu, Türk halkının, toplumun tamamına karşı büyük bir haksızlık, riyakarlık ve sinsilik !
Efendim, Nemrut Dağı’ndaki kalıntıları bırakmış olan Kommegene İmparatorluğu tarihteki ilk Kürt devletiymiş. (Amed, Mezopotamya, Kommegene adını taşıyan çoğu dernek ve işyeri bunlarındır.)
Selçuklu Hakanı Alaattin Keykubat aslında Kürtmüş. (!!!) (Bunu Çin’deyken bir iki Doğu Avrupalı’dan duyduğumda, Kürtçü propagandanın boyutları ve etkisi karşısında şaşırmıştım).
Ama, kendini Kürt sayan bu aile, yüzlerce yıl önce yanlarına sığındıkları Alevi Türkmenlerle karışıp kaynaştıklarını anlattığı gibi, ailenin bir ferdi kendisinin Hazar Türklerine benzediğini övünerek söylüyor.
Bu ne yaman çelişki !
Yıllar önce Ankara’da ünlü Kürt fotoğraf sanatçısı Çerkes Karadağ ile tanışıp söyleşmiştik, aynı ortamda bir Çerkez arkadaşım bıyık altından gülerek, “Kendisi Çerkez falan değil; Kürtler aşağılık kompleksiyle, Çerkezlere Türklere özenip, ad ve soyad olarak kullanırlar” demişti. Haklıymış. Kürtçü Ahmet Türk’ün soyadını gocunmadan taşımasından belli.
Ulusal ve yerel yönetimlerde söz sahibiyken, varlık ve bolluk içinde yaşarken, hiçbir Türk sizi dışlayıp, aşağılamazken, siz niye kendinizi ötekileştirip, illa biz Kürdüz, hakkımız yeniyor diye bağrınıp duruyorsunuz! Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı altında kavuştuğunuz haklarınızı, nimetleri, hizmetleri, olanakları niye hiçe sayıp heba ediyorsunuz?! Türk devletlerinden hiçbiri, hiçbir ulusu ya da toplumu dışlamamış, asimile etmemiş, soykırım yapmamıştır. İşte en büyük kanıt; bugün yurdun dört bir yanına yerleşip, çoğalan, Doğu ve Güneydoğu’daki Türk halkını içinde eriten; sürekli kendini ya da karşı tarafı ötekileştirerek, ırkçı, bölücü şiddet eylemleri ve propaganda yapan Kürtçüler!..
“Teşbihte hata olmaz” derler.
Bu durum ; bir atın, “Ben Arap atıyım” diyebilecekken, ısrarla “Katırım, daha
farklı ve üstünüm” diye övünmesi gibi saçma bir şey.
Oysa, katırın anası ya da babası da attır.
Üstelik at ve eşeğin birleşmesinden doğan katır, kısırdır.
Topluma dayatılmaya çalışılan bu Kürtçü ideoloji de kısırdır.
Yunus Emre’nin dizelerine, bugün hepimizin her zamankinden çok gereksinimi var :
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaya devam edin ‘Neyiz biz? Kimiz?’
Son Yorumlar