Türkiye’de Sol Hareketin tarihini kim yazmalı?
“Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir.” Atatürk böyle demiş. Yıllardır Atatürk’ün tarih bilimine verdiği önemin bir örneği olarak sunulur bu söz. Halbuki çok daha derin anlamları vardır. Tarihi yapmak yetmiyor bazen. Tarihi yazacaksınız da. Siz yazmazsanız, düşmanlarınız yazar. Ve zaferleriniz bile tarihe yenilgi olarak geçebilir…
Bu yüzden Atatürk, Ruşen Eşref, Mazhar Müfit gibi yazarları sürekli yanında bulundurmuş, tarihi gerçekleri Türk’ün gözünden yazmalarını istemiştir.
O yüzden tarihi kimin kaleminden okuyacağımıza iyi karar vermemiz gerekiyor. Devrim karşıtlarının yazdığı her tarih cümlesinin, tarihle ilgili anlattığı her olayın, kesinlikle bir çarpıtma ve yok saymaya hizmet ettiğinin bilincinde olmalıyız.
Devrimciler ise şanlı tarihlerini genç kuşaklara aktarmak ve onları devrimciliğe yönlendirmek amacındadır…
Türkiye’de devrimciler bu konuda maalesef iyi bir sınav veremediler. Yalnızca tarih yapmakla meşgul oldular. Mücadele ettiler, örgütlendiler, baskı gördüler, işkencede direndiler, şehit düştüler… Ama tarih yazmakla o denli uğraşmadılar. Tarih yazma işini de tarih yapmakla uğraşmaya cesareti olmayanlar üstlendi maalesef. Yani tarihimizi “en” devrimciler değil de “en az” devrimciler yazar oldu. Böylece devrimcilerin tarihini karşı devrimciler yazar hale geldi.
Bu durum, özellikle son TÜYAP Kitap Fuarı’nda ortaya çıktı. Fuarın ana konusu 68’di. Malum, 40. yıldönümü. Bir yandan konuyla ilgili konferanslar, diğer yandan 68’le ilgili her görüşten yayınevinin çıkardığı kitaplar… Tabii fuar alanı, bir anda “ekmeğini 68’in tarihini yazarak kazananlar”la doldu.
68 konusunda Fuarın en çok ilgi çeken yayınevlerinden biriyse İleri Yayınları idi. İleri Yayınları, zaten Deniz Gezmiş, Che ve Atatürkçülük üzerine kaynak kitaplarıyla yıllardır fuarın ilgi odaklarından biri. 3 kitaplık yaşamöyküsü dizisiyle fuarda pek çok okura ulaştı:
İnan Kahramanoğlu-“Suphi”
Özgür Erdem-“Deniz”
Kaya Ataberk-“Mahir”
Dizide Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen devrimci liderlerinin yaşamöykülerini anlatılıyor.
68’in saklanan karakteri: Atatürkçülük-Milliyetçilik- Sosyalizm
Aslında 68’in karakteri o kadar açık ve net ki… 68, Atatürkçü.
Şöyle bir bakalım eylem resimlerine: Ellerde hep Atatürk resimleri… Bursa Nutku okunuyor, Atatürk’ün istediği Cumhuriyet Gençliği olunacağının sözü veriliyor edilen yeminlerde.
Türk bayrağı taşınıyor en önde. Aynı zamanda milliyetçi… Kendilerine saldıran sözde milliyetçi faşistlere “Gerçek milliyetçi biziz” diye yanıt veriyor o dönem devrimci gençler.
Ve tabii ki sonuna kadar da sosyalist ve devrimci. Ama Türkiye’de özellikle 12 Eylül’den sonra öyle bir siyasi rüzgar estiriliyor ki, Atatürkçülük, sosyalizm ve milliyetçilik karşıt kavramlar gibi sunuluyor. O yüzden sosyalistliğinden kimsenin şüphe duymayacağı 68’in Atatürkçülüğü ve milliyetçiliği bir türlü anlaşılamıyor.
Halbuki bizim gibi Üçüncü Dünya ülkelerinde sosyalizm demek milliyetçilik demektir. Ulusal Kurtuluşçuluk demektir. Türkiye’de bunun karşılığı ise Atatürk’tür. Atatürkçülüktür.
68’in bütün Türkiye’de bu denli örgütlenebilmesi, bu denli kalabalıklaşabilmesi, Türk milletiyle bu denli kucaklaşabilmesi ve 40 yıl sonra hâlâ hatırlanan başarılara ulaşmasının sırrı da budur: 68 doğru bir siyasi hatta ilerledi. Atatürkçülüğü, sosyalizmi ve milliyetçiliği doğru sentezledi.
Bugün televizyon ekranlarında, konferanslarda, imza günlerinde, kitap fuarlarında 68’in temsilcisi gibi görünenler değildir 68’in devamcısı… Çünkü, 12 Mart’la birlikte 68’in üstüne o denli gidildi ki, 68’in lideri bilinen, temsilcisi sayılabilecek kim varsa yok edildi.
Evet, evet… Baskı ve işkenceyle yetinmedi 12 Mart. Bizzat katletti bütün liderleri…
Şöyle bir bakalım şehitler listesine: Deniz, Mahir, Cihan, Hüseyin, Ulaş, Vedat, Taylan, Sinan…
Hepsi ama hepsi, 68’in liderleri.
Kalanlar?
Bugün 68’in temsilcisi diye gezinenlere şöyle bir bakalım. Örneğin Ertuğrul Kürkçü… Kızıldere cehenneminden canlı kurtulan tek kişi. Oradan nasıl kurtulduğunu bir kendi biliyor tabii. Ama 68’in bütün liderleri tek tek katledilirken 12 Mart’ın canlı bıraktığı birine ne kadar güvenilebilir ki? Bugün AB fonlarıyla beslenip karşı devrimci liberal tezleri savunuyor.
Örneğin, Mustafa Yalçıner… Nurhak’ ta Sinan’lar ölene kadar dövüşürken, sağ kurtulanlardan… Hüseyin Cevahir’in ölü bedenine bile onlarca kurşun atanların Yalçıner’i sağ bırakması ilginç… Bugün PKK kuyrukçuluğu yapıyor, Deniz’lerin aslında Atatürkçü olmadığını iddia edip duruyor.
Hayır, komplo teorisi kurmuyoruz. Bugün Yalçıner’lerin, Kürkçü’lerin neyi savunduğuna bir bakıyoruz da… Deniz’ler ve Mahir’ler katledilirken onların niye hayatta bırakıldığını anlıyoruz.
Anlaşılan, 68’in bütün devrimci liderleriyle birlikte, Atatürkçü-sosyalist birikimi de katledilmiş. Ve geride kalan yılgınlar, hainler, kaçkınlar korosu; 68’in yalnızca devrimciliğini değil, Atatürkçü, milliyetçi ve sosyalist yönünü de saklamaya kalkışmış yıllardır.
Deniz’in ve Mahir’in yaşamöykülerine baktığımızda ise tam tersini görüyoruz. İleri Yayınları, yeni kitaplarında, 68’in bu iki büyük liderinin şahsında, devrimci gençlik hareketinin gerçek yönünü ortaya çıkarıyor.
Deniz de 68 de sapına kadar Atatürkçüydü
Deniz’in babasına yazdığı 29 Ocak 1971 tarihli mektup vardır:
“Baba, sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni. Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.
Baba biz Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları.
Düşün baba, bugünkü hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve tarih önünde hüküm giymiş durumdalar. Biz çoktan onları tarihin çöplüğüne atmış durumdayız.
Ya vatan ya ölüm!”
Bu mektubun yıllardır gözlerden saklanmak istenmesi çok doğal.
Çünkü bu mektup açık bir şekilde göstermektedir ki, Deniz Atatürkçüdür. Ve babasına teşekkür etmektedir “Kemalist düşünceyle” yetiştirdiği için…
Ve daha da önemlisi Deniz, kendi devrimciliğinin kaynağını Atatürk’ün önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı’nda aramaktadır. Kendisine İkinci Kurtuluş Savaşçısı demektedir. Yani, Atatürk’ü bir devrimci miras olarak da görmektedir.
Bu, Deniz’le sınırlı bir durum değildir tabii. 68’in genel karakteridir bu…
Deniz’in bir yatakta bağdaş kurmuş gazete okurken bir fotoğrafı vardır. O fotoğrafta okuduğu gazete Türksolu’dur. O dönem Deniz’in de içinde yer aldığı devrimci gençlerin çıkardığı bir gazetedir Türksolu. Ve ilk sayısında “Niçin çıkıyoruz” başlıklı yazıda şöyle demektedir:
“Bugünün savaşı gerçekten bağımsız ve demokratik bir Türkiye uğruna, dış sömürücüye ve yerli ortaklarına karşı, emperyalizm-komprador-feodal üçlü ortaklığına karşı Türk ulusunun savaşıdır. Bugünün savaşı, 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ün önderliğinde başlayan ulusal şahlanışın, bir gerileme süresinden sonra, yeni koşullar içinde sürdürülmesidir. Bugünün savaşı her içtenlikle ‘Türk’üm’ diyenin savaşıdır.”
Ne kadar ilginç değil mi?
Türk’üm demenin faşistlik sayıldığı günümüze bakın bir… Bir de devrimcilik sayıldığı 68’e…
Mahir Çayan gerçeği
İleri’nin yeni kitaplarında ortaya konan bir başka şey daha var: Mahir Çayan gerçeği.
Kaya Ataberk’in Mahir isimli kitabında ise Mahir Çayan gerçeğiyle de tanışıyoruz. Ve görüyoruz ki, Mahir’in Deniz’den çok da farkı yok.
Örneğin Kızıldere.
Kızıldere’de Mahir’lerin nasıl direndiği, ölüme nasıl yürüdüğü yıllardır anlatılır. Ama şu şekilde anlatılmaz:
“Evin içindekiler kuşatmanın başında MİT’çilerin ve üst düzey Amerikancıların bulunduğunun farkındaydılar. Mahir ve arkadaşlarına hakaretler ederek teslim olmalarını söyleyen bu ekip aynı düzeyden sert bir karşılık aldı. Mahir, ‘Faşist MİT’çiler, Amerikan uşakları’ diyerek bağırdı.
Mahir ve arkadaşları içeriden marşlar söylediler ve sloganlar attılar. Mahir yeniden; ‘Atatürk Çanakkale’de yüzlerce İngiliz’i öldürdü. Ülkemizin bağımsızlığı için bir avuç İngiliz’i öldürmekten geri durmayacağız’ diye bağırdı. Ardından da Gündoğdu Marşını söyleyip, ‘Yaşasın THKP-C, yaşasın THKO’ diye haykırdılar. Mahir ve devrimciler teslim olmamaya kararlıydılar. Öldürüleceklerinin de bilincindeydiler ama savaşmayı seçtiler.”
İşte Mahir Çayan gerçeği…
Ölüme giderken bile Atatürk’ten örnek almaya, Atatürk’ü örnek göstermeye devam ediyor…
Kızıldere üstüne onca belgesel yapıldı. Yazıldı. Çizildi. Ağıtlar yakıldı… Mahir’in kendisini Çanakkale’deki Atatürk’e benzettiğinden bahsedildiğini hiç duydunuz mu?
Duymadınız… Peki niye hiç duymadınız, bunu hiç düşündünüz mü?
Deniz’in, Mahir’in ve 68’in saklanan yüzü
İşte bütün mesele de bu…
68 çok doğru bir siyasal sentez yaratmıştı. Atatürkçülük, milliyetçilik ve sosyalizm birlikte savunuluyordu. Bugün solcuyum diyen örgütlere bulaşmış “sivil toplumculuk”, “Ordu düşmanlığı”, “Kürtçülük”, “Avrupacılık” (daha doğrusu fon yiyiciliği), “halk düşmanlığı” gibi virüsler 68’de yoktu…
Türkiye’de sol gerçekten de Türk Solu’ydu.
Türk’tü. Türklüğüyle gurur duyuyordu.
Milliyetçiydi. Ay yıldızlı bayrağını taşımadan eyleme çıkmıyordu.
Atatürkçüydü. Hep Atatürk’ten örnek alıyor, onun verdiği Kurtuluş Savaşı’nın devamcısı olarak görüyordu kendisini…
Antiemperyalistti. Her tür Amerikancı-Avrupacı-işbirlikçi düşünceye karşı mücadele ediyor, Amerikan bayrağı yakılmadık eylem bırakmıyordu.
Devrimciydi. Cahil, yoksul, dingin, korkutulmuş halkını küçümsemiyor; köylere, kasabalara, fabrikalara akın akın giderek halktan öğrenip, halkı örgütlüyordu.
68’in bütün bu yönleri bizden saklandı yıllardır. Bunun birkaç nedeni var.
1) 68’den arta kalanlar (68 ruhunu hâlâ taşıyanları tabii ki kastetmiyoruz, yarası olan gocunsun sadece) 68’in ruhunu devam ettiremedikleri için, vicdani rahatsızlıklarını gidermek için 68’i çarpıtıyor. Bugün Kürtçülük yaparak, AB fonlarından beslenerek solculuk yaptığını bu millete yutturabilmek için 68’in de öyle olduğu yanılsamasını yaratmak zorundalar…
2) Atatürk’ten sonra solun bu denli halkla buluştuğu ilk ve tek dönem 68. Bu yüzden emperyalizm 68’in tekrarlanmasını istemiyor. Atatürk’ün devrimciler tarafından sahiplenilmesinin nasıl bir tehlike yarattığını da gayet iyi görüyor. Atatürkçülüğü, milliyetçiliği ve sosyalizmi birbirinden koparma, birbirine karşıt akımlar haline getirerek bu tehlikeyi önlemeye çalışıyor.
Evet son 30 yılda Atatürkçülüğün, milliyetçiliğin ve sosyalizmin birbirinden bu derece kopması bir operasyon… Bir CIA operasyonu… 12 Mart bu operasyonun önemli bir halkasıydı. Ve emperyalizmin 68’e yanıtıydı… Bu operasyon çerçevesinde, 68’in ve önderlerinin siyasi görüşleri hep çarpıtılarak günümüze aktarıldı.
3) Türkiye’deki devrim kaçkınlarının da işine gelmiştir bu. Devrimci olamayan Atatürkçüler, Atatürkçülüğün sosyalizmden ve devrimcilikten kopartılmasını sevinerek izlemiştir. Aynı şekilde devrimci olamayan sosyalistler, Atatürkçü ve milliyetçi olmayan sosyalizme bu yüzden sarılmıştır. Ve o uyduruk “enternasyonalist” ve “özgürlükçü” solculuklarıyla Amerikancılıklarını gizlemeye çalışmışlardır.
Artık oyun bitti
Artık oyun bitti…
Mahir’i de, Deniz’i de gerçek yönleriyle ortaya koyan kitaplar var artık.
Yukarıda birer örnekle yetindik. Sanılmasın ki, cımbızla çekilen örneklerle Mahir’in ve Deniz’in Atatürkçü olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor kitaplarda.
Aksine, doğumlarından ölümlerine kadar Mahir’in de, Deniz’in de nasıl birer Atatürk evladı olduğu ortaya konuyor.
O yüzden kitaplarda anlatılan aslında 68’in öyküsüdür. Yalnızca Mahir’le Deniz’in değil.
Aileleri Atatürkçüdür. Ve solcudur. Atatürk döneminde yetişmiş Cumhuriyet kuşağıdır anneleri babaları.
Dedeleri ise Kurtuluş Savaşı gazileri ve şehitleridir. Vatan savunması mirastır dedelerinden…
27 Mayıs, TİP, Yön dergisi, Türkiye’nin 60’arda yaşadığı dönüşüm… Tümü etkiler onların solculuğunu devrimciliğini… 68 kuşağını 68 kuşağı yapan süreçleri bulacaksınız kitaplarda… Ve 68’in gerçek öyküsünü: Eylemleri, boykotları, siyasi tartışmaları… 68’in ne kadar büyük ve ne kadar Atatürkçü bir hareket olduğuna şahit olacaksınız.
Ve çocukluklarından itibaren aldıkları Atatürkçü eğitimin, hayatları boyunca siyasi duruşlarına nasıl yansıdığını da göreceksiniz…
Bugün İstiklal Marşı’nı ıslıklayan “sözde” solcular bilmezler Mahir’in İstiklal Marşı’nı her duyduğunda ayağa kalkıp hazırola geçtiğini…
Atatürk büstlerini Türkiye’deki faşizmin göstergesi sanan “sözde” Mahir takipçileri bilmezler Mahir’in yazdığı ilk bildirinin yobazlar tarafından yıkılan bir Atatürk büstü hakkında olduğunu…
Şöyle der Mahir o bildiride:
“Büyük kurtarıcı Atatürk’ün büstüne saldıran, yeşil bayrak isteyen gerici, korkunç zihniyet tekrar hortladı. (…) Kuvvetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketlerin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cüret eden ellerini kıracağız.”
Bugün Mahir, aynı saldırıyı yapan sözde takipçilerinin de ellerini kırar mıydı dersiniz?
Deniz’ler ölene kadar Atatürk’e sımsıkı tutundu
Daha çok örnek verilebilir… Ama bu, yazımızın kapsamını aşar. Ancak şunu belirtmeden de geçemeyeceğiz. Deniz ve Mahir’in Atatürkçü yönlerini saklayamayacaklarını fark edenler şimdi de şöyle bir propagandaya başladı:
“Onlar başlarda Atatürkçüydü. Ama sonra gittikçe solculaştılar ve Kemalizmi terk ederek Marksist-Leninist oldular.”
İşte bu da çarpıtmaların ve yalanların en büyüğüdür.
Deniz’lerin 12 Mart mahkemelerinde verdiği savunmaya bir bakın. Baştan sona Atatürkçü bir metindir. Yazımızın başında bahsettiğimiz babasına mektubu da, dikkat edin, 1971 tarihlidir.
Örneğin Deniz’ler savunmalarına Kurtuluş Şehitlerini selamlayarak başlıyordu:
“Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşımızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşımızın tüm şehitlerine selam olsun”
Çünkü kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak görüyorlardı.
Ve kendilerini Atatürk’le o kadar özdeşleştiriyorlardı ki şöyle diyorlardı:
“Biz 50 sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı’nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman için muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı yapmak için Samsun’a çıkanlara İstanbul örfi idaresince ve mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki, Osmanlı İmparatorluğu yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı’na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul’da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.”
Tekrar hatırlatmak isteriz. Bu savunma Deniz’lerin 1971 sonlarında verdiği savunmadır. Görüldüğü gibi Kemalizmi terk falan etmemişlerdir. Hayatlarının sonuna kadar savunmaya devam etmişlerdir.
Mahir de ölene kadar Atatürkçü
Mahir’in Kızıldere’deki tavrını başlarda zaten ortaya koyduk. Başka bir örnek daha verelim. 12 Mart’tan sonra Hüseyin Cevahir ile birlikte Maltepe’de bir evde kıstırılırlar. Mahir ve Hüseyin çatışma sırasında şu sloganları atar:
“Göreceksiniz, devrimcilik nasılmış göreceksiniz. Kahrolsun faşist köpekler. Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, yaşasın bu uğurda ölenler ve mücadele edenler, yaşasın Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık ülküsünü yükseklerde tutanlar. Ölüm hoş geldin safa geldin. Bütün mazlum milletler zalimleri kahr ve perişan edecekler, feda olsun arkadaşlar, ya ölüm ya galibiyet”
“Mahir, Hüseyin, Ulaş” diye slogan atanlar bu sloganlara ne diyecektir acaba?
Yalnız sloganları değil, Mahir’in yazıları da, THKP-C’nin önemli metinleri de hep Atatürkçüdür. Kitaplarda bunun pek çok örneğini göreceksiniz. Ancak birkaç önemli örneği vermeden geçmeyelim. Mesela, Mahir temel görevlerini şöyle tanımlar:
“Proletaryaya oportünizmin bütün biçimlerini göstererek, gençlik hareketinin anlam ve niteliğini, Kemalizm’in tarihi geçmişi ve milli kurtuluşçu geleneğini tekrar tekrar anlatarak, II. Milli Kurtuluş Savaşımızda işçi ve köylü kitlelerinin en yakın dost ve müttefiki olduğunu belirterek politik bilinç götüreceğiz”
O dönemde Mahir’in siyasi önderliği altında bulunan Dev-Genç tarafından yayınlanan bir bildiride şöyle denmektedir:
“Mustafa Kemal’in yürüttüğü Milli Kurtuluş Savaşımızın başarıya ulaşması için 23 Nisan 1920’de ilk toplantısını yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi, onurlu bir ulusun parlamentosuydu. Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan Parlamento, emperyalizmin kovulması, halkımızın kurtulması için kararlar alıyor, işgal kuvvetlerini atmak için planlar yapıyordu. Biz Türkiye’nin Milli Kurtuluşçu Devrimci gençliği olarak böylesine onurlu bir parlamentoyu özlüyoruz”.
İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırdıkları evin komşusunun Refet Bele’nin kızı Perihan Bele olduğunu görünce ise Mahir şöyle der:
“Refet Bele Paşa’yı tarihten biliyoruz. Bizim sizinle bir işimiz yok. Sizden özür dileriz. Bizim işimiz başka. Biz de kurtuluş savaşı yapıyoruz. Bizi anlayacağınızı tahmin ederiz. Eşinize ve Atatürk’e saygımız sonsuzdur. Biz Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi’ndeniz. Vatanı kurtarmak için çalışıyoruz. Size sorarlarsa böyle söylersiniz. Bizden korkmayın”.
Görüldüğü gibi Mahir gerçeğinin Deniz’den farkı yoktur. Atatürkçü yönünü törpülemiş, daha sonra Kemalizmi tamamen terk ederek Marksist-Leninist olmuş biri değil, Atatürkçülükle sosyalizmi birlikte savunmaya çalışan bir Ulusal Solcudur.
Ve bunu ölüme en çok yaklaştığı anlarda, Maltepe’de ağır yaralandığı çatışmada da, Kızıldere’de de devam ettirmiştir…
İleri Yayınları’nın Deniz ve Mahir ile ilgili bu iki yeni kitabını okumadan kimse 68 hakkında ahkam kesmesin.
Ya bilmiyordur.
Ya da çarpıtıyordur…
Çünkü bugüne kadar gözlerden saklanan, önemsiz gösterilmeye çalışılan, unutturulmak istenen gerçekler var bu kitaplarda.
Deniz’in hayatını idamına indirgeyen anlayış yok burada. Çünkü Deniz’in idamının yarattığı hüznü sömürmek değil amaç. Bu kitaplarda Deniz’in bütün hayatı da var. Deniz’in siyasi görüşleri de var… Yazdıkları da var… Devrimci amaçları da var…
Mahir’i silahlı terör eylemlerinin teorisyeni haline getiren anlayış yok bu kitaplarda. Mahir gerçeği var… Saklanan Atatürkçülüğü… Yok sayılan Ulusal Kurtuluşçuluğu…
Ve bize bıraktığı o devrimci miras var… Deniz’leri idama giderken seyretmek yerine, elinden geleni yapmaya çalışan o devrimci tavır… Fraksiyonları bir yana bırakarak THKO’lularla birlikte düzenlenen Kızıldere eylemi… Ve tüm bu süreçte İkinci Kurtuluş Savaşçısı ve Atatürk’ün evladı olduklarını hiç unutmamaları… Bu kitaplarda 68 gerçeği var…
Bugün yalnızca TÜRKSOLU’nun takip ettiği o 68 gerçeği…
Gerçek Mustafa Suphi portresi
Dizinin üçüncü kitabı Suphi de, Türkiye’de “sözde” solun yarattığı başka bir büyük çarpıtmayı düzeltiyor.
Bilindiği gibi Mustafa Suphi, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu. Ve Kurtuluş Savaşı yıllarında Sovyetler’den Anadolu’ya geçince Trabzon’da 14 yoldaşıyla birlikte katledilen bir devrimci lider.
Yıllardır bu olay Atatürk’ün emriyle yapılmış bir katliam gibi anlatıldı. Anma toplantılarında “Kemalist katliam” örneği olarak anlatıldı durdu.
Halbuki Mustafa Suphi bırakın Atatürk tarafından öldürülmeyi, bizzat O’nun tarafından Anadolu’ya çağırılmış birisi.
Ve Atatürk’e karşı bir komünist örgütlenme yapmak için değil, ellerindeki imkanları Atatürk’ün liderliğindeki Milli Mücadele’ye sunmak için geliyor Anadolu’ya…
Bir olay bu kadar çarpıtılabilir…
İnan Kahramanoğlu, “Suphi – Yaşamı ve Mücadelesi” isimli kitabında Mustafa Suphi hakkında gizlenen gerçekleri ortaya çıkarıyor.
Kitapta öncelikle, Mustafa Suphi’nin gerçek bir portresini göreceksiniz. Bolşevik Devrim öncesi milliyetçi bir örgütlenmeye girişen bir aydın… Osmanlı’dan kaçtığında hep Batıya, Avrupa’ya kaçan aydınların aksine, Doğuya, Kırım’a, Rusya’daki Türk yurtlarına giden “Türk” aydının… Bolşevik Devrimi’nden etkilenen ve Türkleri “Bütün Dünya” gazetesiyle devrim için örgütlemeye çalışan bir teşkilatçı… Bolşevik olmaya karar veren, ama Türklüğünü ve milliyetçiliğini de elden bırakmayan bir Türk komünisti…
Galiyev’in sağ kolu
Kitapta çok önemli bir başka gerçeği de göreceksiniz. Mustafa Suphi ünlü Türk Komünisti Sultan Galiyev’in çalışma arkadaşıdır. Hatta sağ koludur. Sovyetler’deki diğer Türk Komünistleriyle, Nerimanov’la, Rıskulov’la birlikte; Orta Asya, Kafkas, Kırım ve Kazan Türklerini devrime katmak için çalışır. Bir yandan da SSCB kurulduktan sonra oluşan Rusçuluğa karşı Türklerin SSCB içindeki bağımsızlığını savunur.
Bu anlamıyla Mustafa Suphi, 1910’ların başındaki Türkçülüğünü, çok güzel bir şekilde 1917’lerin Bolşevikliğiyle sentezlemiş ve “Milli Komünizm”e ulaşmıştır. Aynen Sultan Galiyev gibi…
Mustafa Suphi, ayrıca Mustafa Kemal’in liderliğindeki Milli Mücadele’ye de büyük önem veriyor, desteklemek gerektiğini düşünüyordu. Hatta Anadolu’ya geçerek yardımcı olmak istiyordu. SSCB’nin Mustafa Kemal’e destek olmasını sağlayan isimlerin başında geliyordu.
Suphi’lerin ve Galiyev’lerin bu “ulusal solcu” tavrı, başta Stalin olmak üzere SSCB’nin liderliğini yürütenlerle çatışmalarına da neden olmuştur.
Bu çatışma sonucunda pek çok Türk Komünisti Stalin tarafından ortadan kaldırıldı. Çoğunun ölüm tarihi bile bilinmiyor. Ama ne hikmetse Mustafa Suphi’nin ölümünden hâlâ Atatürk sorumlu tutuluyor.
Halbuki İnan Kahramanoğlu’nun kitabında işaret ettiği birkaç gerçek var:
1. Mustafa Suphi SSCB’deyken Enver Paşa’yla ve Stalin’le zaten kavgalıydı.
2. Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya geçişinden Mustafa Kemal’in haberi vardı. Hatta davet eden de O’ydu.
Mustafa Suphi’yi kim neden öldürdü?
Mustafa Suphi’nin ölümü, Anadolu’daki Bolşevik örgütlenmeyi durdurmanın çok çok ötesinde bir operasyondur. Operasyonun amacı Sovyetler’deki Sultan Galiyev önderliğindeki “Kuzey Türkleri”yle Anadolu’daki Mustafa Kemal önderliğindeki “Güney Türkleri”nin buluşmasını engellemektir. Tabii ki operasyonu yürüten Stalin’dir. Çünkü Stalin Sovyetler’deki Türklerin birleşip Rus egemenliğine karşı çıkmasını engellemeye çalışmaktadır.
Mustafa Suphi’yi tasfiye etmek isteyen başka biri ise Enver Paşa’dır. Enver Paşa, Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayı’na katıldığında Suphi’nin örgütlediği Türk komünistleri tarafından yuhalanmış ve konuşturulmamıştır. Enver’in Kurtuluş Savaşı’nın asıl lideri benim diyerek Lenin’in desteğini alma çabalarına da sürekli set çeken Mustafa Suphi olmuştur. Üstelik, Enver bir yandan Lenin’in desteğini almaya çalışırken, bir yandan da Orta Asya’daki gerici ve karşı devrimci Türk unsurlarla işbirliğine girmektedir. Basmacılar denilen ve İngilizler tarafından da desteklenen Türk gericileri içindeki örgütlenmesi, Türk devrimcileri arasında örgütlü olan Suphi’ler ve Galiyev’ler tarafından engellenmektedir.
Mustafa Suphi’leri öldürenlerin eski İttihatçılar olması bu açıdan bir tesadüf sayılmamalıdır. Enver Paşa, Suphi’yi kendisine bir engel olarak görmektedir.
Suphi’nin ölümünde parmağı olan bir başka isim olan Karabekir Paşa komplodaki Enver Paşa parmağının bir başka kanıtı sayılmalıdır. Çünkü Karabekir Paşa, Atatürkçü olmaktan çok İttihatçıdır. Kazım Karabekir’in de 1926’da yine eski İttihatçılarla birlikte bu sefer başka bir komploya karışması, Atatürk’ü öldürmeye niyetlenmesi de bir tesadüf sayılmamalıdır. Dolayısıyla Suphi’nin ölümündeki Karabekir parmağı Mustafa Kemal’i değil, Enver Paşa’yı işaret etmelidir.
Son olarak Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal arasındaki mektuplaşmalardan küçük birer örnek verelim:
“Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
Osmanlı heyeti temsilcisi Tevfik Paşa’nın İstanbul’a tebliğ ettiği barış şartlarına göre Anadolu köylüsünün son rızkına kadar saldırı altında olunduğu anlaşılıyor. Böyle bir barışı kabule razı olan bir hükümet ve sınıf ile savaşa karar vermiş olan (İştirakiyun) teşkilatına yardım edeceğiniz ümidindeyiz. Buradaki faaliyetimiz hakkında Süleyman Sami yoldaş lazım gelen bilgiyi arzedecektir. Mağdur halkımızın kurtuluşunun direniş ve devrimde olduğu kanaatiyle, mübareze ve inkılâpta olduğu kanaatiyle iyi dilek ve saygılarımızı sunarız.
Türk İştirakiyun Teşkilatı
Merkez Komite Başkanı Mustafa Suphi”
Mektubun tarihi 15 Haziran 1920. Mektubu Mustafa Kemal yanıtsız bırakmaz. Mustafa Suphi’ye 13 Eylül 1920’de bir mektup yazar. Anadolu’ya, Milli Mücadele’ye yardıma çağırır:
“Bakü’de Türk İştirakiyun Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mustafa Suphi Bey ve üyelerden Mehmet Emin yoldaşlara,
Büyük çoğunluğu işçi ve köylülerden oluşan milletimiz Garp’ın emperyalizm ve kapitalizm mahkumiyetinden kendini kurtarabilmek için bunlara karşı birleşmiş olarak mücadele ve direnişe karar vermiştir ve bu kararını uygulamaktadır.
Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’nın da aynı kanaat ve amaç ile çalışmakta olmasını büyük bir memnuniyetle karşıladık. (…)
Gaye ve prensip itibarıyle bizimle tamamen ortak olan Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’ndan maddeten ve manen hakkıyla yararlanabilmemiz için teşkilatınızın acilen BMM Başkanlığı’yla irtibata geçmesi gerekmektedir. Türkiye dahilinde yapılacak her çeşit örgütlenme ve eylem ancak bu kanal aracılığıyla yapılabilir.
Aynı hedefe doğru yürüyen Türkiye İştirakiyun Teşkilatı’yla tamamen bir arada çalışmak üzere BMM nezdine tam yetkili bir üye göndermenizi ve BMM tarafından Azerbaycan hükümeti nezdine üye olarak Bakû’ya gönderilmiş Memduh Şevket Bey’le ilişki kurmanızı ve birlikte çalışmanızı rica eder ve bu vesileyle samimi saygı ve selamlarımı sunarım.
TBMM Başkanı Mustafa Kemal”
Yıllardır anlatılan “Mustafa Suphi’yi Mustafa Kemal tasfiye etmek için öldürttü” hikayesi ne de büyük bir yalanmış.
Gerçekler ise bambaşka:
1. Mustafa Suphi, Milli Mücadele’yi tebrik ediyor.
2. Mustafa Kemal “aynı gaye ve prensiplere” sahip olduklarını belirtip güçlerini birleştirme çağrısında bulunuyor.
3. Milli Mücadele’ye katılması için Suphi’yi Ankara’ya çağırıyor.
Daha ne olsun…
Mustafa Suphi’nin ölümüyle kaçan fırsat
Anlaşılan büyük bir fırsat kaçmış.
Mustafa Suphi, Galiyev önderliğindeki “Kuzey Türkleri”yle Mustafa Kemal önderliğindeki “Güney Türkleri” arasındaki köprüydü. Ankara’ya varabilseydi Kuzey Türkleri’yle Güney Türkleri buluşabilmiş olacaktı.
Farklı coğrafyalardaki Türkler Attila’dan beri ilk kez bu denli büyük bir birliği sağlama şansını yakalayacaktı… Üstelik iki devrimci liderin önderliği altında bu birlik, emperyalizme indirilmiş çok güçlü bir tokat olacaktı.
Ancak Stalin de, Enver Paşa da, Galiyev ile Mustafa Kemal birliğinin ne büyük bir tehdit olduğunun farkındaydı. El ele verip bunu engellediler. Ve Kuzey ile Güney arasındaki o köprü yıkıldı…
İnan Kahramanoğlu’nun kitabı sayesinde, İleri Yayınları, sol içine yerleştirilmiş bir başka hastalığı da tedavi etmiş oluyor. Ve Mustafa Suphi gerçeğini ortaya çıkarıyor…
Son Yorumlar