14
Ağu
09

Güney Afrika Örneği

Yıllar Önce Yaptığımız “Türkiye’ye Güney Afrika Modeli” Uyarısı

Başyazarımız Gökçe Fırat, 2006 sonlarında Türkiye’ye Güney Afrika Modelinin dayatıldığı uyarısını yapmıştı. O dönemlerde Mehmet Ağar Meclisteydi ve PKK’lılara af çağrısında bulunmuştu: “Dağdan inip düz ovada siyaset yapsınlar.” Ağar’ın bu sözlerini eleştiren yazısında Gökçe Fırat şu uyarılarda bulunmuştu:

“En son Apo için toplanan 3.5 milyon imzalı dilekçe büyük planı ortaya koymaktadır. Kürtler, Birleşmiş Milletler’e ‘kendi kaderini tayin hakkı’ için başvurunun tüm ön hazırlıklarını tamamlamak üzeredirler.

Bu noktada önemli bir adım dağdaki militanlara af çıkartılarak bunların da bu sivil alandaki çalışmaya dahil edilmesi gelmektedir. İşte Ağar’ın af çağrısının anlamı budur.

İkinci nokta ise Apo’nun affıdır ki bu Apo’yu Mandelalaştırırken Türkiye’yi ırkçı ve soykırımcı bir devlet haline sokmanın planıdır. Türkiye’ye Güney Afrika modeli önerilmektedir. Güney Afrika’daki zencilerle bir tutulacak Kürtler, ‘beyaz’ denilen Türklerin ırkçı rejiminden kurtarılacaktır.

(…) Bu tarihsel bir dönüşüm projesidir. Kürt-İslamcı güçler, bugüne kadar Cumhuriyet’le boy ölçüşüyorlardı, artık tümüyle iktidarı almak için son hazırlıktadırlar.” (TÜRKSOLU, sayı 120, 20 Kasım 2006)

Biz bu uyarıları yaptığımızda henüz 2006 sona ermemişti. Cumhuriyet mitingleri yaşanmamış, 22 Temmuz seçimleri olmamış, Gül de Cumhurbaşkanı seçilmemişti. Ancak uyarımızın üstünden henüz 2.5 yıl geçmiş olmasına karşın, bölücü planın adım adım uygulandığını ve Türkiye’nin Güney Afrika modeline hızla teslim olmaya doğru gittiğini görüyoruz. Hele hele, 29 Mart Yerel Seçim sonuçlarına, yerel seçimlerden sonra Türk siyasetinin ne şekilde biçimlendiğine ve Obama’nın ziyaretinde yaşananlara baktığımızda, sürecin gittikçe hızlandığını görüyoruz.

Öyleyse, Güney Afrika modeli derken neyi kastettiğimizi biraz açalım ve son gelişmeleri bu bağlamda inceleyelim.

Güney Afrika Modeli ne demektir?

Türkiye’ye Güney Afrika modeli dayatılıyor uyarısını yaptığımızda “abartıyorsunuz” diyenler olmuştu. Dediklerimizin abartı olmadığını bir de karşı tarafın yazdıklarından takip edelim. PKK’nın çok önem verdiği eylem günü Nevruzdan iki gün önce, 19 Mart 2009’da Ahmet Altan’ın Apo’yu Mandela’ya benzeten bir yazısı yayınlandı:

“Bir iki ay önce Güney Afrika’nın zenci lideri Nelson Mandela’yla ilgili bir film seyretmiştim. Mandela ismi de aynen Apo ismi gibiydi Güney Afrika’da. Beyazlar için bir ‘katil’, zenciler için ‘kutsal’ bir lider.

Film, Mandela’nın hapishane macerasını beyaz bir gardiyanın gözünden anlatıyordu. Mandela önce yalnız tutuluyordu bir hücrede. Sonra yanına kendi örgütünden mahkûm arkadaşları konuyordu. Sonra hep birlikte daha rahat bir ‘yere’ yerleştiriliyorlardı. Daha sonra Mandela’ya koruma altındaki bir çiftlik tahsis ediliyordu. Sonra da tahliye ediliyor ve seçimlere giriyordu.

Bu süreç, birçok beyaz için ‘korkunç’ bir süreçti. Zenciler içinse kutlanması gereken bir süreç.

Öfke ya da intikam duygusu, bu tür sosyal sorunları, ırk çatışmalarını çözmeye yetmiyor. Siz, milyonlarca insanın varlığını, kimliğini, dilini, geleneğini yok farz etseniz de hayat kendi gerçeğini dayatıyordu.

Türkiye’nin bir Kürt gerçeği var. Bu ‘gerçek’ bir türlü kabul edilmediğinden önce bir soruna sonra bir savaşa dönüşmüş. Binlerce insan ölmüş. Bu ülkede yaşayan insanların refahı için harcanabilecek yüz milyarlarca dolar silaha harcanmış. Sorun çözülmemiş. Bugün artık emekli generaller bile Kürt meselesinde hatalar yapıldığını kabul ediyor. Türkiye savaştan yoruldu.

Dünya, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun barışa kavuşmasını istiyor. Büyük bir Kürt konferansı hazırlanıyor. Apo, İmralı’dan yaptığı açıklamada bu girişimi olumlu bulduğunu açıkladı. Türkler bu fikri duymaktan çok rahatsız olsalar da Apo ‘barış’ için önemli biri. Alev Er’in her zaman söylediği gibi ‘kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın.’ Savaşı Apo başlattı. Bugün barışı başlatacak güce de sahip. Apo’suz ve PKK’sız bir barış mümkün değil.”

Gördünüz mü, Güney Afrika modeli nasıl bir gerçeklik halini almış. Gazetelerde açık açık Apo’nun Mandela’ya benzediği yazılabilir. Tabii yazan alt tarafı bir Ahmet Altan diyebilirsiniz. İşbirlikçi bir yazarın hezeyanları diye önemsemeyebilirsiniz. Gerçekten de Taraf’ın tirajını ve Ahmet Altan’ın Türk milleti tarafından ne kadar az sevildiğini göz önüne getirirseniz, önemsiz görülebilir.

Ancak Apo’dan bir Mandela yaratma planı, birkaç marjinal yazarın hezeyanından öte gerçek bir tehlike haline gelmiştir.

Örneğin, DTP’nin düzenlediği son 2009 Nevruz gösterileri sırasında Ahmet Türk başta olmak üzere bütün konuşmacılar, Apo’nun Mandela’ya benzediği tespitlerinde bulundu. Ve meydanlarda binlerce kişi bu çağrılara Kürtçe sloganlarla destek verdi.

Bu açıdan, Ahmet Altan’ın bu yazıyı Nevruz’dan tam iki gün önce kaleme alması bir tesadüf olarak görülmemeli. Amerikancı bir gazetenin işbirlikçi başyazarı bir slogan ortaya atıyor. Ve on binlerce PKK’lı meydanlarda o sloganı atıyor. Bu, o sloganın basit bir hezeyan olmadığının bir göstergesi.

Ve dediklerimizin paranoya olmadığının da kanıtı…

Nedir Şu “Güney Afrika modeli?”

Ahmet Altan’ın yazdıklarında her şey çok açık. Amerikancıların ve PKK’nın Türkiye’yi nereye götürmek istediği gayet iyi anlaşılıyor. Apo Güney Afrika’daki siyahların lideri Mendale’ya benzetilmeye çalışılıyor. Ve Türkiye’nin de Güney Afrika’da Mandela’ya yapıldığı gibi Apo’ya yasal siyaset yapma olanağı tanınması isteniyor. Ve Güney Afrika’da beyazlar nasıl siyahlara çektirdikleri zulümden dolayı özür dilediyse, bir benzerinin Türkiye’de Kürtlere yapılması gerektiği söyleniyor. Bu tabii büyük bir çarpıtma. Türkiye başka, Güney Afrika başka. Apo ayrı, Mandela ayrı. Sanırız Güney Afrika’da neler yaşandığını bir hatırlamak gerekiyor.

Güney Afrika, zengin elmas ve altın madenlerine sahip bir bölge. 17. yüzyıldan itibaren emperyalist işgalle tanıştı. Önce Hollandalılar, ardından da İngilizler bölgeyi sömürgeleştirdi. Yerli halktan direnenler katledildi, teslim olanlar ise altın madenlerinde köle olarak çalıştırıldı.

1900’lerin başında İngiltere’ye bağlı bir dominyon olarak özerklik kazanan Güney Afrika, 1961’de bağımsız bir Cumhuriyet haline geldi. Nüfusunun %80’i siyahtı. %10’u ise melez. Ancak Güney Afrika Cumhuriyeti diğer %10’un, yani beyaz azınlığın yönetimi altındaydı. “Apartheid” isimli ırkçı bir rejimle yönetiliyordu. Bu rejimde nüfus renklerine göre üç ana ırka bölünmüştü: Beyazlar, siyahlar ve diğer renkliler (yani melezler ve Asya kökenli “sarı”lar).

Her ırkın yaşadığı alanlar ayrılmıştı. Okulları farklıydı. Ayrı mahallelerde yaşar, ayrı plajlarda denize girer, ayrı lokantalarda yemek yer, ayrı marketlerden alışveriş yapar, ayrı hastanelerde tedavi olur, ayrı araçlarda seyahat ederlerdi. Irklar arası evlilik de yasaktı. Parklardaki banklarda bile “yalnızca beyazlar için” tabelalarını görmek mümkündü. Tabii beyaz olmayan nüfusun okulları ve hastaneleri beyazlarınkinden çok daha geri ve ilkel düzeydeydi. Beyaz olmayanların seçimlerde oy kullanma ve aday olma hakkı da yoktu.

Irkçı rejime karşı çıkan siyahlar polis tarafından meydanlarda göz göre göre öldürülürdü. Irkçı rejime karşıysanız, “beyaz” olun ya da “siyah” pek bir şey fark etmezdi: Hapsi boylardınız. Irkçılığa karşı çıkan Komünist Partisi gibi solcu örgütlenmeler yasaktı. Anlayacağınız siyahların beyazlarla eşit olduğu tek alan hapishanelerdi.

“Apartheid” rejimi, Batının emperyalist ve ırkçı karakterinin açık bir ifadesiydi. Ülke “beyaz”ların yönetiminde bir “karanlığa” dönüşmüştü.

Mandela, Güney Afrika’daki ırkçı rejime direnen siyah örgütlenmelerin lideriydi. Toplam 26 yıl hapis yattı. Defalarca idam cezasına çaptırıldı. Ancak 1990 yılında ırkçı rejimi yumuşatmaya karar veren beyazların lideri Klerk tarafından idam cezası affedildi ve serbest kaldı. Bir parti kurarak siyasi mücadeleye başladı.

Bu dönemde Güney Afrikalı beyazlar siyah çoğunluğa uyguladıkları bütün ırkçı uygulamalar ve yaptıkları katliamlar için özür dilediler. Ve siyahlara beyazların sahip olduğu bütün vatandaşlık eşit bir şekilde tanındı.

1994’te siyahların da oy kullanabildiği ilk genel seçim yapıldı. Mandela oyların %62’sini alarak Devlet Başkanı seçildi. 1999’a kadar bu görevini sürdürdü.

(Ancak burada bir parantez açmamız gerekiyor. Güney Afrika’daki ırkçı rejim 1994’te sona erdi, Mandela Devlet Başkanı seçildi. Ancak beyazların ülke ekonomisindeki hakimiyeti halen devam ediyor. Batı, Güney Afrika’nın maden zenginliklerinden vazgeçmiş değil. Mandela’nın Güney Afrika’nın bağımsızlığını kazandığı düşünülmesin. Ülke Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesi haline geldi. Nitekim dönemin ABD Başkanı Clinton da Mandela’yı ilk kutlayanlardan birisiydi. 1998’de bizzat Güney Afrika’yı ziyaret de etti.)

Apo Mandela’ysa Türkiye’nin “siyah”ları kim?

İşte Güney Afrika’nın hikayesi bu… Orada ezilen hor görülen, yok sayılan, insan gibi davranış görmeyen bir “siyah” çoğunluk acımasız ırkçı “beyaz” azınlığın diktatörlüğü altındaydı. Başlarda “terörist” olarak görülen Mandela’nın yıllar süren mücadelesi sonucunda haklarına kavuştu.

Dolayısıyla, Apo’nun Mandela’ya benzetilmesi yalnızca yasal siyaset hakkı tanınması anlamına gelmiyor. Apo Mandela ise, Türkiye’de Türkler Güney Afrika’nın ırkçı-katliamcı “beyaz”larına benzetilmiş oluyor. Kürtler de mazlum “siyah”lara. Ahmet Altan’lar sıradan Türk insanını ikna etmek için bunu çok açık dile getirmiyor ama DTP’liler bu konuda oldukça net ifadeler kullanıyor. 21 Mart’taki Nevruz gösterilerine geri dönelim. Ahmet Türk Apo ve Mandela’dan şöyle bahsediyordu:

“Nasıl Güney Afrika halkı Mandela’sız özgürleşmediyse, Kürt halkı da Öcalan’sız özgürleşmeyecektir. Güney Afrika’daki soruna Mandela’nın çözüm önerisini esas alarak halkların bir arada yaşamasını sağlanmıştır. Eğer Türkiye’de Kürt sorunun çözümüne ilişkin adımlar atılıyorsa, İmralı’da bulunan Öcalan’ın çözüm önerileri dikkate alınıp, kendisi de Mandela gibi serbest bırakılmalıdır. Öcalan çözümün içine dahil edilmelidir. Kürt sorununu, PKK ve mücadelesini tasfiye ederek, çözemezsiniz. Böyle bir girişim olduğu taktirde, işte böyle alanlarda yüz binlerce insan tepkisi ortaya koyacaktır.”

Apo cezaevinde. Mandela da bir dönem cezaevindeydi. Aralarında bunun ötesinde bir tek ortak nokta yok. Daha ötesi benzetmeler, PKK’nın bölücü tezlerini kabullenmek anlamına gelecektir.

Örneğin, Mandela Güney Afrika’daki zencilerin lideriydi. Peki Apo kimin lideri? Apo, Kürt bölücülüğünü savunan bir terör örgütünün lideri: PKK’nın… O kadar.

Apo’nun Mandela olduğunu kabullenmek hem Türkiye’de Türkler dışında “Kürt” diye farklı bir millet olduğunu, bu “Kürt milleti”nin Türkler tarafından baskı ve zulüm altında inlediğini ve “Kürt milleti”nin lideri ve temsilcisi Apo’nun serbest bırakılmasıyla başlayan bir “özgürlük ve özür dileme” dönemine ihtiyaç vardır. Aynen Güney Afrika’da olduğu.

Bu yüzden Kürtler, Apo’yu bir halk önderi haline getirmeye çalışıyorlar. Yıllardır Nevruz gösterilerinde “Sayın Öcalan”lı konuşmalar yapılmasının, Apo posterleri açılmasının nedeni bu. Son Nevruzda da “Apo” yazılı tişörtler giyildi, Apo posterleri taşındı, Apo sloganları atıldı. Yani PKK, bütün gücünü meydanlara yığdı ve Apo’nun farklı bir etnik grubun lideri olduğu propagandasına girişti. Bu propagandaya teslim olunursa, arkası hemen gelecektir: “Öyleyse Güney Afrika’da olduğu gibi bizim liderimizi de serbest bırakın!”

Ahmet Altan da zaten böyle diyor: “Terörün bitmesini isterseniz Apo’yu serbest bırakmalısınız.”

Peki bu noktaya nasıl gelindi. Bunun yanıtını da Ahmet Altan’ın yazısında görebiliyoruz:

“Bugün kimi komutanlar bile Kürt sorununda hata yapıldığını kabul ediyor.”

Gerçekten de geçtiğimiz yıllarda Milliyet’te yapılan bir röportajlar serisinde Kenan Evren “Kürt kimliğinin reddinin yanlış olduğunu” belirtmişti. Hadi, o Kenan Evren’di, 12 Eylül darbecisi. Atatürkçü görüşleriyle tanınan Aytaç Yalman da buna benzer değerlendirmelerde bulunmuştu.

Anlayacağınız, Türkiye’nin Güney Afrika haline gelme süreci buralarda başlıyor: “Türkiye’de Kürtler var. Bunu kabullenmek zorundayız.”

Halbuki Türkiye Cumhuriyeti Atatürk tarafından kurulduğundan beri üniter bir devlet. Yani Türkiye’de tek bir millet yaşıyor: Türk milleti. Bunu Atatürk’ün şu sözünde de görebilirsiniz:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

Öyle kimi Kürtçülerin iddia ettiği gibi Atatürk “Cumhuriyeti Türklerle Kürtler birlikte kurdu.” demiyor.

Ama Atatürk milliyetçiliğinden uzaklaşır da, Türkiye’de aslında Kürt milleti diye ayrı bir millet de var propagandasını kabullenirseniz, Kürtler de gelir, “öyleyse kültürel haklarımı ver” der.

Aslında Türkiye’de Güney Afrika’da yaşananın tersi bir süreç söz konusu. Orada binlerce yıllık bir medeniyetin mimarı bir millet, yerli sivil halk “yok” sayıldı. Türkiye’de ise binlerce yıldır bir tane bile devlet kuramamış bir millet “var” sayılıyor.

O milli kimlik önce “var”lığını uyduruyor. Sonra emperyalistlerin de desteğini alarak Türkiye’nin işbirlikçi iktidarlarına “varlığını kabul ettiriyor. Sonra yine emperyalist efendilerinin desteğini alarak “var”lığını hukuken de kabul ettirmek istiyor.

Son 20 yılın sağ iktidarlarına bir bakalım. Öyle bir sürece soktular ki Türkiye’yi… Önce Kürtlerin aşiret yapısıyla uzlaştılar, sonra o aşiret yapısına etnik ayrıcalık tanıdılar, Kürt kimliğinin ayrı bir milli kimlik olduğunu kabullendiler. Sonra o kimliğin kendini özgürce ifade etmesinin ve Türkiye çapında yayılmasının önünü açtılar. Ve o “kimlik” bugün “önderim Apo” diye onbinlerce kişi olarak meydanlara akıyor.

Peki yılların birikiminin sonucu olan şu tabloyu nasıl değiştirebilirsiniz?

Sağcılar kendi yarattıkları bölücü tablonun esiri oldular ve bölücülüğe daha fazla taviz vererek gelişmesini engelleyebileceklerini sandılar.

Halbuki son 20 yıldır yaşananları şöyle bir incelersek, Kürtlere özgürlük tanıyan sağ iktidarların bu şekilde PKK’yı değil, kendilerini bitirdikleri görülebilir.

Türkiye’yi Güney Afrika Modeli’ne Getiren Sağ İktidarlar

Özal dönemi Kürt realitesinin tanındığı dönemdi. Zaten PKK’nın terör eylemleri de Özal döneminde, 1984’te başlamıştı. Özal “Türkiye’nin ilk Kürt Cumhurbaşkanıyım” diyor ve “Federasyon dahil her şey tartışılabilmeli” açıklamasını yapıyordu. O dönem Özal Saddam’ın “Kuzey Irak’taki Kürtçülüğü birlikte ortadan kaldıralım” teklifini reddetmiş, aksine Kürt aşiret liderleri Barzani ve Talabani’ye Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı pasaportunu vererek destek olmuştu. Bugün Güneydoğu’da PKK sempatizanlarının evlerine bir bakın. Çoğunda Özal resmi asılıdır. Bu bir tesadüf değildir.

Özal’dan sonra gelen Demirel de Kürtçülüğü destekleyen açıklamalarda bulundu. 1991’de iktidara gelir gelmez ilk iş Diyarbakır’a gitmiş ve “Kürt realitesini tanıdıklarını” söylemişti. Demirel’in Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllar “tanınan Kürt realitesi”nin terör eylemlerini artırdığı yıllar oldu.

Demirel’den sonra sağ iktidarların önemli başka bir ismi Mehmet Ağar da “sağın Kürt realitesine teslim olma” politikasının örneği oldu. Ağar başbakan olamadı ama DP Genel Başkanıyken “Dağdan inip düz ovada siyaset yapsınlar” açıklamasıyla açıkça PKK’ya af çağrısında bulundu.

Başbakan olma şansını yakalamış başka bir sağ siyasetçi Mesut Yılmaz ise “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” açıklamasıyla sağcıların Kürt bölücülüğüne karşı klasik teslimiyetçi çizgisinin örneğini vermişti.

Fakat, Kürt meselesinde sağ iktidarlar arasında teslimiyetçiliği en uç noktasına götüren AKP oldu. Tayyip defalarca PKK’ya masaya oturun çağrısı yaptı. Her tür Kürtçülüğü serbest bıraktı, PKK’nın istediği bütün kültürel haklar tanındı. Bugün TRT’nin bile Kürtçe bir kanalı var! Kuzey Irak’ta Kürt devletinin kurulmasına seyirci kaldı, hatta Barzani ve Talabani’yle resmen görüşerek bütün “kırmızı çizgilerimiz”i alt üst etti.

Görüldüğü üzere sağ iktidarların 20 yılda ülkemizi getirdiği durum ortadadır. Her şey o “Kürt realitesinin tanınması”yla başladı. Çünkü tanınan aslında PKK’nın tezleriydi…

PKK ne diyor?

“Türkiye’de Türklerin dışında farklı bir millet yaşıyor. Biz o milletin temsilcisiyiz. Bağımsız bir devlet kurmak istiyoruz.”

Anlayacağınız PKK’nın tezleri dört aşama.

Birinci aşama: Türkiye’de Türklerden başka Kürt diye bir milletin var olduğu kabul ettirilecek.

İkinci aşama: PKK o ayrı Kürt milletinin temsilcisi olarak kabul ettirilecek.

Üçüncü aşama: Kürtlerin temsilcisi PKK’nın başındaki Apo’nun Kürtlerin de lideri olduğu kabul ettirilecek.

Dördüncü aşama: Türk milletinden ayrı bir kimlik olan Kürt milletinin isterse ayrı bir devlet kurabileceği kabul ettirilecek.

AKP Döneminde Kürtçülüğün Önü Nasıl Açıldı?

AKP iktidarı, Güney Afrika Modelinin kabullenilmesi sürecinin oldukça hızlandığı bir dönem oldu. 7 yıllık iktidar dönemini şöyle bir hatırlayalım… Nereden nereye gelindi?

AKP ilk aşamanın, yani Türkiye’de Türklerden ayrı olarak Kürt diye bir milli kimliğin de olduğunun kabul edilmesinin, önünü açtı. Ayrıca ikinci aşamanın gerçekleşmesine de göz yumdu, yani PKK’nın Kürtlerin temsilcisi haline gelmesi…

Burada AKP döneminde yaşananları ayrıntılarıyla ortaya koymacağız. Ancak ana hatlarıyla Türkiye nereden nereye getirildi ona bakacağız. AKP iktidarında PKK’nın bütün kültürel talepleri kabul edildi. Kürtçe eğitim serbest bırakıldı, Kürtçe televizyon ve radyo kurulma hakkı tanındı, hatta TRT Kürtçe yayına başladı. Hatta ve hatta TRT’nin bugün ayrı bir Kürtçe kanalı var…

Bunlar dışında gerek Tayyip Erdoğan, gerekse Abdullah Gül, Türkiye’de bir Kürt kimliğinin var olduğunu defalarca kabul ettiler. Gül “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” demenin ne kadar “çağdışı” olduğunu savundu. Tayyip ise “Türkiyelilik” kimliğini ortaya attı. Yani Türklük ve Kürtlük üzerinde bir Türkiyelilik kimliği. Bu otomatikman Türklük ve Kürtlük kimliklerini aynı düzeye getiriyor, yani Türkiye’de ayrı bir Kürt milli kimliğinin varlığını kabulleniyordu.

Sonuç olarak, AKP iktidarı, Kürt ulusal kimliğinin varlığının devlet tarafından kabul edildiği bir dönem oldu. Ama daha da tehlikelisi, bütün Türkiye, bu konuda önemli ölçüde ikna edildi. Bugün artık “Türk-Kürt kardeşliği” sıradan insanlarımızın bile savunduğu bir genel gerçek haline getirildi. Türk milletinin adeta beyni yıkandı. Türkiye’de tek bir milletin yaşadığını, onun da Türk milleti olduğunu bugün çok az kişiye anlatabilirsiniz maalesef. Yani, AKP özellikle ideolojik anlamda Türk milletine Kürt olgusunu kabul ettiren bir iktidar oldu.

Ancak daha da önemlisi, serbest bırakılan Kürtlüğün temsilcisi olarak Kürtçü hareketin de önü açıldı. Hapisteki DEP’liler serbest bırakıldı. PKK’nın şehir merkezlerinde gerçekleştirdiği eylemlere göz yumuldu.

Artık PKK eylemlerine polis müdahale etmiyor, eylemlere katılanlara muz ve futbol topu dağıtıyor.

Türkiye bu hale getirildi!

AKP iktidarı döneminde PKK’nın ne derece geliştiği ortada. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında verdiğimiz şehit sayısı 2’ydi. Yani PKK eylemleri durma noktasına gelmişti. Bu rakam AKP iktidarı döneminde maalesef yükseldi. PKK eylemleri hızla arttı. Verdiğimiz şehit sayısı da.

Son olarak geçtiğimiz Ekim ayında PKK Aktütün’de yüzlerce kişilik bir terörist grubuyla karakolumuza baskın düzenleme noktasına geldi. Kısacası askeri olarak da PKK, AKP döneminde güçlendi. Bunda PKK’yı biterecek sınır ötesi operasyonların yapılmaması, askeri operasyonlara yasal sınırlamalar getirilmesinin de payı var tabii ki. Yani “itler salınırken taşlar bağlandı.” PKK’lılar her türlü eylemi ve gösteriyi rahatlıkla yapabildi, ama Türk Ordusu’nun terörle mücadelede elleri kolları bağlandı. Yalnızca AKP tarafından da değil, ABD tarafından da. ABD PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığını korudu, Türk Ordusu’nun Kandil Dağı’na bir operasyon yapmasını sürekli engelledi. Bölgedeki Amerikan askeri varlığına karşı gelemeyen Türk Ordusu da PKK’nın varlığını kabullenmiş oldu.

Türk Ordusu’nun Elleri Kolları Nasıl Bağlandı?

Türkiye’de bir “taşların bağlanması” operasyonu yürütülüyor. Son 3-4 yıldır yaşanan Şemdinli ve Danıştay gibi provokasyonları bir hatırlayalım. Üstüne Ergenekon soruşturmasını ekleyelim. Bir de son dönemde başlayan “kuyularda kemik arama” operasyonlarına bakalım… Hepsinin ortak noktası nedir? Türkiye’de PKK’yla savaşanlar hedef tahtasındadır. Bugün PKK itirafçılarının ifadeleriyle Türk Ordusu’nun komutanları sanık sandalyesine oturtuluyor. PKK’lıların ailelerinin şikayetleriyle kuyular kazılıyor. Türkiye’nin nereye geldiğini bir gazete haberiyle örneklendirelim. Haber 19 Şubat 2009 tarihli Milliyet’te yayınlandı. Başlık: “Asit kuyuları’nda kayıplar aranıyor.” Haberde özetle şöyle deniyor:

“Ergenekon soruşturmasının kilit ismi Tuncay Güney ve yurtdışında bulunan PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan’ın açıklamalarıyla gündeme gelen Şırnak’ın Silopi ilçesindeki BOTAŞ kuyularının açılması için 70 kayıp yakınının dilekçe vermesinin ardından dün inceleme başlatıldı. (…) Silopi Cumhuriyet Başsavcısı Atilla Öztürk, Şırnak Barosu Başkanı Nurişevan Elçi, İnsan Hakları Derneği (İHD) merkez yöneticilerinden Cuhan Güçlük’ün de aralarında bulunduğu bir heyet, dün BOTAŞ tesislerine giderek incelemelere başladı.”

Şimdi haberi Türkçeleştirelim. PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan dedikleri, her gün PKK yanlısı gazetelere demeçler veren, Ordu düşmanı bir PKK’lı. Şırnak Barosu dedikleri, Şırnak’taki PKK’lı avukatların yönettiği bir kurum. İHD dedikleri ise yine PKK’lıların kontrolündeki bir dernek… Kayıp yakınları dedikleri ise ölen PKK’lıların aileleri.

Öyleyse haberi bir de şöyle okumak gerekiyor:

“PKK’lı bir tanığın ve ölmüş PKK’lıların ailelelerinin başvurusu üzerine Silopi Savcılığı BOTAŞ kuyularında bir inceleme başlattı.”

Tabii burada Savcılık görevini yapıyor. Bir başvuru oldu mu Savcılık gereğini yapmalı. Ancak incelemelerde oluşturulan heyete bir bakın: Şırnak Barosu, yani PKK’lı avukatlar… İHD yöneticileri… Yani PKK yanlısı dernek. Kısacası Türkiye ne hale gelmiş. PKK’lıların şikayetiyle yine içinde PKK’lıların da yer aldığı heyetler Türk Ordusu’nun işlediği “cinayet”leri aydınlatmaya çalışıyor.

Mesele o kuyularda bir şey bulunup bulunmaması değildir. Mesele o kuyuların PKK’lıların isteğiyle yine PKK’lıların da içinde yer aldığı heyet gözetiminde açılmasıdır. Birkaç gün sonra gazetelere başka bir fotoğraf yansıdı. İHD Diyarbakır şubesinde “faili meçhul cinayetlerinin” dosyaları… Binlerce klasör. İHD Başkanı da klasörleri göstererek hepsini açığa çıkaracağız diyor. Yani PKK bütün sözde şehitlerinin hesabını soracak!

Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da Ergenekon iddianamesinde PKK’nın aslında Türk Ordusu’nun içindeki darbe yanlısı birkaç general tarafından gizliden gizliye desteklendiği iddiası yer alıyor. Hatta PKK’nın pek çok eyleminin aslında Türk Ordusu tarafından gerçekleştirildiği söyleniyor. Şemdinli’de de aynısı olmuştu. İddianamede Türk Ordusu çeteye benzetilmiş, Kara Kuvvutleri Komutanı da o çetenin lideri olmakla suçlanmıştı…

Anlayacağınız, artık PKK’yla savaşmak başlı başına bir suç haline gelmiştir. Bunun PKK’ya karşı mücadele eden askerlerimiz ve komutanlarımız üzerinde nasıl bir etkisi olacağını varın siz düşünün.

Peki bütün bunların PKK’lılar üzerindeki etkisi nedir? Düşünün…

Türk bayrağını indiriyorsunuz, polis size muz ikram ediyor.

PKK’ya zarar veren komutanları ihbar ediyorsunuz, tutuklanıyorlar.

Bomba atıyorsunuz, suçu orada bulunan astsubayların üzerine atıyorsunuz, hapse atılıyorlar.

Kuzey Irak’ta şehir büyüklüğünde kamp kuruyorsunuz, orada kongreler yapıyorsunuz, ABD izin vermediği için Türk Ordusu oralara giremiyor.

Velev ki devlet eylemlerinize izin vermezse DTP’li bir milletvekili çıkıp devleti tehdit ediyor, sonra izin çıkıyor. Yani gerçekten de itler serbest bırakılıyor. Taşlar bağlanıyor…

Böyle bir durumda itin saldırmasını nasıl engelleyebilirsiniz ki?

Seçim Sonuçlarının Gösterdiği Tehlike

Son yerel seçimlerde alınan sonuçlar da önemli bir tehlikeyi ortaya çıkardı. DTP Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da 8 ilde belediye başkanlığını kazandı. Bu rakam 2004 yerel seçimlerinde 5’ti. 1999’da ise 3.

1999’da HADEP olarak seçimlere girmişlerdi. İl Genel Meclisi seçimlerinde toplam oyları 1 milyondu. 2004’te SHP ile birlikte seçime katıldılar. Toplam oyları 1.6 milyon oldu. 2009’da ise DTP’nin toplam oyu 2.3 milyon. Üstelik DTP Adıyaman’ın doğusundaki bütün illerde ya birinci parti ya da ikinci.

Kısacası tablo şu: PKK son 10 yılda oylarını 2 kattan fazla artırdı. Doğu ve Güneydoğu’daki hakimiyetini de önemli ölçüde kabul ettirdi. Bugün DTP Hakkari’de %80’lere varan bir oy oranına sahip. Diyarbakır’da ise %60’ı geçiyor.

Peki bu tablo neyin eseri? Son 20 yıldır Kürt realitesi kabul edile edile, PKK’nın yasal siyaset yapmasına göz yuma yuma PKK’nın 15’e yakın ilimizde önemli bir güç haline gelmesine seyirci kalınmış oldu.

Halbuki yıllar önce PKK’nın bütün yasal mevzileri ortadan kaldırılmalıydı. Çünkü o yasal mevziler Türkiye’de bir Kürt milleti gerçekliği olduğunu ortaya koymak için gerekliydi. PKK, DTP adı altında yasal siyaset yaptı ve gelinen noktada son 20 yılda yaratılan Kürt kimliğinin temsilcisi haline geldi.

Peki bu süreç Güney Afrika’yla nasıl sonlanacak? Her şeyden önce Türkiye’deki Kürtçülüğün arkasında emperyalist desteği görmek gerekiyor. Yalnızca Türkiye’de değil, İran’da da, Irak’ta da emperyalizm Kürtçülüğü her koşulda destekliyor.

ABD Irak’ı işgal edince ilk işi Talabani’yi Cumhurbaşkanı yapmak olmuştu. Ve Talabani’ye gazeteciler ABD işgaline niye karşı çıkmadığını sorunca şöyle demişti: “Bir Kürdün Irak’ta Cumhurbaşkanı olmasını birkaç yıl önce hayal bile edemezdiniz. ABD işgaline niye karşı olayım ki.”

Doğruya doğru… Irak’ta Kürdü başa geçiren ABD, emin olun Türkiye için de farklı bir senaryo yazmıyordur.

Güney Afrika sürecinin yarattığı büyük tehlike budur işte. Apo, aslında Mandela olamaz ama Talabani olabilir. Çünkü Mandela Güney Afrika’daki çoğunluğun lideriydi. Talabani ise Irak’taki işbirlikçi Kürtlerin temsilcisi olarak o koltuğa oturdu.

Fakat, PKK, Türkiye’de “azınlık” olan Kürtlerin temsilcisi olmanın ötesinde bir programa kavuştu artık. Türkiye’nin Güney Afrika olması aslında, Kürtlerin çoğunluk haline gelmesi ve aynen Güney Afrika’daki gibi “çoğunluk olup azınlık beyazlar tarafından ezilen siyahlar” rolüne bürünmesi gerekiyor. Bizim yıllardır ortaya koyduğumuz “Kürt İstilası” gerçeğinin Türkiye’yi getireceği yer burasıdır.

DTP’nin son 15 yılda Doğu ve Güneydoğuda nasıl geliştiğini şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Etkin oldukları coğrafyayı sürekli genişlettiler, hakim oldukları bölgede de %80’lere varan oranda bir destek sağladılar. Bugün DTP, Başbakan Diyarbakır’a geldiğinde kepenkler kapatarak protesto düzenleyebilen, Van, Muş gibi şehirlerde rakip adayları açıkça tehdit eden, eylemlerinin önüne geçmek isteyen valilere bile meydan okuyabilen bir güce dönüştü. Adeta bir yerel iktidar oluşturdular ve iktidar oldukları “yerel”i sürekli geliştiriyorlar.

2009 Nevruzunun ne kadar geniş bir coğrafyada kutlandığını unutmayın. 66 merkezde kutlamalar yaptı DTP’liler. Üstelik Çanakkale, Tekirdağ, Balıkesir, Muğla, Antalya gibi Türkiye’nin batısındaki şehirler de dahil buna. Bulundukları bütün bölgeleri hızla Kürtleştiriyorlar. Ve bu durumu, Kürtler baskıdan sıyrılıp gerçek kimliklerini buluyor diye açıklıyorlar.

Öyleyse yapmak istediği ortada: Türkiye’de bir Kürt realitesini kabul ettirdiler. Şimdi bütün Türkiye’yi o “realite”ye mahkum etmek istiyorlar.

Türk Siyaseti “Kürt Realitesi”ne Teslim

29 Mart yerel seçimlerinin ardından, basında Kürtçüsünden Şeriatçısına, Amerikancısından ulusalcısına, bütün yazarlar AKP, CHP, MHP üzerine değerlendirmelerinde bambaşka görüşler savundular doğal olarak. Ancak DTP hakkındaki yorumlar kelimesi kelimesine aynıydı: DTP artık Türkiye’nin bir gerçeği…

Siyasetçiler açısından da durum aynı. Tayyip Erdoğan DTP’nin büyük başarı kazandığını, doğuda ve güneydoğuda vatandaşlarımızın kimlik siyasetine oy verdiklerini söyledi. O “bölge”de niye kaybettiklerini değerlendireceklerini vurguladı. Dengir Mir Fırat gibi AKP’liler Kürt gerçeğini yeteri kadar ifade edemedikleri için DTP’yi geçemediklerini savundu. DTP’nin Iğdır belediye başkanlığını kazanmasını “PKK Ermenistan sınırına ulaştı” diye değerlendirince partisinden büyük tepki aldı.

Halbuki AKP tüm seçim sürecinde TRT-Kürtçe’yi açmakla övünmüş, Kürtçe pankartlarla seçime hazırlanmıştı. Tayyip de Kürtçe TRT’nin açılışında Kürtçe konuşmuş, Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarının iktidarları tarafından verildiği propagandasına girişmişti. Kürt kimliğine teslim olan bu “Kürt açılımı” seçim sonuçlarından da görülebileceği gibi işe yaramadı. Kürt açılımı, Kürtçülüğü geliştirdi. Ancak AKP’li yetkililerin değerlendirmelerine bakılırsa, “açılım”ın DTP’yi güçlendirdiğini görmek yerine “daha fazla açılım” yapmaktan bahsediyorlar. Anlaşılan DTP’nin henüz kazanamadığı yerleri de vermek istiyorlar!

Siyasetin CHP tarafında da aynı “gaflet” geçerli. CHP de “Kürt açılımı” konusunda AKP’yle yarıştı. Deniz Baykal doğudaki mitinglerine Kürtçe anonslarla çıktı. Nevruzu resmi tatil yapacaklarını söyledi. TRT Kürtçe’ye ve Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşmasına karşı çıkmak bir yana, destekledi. Hatta Meclis TV’nin Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşması sırasında yayınını kesmesi CHP tarafından “sansür” olarak değerlendirildi.

Ancak sonuç CHP açısından daha büyük bir hezimet oldu. DTP’nin kazandığı yerlerde CHP’nin oyu %1’i bile bulmuyor. “Kürt açılımı” da “çarşaf açılımı” da CHP’ye oy getirmedi. Ne doğu ve güneydoğuda ne de batıda…

Ancak CHP’nin de “Kürt realitesi”ne teslim olduğu seçimin hemen sonrasında yaptığı açıklamalarda belli oldu. Baykal, DTP’nin oylarını artırmasını bölgenin Kürtçüleşmesi ve PKK’nın kontrolüne girmesi olarak değil de “muhalefetin güçlenmesi” olarak değerlendirdi. Daha vahim açıklamalar İstanbul CHP’den geldi. Bilindiği gibi İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin de, belediye başkan adayı Kılıçdaroğlu da Kürt. Bunu etnik kimlikleri dolayısıyla söylemiyoruz. İkisi de kimliklerini “Kürdüz” diye ifade ediyor. Hatta Kılıçdaroğlu Tuncelili, ama PKK’lılar gibi Dersimliyim diyor. Ve ikisi de “Kürt açılımı”nın devam etmesi ve CHP’nin “Kürt vatandaşlarla kucaklaşması” gerektiğini söylüyor.

Üstelik bunlar söylemlerle de kalmıyor. CHP örgütü, İstanbul’da oylarını artırdığını, bunun da “Kürt ve çarşaf açılımı”nın mimarı Gürsel Tekin’in bir başarısı olduğu sonucuna varıyor. Açılımı genişletmek ve yurt çapına yaymak yeni görev! Zaten Baykal da Kılıçdaroğlu, Tekin ve Karayalçın’dan oluşan bir üçlü yönetimle CHP örgütlenmesini baştan sona yenilemeyi planlıyor. Karayalçın zaten SHP Genel Başkanıyken, DTP ile ittifak yaparak 2004 yerel seçimlerine girmişti. Yılların PKK işbirlikçisi. Anlayacağınız, CHP örgütlünmesi baştan sona yenilenecek yani Kürtlere teslim edilecek.

Tabi örgütlenmede ve siyasette Kürtleşme doğu ve güneydoğuda partileri büyütmediği gibi, aksine DTP’nin tabanını güçlendiriyor. DTP’liler daha radikalleşiyor, sıradan insanlar da daha hızlı Kürtleşiyor. Ancak CHP’nin “Kürt ve çarşaf açılımı”nı yurt çapına yayması, DTP’nin bütün Türkiye’deki Kürtleştirme hareketinin kolaylaşacağı anlamına geliyor.

“Güney Afrika Süreci” Hızlanacak

Peki tüm bu gelişmelerin “Güney Afrika Süreci”yle ilgisi ne?

Başta yazdığımız gibi, Türkiye’nin Güney Afrika olması demek Apo’nun hapisten çıkması, yasal siyaset yapabilmesi demek. Türkiye’de Kürtleşme bu hızla devam ederse çok uzak olmayan bir gelecekte Apo’yu Meclis’te görebiliriz. Hatta Apo’nun koalisyon ortağı olduğunu, hatta ve hatta Başbakan bile olduğuna tanık olabiliriz. Olmaz olmaz demeyin. 2007 seçimlerinde hatırlarsanız Tayyip DTP ile koalisyon yapabileceklerini söylemişti. Yarın Apo, Mandela gibi hapisten çıkar da yasal siyaset yapma olanağını kazanırsa, Meclis’e girdiğinde AKP’nin olabi bir koalisyon için kapısını çalacağı ilk “lider” olacaktır.

Peki Apo hapisten çıkabilir mi?

Son seçim sonuçlarını yorumlayan bütün Amerikancıların koro gibi “DTP’yi kabullenmek gerekir” yorumları yaptıklarını unutmayın. PKK’ya af çıkması, dağdaki PKK’lıların DTP çatısı altında yasal siyaset yapmasının teşvik edilmesi yıllardır konuşuluyor. ABD de af konusunda Türkiye’ye baskı yapıyor. Obama’nın ulusal güvenlik başdanışmanı James Jones, PKK’ya af çıkması gerektiğini ve askeri önlemlerle Kürt meselesinin çözülemeyeceğini ilk ifade eden ABD’li yetkiliydi. Zaten Obama da Türkiye’ye geldiğinde Kürtlerin kültürel ve demokratik haklarının daha fazla verilmesi gerektiğini söyledi. Ve DTP Grup Başkanı Ahmet Türk ile yüz yüze görüşme de yaptı. Bu görüşmede Ahmet Türk tahmin edileceği üzere Kürt sorununun ancak kapsamlı bir af ve Apo’nun siyasi haklarının verilmesiyle çözülebileceğini söyleyen bir rapor sundu. Obama’nın Ahmet Türk’le görümesi bile bu raporun ABD tarafından çoktan kabul edileceğinin göstergesi sayılmalı.

DTP 2009 seçimlerinde aldığı yüksek oy oranı ve son yıllarda yaşadığı gelişme ve yaygınlaşmayla birlikte uluslararası arenada “Kürtlerin temsilcisi” rolüne soyunuyor. Zaten Obama da Ahmet Türk’le tanıştığında “Bir Kürt liderle tanışmaktan çok mutlu oldum” demişti. Yani Obama DTP’yi çoktan Kürtlerin temsilcisi olarak görüyor.

Önümüzdeki dönemde birkaç konuda hızlı gelişmelerle karşılaşacağız.

1. PKK’ya af çıkarılacak ve PKK’lıların DTP çatısı altında siyaset yapmasının önü açılacak.

2. Terörle mücadele tamamen sona erdirilecek. Bölücülüğün yasal mevzilerde dile getirilmesi özendirilecek. PKK’nın böylece yasal zemine çekilmesiyle birlikte Kürtçülük propagandası güçlenerek devam edecek.

3. DTP’li ve PKK’lı liderler “Kürt milleti”nin liderleri olarak benimsenecek.

4. Bir aşama sonrasında PKK affından Apo da yararlanacak. Ve Kürtlerin gerçek lideri olarak siyaset arenasına girecek.

5. Bundan sonraki aşamada, Apo’yu yalnızca milletvekili olarak mı görürüz, koalisyon ortağı olup bakanlık mı yapar, yoksa en büyük partinin lideri olarak başbakanlığa mı oturur bilemiyoruz. Bunu Kürtleşme ve Kürtçüleşme sürecinin ne kadar hızlı olduğu belirleyecek.

Ancak bütün bu sürecin hızlanmasının tek bir sonucu olacak: Kürtler bu ülkenin baskı gören “siyah çoğunluğu” olduğunu iddia etmeye başlayacak. Kürt olmayanların “Türklüğe asimile edilmiş” olduğu iddia edilecek. Hatta Türkler Kürtlere soykırım uygulamakla suçlanacak. Kuyularda kemik aranmasının esas nedeni bu.

Kısacası “Güney Afrika Modeli”nin Türkiye’ye bedeli yalnızca Apo’nun yasal siyasetçi haline gelmesi olmayacak. Daha da ötesinde Türkiye’de Kürtler çoğunluk haline de gelecek.

Tabii süreç böyle devam ederse. Bu sürece bir dur diyecek bir “Türk realitesi” de ister istemez çıkacak tabii ki. Sanılmasın ki Türkler tüm bu süreci elleri kolları bağlı izleyecek. Kürt bölücülüğüne karşı Türk milliyetçiliğini örgütleyecek bir siyasi hareket Türkiye’yi bu cendereden kurtaracaktır.

Ona  Göre … !!!!!!!!!!!!!

Özgür Erdem


2 Yanıt to “Güney Afrika Örneği”


  1. 1 selver
    Nisan 27, 2010, 2:53 pm

    ya llütfen afrika nın bu haline küçük bi çözüm önerisinde bulunurmusunuz ödevimde

  2. 2 halil ekerbiçer
    Ağustos 4, 2018, 2:48 pm

    ilk seçim tarihini yanlış yazmışsınız. 1994 değil.1995 bende o zamanlar güney afrikadaydım.
    parti üyesi olduğum için seçimleri çok yakından takip ediyordum. maalesf genel başkanımızda 1994 sonlarında öldürüldü.


Yorum bırakın


İstatistikler

  • 2.406.122 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Ağustos 2009
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  

En fazla oylananlar