Aralık 2009 için arşiv

30
Ara
09

Küfürbaz baykuş

DTP içerisindeki bazı milletvekilleri ile ilgili olarak, “Güvercinler”, “Şahinler” benzetmesi yapılmıştı. Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Aysel Tuğluk gibi, diğerlerine oranla daha ılımlı olanlarına/görünenlerine “Güvercin”, Emine Ayna gibi sivri dilli olanlarına da “Şahin” deniyordu.

Bu benzetme, mevcut tüm partilerde de vardı, aynen spor kulüplerinde, basın camiasında, şov, sanat ve edebiyat dünyasında, politika arenasında olduğu gibi. Herhangi bir ailede dahi, babaya “Şahin”, anneye “Güvercin” denebiliyordu örneğin.. Bu nedenle, bunda kızılacak, köpürecek bir şey de yoktu.

Baydemir Osman niye kızdı bu kadar?

Anayasa Mahkemesi tarafından DTP’nin kapatılması üzerine, “DTP amblemindeki meşe ağacı nerenize battı” diye Hükümet’e laf atan, bel altı soru önergesi veren Osman, gevşek ağzına gem vuramadı, dur diyemedi. Arkasından, hem Hükümet’e ve hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne salyalarıyla hiddetlenerek “Bizi, güvercin ve şahin diye bölenler için söylüyorum” dedi ve 72 milyonun gözleri önünde içine etti, hem de iki kez.

Akşam, bir televizyon kanalına canlı bağlanan Osman Baydemir (Soyadındaki “Bay” hecesi biraz garip kaçıyor)’in, bir özür dilemesi beklenirken, tersine “Bu bir özgüvendir” dedi. Bir çuval inciri berbat etti Osman efendi. Hemen bez getirdiler tez elden, ancak getirilen bez, ne yazık ki Cafer’in ettiklerine yetmedi.

Gerçekten, CAFER BEZGETİR niye kızdı ki bu kadar? Halbuki kendisinin, ne “Güvercin” olarak, ne de “Şahin” olarak ismi hiç geçmiyordu ki magazin dünyasında. Buna çok alınmıştı muhtemelen; “Siz beni bir halta benzetemediniz ha! Alın, görün bakalım, ben neymişim!” demişti, tahminen.

Gördünüz mü Osman’ı? O, “güvercin”den de, “şahin”den de üstün ve ünlüydü artık kamuoyunda, özellikle kendi çöplüğünde. Artık ötüyordu Osman.. O bir “BAYKUŞ”tu, Cafer BAYKUŞ’tu, hatta “KÜFÜRBAZ BAYKUŞ”tu artık.

Gerçi, ne farkı vardı ki, bütün bu kuş türlerinin? Hepsi kuş değil miydi, uçmuyorlar mıydı, ötmüyorlar mıydı sonuçta!

Ha, DTP’nin güvercin’i, şahin’i, baykuş’u olmuşlardı, ha Apo’nun kelime sektirmez, yetenekli papağanı, papağanları!

Sabahattin Talu
sabahattintalu@gmail.com

29
Ara
09

Yüce Türk Milletine Uyarı

“Türk  Milletine  taaruz  eden  düşman,

önce  Türk  Subayını  aşağılamak  ister”

Mustafa  Kemal  Atatürk’ün,  31  Temmuz  1920  tarihinde,   Afyonkarahisar

Kolordu  Dairesi’nde  subaylara  hitaben  yaptığı  konuşmanın  tam  metni :

Efendiler!

Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum.Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim.Fakat çoksunuz;müsait yer de yoktur.Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülahaza etmekle yetineceğim.

Arkadaşlar! İNGİLİZLER ve YARDIMCILARI milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir.Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir.
Hiç kimse kimseye,hiçbir millet diğer millete hürriyet ve bağımsızlık vermez.

Milletlerde tabiaten ve yaratılıştan mevcut olan bu hak,milletlerce kuvvetle,mücadele ile mahfuz bulundururlar.Kuvveti olmayan,dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet,mahkum ve esir vaziyettedir.Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.

Dünyada hayat için,insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır.Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.

Kuvvet ordudur.Ordunun hayat ve saadet kaynağı,bağımsızlığı takdir eden milletin,kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır.

İngilizler,milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için,pek tabii olarak evvela onu ordudan mahkum etmek çarelerine giriştiler.Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı,cephanelerimizi,bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar.Sonra kumandalarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar.Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler.Ordumuzu tamamen lağvederek,milleti bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler.Bir taraftan da müdaafasız,ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de izzetinefsine,her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla milleti alçaklığa,boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar.

Herhalde ordu,düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.Orduyu imha etmek için mutlaka subayını mahvetmek,aşağılamak lazımdır.Buna da teşebbüs ettiler.Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz.

Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti,ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.

Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir.Zaman zaman şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine,hakiki imasına sekte vurmamıştır ve vuramayacaktır.

Dolayısıyla kuvvetin,ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak -ki milettin vicdani imanıdır- mevcuttur.Ordu ise arkadaşlar,ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur.Malum bir askeri hakikat,felsefi hakikattir;” ordunun ruhu subaylardadır”.O halde subaylarımız,düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.

Millet,bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan,ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler.İşte subayların yüce vazifesi budur.

Allah göstermesin,milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.Subaylar,izah ettiğim yüce,mukaddes ve bütün açılarda üzerlerine düşen vazife itibariyle,bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde,birinci derecede faal ve fedakar olmak mecburiyetindedirler.Şahsi ve hususi hayatları itibariyle de subaylar,fedakarlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler.Onları aşağılar ve hor görürler.Hayatında bir an bile subaylık yapmamış,subaylık izzetinefsini,şerefini duymuş,ölümü küçümsemiş bir insan,hayatta iken,düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü muamelelere katlanamaz.Onun yaşamak için bir çaresi vardır:Şerefini korumak ! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği,o şerefi ayaklar altına almaktır.

Dolayısıyla subay için “YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” vardır.Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz.Bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız.Milletimizi daima bağımsız görmekten bahtiyar olacağız.

(Atatürk’ün Bütün Eserleri,9. cilt)

28
Ara
09

“Dingo”lar gibi saldırıyorlar

Alparslan Başeğmez 27/12/2009

Alparslan Başeğmez

Her sabah uyandığımızda, tedirginlik içinde, televizyonumuzun uzaktan kumandasına elimizi dokunduruyoruz…
Acaba, bugün hangi “ŞOK, ŞOK, ŞOK”…
Hangi “OLAY, OLAY, OLAY”…
Hangi “FLASH, FLASH, FLASH”…
Haberler “SERVİS” edilecek diye…
Hangi alt yazılarla “SON DAKİKA”  haberleriyle yüreğimiz ağzımıza gelecek diye…
“SINGIN” olmuşuz…
Kulağımız tetikte bekliyoruz…

Biz, Afrikalı bir ülkede mi yaşıyoruz?…
Biz, Orta Amerikalı, Güney Amerikalı bir devletin vatandaşları mıyız?…
Biz, Arap çöllerinde birbirlerine kumpas kuran, Bedevi aşiretlerinden miyiz?…
Biz, Güney Asya’da gizemli ölümlerin kol gezdiği, bir arenada mıyız?…
Yaşadıklarımız ne?…
Bize hangi elbiseyi biçmişler de…
Giymekte zorlanıyoruz…

Bir ülke düşünün, 19.yüzyıl sonlarında aynı kaderi yaşamışız…
Bir ülke düşünün, aynı filmi 20. yüzyılın başlarında görmüşüz…
Bir ülke düşünün, vatan topraklarının çok büyük bir bölümünden çekilmiş, Misak-ı Milli sınırları içerisinde Anadolu’ya geri dönmüşüz…
Bir ülke düşünün, dayatılan “Sevr” ile düşman pençesine düşmüş, inim inim inlemiş, kuru ekmeğimizi soğan ile “AŞAMIŞIZ” bölüşmüşüz…
Bir ülke düşünün, küllerimizden yoktan var olmuşuz…
“ÜMMET” ten millete geçmiş, gururla Türklüğümüzle öğünmüşüz…
“Kul” olmaktan vazgeçip, Cumhuriyeti seçmişiz…
Ve, 21. yüzyıla ne badireler atlatarak, ulaşmışız, gelmişiz…

Bir ülke düşünün…
“Bir kısrak başı gibi uzanan” Anadolu’da…
Laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak, ortak akılla, insanlarını hür, eşit, bağımsız bir vatandaşlıkla kabullenip, muasır medeniyetler seviyesine çıkartmak için imparatorluk kalıntısı bir ülkeyi Türkiye Cumhuriyeti olarak yeniden yaratmışız…
BAŞTA ULU ÖNDER MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK OLMAK ÜZERE BU UĞURDA CANINI VERİP, KANINI, TERİNİ AKITAN TÜM GEÇMİŞİMİZİ RAHMETLE ANIYORUM…
O arslanlar, o yiğitler…
Yeniden yaratılan bu ülkenin insanlarına ne yapmış?…
Kötülük mü etmiş?…
İngilizler, ırza geçselerdi daha mı iyi olacaktı?…
Fransızlar, ırza geçmeye devam etselerdi memnun mu olunacaktı?…
İtalyanlar, ırza geçseydi daha mı mutlu olunacaktı?…
Ermeniler, ırz, namus bırakmayıp ırza göz koysalardı, daha mı kutlu olunacaktı?…
Ya Yunan?…
Yaptığı vahşetleri tarih kitaplarından bile sildiğimiz, ancak milletin yüreğinden asırlar geçse de  asla silemeyeceğimiz Yunan…
Irza geçip, namusu yerlerde süründürseydi, daha mı gurur duyulacaktı?…
Vatanımızı ve milletimizi rahat bırakmayan, hain kahpe dölleri…
Eskiye özlem duyup, Türk Milletini içine bir türlü sindiremeyen “Ümmet” şerefsizleri…
Ne istiyorlar?…

Bugün…
Birileri dört bir koldan “Dingo”lar gibi saldırıyorlar…
Türk milletine saldırıyorlar…
Türk milletinin bağrından çıkmış…
Sarsılmaz bir güvenle, gurur duyduğumuz…
Türk’ün Silahlı Kuvvetleri’ne saldırıyorlar…
Neden?…

Okumaya devam edin ‘“Dingo”lar gibi saldırıyorlar’

28
Ara
09

Maden ocağında zehirlenme : 1 işçi öldü

Edirne’nin Keşan ilçesinin Beyendik beldesi yakınlarındaki bir maden

ocağında, meydana gelen karbonmonoksit zehirlenmesinde 1 işçi öldü,

3 işçi tedavi altına alındı.

EDİRNE – Özel bir şirkete ait kömür ocağında işçi olarak çalışan Sezgin (35) ve Hüseyin Karadağ (39) kardeşler ile amca çocukları Hasan (22) ve İsmail Gırlangıç (23), ocakta karbonmonoksit gazından zehirlendi. Arkadaşlarının durumu fark etmesi üzerine ocaktan çıkarılan işçiler, Özel Keşan Hastanesi’ne kaldırıldı.

Sezgin Karadağ hastanede hayatını kaybederken, Hüseyin Karadağ ile Hasan ve İsmail Gırlangıç, burada yapılan ilk müdahaleden sonra Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edildi.

Şirketin ortağı Merthan Dağtaş, ocak içinde yapılan ölçümde, daha önceden ocağın bu noktasında karbonmonoksit gazı bulunduğunun tespit edildiğini bildirdi.

Ölen işçinin de bunu bildiği halde o bölgeye girmesine bir anlam veremediğini söyleyen Dağtaş, şunları kaydetti:

”Yaşamını kaybeden ve zehirlenen işçilerimiz, karbonmonoksit gazı bulunan ocağın o bölümünü tuğlayla kapatmak için maden ocağına girmişlerdi. Fakat Sezgin Karadağ, girmemesi gereken karbonmonoksitli bölgede bayılınca, diğer üç işçi de onu kurtarmak için girdiklerinde bayılmışlar. Daha sonra bunları gören diğer işçiler onları baygın şekilde ocaktan çıkarmış. Ancak bir arkadaşımızı kaybettik. Diğerlerinin durumları iyi. Şu anda kömür ocağında üretime ara verildi.”

28
Ara
09

İşte gerçek – hemi de ideolojik değil..!!!

27
Ara
09

Ah o kadın…

“Atatürk, Kerkük, Yassıada, Safiye Ayla, ordu komutanı, Bodrum Paşası, Fethullah Gülen, Mehmetçik Vakfı, Vehbi Koç, Hisar Camii, Türkçe ama Kürdili, katsayı sorunu, imam Şuayib Efendi, Mehmet Barlas, faşist(!) İzmir ve üniversiteli müezzin” aynı haberde geçebilir mi?

*

Seviyorum bu ülkeyi…

*

“Rast” makamında okumanızı öneririm; çünkü, “rast”laşma diye buna
derim ben.

*

Kerkük’te dünyaya gelen, milli mücadelede canını ortaya koyup İstiklal Madalyası kazanan, 27 Mayıs ihtilalinde tutuklanıp, Yassıada’ya tıkılan, hapisteyken kahrından kalp krizi geçirip ölen, İstanbul Valisi ve Adnan Menderes’in Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar’ın adını taşıyan salonda…

*

Atatürk’ün en beğendiği sanatçılardan biri olan, modern Türk kadınının öncülerinden; tüm mirasını, Vehbi Koç’un çağdaş eğitim ve gariban çocukların desteklenmesi için kurduğu Türk Eğitim Vakfı’na bırakan Safiye Ayla ile…

*

Tüm mirasını, şehit ailelerine ve gazilere harcanması için Mehmetçik Vakfı’na bırakan, sanat güneşimiz, Bodrum Paşası Zeki Müren’in anısına yapılan ses yarışmasında…

*

Aralarında, Nesrin Sipahi, Serap Mutlu Akbulut, Melihat Gürses, Profesör Erol Deran, Profesör Erol Belgin, Beşir Ayvazoğlu ve gazeteci ağabeyimiz Mehmet Barlas’ın da bulunduğu seçkin jüri tarafından yapılan değerlendirme neticesinde…

*

Zeki Müren dalında birinci olan Harun Gürbüz’e, ödülünün, Ege ve 1’inci Ordu Komutanlığı yapmış olan, emekli orgeneral Çetin Doğan tarafından takdim edilen gecede…

*

Safiye Ayla dalındaki birinciliği, tam da n’oolacak bu imam hatiplerin katsayı sorunu denildiği şu günlerde, imam hatip mezunu, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi ve aynı zamanda İzmir Hisar Camii’nin müezzini olan, Muhammed Emin Ayaz kazandı…

*

İşin daha güzel tarafı; Hisar Camii’nin müezzini Muhammed Emin Ayaz, aynı Hisar Camii’nin baş imamı Şuayib Efendi’nin oğlu olan ve babası vefat ettikten sonra Hisar Camii’nin imamlığını sürdüren, faşist İzmir’de doğup, faşist İzmir’de ölen, efsane bestekâr Rakım Elkutlu’nun “O Kadın” isimli eserini seslendirerek kazandı…

Okumaya devam edin ‘Ah o kadın…’

27
Ara
09

Dersim yalanları ve gerçekler

Yalan 1 :  İsyan  bastırılırken  100 bin  kişi  öldürüldü.

İsyanın elebaşları mahkemede. Atatürk rejimi, bu elebaşlarından sadece 7’sini idam etti. Diğerlerini ise batıya sürmekle yetindi. Elebaşlarını bile öldürmeyen, mahkemelerde yargılayanlar çocukları niye katletsin?

Nasıl  ki,  sözde  Ermeni  soykırımı  iddialarında  “1.5 milyon  Ermeni  öldürüldü”  palavraları  yıllardır  söylene  söylene  bir  gerçekmiş  gibi  beyinlere  kazınmışsa,  aynısı  sözde  Dersim  katlimaylı  ilgili  yapılmak  istenmektedir.  Bu  iki  yalan  da  gerçekten  eşit  derece  uzaktır.

Dersim katliamıyla ilgili verilen rakamlar her şeyden önce nüfus istatistikleriyle örtüşmemektedir. 100 bin kişinin katledildiği iddia edilmektedir, ancak Tunceli’nin 1935 ve 1940 yılındaki nüfus rakamları ortadadır: 1935’te 101 bin. 1940’ta ise 95 bin!

Aradaki 6 bin sayılık farkın tümü de öldürülen insan değildir elbet. Zorunlu göçe tabi tutulanların sayısı da isimleri de bellidir.

Bu kuyruklu yalan bir de resmi kaynaklara dayandırılmaktadır! Halbuki, hiçbir resmi kaynakta 100 bin kişi öldürüldüğünden bahsedilmemektedir. Kimileri Genelkurmay belgelerinde “13 bin” kişinin öldürüldüğünün yazılı olduğunu söylemektedir ama böyle bir belge de yoktur. Ölü rakamlarıyla ilgili verilen tek resmi rakam şudur: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.”

Bu, “1938 Yılı Tedip Harekâtı”nın sonuç raporunda verilen rakamdır. Bu harekâtın amacı, Tunceli bölgesinin bütün eşkıya ve isyancılardan arındırılmasıdır. Şehir tamamen bir çembere alınmış ve köyler, ahırlar, mağaralar, ağaç kovukları da dahil olmak üzere bütün bölge karış karış taranarak kanun kaçakları yakalanmıştır. Bunlardan silahla karşılık verenlerle doğal olarak çatışmaya girilmiştir, ancak büyük çoğunluğu canlı olarak yakalanmıştır.

Bütün bu harekâtta ölü ya da diri yakalanan insan sayısı da görüldüğü gibi 7.954’tür. Dönemin Tunceli nüfusunun %10’undan az bir rakamdır. Dolayısıyla “çoluk çocuk demeden, yaşlı genç ayırt etmeden katliam” gibi palavraların hiçbir dayanağı yoktur.

Yalan 2 :  Çocuklar  kurşuna  dizildi,  hamile  kadınlar  öldürüldü…

Sözde Dersim katliamıyla ilgili anlatılan efsanelerden en yaygın olanı çoluk çocuk demeden bütün Dersimlilerin kurşuna dizildiğidir. Hatta sözde görgü tanıkları bu yalanların kanıtı olarak gösterilir.

Halbuki isyanın üç önemli liderinden Alişir isimli olanı öldürülmüş, Nuri Dersimi Suriye’ye kaçmış, Seyit Rıza ise sağ yakalanıp yargılandıktan sonra idam edilmiştir. İsyana destek olan aşiretlerin liderlerinden de sadece 7’si idam edilmiştir. Diğerleri zorunlu göçe tabi tutulup batıya sürülmüştür.

Atatürk iktidarının katliam yapmak gibi bir niyeti olsa, neden isyan liderlerini batıya sürerken çocukları katletmeyi tercih etsin? Gerçekten bir katliam olsa, isyan liderleri sağ bırakılır mıydı?

Yalan 3 :   Resmi  raporlara  göre

13 bin  kişi  öldürülmüş.

İşte sözde katliamın sözde belgesi (sağda).

Üzerinde hiçbir resmi mühür, imza yok! Daktiloyla hazırlanmış herhangi bir çizelge. Bu belgeyi evinde daktilo olan herhangi birisi hazırlayabilir!

Yalan 4 :  İsyandan  sonra  100 bin  insan  zorla  göçertildi.

Bir başka büyük yalan… Resmi raporlarda zorunlu göçe tabi tutulan herkes isim isim bellidir. Toplam sayı ise 3.470’tir. Üstelik aşiretlerin tümü birden göçertilmemiştir. Her aileden 10 kişi seçilmiş, isyana destek veren 347 aile batıya sürülmüştür. Bu da zorunlu göçün bölgeyi Dersimlilerden arındırmak değil, isyancıların gücünü azaltmak olduğunun en güzel göstergesidir.

Atatürk iktidarının verdiği rakamlara inanmayanlar için nüfus istatistiklerini tekrar hatırlatmak gerekecektir: 1935’te 101 bin olan Tunceli nüfusu 1940’ta 95 bine inmiştir. Yani, Dersim’den 100 bin kişinin göç etmiş olması mümkün değildir. Toplam nüfus zaten o kadardır.

Yalan 5 :  Munzur  suyu  kan  akmıştı.



Necip Fazıl

“O kadar çok insan öldürülmüştü ki, Munzur suyu kan akmıştı.” Bu da herhalde sözde Dersim katliamıyla ilgili en sık kullanılan söylencelerden birisi. İşte bu yalanın kaynağını ortaya koyuyoruz: Necip Fazıl!

Evet, Şeriatçı ve Atatürk düşmanı şair Necip Fazıl bir yazısında şöyle diyor: “Mazgirt Persemek nahiyesinin halkı doğranmakta. Merhamet sahiplerinden biri, bir ile 10 yaş arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur etmiyor. En katı yürekliler bile böyle müdafaasız masum yavrulara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Nihayet karanlık suratlı bir adam bulunuyor. Ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işini bitiriyor. Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

İşin çok daha vahimi, Necip Fazıl’dan bu yazıyı aktaran da Başbakan Tayyip Erdoğan!

Buyurun… İsteyen Tayyip’e inansın, isteyen Atatürk’e…

Okumaya devam edin ‘Dersim yalanları ve gerçekler’

27
Ara
09

Afgan kadınları ve ABD

ABD Afganistan’a saldırdığında, o zamanki Başkan George W. Bush’un eşi Laura sekiz yıllık Beyaz Saray eğleşmesinin kendi ağzından tek açıklamasını yaptı: “Afgan kadınları artık kurtulmuştur!”

Sanki erkeklerden kocası, kadınlardan da o sorumluymuş gibi.

Oysa, Laura Bush’un Amerika’da ya da her hangi bir yerde kadın hakları üstüne sözü edilecek bir varlığı olmamıştı.

Kaldı ki, söylediği dört sözcük bir kandırmanın ötesine geçmiyordu.

Ağzındaki tekerlemenin nasıl bir yanıltma olduğunu anlayacak bilgiye de, bilince de sahip değildi.

Gerçek şu ki, Afganistan kadınlarının konumunda değişiklik yoktur ve gidiş daha da kötüyü gösteriyor.

Bu değerlendirmemi aşağıda kanıtlamağa çalışacağım.

Daha başında özetlersek, işgâlci Amerika’nın oradaki kadınları kurtarmak ya da durumlarını düzeltmek gibi bir amacı yok.

Ağır basan tek bir kaygısı var: Kendi anlayışına göre, “güvenlik”.

O da daha fazla asker, silâh ve havadan bomba demek.

İşgâlcilerle yerliler çatışmağa başlayınca, kadınlar iki ateş arasında kalıyorlar.

Ya ölmekte, ya kaçmakta ya da eve (Taliban döneminde olduğu gibi) kapanmak zorundalar.

Savaşın yıllar süren şiddeti kadını iki cephede de, yani hem evde, hem dışarıda tehlikelerle sarıyor.

Kukla Hamid Karzai yönetiminin yeni yasası kadın haklarını daha da kısıtlıyor.

Gene “kadın hakları” diye ayak diretenler bir yerde ölü bulunuyor.

Yalnız kadınlar değil, “evdeki hatunu odasına neden kilitlemiyorsun?” dedikleri ailenin başındaki erkekler de.

Dayak ve cinsel saldırı eskiden olduğu gibi.

Ama Taliban zamanında hiç değilse başlarına bomba yağmıyordu.

23 Eylül 1988’de eşimle birlikte (Candan Selek Ataöv) Kâbil’de Afganistan Kadınlar Kurulu Başkanı Masume İsmetî Vardak’la konuştuk. O tarihte başkentte genel çizgileriyle sol bir iktidar vardı. Masume Hanım Kandahar’da orta sınıf bir aileye doğmuş. Dönünce önce Eğitim Bakanlığında çalışmış, sonra milletvekili olmuş. Sol hükûmetin kurulmasından sonra Bilimler Akademisinde Toplumsal Bilimler Bölümünde görev almış. İki kitap çıkarmış. Biri Afgan ozanı Koşal Hatek, öteki de (o ülkenin Ziya Gökalp’ı) Mahmut Terzî üstüne. Eşi nükleer fizikçiydi. Defterimdeki notlardan o tarihte söyledikleri: “Ben iktidar partisinin üyesi değilim. Ama yetişmem nedeniyle kadın örgütlenmesinin başkanlığını kabul ettim. 137.000 üyeye eriştik. Bize bağlı alt kadın kuruluşları da var: Şehir Aileleri ve Diplomat Eşleri. Bizimkinin 29 il, 80 ilçe, 21 bucak ve 900 köyde kolları, ayrıca iş yerlerinde 2000 temsilciliği bulunuyor. Şehit dulları ve anaları bize gelir. Böyle 12.000 dul var. Onları maaşa bağlarız. Yiyecek isteyenlere gıda kuponları dağıtırız. Yönetim konutsuzlara ya bir yer ya da ev yapacak toprak gösterir. Çocuklara okul, hastalara doktor buluruz. İlâç alamayanlara parasız ilâç veririz. Eşini ya da oğlunu yitirenler yurt savunmasında öne çıkma çabasında. Kırsal bölge kadını halı dokur, dikiş diker. Kimi işyerine sabah gelip kahvaltısını orada yapar, sonra işinin başına oturur. Kimi hammaddeyi bizden alır, evine götürür, orada işler. Kimi de buraya bir zanaat öğrenmek için başvurur. 50.000 kadına okuma-yazma öğrettik. Meslekten öğretmen olanlar bunu ek ücret almadan yaptı. 599 kadın subay oldu. Savaşta üretim durmadı; erkek askere, kadın işyerine gitti. Merkezden illere, ilçelere çıkıyor, oralarda toplantılar yapıyoruz. “Kadınlar” anlamına “Mermun” adlı iki dilde bir süreli yayınımız var…” O tarihlerde Afganistan’daki sol iktidar kimi yanlışlar yapıp sendeleyerek gitse de, genelde bu yoldaydı. Önünü ABD’nin destek olduğu “Mücahidler”, sonra da Taliban kesti. Şimdi de Amerikan işgâli bu ülke sorunlarını çözdüğü, Afgan kadınını özgürleştirdiği yalanını yayıyor. Oysa, işgâl sürdükçe, sorunlar da büyüyecek.

Şimdi ayrıntılara gelelim.

ABD Afganistan’daki asker varlığını arttırma peşinde.

Generaller öyle istiyorlar.

Örneğin, dört yıldızlı Stanley McChrystal.

Siyasetçiler de aynı görüşte.

Afgan Ordusunun ve güvenlik güçlerinin eğitimi için daha fazla para ayrılmalıymış.

Amerika’da kimi kadın hakları savunucuları da var.

Onlar da Amerikan askerleri çekilirse, Afgan kadınlarının Taliban acımasızlığının eline kalacağını düşünüp üzülüyorlar.

Ancak, günümüz koşullarında o kadınların nelere yargılı olduklarına ilişkin bilgileri yok.

Bu nedenle, onlar bile savaşın sürmesinden yana.

Sanki Amerikan askeri kadın haklarının oradaki bekçisi.

Ne var ki, Afgan kadının Amerikalıların gelmesiyle erkekle eşitlendiği, hiç değilse özgürleştiği dedikodunun ötesine geçmiyor.

Son başkanlık seçimlerini kazanamamasına karşın gene o konumunda kalan Karzai’nin yeni aile yasası Taliban’a rahmet okutur.

İşgâlci Amerika seçimin gerçek sonucunu da, yeni yasanın amacını da iyi biliyor.

İkisini de onaylamış durumdadır.

Karzai cumhurbaşkanlığına getirildiğinde, “Taliban’ın dar kafalı ve baskıcı yönetimi altında inlemiş olan kadınların acılarını dindirmeğe kararlıyız” gibi bir açıklama yapmıştı.

Ancak, bu sözünü yerine getirmedi.

Kendi daha önce Dünya Bankasında çalıştığından ülke dışındayken uğraşı doktorluk olan bir hanımla evlenmişti.

O da şimdi başkent Kabil’deki konutunda bir tür ev hapsindedir.

Hekime her gün her saat çok gereksinim duyulan bu ülkede o kadın da konutundan dışarıya çıkmıyor.

Cumhurbaşkanı Karzai de, ülkeyi aralarında gelir ve egemenlik uğruna bölmüş olan “savaş lordları” da, Taliban için kurşun sıkanlar da benzer hamurdandır.

Kuşkusuz, birkaç aydın dışında, birbirilerine düşmanlık edenler bir konuda, kadına karşı tutumlarında anlaşıyorlar.

1988’de eşimle birlikte Afganistan’a gittiğimizde, orada sol bir yönetim vardı.

Kılavuz diye bize verilen yerli erkek hiçbir işe yaramıyordu.

Daha ilk gün bana bir doğal, bir de siyasal büyük Afganistan haritası bulup vermesini rica ettim.

Birkaç kez yineledim.

Sürekli “kolay” diyor, ama getiremiyordu.

Onun yerine, bize de görünmeden otelin lokantasına sabahın erken saatinde gelip bizim hesabımıza özenli bir kahvaltı ediyordu.

Dönmemizden bir gün önce, oranın Dışişleri Bakanlığı içinde geçenekte (koridorda) dolaşan bir Afgan kızı gördüm.

O da diplomatmış.

Akıllı, becerikli, başı açık ve uygar biriydi.

Haritaları ondan da istedim.

Beş dakikada ikisini de getirip verdi ve şunları söyledi :

“Ben de erkekler gibi Bakanlığın giriş sınavlarında başarılı oldum. Mesleğe girdim de. Ancak, kız olduğum için bana ne oda verdiler, ne de bir masa. İşimi ortada dolaşarak yapıyorum. Üstelik, bunlar ilerici de. Savaşta da artık yeniliyorlar. İktidara ötekiler gelince, benim durumum ne olacak? Herhalde, eve kapatacaklar.”

Okumaya devam edin ‘Afgan kadınları ve ABD’

27
Ara
09

Türk dünyasında milliyetçi ve işbirlikçi çizgi mücadelesi – (2)

Devrimci   çizgi  —  işbirlikçi   çizgi

Daha   önce   belirttiğimiz   gibi   Sovyet   Devrimi   esas   olarak   ulusal   bir   devrim  

görünümündedir.

Çünkü   Sovyet   Devrimi,   işgalci   emperyalist   güçlere   karşı   çevre   halklar  

dediğimiz   Tatarlar,   Başkırtlar   ve   Kazakların   işgalcilere   karşı   mücadelesiyle  

ayakta   kalabilmiştir.

İşte bu noktada iki çizgiden birisi Bolşevik saflarda Kızıl Ordu güçleriyle birlikte Tatar Kızıl Ordusu olarak savaşan ve işgalcilere karşı mücadele eden Sultan Galiyev, Zeki Velidi Togan, Ahmet Baytursun ve Turar Rıskulov’un milliyetçi devrimci çizgisi diğeri de İdil-Ural’daki Kurucu Meclisle birlikte Denikin ve Vrangler’le işbirliğine giden reformist işbirlikçi çizgidir.

Kırım’da Cafer Seyit Ahmet ve arkadaşları Vrangler’le birlikte mücadeleyi savunmaktadır. Numan Çelebi Cihan ise Bolşeviklerle işbirliği yaparak Kırım’da bağımsızlığı sağlamayı amaçlamaktadır.

Bu cumhuriyetlerin kurulması doğrultusunda verilen mücadeleye karşılık işbirlikçi çizgi dediğimiz reformist kanat Kızıl Ordu’nun güçlenmesi ve Beyaz Orduları yenmesiyle Kazan’dan kaçarak anayurtlarını terk etmişlerdir. Sadri Maksudi Arsal Türkiye’ye gelirken Ayaz İshaki Japonya’ya ve Avrupaya geçmiştir.

Kırımda ise Ukraynacı “Kırım Kırımlılarındır” teziyle Kırım Tatarlarının varlığını reddeden anlayışa sahip olan Cafer Seyit Ahmet karşısında “Kırım Tatarlarındır. Kırım’da Tatarların varlığı toprak devrimiyle mümkündür. Bu topraklar Tatar halkının topraklarıdır” tezini savunan Abdulreşit Mehdi’nin tezlerinin bir benzerini savunan Numan Çelebi vardır.

Lenin’in “Doğunun Yıldızı” olarak
nitelendirdiği Kırım Muhtar Sosyalist Cumhuriyeti başkanı Veli İbrahimov. (üstte)
Milliyetçi devrimci çizginin temsilcisi Milli Fırka ve milli komünistler Vrangler’e karşı en keskin mücadeleyi verdiler. Bu mücadeleyi Galiyev Kırım Raporu’nda açık bir şekilde anlatmaktadır. Anlattığı Kırım Tatarlarının verdiği mücadele nedeniyle daha sonra Kırım’da Tatarların çoğunluk olmadıkları halde Kırım Tatarlarının başkanlığında bir Tatar hükümeti kurulmuş ve bu hükümette kendisi de bir tatar olan Veli İbrahimov başkan olmuştur.

Cafer  Seyit  Ahmet  ve  Kırım  davası

Bolşeviklerin saflarında kontrolsüz olan Sivastopol’daki bahriyeli anarşistlerin Kırım’ı işgali sırasında çıkan ilk çatışmalarda Kırım’ın askeri sorumluluğunu alan Cafer Seyit Ahmet nasılsa bir yolunu bularak çatışmalara girmeden Ukrayna’ya, oradan da Kafkasya üzerinden Türkiye’ye kaçmıştır.

Buna karşılık kaçmayı reddeden ve Kırım Kurultayı Başkanı tavrıyla Kırım’da kalan Numan Çelebi Cihan Sivastopol’daki bahriyeli anarşistler tarafından öldürülmüştür.

Kırım’da askeri sorumluluğu olan Cafer Seyit Ahmet’in bir yolunu bularak Kırım’ı terk etmesi onun Kırım davasana olan bağlılığının seviyesini göstermesi bakımından ilginçtir.

Sultan Galiyev ve arkadaşları Kazan’da kalırken Cafer Seyit Ahmet Kırım’ı terk edip Türkiyede Kırımer soyadını alırken; Numan Çelebi Kırım’da kalarak şehit olmayı tercih etmiştir. Numan Çelebi’nin arkadaşları olarak Bolşeviklerle işbirliği yapan Veli İbrahimov yani Milli Fırkanın sol kanadı ve milli komünistlerden Kerimcan Firdevs burada gelecekteki iktidarı oluşturacak Partizan mücadelesini sürdürmüştür.

Alman  işgali

Bolşeviklerin tekrardan Kırım’dan sürülmesi sonrası Almanlar Kırım’ı işgal edince Süleyman Sülkeviç başkanlığında Kırım’da bir hükümet kurulmuştur. Bu hükümetin tek yaptığı Almanların Kırım’ı işgaliyle birlikte daha önce Kırım’dan kaçan Cafer Seyit Ahmet’i tekrar Kırım’a döndükten sonra bu hükümette dışişleri bakanlığı görevini vermesidir.

Keza bu dönemde muhterem büyüğümüz Müstecib Ülküsal Romanya’dan Kırım’a geçerek Alman işgalindeki Kırım’da iki yıl öğretmenlik yapmıştır. Ama Almanların Kırım’dan çekilmesiyle birlikte yani Almanların yenilmeye başlayıp Kırım’dan çekilmeleri üzerine Cafer Seyit Ahmet Kırım’ı terk etmiş, Müstecib Ülküsal da okumak ve eğitmek üzere Kırım’dan kaçarak Türkiye’ye gelmiştir.

Oysa Kırım’da milli komünistler yani devrimci-milliyetçi çizgi Partizanlar olarak Almanlara karşı mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Yani Almanlara karşı bu mücadelede ölen yüzlerce Kırım Tatarı bu mücadeleyi ayakta tutmuşlardır. Ama maalesef dışarıda yani diasporada ise büyük fedakarlıklarla Kırım’da kalarak Almanlara karşı mücadele eden Tatarların hiçbir şekilde politik kimliklerinden ve kahramanlıklarından bahsedilmemiştir. Türkiye’de yaşayan Tatarlar bunun farkında olmamışlardır.

Almanların çekilmesi sonrası bölgeye tekrar Vrangler egemen olmuş ve egemen olduğu bu dönemde bu sefer Süleyman Krımski Kırım’da hükümet kurmuş ve bu hükümette maalesef Gaspıralı’nın kızı da, bu işgalci genaralin egemenliğindeki Kırım’da, milletvekilli olmuştur.

Oysa milliyetçi devrimci çizginin temsilcisi Milli Fırka ve milli komünistler Vrangler’e karşı en keskin mücadeleyi verdiler. Bu mücadeleyi Sultan Galiyev Kırım Raporu’nda açık bir şekilde anlatmaktadır. Anlattığı Kırım Tatarlarının verdiği mücadele nedeniyle daha sonra Kırım’da Tatarların çoğunluk olmadıkları halde Kırım Tatarlarının başkanlığında bir Tatar hükümeti kurulmuş ve bu hükümette kendisi de bir tatar olan Veli İbrahimov başkan olmuştur.

Milliyetçi – devrimci  Veli  İbrahimov  ve  Kırım  davası

Sürgün sonrası Kırım’a dönmek isteyen Tatarların Leninist “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ve Lenin’in ilkelerine göre kurulmuş Kırım Sosyalist Cumhuriyeti’ni geri istedikleri dönem bu dönemdir. 1924-1928 arasındaki bu dönemde Kırım’dan kaçmış olan ve Romanya’da bulunan Tatarların Kırım’a dönmeleri talep edilmiştir. Ama bu talebi Romanya üzerinde egemenliğini sürdüren Müstecib Ülküsal ve Cafer Seyit Ahmet kabul etmemişlerdir. Bu bölgeye Ukrayna’dan ve Polonya’dan gelen Yahudiler yerleştirilmek istenmiştir.

Buna karşı çıkan Veli İbrahimov daha sonra suçlu bulunarak kurşuna dizilmiştir. Keza bu kurşuna dizilme dönemi Sultan Galiyev’in de suçlandığı döneme denk düşmektedir. Ve bu ise Velikarusçuların sosyalizm adı altında milli komünistlerin ve milliyetçi devrimcilerin Rusya’nın karşısında bir güç olmalarının önünün kesmek için yapılmış bir harekettir.

Milliyeçi devrimciler burada iki ucu keskin bir kılıç altındadır: Bir tarafta Batılı emperyalist güçlerin elinde veya veya bunların uydusu olan Çar’ın elinde olmak. Öbür taraftan ise bunlara karşı olan ama aynı zamanda milliyetçi Türkçü Tatar devrimcilerinin de iktidar olarak Rusya’da egemen olmasını istemeyen Bolşevikler arasında kalmışlardır.

Özellikle bu anlattığım dönem Kırım tarihi konusunda yazılmış en önemli eserlerden biri olan Alan Fisher’ın Kırım Tatarları kitabında da açıklıkla vurgulanmaktadır.

Ama ne yazık ki Kırım Tatarlarının tarihini anlatan bu kitabın Türkçe’ye çevrilmesi geciktirilmiş, çevrildiği halde hiçbir Kırım dergisinde müjde olarak verilmemiştir.

Okumaya devam edin ‘Türk dünyasında milliyetçi ve işbirlikçi çizgi mücadelesi – (2)’

27
Ara
09

Marx geri mi geldi ?

Öteden  beri  bilinir.

Dünyada  ya  da  bizde  ekonomide  bir  problem  oldu  mu,  teşhis  hazırdır :

“Sistem  krize  girdi.”

Nedense  bu  kapitalist  sistem,  pek  periyodik  olmamakla  birlikte  sürekli  krize  girer.

Arkasından da büyük büyük ekonomistler, kapitalizmin nerede aksadığını bulmaya çalışırlar.

Her meslekten her ideolojiden insanlar kapitalizmin nerede hata yaptığını araştırırlar ki daha düzgün işleyen bir kapitalizm oluşsun.

Hatta uçuk bazı Marksistler her krizden sonra sosyalist devrim beklentisi içine girerler.

Ama 150 yıldır krize giren kapitalizmden bir türlü devrim çıkmaz.

Sözde krizlerden sonra kapitalizm güçlenmiş olarak çıkar.

Şimdi bizdeki Marksistler işi öyle abarttılar ki, Obama’yı da solcu ilan ettiler.

Amerika’daki bir iki kamulaştırma olayını da Marksizme sarılma olarak algıladılar.

Bizim ciddi Atatürkçülerimiz bile krizle ilgili olarak günlerce kafa yordular.

Adam Smith ve Ricardo kapitalizmi nispeten disipline edip, bilimsel bir temele oturtmaya çalıştı.

Daha sonra Karl Marx işçi sınıfına bir çıkış yolu bulunur kaygısıyla, kapitalizmi üç ciltlik “Kapital” adlı eserinde derinlemesine analiz etmiştir.

Öyle analiz etmiştir ki, sermayenin günümüzdeki evrimine yüz elli yıl önce ışık tutmuştur.

Bu eser günümüzde işçi sınıfından çok kapitalistlerin işine yaramaktadır.

Marks Kapital’in girişinde kısaca şunu söylemektedir: “Sermaye, meta üreten işçinin emeğine kapitalistin hak ettiğinden daha fazlasına el koymasıyla oluşur.”

Yani burada zorla el koyma var.

Daha doğrusu işçinin emeğini çalan kapitalist, sürekli zenginleşmektedir.

Sistem hırsızlık üzerine kurulmuştur.

Çalma sürecinde bazı sorunlar çıkınca da sistem krize girdi yaygarası dünyayı kaplamaktadır.

Hırsızlık üzerine kurulu olan bir sistemin krizi olur mu ?

Olsa olsa çalma sürecinde bir tıkanıklık olmuşsa, bu tıkanıklığı aşma operasyonudur.

İşte kapitalizm öyle kutsanmıştır ki, yığınlara evrensel bir sistem olarak dayatılmaktadır.

Bu dayatmada öyle başarıya ulaşılmıştır ki, bizim gibi fakir ülkelerdeki fakir insanlar kapitali olmadığı halde kapitalizmi savunur hale gelmişlerdir.

Oysa eskiden monarşilerde bu hırsızlık daha kaba, daha açık yapılıyordu.

Bir devlet bir devlete yalın kılıç saldırıyor, yenen taraf yenilenin bütün hazinesine el koyuyor, haraca bağlıyordu.

Yeni devletler, yeni topluluklar oluşuyordu. Ancak devletlerin bu açık savaşlarında ekonomik ve dini kaygılar ön plandadır.

Var olup olmama gibi bir ikilem içindedir topluluklar.

Daha doğrusu savaşmayan, savaşamayan devletler veya topluluklar yok olmaktadır.

Bu olgular bize tarihsel süreçte diyalektik bir devinimi de göstermektedir.

Hani “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” denir ya, kapitalizm icat oldu, doğal toplumsal diyalektik süreç bozuldu. Avrupa’da kapitalizmin ve paranın mistik bir şekilde kutsanmasının esas nedeni ise başkadır: Özel mülkiyet.

Özel mülkiyetin olmadığı bir sistemde sermaye birikiminden ve zenginlikten bahsetmenin hiçbir mantığı yoktur.

Avrupa’da özel mülkiyet ilkel klanlardan sonra, bir şekilde hemen oluşmuşken, dünyanın birçok yerinde özel mülkiyetin olmadığı topluluklar vardır.

Ve çağına göre bu topluluklar, inanılmaz derecede ileri uygarlıklar oluşturmuşlardır.

Okumaya devam edin ‘Marx geri mi geldi ?’

27
Ara
09

Alın açılımınızı başınıza çalın

Ağızlarına PKK sözünü almadan, karanlık güçlerden bahsedenlerin, hükümet ilgilileri ve DTP’nin aydınlık yerde duran PKK’yı görmemeleri ne kadar ilginç değil mi? Karanlık güçleri
görüyorlar da, aydınlık yerde duran PKK’yı görmüyorlar. Bu, PKK’yı koruma, kollama, onu
masumlaştırma değil de nedir?

Türkiyem ! Güzel ülkem ! Ateşe verilmiş yanıyor…

Türkiyem! Güzel ülkem! İnanılmaz gafletlerin, inanılmaz ihanetlerin sonucunda bakın, ama iyice bakın, ne hale getirildi?

Türkiyem! Güzel ülkem! Ateşe verilmiş gibi, cayır cayır yanıyor… Ellerinde molotof kokteyleri, kalaşnikoflu caniler, önlerine ne gelirse, yakıyor, yıkıyor; önlerine kim çıkarsa vuruyor, öldürüyorlar… Güzel ülkem yanarken, güzelim insanlarım, daha hayatlarının baharında, bir gül bahçesine girer gibi kara toprağa giriyorlar!

Ülkeyi yönetenler nerede? Bu yangın yerinin, bu ölüm tarlalarının sorumluları nerede? Biri Amerikalarda, Meksikalarda geziyor, diğeri Çankaya’dan, başbakan yardımcısı da televizyonlardan fetva veriyorlar. Üçü de aynı şeyi söylüyorlar. Uydurdukları ve sonradan kendilerinin de inandıkları Ergenekon’un uzantılarının provokasyon yaptığından(!) söz ediyorlar. Kendilerine toz kondurmuyorlar! “Yanlış yaptık, terör örgütü ile masaya oturduk, hata ettik, milletimizden özür diliyoruz, bunların hakkında geleceğiz!” demiyorlar da, muhayyel bir örgütü suçlamaya devam ediyorlar…

PKK’yı  aklamaya  çalışanlar

PKK orta yerde dururken, provokasyon yapacak örgüt aramak kadar yanlış ne olabilir? Düşünüyorum, düşünüyorum, ama, bir türlü bulamıyorum. Ortada PKK var, daha neyi arıyorsun? Ama, illa da haklı çıkacaklar ya, illa da yaptıklarının doğru olduğunu göstermeye çalışacaklar ya, onlar için PKK bile masum bir örgüt olabilir. Kırk bin insanımızı katleden, vatanı bölmeye çalışan, eroin ticaretinden tutun da her türlü pis işlere bulaşmış bir örgütü, sadece bir açılım uğruna, sadece kendi yaptıklarının doğru olduğunu halka inandırmak uğruna, aklamaya çalışmak, gaflet değilse, ihanet değilse nedir?

Başbakan yurt dışından, Cumhurbaşkanı Arnavutluktan ve Başbakan Yardımcısı yurt içinden, bu saldırıyı PKK dışında birilerinin tezgahladığını söylüyorlar, PKK’yı masum bir örgüt gibi göstermeye çalışıyorlar. O zaman, şehirlerimizde terör estiren, yakıp yıkan sokak eşkiyaları da PKK ile bağlantılı değil, onlar da emri Ergenekonculardan alıyorlar demektir. Yani PKK, aslında bir terör örgütü falan değilmiş, bir sivil toplum örgütüymüş de, milletin haberi yokmuş! DTP ile aynı söylemleri kullanıyorlar. Neredeyse, utanmadan, yedi şehidin, provokasyon için kendi kendilerini vurduğunu, ya da Genelkurmay’ın emri ile vurulduğunu söyleyecekler. DTP’yi anlıyorum da, AKP’nin içinde, bu vahşete tepki gösterebilecek hiç mi vatan evladı yok! İşte bunu anlamıyorum.

Başbakan “Bu hain pusunun yeri ve zamanlaması, milletimizin nasıl bir tertip ve provokasyon ile karşı karşıya olduğunun da açık bir ifadesidir.” diyor. Kim bu karanlık güçler? PKK, yapmadı, karanlık güçler, yani Ergenekoncular yaptı diyor başbakan!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Daha çok ses getirecek, milliyetçi duyguları körükleyecek, özellikle bu söylem çerisinde siyaset yapan partilerin işini kolaylaştıracak bir eylemi çok akıllıca planlamış olabilirler.” diyor. PKK sözü yine yok!

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay “Türkiye ne zaman iç barışın temellerini sağlamlaştırmaya çalıştıysa tuzaklar kuruluyor. Demokrasi girişimleri böyle tuzaklara teslim olmamalı.” diyor. Yine PKK yok, ama karanlık güçler var!

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik “Karanlık güçler düğmeye bastı.” diyor. Yine PKK yok, ama karanlık güç veriyor.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk “Bu olayın karanlık güçlerin bir provokasyonu olduğu gün gibi ortada.” diyor.

DTP milletvekili Emine Ayna “Yeni bir Ergenekon devreye girmiştir.” diyor, PKK ikisinde de yok, birinde karanlık güçler var, diğeri daha açık söylüyor, “Ergenekon” diyor.

Bütün bu söylenenlerden sonra, PKK saldırıyı üstlendi.

Ağızlarına PKK sözünü almadan, karanlık güçlerden bahsedenlerin, hükümet ilgilileri ve DTP’nin aydınlık yerde duran PKK’yı görmemeleri ne kadar ilginç değil mi?

Karanlık güçleri görüyorlar da, aydınlık yerde duran PKK’yı görmüyorlar.

Bu, PKK’yı koruma, kollama, onu masumlaştırma değil de nedir ?

Okumaya devam edin ‘Alın açılımınızı başınıza çalın’

27
Ara
09

Ölümüne Kemalist Sol, inadına Sultan Galiyev


Sonuç olarak, küreselciliğin yeni dünya düzeni peşinde koştuğu karmaşa ortamında bir kez daha görülmüştür ki, ulusların umut ışığı yine Kemâlist teori ve Galiyevcilik olacaktır. Onların anti-emperyalist temelli teorileri emperyalist güçlerin azgınlığına set çekme konusunda geçmişte nasıl mazlum milletlere model oluşturmuşsalar, bugün de aynı işlevlerini üstlenebilecek geçerlilikte ve tutarlılıkta hazır beklemektedirler.
Hem de daha donanımlı olarak…

Batının  kurduğu  sömürü  mekanizmasına  bir  örnek

Geçmişte, tekstil sektörüyle bir ilişkim olmuştu.

Bu çerçevede, ihracat firmalarının fason iş yaptırdıkları atölyelerin çalışma koşullarını görme fırsatı da edinmiştim. Bu şartlar hiç de iç açıcı değildi. Bu kötü şartlar sadece emekçiler için geçerli olmayıp o atölye sahibini de içeriyordu.

Atölye sahipleri genelde, kendisi de bir zamanlar atölyelerde vasıflı emekçilik yaparken belli bir deneyim kazandığına inandıktan sonra kendi atölyesini açmaya karar vermiş ve öncesinde de çoğunlukla atölyedeki emekçileri yönetme pozisyonunda bulunmuş kişilerdir.

Bu kişiler ya evinin içinde ya yakınında ya da kirası çok olmayan ve çoğunlukla varoş özellikleri taşıyan bir semtte bir yer kiralayarak işe başlangıç yaparlar. İşçi kadrosunu oluşturur, borç harç makinelerini alır, daha sonra ise yavaş yavaş iş almaya başlarlar.

Bu tür küçük atölyelerin geneli ayakta kalmakta zorlanırlar. Kaliteli iş üretenleri bile ucuza mal dikerler. Böyle olunca da çalıştırdığı işçiye az para verirler ve onların sosyal güvenceleri konusunda her türlü dalavereyi çevirirler. Bunların içerisinde belli bir kaliteyi yakalamış olanlar ihracat firmalarıyla da çalışırlar. İhracat firmalarının kapasitesi yüksek olanlarının kendi imalat atölyeleri olmasına karşın, bunlar çoğu zaman dışarıdaki küçük atölyelerden fasoncu olarak da yararlanırlar. Ama orta ölçekli ihracat firmalarının büyük çoğunluğu mallarının imalatını fason atölyeleriyle gerçekleştirirler. Çünkü, malları fasoncular aracılığıyla üretmek malın daha ucuza mal olmasını sağlamaktadır.

Diğer taraftan, Batılı firmaların verdikleri fiyat o kadar azdır ki, o siparişi alan firmanın o fiyatı tutturmak için imalat maliyetini düşürmesi gerekmektedir. Bu yüzden de fason mal yaptırdıkları atölyelere verdikleri fason fiyatını düşürebildikleri kadar düşürmeye çalışırlar.

Bu fason atölyeleri aynı zamanda, siparişi kaçırmamak için teslimatla ilgili zaman taahhütlerinin altına girmekten de kaçınmazlar. Ayrıca, düşük fiyatı kârlı hale getirebilmek için çok adetli siparişlere bodoslama dalarlar. Bütün bunlar beraberinde o atölyelerin inanılmaz bir tempoya girmesini getirir. Hele de taahhüt tarihi yaklaşmışsa, o atölyeler gece çok geç saatlere, hatta sabahlara kadar çalışırlar. Bazı özel makine çalışanları ise günde 3-5 saat uykuyla, o da atölyede yatmak şartıyla günlerce üretimine devam etmek zorunda kalırlar. Yeme-içme hep atölye içinde ve ilkel koşullarda gerçekleştirilir. Fason fiyatını zarar noktasından kurtarabilmek için her türlü harcama en aşağı noktalara çekilmiştir. Teslim zamanı yaklaştıkça tempo daha da artar. Uykusuzluk, yorgunluk had safhadadır. Bu dönemlerde atölye sahibi bile atölyede yatıp kalkmaktadır. Bu arada atölyeci, siparişi aldığı firmadan parasını ite kaka ve zar zor almaktadır. Çünkü, sipariş sahibi yerli firma, batılı firmayla çok düşük parça başı fiyatıyla anlaştığından onlardan parasını alsa bile, bu firma, fasoncunun parasını mümkün olduğunca az tutarak bu aldığı parayı başka ihtiyaçlarına kullanma yolunu tercih etmektedir.

Fasoncu atölye, parasını bölük pörçük alınca büyük zorluklar içerisinde çalışan işçilerinin parasını zor ödemekte, mesai ücretlerini ise büyük ölçüde işçiye borçlanmaktadır.

Ayrıca, zaten parça başı düşük fason fiyatına anlaşmış olduğu için, aldığı parasının büyük çoğunluğunu da mesai ücretine ve mesai masraflarına harcayınca eline pek bir şey kalmamakta, atölye sahibi olmasına karşın çektiği sıkıntının karşılığını alamamaktadır.

Boğaz tokluğuna fasonculuk yapmaktadır.

Okumaya devam edin ‘Ölümüne Kemalist Sol, inadına Sultan Galiyev’

27
Ara
09

Alaingleze, Alaaraba bir hafta sonu arınması

“Üstlerine kombinlemek için ise uzun yıllardır(…)”

“Koleksiyonlarda retro askerî üniformaları(…)”

“Alternatif sanat inisiyatiflerinin çok çarpıcı(…)”

“Ekstramücadele 1997’de başlamış bir proje(…)”

“Haliyle ön plana çıkacak bir atraksiyondan muaf(…)”

“Ancak dini ritüellerden beslenen ve menşei(…)”

“Erkekler, fazla kiloları verin kıyafetler** daralıyor.”

“Gri ve tonları ise sezonun rengi.”

“Katmerli bir aksiyona dalayım derken(…)”

“Rating rekorları kıran birbirinden ilginç ve absürd televizyon şov(…)”

“Hijyenik bir oyuncu değilim.”

“Bir ironi ve espri anlayışıyla aktardığı sosyal hayat(…)”

“Kanyon aktivite alanında gerçekleşecek bu özel performansta(…)”

“Biliyorsunuz prestijli orkestralarda kullanılan(…)”

“Kendinize hiçbir limit koymadan(…)”

“Uzak Asya’da bir Türk perküsyon grubu olarak(…)”

“Bakalım Post-Buid pop’a yükselen Arctic Monkeys trendi(…)”

“Bu motto İstanbul’un en önemli performans mekânının yaşını(…)”

Evet, her hafta sonu eşimle benim, sabahın er çağında elimize almamızla bırakmamızın bir olduğu, ülkenin ‘1 sayılı’ -2 sayısı yok!- ekin günlüğünün (İt. Gazete) ‘Haftasonu’ ekini bu kez (elde tutalım!) ele alalım dedim. Bakalım nasıl bir görünüm ortaya çıkar? Hazırlayanlar bana darılmasınlar öbür günlükleri atlamalıyım, çünkü eve tek bir günlük girmede… Gördüğümüz gibi tözümüm (Ar. sabrım) yalnızca yukarıdaki sözleri aktarmaya yetebildi. Güzün parlak güneşli hafta sonunun ilk dakikalarında yarı uykulu gözle 12 yaprağı satır satır taramaya girişirken, şaşılası bir kültürlenmeye, kültürizasyona, kültürifikasyonu.. ekine ters takla attırıp, amuda kaldırmalara uğradım kaldım!.. ‘Hafta Sonu’ daha çok gençlere yönelik bir günlük eki (Ar. ilâve). Öyleyse, ‘onu okuyan yavrularımızın ‘boş kağıt’ (tabula rasa) dağarlarına ne “dehşetengiz” katkılar sağlıyordur kimbilir!’ derken, artık yukarıdaki belgeyle de kanıtlanmış olarak görüyoruz: Çocuklarımızın neme nem bir “Türkçe”ye erek (Ar. hedef) olduklarını… Daha doğrusu ‘bildiğimiz’ Türkçe’yle bir türlü karşılaştırılmadıklarını. –Özünde de şu yok mu? Ek/derginin adı kolayca, benzerleri gibi ‘Weekend’ olabilecekken ‘Hafta Sonu’ konmuş. Nedeni ne olabilir. Hafta sonuna week-end demeyen Türk gençlerinin erek kitle alınmasından başka?- İçinde Türkçe olmayan bir gençlik eki, Türkçe’siz bir dinlence eki… Böylesine bir buluş 21. yüzyılın başında nasıl olup da Türk toplumunun bir yüz bin aydınlık okurunun üzerine çöktü?.. –On yıllar süresince- okur sayısının bu bengisiz (Far. Bahtsız) tavanı bir türlü aşamaması, gerçeğinde bu tüyler ürperten olgunun payı var mı?.. Hangi kalın zincirler bu hazırlayıcıların ayaklarını (dillerini) bağlıyor da, bu inanılmaz züppe biçemi bulup buluşturup yaşamımıza sokuşturuyorlar? Bu denli ülke gerçeklerinden uzak, kamunun, dilini bir kağıttan okuma gereklerine yabancı bir eğilim, bir söylem, bir kışkırtma, bir pompalama –bilmeyerek de olsa- nasıl bulunabilir?

Yoksa, “bu gidişle” vatanın gelecekteki sömürgecilerine yol gösterebilecek bir incelikte mi bulunuyorlar şimdiden?!.

(Bu tümce bir şakadır.. burada acı acı gülünecek).

Okumaya devam edin ‘Alaingleze, Alaaraba bir hafta sonu arınması’

26
Ara
09

Sorun güvercin – şahin Kürtler değil Devekuşu “Türk”lerdir

Talabani ve Apo ile kol kola olan Ahmet Türk… Sene 1993… Şu fotoğrafı gören hiç kimse Ahmet Türk’ün “güvercin” olduğunu falan düşünmez. Tabii bir “devekuşu” değilse.

Ahmet Türk  için  üzülenler !

Anayasa Mahkemesi 12 Aralık’ta Türk milletine müjdeli haberi verdi: DTP kapatıldı!

Tam bütün millet rahat nefes almışken, herkes evlerine bayrak asıp kutlamaya başlamışken, şu kadarcık sevinci bile bize çok gördüler.

Gazetelerden buyurun size bir manşet: “DTP’nin kapatılması PKK’ya yaradı…”

Örneğin Reha Muhtar… Bugün pek çok Atatürkçünün “ne kadar da ulusalcı” yazıyor diye (maalesef) okuduğu o Reha Muhtar da şöyle başlık atmış: “PKK’nın da istediği aynen buydu…”

Başka örnekler de var: “Güvercine yasak. Şahine özgürlük.”

Neymiş efendim, DTP kapatıldıktan sonra partinin güvercin kanadından Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a siyaset yasağı getirilmesi yanlışmış.

Böylece, yandaşından muhalifine bütün medyada büyük bir propaganda başlıyor: “Ahmet Türk’e yazık oldu.”

Bütün televizyonlarda Ahmet Türk’le röportajlar görüyoruz. Ve hep aynı şekilde tanıtılıyor: “Kürt siyasetinin ılımlı ismi.”

İstiyorlar ki, DTP’nin kapatılmasına sevinenler, Ahmet Türk’ün milletvekilliğinin düşmesine üzülmeye başlasın!

O zaman sormak lazım…

Ahmet Türk gerçekten de ılımlıysa, DTP’nin başına nasıl geçti? DTP ılımlı bir parti mi? DTP, PKK’ya alternatif olarak “teröre karşı, sivil siyaset yürütme” amaçlı kurulmuş bir parti de Ahmet Türk o yüzden mi ılımlı?

Tabii ki hayır.

Anayasa Mahkemesi kararıyla da tescillenmiştir ki DTP, PKK’yı destekleyen bir partidir.

Bu hükmü Türk milletinin vicdanı da çoktan vermiştir.

Hatta, bugün Ahmet Türk’ün çok ılımlı olduğu palavralarını dile getirenlerden Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır bile aynı görüştedir. Bakın Ahmet Türk’ün ılımlı kanat olduğunu iddia ettiği yazısında şöyle övünüyor Ruşen Çakır: “DTP’nin Apo’nun talimatıyla kurulduğunu ilk Ruşen Çakır açıklamıştı.” Gerçekten de Vatan gazetesinin 23 Ekim 2004’teki manşeti şu: “Talimat İmralı’dan.”

Öyleyse Ruşen Çakır’a sormak lazım, Apo, kendi talimatıyla kurdurduğu bir partide ılımlı birisinin genel başkan olmasına göz yumar mı?

DEVEKUŞLARINDAN ÖRNEKLER


Cumhuriyet’ten keşke kapatılmasaydı yorumu:
“Yansımaları sıkıntı yaratacak.”



Ruşen Çakır Ahmet Türk’ü güvercin ilan eden analizini yayınlıyor ama aynı sayfada kendi kendini yalanlıyor: “DTP’nin kuruluş talimatını Apo verdi.”




Hürriyet ve Yeni Şafak ise bütün DTP’yi güvercin ilan edivermiş! Hakkari’de bir polisin DTP’liler tarafından linç edilmekten son anda kurtulmasını şöyle vermişler: “DTP’liler polisi linçten kurtardı.”
Bu kadar çarpıtma olur. Peki ayaklananlar kim?
Polisi linç etmeye kalkışanlar kim? DTP’liler değil mi!

Ahmet Türk  20 yıldır  PKK’nın

yasal  partilerinin  lideri

Öyle bir hava yaratılıyor ki, Ahmet Türk ılımlı olarak tanındığı için, PKK tarafından bir maşa olarak kullanılmış ve bir makyaj olarak DTP’nin başına konmuş!

Ama Ahmet Türk ilk kez PKK yanlısı bir partide bulunmuyor ki! Ahmet Türk bölücü hareketin yıllardır önde gelen isimlerinden biri oldu.

Unutulmuş galiba, hatırlatalım… Ahmet Türk’ün Apo’yla kol kola olduğu bir resim vardır. Hani şu Apo’nun Talabani’yle birlikte 1993’te sözde ateşkes ilan ettiği o toplantıda.

Talabani ve Apo ne kadar ılımlıysa Ahmet Türk de işte o kadar ılımlıdır.

Ahmet Türk’ün Kürt siyasetindeki misyonu zaten “PKK’nın yasal temsilcisi” olmaktır.

Önce bir yanlışı düzeltelim: PKK ve DTP farklı hareketler değildir. Türkiye’de tek bir Kürt hareketi vardır. Ve bu hareketin değişik alanlarda örgütlenmeleri vardır.

PKK bu Kürt hareketinin silahlı kanadıdır. Doğal olarak yasadışıdır.

Bölücülerin bir de silahlı olmayan, yasal olanakları kullanacak bir kanada ihtiyacı vardır. DTP işte o kanattır. Yasal bir parti olduğu için söylemi tabii ki PKK’yla aynı değildir. Ama PKK gibi Apo tarafından yönetilir ve yönlendirilir.

İşte Ahmet Türk Kürt bölücülüğünün bu yasal kanadının hep ön saflarında yer almıştır.

PKK’nın ilk yasal partisi HEP’i 1990’da kuran milletvekillerinden birisidir.

1993’te HEP kapatılınca kurulan DEP’in de genel başkanlığını üstlenmiştir. Leyla Zana’ların ünlü Meclis’te Kürtçe yemin etme eylemi Ahmet Türk’ün genel başkanlığı döneminde gerçekleşmiştir.

DEP kapatılınca kurulan HADEP’te genel başkan olmamıştır, ama bütün kongrelerde HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın arkasında olduğunu göstermiş ve HADEP yönetimini desteklemiştir. O dönem seçimlere girmek için Saadet Partisi, ÖDP, Emek Partisi gibi partilerle yürütülen bütün ittifak görüşmelerinde HADEP heyetlerinde yer almıştır.

Yani HADEP’in resmi genel başkanı değildir, ama HADEP’in temsilcisidir.

HADEP kapatıldıktan sonra kurulan DTP’nin de kuruluşundan itibaren genel başkanlığını yürütmüştür.

Anlayacağınız, Ahmet Türk PKK’nın kurduğu yasal partilerin tümünde en ön saflarda yer almıştır. Hepsinin kurucusu, ikisinin de genel başkanıdır.

Bu mudur ılımlılılık?

Ahmet Türk,   Apo’nun sözcüsü,

PKK eylemlerinin  savunucusudur

Üstelik Ahmet Türk 1989’dan beri yürüttüğü “yasal” bölücülük faaliyetlerinde bir an bile PKK’nın çizgisinden çıkmamıştır. Sürekli Apo’nun kontrol ve denetiminde çalışmış, Apo’nun gayriresmi sözcüsü gibi davranmıştır. Bunun bir örneği yukarıda da bahsettiğimiz gibi Apo’nun 1993’te sözde ateşkes ilan ettiği toplantıdır. Bir diğerini ise Zaman gazetesine verdiği bir röportajda Ahmet Türk’ün kendisi itiraf ediyor:

“Biz rahmetli Özal’ın mesajını götürmek üzere Öcalan’la görüştük. Özal, bize ‘Akan kanın durması için çaba içinde olmanız gerekir.’ deyince, kendisine ateşkesin sürmesi için Bekaa’ya gitmeyi düşündüğümüzü söyledik. ‘Elbette’ dedi.”

Bir de geçtiğimiz seneyi hatırlayalım. PKK’lıların Apo hapishanede öldürülüyor bahanesiyle sokaklara döküldüğü o günlerde, PKK eylemlerini şöyle savunmuştu Ahmet Türk:

“Bugün bizleri buraya toplayan neden, PKK lideri sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan fiziksel şiddettir. 2006 yılında zehirlenerek yavaş yavaş öldürülmek istendi. Görüşüne uzun aralıklarla izin verilmedi. Hücrede kalmasına rağmen, hücre cezası verildi. 2008 yılının başında bu kez saçları zorla kazıtıldı. Halk yine refleksini gösterdi. Bugün ise, yönelimler fiziksel şiddet boyutuna çıkarılmıştır. Bir sonraki adım ne olacak? Ölüm mü? Abdullah Öcalan’a dönük geliştirilen her türlü politikanın Kürt halkına yönelik olduğunu, oradaki en ufak onur kırıcı, irade kırıcı uygulamanın Kürtlerin onur ve iradelerini kırmaya olduğunu hepimiz biliyor, görüyoruz.”

Fazla söze gerek yok. Görüldüğü gibi Ahmet Türk, PKK’nın “yasal” alandaki bölücü faaliyetlerini rahatlıkla teslim edebildiği bir liderdir. Apo’nun sözcüsüdür. “Yasal bölücülüğün başı”dır.

Üstelik son yıllarda değil.

1989’dan beri.

Yani 20 yıldır!

Okumaya devam edin ‘Sorun güvercin – şahin Kürtler değil Devekuşu “Türk”lerdir’

26
Ara
09

Yurttan


Vakit’in 8 Aralık tarihli birinci
sayfası (solda). Görüldüğü gibi Vakit’in manşet ve sürmanşetinde şehitlerimiz ve Serap değil Obama var. 14 Aralık tarihli Vakit (üstte) Diyarbakır’da ölen Ceylan’ın ailesiyle yapılan görüşmeye daha fazla yer ayırmış. Vakit’te Ceylan’ın annesinin feryadına yer var, Serap’ınkine yok.

Yandaş  medyanın  çifte  standardı

Yandaş medyanın çifte standardı ve vicdansızlığı hepimizin malumu. Geçtiğimiz hafta Serap Yeşiltuna arkadaşımızın yazısında yandaş medyanın PKK tarafından yakılarak öldürülen Türk kızı Serap Eser olayı ile ilgili yaklaşımını ortaya koyan kupürlere yer vermiştik. Zaman’ından Vakit’ine, Yeni Şafak’ından Taraf’ına kadar yandaş medyanın 8 Aralık tarihli manşet ve sürmanşetinde Tayyip ile Obama’nın Oval Ofis’teki el ele göz göze resimleri yer alıyordu ancak PKK tarafından yakılarak öldürülen Serap kardeşimiz ya hiç yer bulamadı ya da çok küçük bir haber olarak yer buldu.

Gerçi yandaş medyanın Türk’e karşı tutumu herkesin bildiği bir şeydi. Ancak şu son olayla birlikte yandaş medya artık hiçbir şekilde Türk’ün yanında yer almayacağını ortaya koydu. Onların birinci sayfalarında Obama baştacı edilirdi ama PKK terörüne hedef olan masum Türk insanına yer yoktu.

Hatırlarsanız Eylül ayında bir olay olmuştu. Diyarbakır Lice’de Ceylan Önkol adlı bir kız çocuğu meydana gelen bir patlamada hayatını kaybetmişti. Günlerce bu çocukla ilgili çarşaf çarşaf yayınlar yapıldı. Yandaş medya Kürtten çok Kürtçülük yaparak Ceylan Önkol’un ölümünü askere yıkmaya çalıştılar. Ancak Serap Eser’in ölümü aynı gazetelerin bırakın birinci sayfalarını, iç taraflarında bile Ceylan Önkol haberlerinin yüzde biri kadar bile yer almadı.

Bu ikiyüzlülüğün ve çifte standardın bir örneğini Serap’ın cenazesine katılan Genç Siviller denen Fethullah uzantısı güruh yaptı. Cenazeye “Ceylan” yazılı çelenkle katılan Genç Siviller, akılları sıra Serap Eser’le Ceylan Önkol’u aynı kefeye koyuyorlardı. Hatta işi azıtan Ahmet Altan gibi Türklüğünü sadece utanç duyacağı zaman aklına getirenlerden bazıları, Diyarbakır’da Apo için gösteri yaparken öldürülen Aydın Erdem’i bile aynı kefeye koymaya çalıştılar.

Bu adi propagandanın bir örneğini de geçtiğimiz hafta Vakit gazetesi verdi. Serap Eser’in ölümüne küçük bir yer ayıran Vakit, geçtiğimiz hafta Ceylan Önkol’un ailesiyle bir röportaj yaptı. Ceylan Önkol ile ilgili bilindik propagandaların yanı sıra o kadar abuk subuk şeyler var ki, güler misiniz ağlar mısınız bilemem. Bir örnek verelim. Vakit’in yaptığı söyleşide Ceylan Önkol’un annesinin sözleri şöyle:

“Daha ilkokuldayken Kuran-ı Kerim’i öğrenmişti. 18 kez Kuran’ı hatmetmişti.” Vakit’in röportajda öne çıkaracağı şey de bu olur ancak. Allah bilir bu kısmı da uydurmuşlardır. Kız zaten 14 yaşında, 7 yaşında Kuran okumayı öğrense yine de 18 kez hatmetmeye kalan 7 yıllık ömrü yetmez. Bunun yanı sıra bir dolu da duygu sömürüsü cabası.

Ceylan Önkol’un ailesiyle yapılan söyleşi ile ilgili 14 Aralık tarihli Vakit’in birinci sayfasında “Ceylan’ın annesi feryad ediyor” başlıklı bir haber de yapılmış.

Söz konusu haber, birinci sayfa için hatırı sayılır ölçüde büyük.

O kadar ki, 8 Aralık tarihinde Serap Eser için ayrılan yerin en az üç katı.

Okumaya devam edin ‘Yurttan’

26
Ara
09

Zülfiyare dokunduk

“Hasan iki çay!”

“Geliyor Kısmet dayı!”

Kahveci Hasan, Kısmet dayı ile babası Fahri emmiye çaylarını koyarken onlar da koyu bir sohbete dalmışlardı. Sohbetin konusu çiftçiye bu yıl verilecek olan kredilerdi. Kısmet dayı oldukça dertliydi bu konuda.

“Ne etçem bilmem ki Fahri. Torunlar şeherden haber salmış. Dedem uğraşıvermesin artık koyunlarla diye.”

“Çok biliyorlar!”

“Ben de öyle dedim. Kadriye ise kızma dedi. Sen belini doğrultamıyon artık, onun için deyivermişlerdir, dedi.”

“Ne etçekmişsin peki, onu da kararlaştırıvermişler mi?”

“Ben başka iş mi bilirim Fahri! Bildiğimi yapmazsam da ölmeden mezara girerim!”

“Krediler ne oldu? Yeni bir haber var mı?”

Hasan çayları getirdi o sırada. Kısmet dayı devam etti.

“Henüz bişiy yok. Ama bugün mecliste konuşuverceklermiş bunları. Hasan oğlum, açıversen şu kanalı. Başlamıştır meclis konuşmaları.”

“Aç oğlum, aç da bakalım.”

Hasan diğer masalara da çayları götürdükten sonra televizyonu açtı. Meclisten canlı yayın ekranda göründü.

“Sesini de açıver oğlum!”

“Hemen.”

“Dinleyelim de görelim bakalım, belki iyi bir haber çıkıverir.”

“Hiç sanmıyom ya Kısmet, dinleyiverelim gari.”

Kahvedekilerin de dikkati televizyonun sesinin açılması ile ekrana yöneldi böylece.

Başkan: Sayın vekil sakin olun efendim! Devam edin konuşmanıza.

İktidar Konya milletvekili (kürsüde): Efendim, sataşma var. Çekemiyorlar tabi, ne kadar büyük işler yaptığımızı…

Muhalefet Edirne milletvekili: Sizin neyinizi çekemiycez yahu!

Muhalefet Kars milletvekili: Millet çekemiyor sizi artık! Gittiğiniz gün bayram ilan edilecekmiş!

İktidar grubu İstanbul milletvekili: Başkanım, arkadaşımızı konuşturmuyorlar!

Muhalefet Edirne milletvekili: Karnından konuşuyor zati. Konuşsa kaç yazar!

İktidar Konya milletvekili (kürsüde): Sizin gibi boşa konuşmuyoruz ya. Bizim konuşmalarımız oy olarak geri dönüyor. Milletimiz sandıkta size en güzel cevabı veriyor.

Muhalefet İzmir milletvekili: Faili meçhul oyları hiç ettiğiniz sandıklarla mı !

Okumaya devam edin ‘Zülfiyare dokunduk’

26
Ara
09

Dünyadan

Berlusconi’nin  yüzünde  güller  açtı !





Berlusconi, partisi Halkın Özgürlüğü’nün Milano’da düzenlenen mitinginde biraz sonra olacaklardan habersiz şov yapıyordu.

Konuşması kesildiği sırada burnu ve iki dişi kırılmıştı bile.

Berlusconi’ye katedral çarpmıştı, Duomo di Milano Katedrali…

Partisinin mitinginde kendini kaptırmış giderken, Massimo Tartaglia adlı vatandaş elinde tuttuğu Duomo di Milano Katedrali’nin minyatür bir heykeliyle Berlusconi’ye dokundu!

Katedralden aldığı darbeyle kendinden geçen Berlusconi hastaneye kaldırıldı ve kendisine taburcu olduktan sonra da on beş gün iş görmez raporu verildi.

Berlusconi’nin yüzünde güller açtıran Tartaglia tutuklanarak hapse atılırken, internet sitelerinde kendisine övgüler düzülmeye başlamış bile.

Polis merkezindeki sorgusu sırasında yaptığından son derece memnun olan Tartaglia, televizyonda Berlusconi’yi ağız burun dağılmış şekilde görünce “Amma da oturtmuşum ha” demiş.

Gerçekten de Tartaglia, adı da tartaklamayı andırıyor, iyi oturtmuş!

Bu arada olay Berlusconi’nin çapkınlıklarına dayanamayan eski karısında da bir yumuşama yaratmış ve Berlusconi’ye geçmiş olsun dileklerini iletmiş.

Belki de ağzını burnunu bu yüzden dağıttırmıştır, kim bilir?

Başta İtalyanlar olmak üzere olaydan haberdar olan birçok insan, Berlusconi’nin bu halinden epey keyif almıştır diye düşünüyorum.

Özellikle uzun süredir Berlusconi’ye tahammül etmek zorunda kalan İtalyanlar, Başbakanlarının yeni imajını oldukça beğenmiş olsa gerek.

İtalya, Başbakanının ağız burun dağılmış halini o kadar sevmiş ki, olayın hemen ardından piyasayı “Yumruk yemiş Berlusconi” oyuncakları sarmış.

Başbakanlarının bu anını ölümsüzleştirmek isteyen anne babalar, aynı zamanda çocuklarına verebilecekleri güzel bir oyuncağa da kavuşmuş oldular.

Muhalefetteki İtalyan Değerler Partisi lideri Antonio Di Pietro yaptığı açıklamayla belki birçok İtalyana tercüman oldu:

“Ben, şiddet olsun istemiyorum. Ancak Berlusconi davranışlarıyla ve umursamazlığıyla insanları kışkırtarak şiddete yöneltiyor. İnsanların böyle bir Başbakanı her gün görmekten duydukları rahatsızlığı gayet iyi anlıyorum.”

Okumaya devam edin ‘Dünyadan’

24
Ara
09

Adil Yakubov’u yitirdik

Türk  Dünyasının  yaşayan  en  büyük

yazarlarından 83  yaşındaki  Adil  Yakubov,

22 Aralık  Salı  günü akşam  saatlerinde

Özbekistan’da  hayatını  kaybetti.

Türk  Dünyasının  başı   sağolsun.

Adil Yakubov bir Özbek Türkü ve 1926 yılında doğmuş. Çocukluğunda babasının evde ünlü Özbek Romancısı Abdullah Kadiri’nin Ötgen Günler (Geçmiş günler) romanını okuduğunu hatırlıyor. Adil Yakubov henüz 11 yaşındayken Stalin döneminin ünlü “cadı avı” başlar ve babası “halk düşmanı” suçlaması ile kurşuna dizilir.

Bu felaketi yaşayan Yakubov İkinci Dünya Savaşı başladığında henüz 17 yaşında olmasına rağmen gönüllü olarak Sovyet Ordusu’na katılır. Cephe gerisinde hizmete alınır. Ordu’daki görevi sırasında ilk romanı “Akranlar”ı yazmış ama ona ün kazandıran ve edebiyat dünyasına kazandıran eseri ise Mukaddes’tir. Mukaddes’te bir aşk hikayesini konu alan Yakubov başeseri “Uluğbey’in Hazinesi” ile büyük ve haklı bir üne kavuşmuş.

Ünlü yazar Özbek edebiyatına olan katkılarından dolayı Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından “Özbekistan Halk Yazarı” unvanı, “Dostlik”‘ ve “El Yurt Hurmati” madalyalarıyla ödüllendirilmiştir.

Adil Yakubov’un üç önemli eseri “Uluğbey’in Hazinesi”, “Mukaddes” ve “Köhne Dünya-İbni Sina” İleri Yayınları tarafından Türk okurlarına ulaştırıldı:

Adil Yakubov - Uluğbey'in Hazinesi Adil Yakubov - Köhne Dünya-İbni Sina Adil Yakubov - Mukaddes

(Adil Yakubov’un İleri Yayınları tarafından yayınlanan eserleriyle ayrıntılı bilgiler için lütfen kitap kapakları üzerine tıklayınız.)

24
Ara
09

Cümleten Günaydın

DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma ihtimaline karşın, DTPli milletvekilleri istifa dilekçelerini ceplerine koymuşlar ve bunu günler öncesinden basına yansıtmışlardı. Hatta, kapatma kararını protesto etmek amacıyla, sadece DTP milletvekilleri değil, DTP’li il ve ilçe belediye başkanlıklarının da istifa edecekleri kamuoyuna açıklanmıştı.
Derken, Anayasa Mahkemesi 11 Aralık günü DTP’nin kapatılmasına karar verdi.
İstifaların ceplerinde olduğunu söyleyen DTP’den beklenen, hemen istifa etmeleri idi, ancak bu, ne hikmetse (!) gerçekleşmedi. Çünkü, avukatlarının 16 Aralık tarihinde Öcalan ile yapacakları haftalık görüşmeleri vardı. Bu nedenledir ki DTP, son kararlarını 18’i veya en geç 21’inde vereceklerini bildirdiler. Bunun tek nedeni vardı ve o da; 16’sında Öcalan ile yapılacak görüşmenin sonucu idi. Öcalan ne isterse, ne karar verirse o idi.
Apo görüşmede “Devam” dedi ve bugüne gelindi, DTP, BDP bünyesinde siyasi faaliyetlerine devam edeceklerini açıkladı.
Bütün bu olması muhtemel gelişmeleri, öngörü mahiyetinde, 16 Aralık tarihinde kaleme aldığım “DTP’nin Son Kullanılma Tarihi Sona Erdi” başlıklı yazımda ele almış, 18 Aralıkta “Tabanımız Böyle İstedi” başlıklı yazımla da sonuçlandırmıştım.
DTP’nin “Devam” kararını açıklaması, bazı gazete “yazar”larının, televizyon “konuşur”larının gözünü açmış olmalı ki, neredeyse tümü şu ifadelerde bulundular. Dediler ki; “DTP, Apo’nun talimatına uydu. Apo’nun, DTP’yi yönettiği, hegemonyası altına aldığı bu kez anlaşıldı. DTP’nin, Apo’suz yapamayacağı, dediğinden çıkmayacağı/çıkamayacağı ortaya çıktı”.
Cümleten GÜNAYDIN…
Siz, bugüne kadar, DTP veya öncesi partililerin, Apo’nun söylemlerinden “farklı” bir söylemi dile getirdiklerini hiç gördünüz mü, duydunuz mu?

Siz, bugüne kadar, Apo’nun söylemlerine “aykırı” bir söyleme hiç rastladınız mı, karşılaştınız mı?
Siz, bugüne kadar, Apo’nun söylemleri “dışında”, herhangi bir başka söyleme hiç şahit oldunuz mu?
Hiç mi?
Peki siz, zaman zaman “Biz de Milli Takım’ın maçlarına gitmek isteriz”, “Şehit cenazelerine katılmak isteriz” gibi ılımlı söylemlerde bulunan Sakık gibi, Tuğluk gibi DTP’li milletvekillerinin Apo’dan fırça yediklerini, “Onlar da kim oluyorlar” diye azar işittiklerini hiç mi duymadınız, okumadınız?
Bırakın milletvekilliğini, belediye başkanlığı ve hatta muhtar adaylarının dahi Apo tarafından belirlendiğini, en azından onay alındığını hiç mi bilmiyorsunuz?
Hiç mi?
E öyleyse…

Okumaya devam edin ‘Cümleten Günaydın’

23
Ara
09

Suikast – Muikast Traşı

Anlat  yavrum   Melahat   anlat ,

heyecanlı   oluyor   anlat..!!!

Amma   velakin   ve   fakaat,

Sandıkta  bunlara  naahhh  verilir  berraat..!!!!!!!!!

Sözümüz  ortalama  Türk  insanımızın  anlayışına   göredir..!!!!

Sivri  zekalı  hain  kontenjana  ve  Allah  katında  bile  cezai  ehliyetinden  yoksun

geri  zekalılara  ne  söylesek  boşunadır..!!!!!!

NOT :  Melahat  =  Yalaka  Medyası

( İzah  etmesek  de  olurdu  ama,  gönlümüz  razı   olmadı…)

Büyüklük  bizde  kalsın…

——————————————————————————————————————————————————————————————–

Ağzında  lokma  varken  suikast  yapılmaz…

Suikast krokisi subayın ağzında.


Albay krokiyi çiğnerken basıldı.

Binbaşı krokiyi yutmaya çalıştı.

Isırırken kroki koptu.

Krokiyi boğazından çıkardılar.

Suikastçı krokiyi yedi.

*
Yersen…

*


“Valla biz vurduk”
demelerine rağmen, şakır şakır asker vuranların PKK’lı olduğuna inanmıyorlar, suikastla suçlanan yarbaylar onuruna yediremeyip kendi kafasına sıkıyor… Bunlar hâlâ mahalleden geçen subayların peşinde.

*
Bakın, neymiş o suikastçının adı?

E.Y.B.

Olsa olsa, Embesil Yani Bu’nun kısaltılmış hali herhalde!

*
Çünkü, sanırsın, Mısır piramitlerinin gizemli dehlizlerinde yaşıyor Bülent Arınç, nerde oturduğu bilinmiyor… Halbuki, o mahalleye her gün önünde arkasında vaiyynn diye bağıran eskortlar, korumalarla geliyor, kapısının önünde de polis kulübesi var, anaokulundaki
çocuğa sor, aha şurası diye göstersin… Ama bizim albay suikastçı, elinde krokiyle
adres arıyor iyi mi !

Okumaya devam edin ‘Suikast – Muikast Traşı’




İstatistikler

  • 2.406.135 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Aralık 2009
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

En fazla oylananlar