ULUSLARARASI AŞI KURBANLARINI ANMA GÜNÜ – 3 HAZİRAN 2021
International Vaccine Injury Awareness Day 3rd Of June 2021
Light this virtual candle to express your support for the International Vaccine Injury Awareness Day and commemorate all the vaccine injured children and adults throughout the world.
12 951 people have lit this candle until now
Light a Candle for the Vaccine-damaged – Events – 2020
Fransız İhtilaliyle yıkılmaz sanılan hatta egemenlik hakkını Tanrıdan aldıklarına inanılan mutlak Krallıkların yıkılabileceği görülmüştür.
Fransız Devrimi’nin özgürlükçü ve eşitliği savunan düşünce yapısı Kıta Avrupa’sına ve diğer devletlere yayılmaya başlamıştır.
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu kabul edilmiş, eşitlik, özgürlük ve adalet fikirleri benimsenmeye başlanmıştır.
Fransız İhtilaliyle başlayan Milliyetçilik İlkesi siyasi bir nitelik kazanarak çok uluslu devletlerin sonu olmaya başlamıştır.
Fransız İhtilali’nden sonra dağınık halde bulunan milletler birlikler kurmaya çalışmışlar ve ihtilalin getirdiği düşünce yapısı evrensel noktalara ulaşarak Yeniçağ kapanmış ve Yakınçağ başlamıştır.
Fransızların yayınladığı İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi dünya çapında benimsenmiştir.
doğduğu güne değin her hangi bir ‘varlık’ tanımlaması.. ya da hissi olmayan; ve karşılığında öldüğü günden sonrası yine ‘muamma’ olan bir biçim!. ‘yaşam biçimi’, ya da maddesel vuku bulma hadisesi üzerinden kurgulanan ‘felsefik düzlem’ arasında ‘kendiliğinden ortaya çıkan’ sorular ve sorulara ‘cevap’ arayışları..
..güncel anlayışla ‘tanrı’ arayışları ve tarihsel süreç içerisinde çeşitlilik arz eden, ‘teist’ – ‘ateist’ düşüncenin merkez kaç kuvveti ile, sınıfta kalan tarihsel-felsefik süreç-i..
..yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan!. aslında bunların hiç bir önemi yok; asıl olan ‘erdem’ ve ‘ahlak’tır! Günümüzde insanlığın en fazla ihtiyaç duyduğu ve eksikliğini git gide daha çok hissetmeye başladığı temel kavram ‘ahlak’tır! Sosyal yaşam içerisinde ekonomik kaygılarla bunalan ve bu kaygıları, yine ekonomik yönden provoke edilen ‘büyük kalabalıklar’ın, zaman içerisinde ve evrimsel süreçte kazandığı ‘yetiler’in; yine insanlık tarihi ile özdeş dinler tarihi bakımından kullanıla-gelen anlayışların.. ki buna en güzel örnek; ”komşun açken, tok yatma” fikriyatı örnek verilebilir..
..”komşun açken, tok yatma”, evrensel bir ahlak ürünüdür.. dinsel ahlaktan çok daha öte bir anlayış ve derinlik ifade eder..
..ancak buradan hareketle günümüz ‘muhafazakar’ anlayış sistematiği (Müslüman-Hristiyan-Musevi ya da diğer dört bin inanış) ile ‘ahlak’ olgusunun bir-birlerinden.. ya da bir-birlerini doğurduğu anlayışı tümden yanlış ve maksatlıdır!.
..dindar insan ‘ahlak’lıdır.. ya da her hangi bir dinsel sistematiğe dahil olmayan insan ‘ahlaksız’dır tespiti temelden yanlış iken; insanın inandığı din sistematiğinin, temel ahlak düzeni üzerine inşa edildiği gerçektir. (yalan söylememek-hırsızlık yapmamak-yardıma ihtiyacı olana yardım etmek, vesaire..) üst yapı bu temelle kurgulanırken, çeşitli inanışların yine kendi varlığını egemen kılmak adına alt başlıklarda saklı olan temel anlayış ve davranış biçimleri mevcuttur. Pek çok dinde tarikat ve cemaat yapılanmaları bu sebeple ortaya çıkar; ve bu konuda detaya girenler, yine aynı dini; daha modern yaşadıkları iddiası ile onlardan ayrılan grupların bir biriyle olan kavgası.. (Bizden bir örnek vermek gerekirse, Yaşar Nuri’ciler ve diğerleri gibi özetlenebilir..) Aynı ‘Kitap’ üzerinde bin-bir düşünce ve her düşüncenin ‘ben doğru’yum anlayışı ve yaklaşımı..
..oysa ‘ahlak’, başlı başına ‘yek’tir!. Felsefik düzlemde pek çok kategorik açıdan ele alınmış olsa da.. daha anlaşılabilir olması bakımından daha önce verdiğim bir örnekle basitleştirelim;
..yolda yürürken karıncaları ezmemek için gözü yolda olmak!. bu örnek ‘erdem’e işaret etmektedir, ve yine felsefik düzlemde tartışmalı olan ‘evrensel ahlak’a uygun bir örnektir. (burada kişinin bireysel haz alma, fayda sağlama gibi bir amacı yoktur; bu bakımdan evrensel ahlak, (bana göre) kendiliğinden gelendir ve salt olarak ‘iyiye’ hizmet etmektir!.
Evrensel ahlak yoktur diyenler; ahlaki eylemi, bireyin kişisel vicdanı ve eylemine bağlarken.. (Hazcılık (Hedonizm),Faydacılık (pragmatizm) Egoizm, Anarşizm..)
..yine burada ‘anarşizm’ konusunu, diğerlerinden ayrı bir yere koyduğumun da bilinmesi önemlidir; ancak çok uzun bir tartışma konusu olduğu için burada değinmiyorum..
Kant; ‘iyi(yi) isteme’, yani ‘ahlak’ın temellendirilmesi konusunda, “Ahlâk’lı olmak, insani değer ve kıymetin temel şartıdır.” der ve ‘dinsel ahlak’ anlayışından ayrılır.. (yine burada tartışmalar mevcuttur..)
Evrensel ahlak ilkesine karşı çıkan ve aslında günümüz siyaset anlayışını da belirleyen ve toplumsal çöküşü hızlandıran bir detay vermek isterim.. Liberteryenizm!. ”Sözcük olarak otoriterliğin karşıtı olarak kullanılır. Bireysel özerkliği savunur. Bireylerin davranışlarında hiçbir toplumsal kısıtlamanın olmaması gerektiğini savunan siyasi bir ideolojidir. Yapılmaması gerekenler listesinin dışındaki her davranış liberteryenlere göre meşrudur.”
Sanırım bir yerlerden çağrışım yapmış olmalı; daha anlaşılır olması bakımından yine evrensel bir bakış açısını oldukça net olarak ortaya koyan ‘büyük balık, küçük balığı yutar’ felsefesinin, ‘bireysel eşitlik’ kılıfı ile gizlenme ve saklanma hali, diyebiliriz. Anarko kapitalizm, (libeteryan kapitalizm) ”özel mülkiyeti şu şartlarda meşru görür: bir emek ürünü ise, ticaret etkinliği nin bir sonucu ise veya hediye olarak elde edilmiş ise. Ekole göre, anarko kapitalist toplumda; serbest piyasa işleyişini, toplumsal kurumları, yasa uygulamalarını, güvenliği ve altyapıyı, devlet yerine kar amaçlı rekabete dayalı şirketlerin, yardım derneklerinin veya gönüllülüğe dayanan birliklerin düzenlemesi öngörülür.” (geleneksel tanım)
Liberteryen etiketini reddeden romancı Ayn Rand bunlar için; ”sağcı hippiler” tanımlaması ile gerçeği oldukça yalın bir şekilde ortaya koymuştur..
Bugün dünyanın ve insanlığın başına bela olan ‘liberalizm’in temel çıkış noktası tam da bu ‘evrensel ahlak’ yoktur diyen bireyselci anlayıştır; ki David Nolan başkanlığında 1971 yılında kurulan ‘liberteryen parti’ sonrası günümüze değin kapitalizm destekçisi benzeri partiler tüm ülkeleri sarmış ve insanlığı esir almış durumdadır.. belki de ‘başlangıç’tan bu yana ‘muhafazakar’ düşüncenin (sağ düşünce (genel anlamıyla) içinde var olan bu akım ‘egoizm’ temelli anlayış, son yüz yılda evrensel sol adı altında yeni ‘yıkım planı’nı uygulamaya sokmuştur!. öyle ki; abd’nin Vietnam işgaline karşı çıkan bu gruplar ‘barış’çı kimlikleri ile ön planda yer alırken, ‘arayış’ içinde olan kitlelere bu ‘doğru’ üzerinden şirin gözükmüştür..
..ancak liberal politikaların bugün insanlığı getirdiği içinden çıkılmaz ‘hal’in temel sorumlusu oldukları.. yine de çok anlaşılmış değildir!. pek çok anarşist örgütlenmenin temelinde bu düşünce yatarken (Ukrayna bölünmesi, Arap baharları, Yugoslavya’nın parçalanması vesaire) kullandığı ve onu etkileyici kılan ‘bireysel özgürlük’ kılıfı elbette, yine ‘arayış’ içinde olan ‘kalabalıklar’ı etkilemiş.. etkilemeye de devam etmektedir..
..kullandıkları ve sömürüye en açık kavramlar; ‘sevgi’, ‘barış’, ‘kardeşlik’ ve ‘özgürlük’ temalarıdır!. yeni eklemlenen ise; ‘cinsel özgürlük’ ve ‘tercih’ temalarıdır.. ancak her zaman olduğu gibi arzulanan, ya da kullanılan ana özne ‘özgürlük’ müdür?. yoksa o özgürlüğün istismarı mıdır!. ‘büyük kalabalıkların ikilem içinde kaldığı yegane ‘içinden çıkılmaz konu’ budur!.
..’cinsel özgürlük mü’?. ‘cinselliğin istismarı mı’?. tabi burada ‘porno endüstrisi’nin küresel ekonomik hacmi, tahminlerin ve bilinen kayıtlılığın çok dışında olmalı!. (anarko kapitalizmin tarifini bir kez daha okuyun-yukarıda)
Tabi bu yapıların ‘dinci’ yapılarla sık sık karşı karşıya geliyor olması; dine karşı (daha ziyade gericiliğe ve yobazlığa karşı) olan bireylerin.. ya da hayatında din mefhumunun çok yer kaplamadığı bireylerin; yine farkında olmadan bu cenaha ve fikirlerine ‘ister-istemez’ kanalize olduğu gerçeği de, siyaset ve politika gereği bilinçli bir ayrıştırmadır..
..ya da tersinden, bunların ‘bireyselci politikalarına’ karşı çıkanların dinci yapılanmaların tekeline girmeleri gibi..
..tuzak, sıradan hayatlarına devam eden ‘dürüst’ insanların anlayabileceğinden büyüktür.. elzem olan ise, bilgi.. daha doğrusu; ‘doğru bilgi’dir!. oysa çağımızda en kolay elde edilen ‘bilgi’ iken.. zor olan ‘doğru bilgi’nin edinilmesidir.. işte bu sebepten ‘ahlak’ dediğimiz ve tamamen ‘insan’ odaklı ve faydacılık gözetmeyen ‘iyi’nin (iyi parti değil elbette!. sömürü her yerde) egemen kılınması asıl olandır!.
Günümüz ideoloji ve anlayışları ısrarla uçları hedef gösterse de Aristo’nun dediği gibi ;
“İnsan, mutluluğa ulaşmak için
aşırı uçlardan kaçınmalı, orta yolu
seçmelidir. Gözü kara ile korkaklık
arasında orta yol olan cesareti,
müsriflik ile cimrilik arasında orta
yol olan cömertliği seçmelidir.”
Aykırı olmak çoğu zaman bireysel hazzın ve diğerlerinden ayrılmanın yolu gibi gözükse de; yaşadığımız çağda ‘ortada’ kalmak bana göre sıradışılığın (aykırılığın) en önemli özelliğidir!. herkesin bir şekilde ‘uçlarda’ olduğu günümüzde ‘ortada’ duruyor olmak!. çok kolay olmasa gerek!. daha anlaşılır olması bakımından; herkes saçını uzatıyorsa, kısa saçlı kalmak gibi.. ya da herkes lüks bir yaşam düşlerken, dere kenarında yaşamak gibi.. (milyon dolarlık çiftlikler değil elbette)..
Devleti ortadan kaldırmayı hedefleyen liberteryanların insanlığa sunduğu, ‘sınırsız özgürlük’ fikri; elbette bizim/benim devlet savunuculuğu yapacağımız manasına gelmez.. (zorunlu haller zaman-mekan dengesi dışında) totalitarizm’in karşısında görünen ve kitleleri bu şekilde etkileyen bu düşünce ‘devletler hiyerarşisi’ yerine.. ‘şirketler hiyerarşisi’ni hedeflemektedir ve bunun için de ‘bireysel özgürlük’ kavramını öne sürmektedir; ancak bu düşüncenin yaratacağı kaçınılmaz son; ‘ebedi faşizm’dir.. bu gerçek, ‘inananlar’, ya da ‘inanmayanlar’ diye bir ayrım gözetmeyecektir..
Sonsuz özgürlüğü vadedenlerin, filmin sonunda insanlığa hediyesi; ‘sonsuz faşizm’olacaktır.. işte bu sebepten; ‘ahlak’, oynak bir zemin üzerinde tutulmaya çalışılmaktadır.. oysa yukarıda da söylediğimiz gibi..
..yürüdüğünüz yolda karıncayı ezmemek ‘faydacılık’ değildir;evrensel ahlakın bir ürünü-eylemidir! Ahlaklı dindar olduğu gibi.. ahlaksız dindar da vardır, dolayısı ile; ahlak dinlerin üzerindedir ve her düzlemde olduğu gibi dinlerin temellendirilmesinde de ana öznedir!.
Günümüz modern toplumunun içine düşürüldüğü durum penceresinden bakacak olursak; ‘kariyer’ aldatmacası üzerine kurgulanan ‘bireysel-faydacı-hazcı ahlak ile (amaca giden her yol mubah anlayışı).. toplumsal faydayı ve iyiliği esas alan ahlak anlayışının çatışmasını yaşamaktayız.. yine daha anlaşılır olması bakımından; karıncayı ezmenin.. ya da ezmemenin faydaları (bireysel çıkar), ya da haz verip vermeyeceği üzerine kurgulanan sakat bir anlayış.. ya da hiç düşünmeden ayağınızı beş santim ileriye atıp, yürüyüp gitme hali..
Ahlak insanlığın geleceğini şekillendirecek olan ve süreç içerisinde gelişen ve daha iyiye gitmenin-ilerlemenin bir aracıdır. Sıklıkla yapılan yanlış, genel (evrensel) ahlak anlayışı ile dinsel ahlak anlayışının bir birine karıştırılmasıdır. Dinsel örgütlenmeler elbette belli ve temel ahlak prensipleri üzerine oturtulmuş düşünceler silsilesi iken; ahlak dediğimiz olgu çok daha belirleyici ve ‘ayrımcı’ olmayan ‘üst ve ortak aklı’ temsil eder ve karşılığında bir ‘cennet’ vadetmez.. ancak ‘cennet’ vaadi ile ortaya konan ‘iyiliği’ de elbette reddetmez.. en azından ben böyle düşünüyorum..
Bu sebepten kişilerin bireysel mânâda düşünce ve inanışları ne olursa olsun; temel manada insanlığı bağlayan yegane unsur, ‘ahlak’ kavramının büyüklüğü ve gücüdür!.
belki çok klişe olacak ama..
..karıncayı incitmeyen nesiller yetiştirebilirsek, bu ‘bireysel hazcılar’ın
önünde bir medeniyet inşa edebiliriz.
yoksa; ‘özgürlük’ diye diye, herşeyimizi satın alacaklar..
karıncayı incitmeyen; ancak kavga etmeyi bilen nesiller..!!!
..iş eninde sonunda ‘kavga’ ile çözülecek..!!!
İnsanlığı yine erdem sahibi kavgacılar kurtaracak..!!! Mustafa Kemal Atatürk gibi..
21 Nisan 1967 yılında Yunanistan’da yapılan Askerî Faşist Darbenin öncesiyle ilgili
çekilen aşağıdaki ‘-Z- ÖLÜMSÜZ’ filmini seyretmeyenler mutlaka ama mutlaka izlesin.
Olayların ‘sanki ülkemizde(n) geçtiğini’ “zan”nedip ; emperyalizimin ve onun daimi
uşşağı – gericiliğin haltettikleriyle, bize her ama her yönden nasıl köküne kadar
GEÇİRİLDİĞİNİN acısı ve öfkesine kapılacaksınız..
FİLMİN KISA ÖZETİ İSE ŞÖYLEDİR :
Devrimci – sosyalist bir politikacı olan Dr. Lambrakis (Yves Montand), barış savunucularının gösterisinde devletin sağ kanadının organize ettiği bir suikaste kurban gider. Cinayetin hemen arkasından Devlet ve Ordu görevlilerinin yaptıkları tek şey, olayı örtbas etmek için gerekli delilleri ortadan kaldırmaktır. Fakat prosedür gereği açılan davaya atanan savcı, olayın derinlerine indikçe karşılaştığı akıl almaz gerçeklerle yılmadan tıpkı bir dedektif gibi araştırmasına devam eder. Ama bu araştırma sırasında karşısına çıkan engeller, devletin içinde tahmininden de derin makamlardan gelecektir.
Jean-Louis Trintignant’ın bir savcıyı ve Yves Montand’ın da solcu bir partinin önde gelen temsilcilerinden birini canlandırdığı filmde barışın önemi, faşist çeteler ile hükümet içindeki güçlerin ilişkisi bağlamında derin devlet sorunsalı irdelenmektedir.
Filmde Yunanistan’ın adı hiç verilmemesine karşın, aslında 1963 yılında suikasta kurban giden Grigoris Lambrakis ve çevresinde dönen olaylar anlatılmaktadır.
Film, En İyi Yabancı Film dalında Oscar Ödülü kazanmıştır. Cannes’da Jean-Louis Trintignant bu film ile En İyi Aktör ödülünü aldı. New York Film Eleştirmenleri (New York Film Critics) ve Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği (National Society of Film Critics) filmi En İyi Film olarak değerlendirdiler.
Aşağıdaki yazıyı, bu milletin ilgisi ve parasıyla varolup refah içinde yaşayan
ama bir kez olsun bu milletin kılıcını sallamayan “SANATÇI” kılıklı ruhsuz
yaratıklara ithaf ediyorum…
Victor JARA halkı ve ülküsü için can vermişti…
Oysa bu ülkenin ünlüleri ; bırakın can vermeyi, vatanımızın bu en kötü
günlerinde “konfor”larına kıyamadıklarından, tarafını belli etmekten bile acizler…
Miletimin en derin beddua ve lânetleri tüm bu korkak, adî yavşakların
üzerinde olsun..!!!
* * * * * * * *
“ şarkı söylemiş olmak için değil,
ne de iyi bir sesim vardır diye,
dertli ve haklıdır gitarım,
bunun için söylerim..!!! ”
“Benim kafamda sanatçı tam bağımsız bir
yaratıcıdır, böyle olduğu için de doğası gereği
devrimcidir…”
Devrimci şarkılarla ticaret yapmıyorum ben.
Öyle olsaydı, bugün altımda son model bir arabam, havuzlu bir evim olurdu.
Şarkıların devrimcisi olmak, üstü başı yırtık pırtık, bir deri bir kemik gezmek, ahırda yaşamak da değildir.
Uyum, prensip sorunudur.
insan ; yaşamında ideolojik yön çizmedikçe,
kendi içinde uyumu bulamaz…”
Bu sözler 1973 yılında faşist Pinochet darbesiyle devrilen Salvador Allende’ye “Yoldaş Başkan” diye hitap eden Kızılderili kökenli devrimci müzisyen Victor Jara’nın yaşam felsefesini anlatan birkaç cümle sadece…
1973 yılı 11 Eylül günü CIA destekli bir darbeyle devrilen Salvador Allende ve Unitad Popular’ın (Halk Birliği) çalışkan bir üyesi olan Victor Jara, grubu Inti Illimani ile Unitad Popular yararına konserler vermektedir.
11 Eylül 1973′teki Pinochet darbesine karşı Allende’nin Başkanlık Sarayı’ndaki direnişi hayatına mal olmuştu.
Darbenin ertesi günü geniş çaplı bir tutuklama başlamış ve yine ertesi gün kapısı çalınanlardan birisi de Unitad Popular’ın ve Başkan Allende’nin keskin bir savunucusu olan Victor Jara olmuştur.
Bugün adı Victor Jara Stadyumu olarak değişitirilmiş olan Şili Stadyumu hınca hınç doludur ve toplu kurşuna dizilmelerin dışında stadyum Victor Jara’nın seseyle çınlamaktadır.
Faşist cuntacılardan albay Mario Menriquez, stadyumdaki devrimcilere işkence ederek onları katletmekle görevlendirilmiştir ve Victor Jara’nın da orada olduğunu bilmektedir.
Jara’dan kendileri için bir şarkı söylemesini ister, alay ederek.
ve jara’nın sesi tüm stadyumu çınlatır :
.
– Venceremos..!!!
.
Jara’yı ve gitarını susturmak için tüm parmaklarını kırarlar.
Ama Jara bu kez ıslıkla çalmaktadır direnişin ezgisini…
Binlerce insanın gözleri önünde bu kez dili kesilir ve ağır işkenceler
sonucu katledilir Jara…
İşte Victor Jara’nın hikayesi…
Ama hikaye sonlanmaz…
Pinochet, öldüğü zaman cenaze töreninde sadece ama sadece bir kaç asker vardı, o da göstermelik…
Tıpkı Deniz’lerin celladi Ali Elverdi’nin cenazesi gibi…
Tıpkı Che’nin “Yeni İnsan”ı gibi Victor Jara’nın “Yeni Şarkı” dediği İnka- Aztek -Afrika ezgilerini biraraya getirerek oluşturduğu ezilen dünya kaynaklı besteleri dilden dile dolaşmakta.
Son olarak Şili’de Jara’nın katledilmesinde ve 1973 Pinochet darbesinde yer almasından dolayı dört askere dava açıldı.
O dönem Pinochet’in askerleri olarak görev yapanlara açılan soruşturmanın ardından Türkçe’de yayınlanan Victor Jara kitabının yazarı ve aynı zamanda Jara’nın eşi Joan Jara “başka sorumlular da var, işkence ve idam emrini verenler” diyerek geride kalanları işaret etti.
Emperyalistlerin anma günleri başka — bizim başka…!!!
Pentagon ve ikiz kulelere yapılan uçak saldırısının üzerinden tam onbeş yıl geçti.
Egemenler 11 Eylül’ü anıyor ve “antiterör-mücadelesi” kisvesi altında emperyalist kapitalizmin dizginsiz sömürüsü için dünya halklarına saldırılarının yeni planlarını yapıyorlar !
Eylül ayı işçi sınıfı ve dünyanın ezilen halkları açısından önemli
yıldönüm günleriyle dolu :
1 Eylül – emperyalist savaşa karşı mücadele günü !
11 Eylül 1973 – Şili Devrimine faşist Pinochet önderliğindeki saldırı,
12 Eylül 1980 – askerî faşist cuntanın Türk Devrimci Hareketine saldırısı…
Bütün bunlar bugün emperyalistlerin çıkardıkları
gürültüyle geri plana itilmeye unutturulmaya çalışılıyor
.
Ama yok öyleee..!!!
.
Ne 11 Eylül “terör kurbanları”nın ardından dökülen sahte gözyaşları, ne de “insanlık ve insan hakları” yalanları dünya halklarının gırtlağına yapışan teröristlerin kimler olduğunu unutturamayacak..!!!
Dünya çapında “terörist avı”na çıkan ABD emperyalizmi önce Şili ve dünya halklarına karşı uyguladığı terörizmin hesabını vermek zorundadır.
Bundan tam kırküç yıl önce Şili’de Allende Hükümeti askeri bir darbe ile devrildi ve yerine Latin Amerika’nın en kanlı, cani, terörist-faşist rejimlerinden biri kuruldu.
Zindana ve kitlesel işkence merkezine dönüştürülen Santiago stadyumu ve binlerce “kaybedilen” eli kanlı cuntanın simgesi oldu…
Seçimle işbaşına gelmiş Devlet Başkanı Salvador Allende dahil, otuzbinin üzerinde devrimci, yurtsever ve sosyalist katledildi. 150 bin kişi toplama kamplarına gönderildi.
İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülükleri şiddet ve terörle dağıtıldı…
Şili devrimi ağır bir yara aldı.
11 Eylül Şili darbesinde başrolü CIA oynamıştı; Latin Amerika’daki karşıdevrimin baş destekçisi ABD emperyalizmi elinden geleni ardına koymayacağını tüm arsızlığıyla sergilemekten çekinmiyordu.
Kendi çıkarları öyle gerektirdiği için, Şili halkının iradesini ayaklar altına almış, Şili halkının çoğunluğunun seçtiği ve desteklediği Allende hükümetini devirip yerine faşist Pinochet rejimini yerleştirmişti.
Şili deneyiminin gelişimi…
Şili, 1970 öncesinde, ABD’nin arka bahçesi olarak bilinen Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biriydi.
Bir yanda işsizlik, açlık, evsiz-barksız sokaklarda yatan yığınla insan, cehalet ve çocuk ölümleri…
Diğer yanda ülkenin tüm zenginliklerini elinde bulunduran bir avuç emperyalizme bağımlı kapitalist ve toprak ağaları…
Emperyalistlerin iliğine kadar sömürdüğü Şili’nin 1970′deki dış borcu 4 milyar ABD doları olarak hesaplanıyordu.
Yoksulun her geçen gün biraz daha yoksullaştığı ve zenginin de katmerle zenginleştiği Şili’ye dünyayı saran devrimci dalganın etkide bulunmaması olanaksızdı.
1960′lı yıllardan itibaren devrimci hareket hızla kitleselleşmeye başladı.
Ancak kitleler üzerinde esasta reformistler etkiliydi.
1969′da bütün solun seçim koalisyonu oluşturmak amacıyla birleştiği Unidad Popular (UP) (Halk Birliği) kuruldu.
4 Eylül 1970′de de UP’nin adayı reformist Salvador Allende oyların %36,8′ini alarak devlet başkanlığına seçildi.
Allende başkanlığında oluşturulan Halk Birliği’nin reform programını uygulamaya koyuldu.
UP’nin baş hedefi Şili’nin ABD başta olmak üzere emperyalistler tarafından yağmalanmasına son vermekti.
Birçok fabrika devletleştirildi.
Büyük toprak ağalarını -satın alma yoluyla- “mülksüzleştirme” ve toprakları yoksul köylülere dağıtmayı kapsayan toprak reformuna girişildi.
Ülkede çıkarılan -ABD tekellerinin elindeki- bütün bakır ve demir madenleri ulusallaştırıldı, ücretler arttırıldı, hastanelerde ücretsiz bakım uygulamaya kondu, konut sorununu çözmek amacıyla 100 bin konutun inşasına girişildi vs.
Uygulamaya konulan ve bir dizi antiemperyalist ve demokratik tedbirler içeren program ilk yılında çeşitli başarılar kazandı.
Ekonomide büyüme gözleniyordu.
Bu gidişat çeşitli emperyalist tekelleri ( ITT, Pepsi Cola, Chase Manhattan Bank vb.) rahatsız ediyordu.
“Arka bahçe” ABD’nin denetiminden tümüyle çıkma yoluna giriyordu.
Bunun üzerine ABD Şili’ye ekonomik ambargo uygulamaya başladı.
Diğer taraftan da emperyalist güçler ajanları aracılığıyla siyasi kışkırtıcılık yapıyor ve ülkede karışıklık yaratmaya çalışıyorlardı.
Ülkede karşıdevrimin sivil ve yarı-sivil güçleri çeşitli provokasyonlar yaratıyor, “sağ-sol çatışması”nı körüklüyordu.
Bütün yerli ve yabancı güçler birleşmiş, Allende hükümetini devirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Burjuva devlet mekanizmasına dokunmamayı, “barış içinde sosyalizme” geçişi kendine “ilke” edinen Allende hükümeti karşıdevrimin saldırılarına rağmen gerekli tedbirleri almıyor, karşıdevrimci şiddetin karşısına, emekçi kitlelerin devrimci şiddetini çıkarma zorunluluğunu gözardı ediyordu.
Bunun yerine burjuvaziyi ikna etmeye kafa yoruluyor, “demokratik seçimlerle” işbaşına gelmiş olmanın, “meşru olma”nın hükümetin varlığını korumada yeterli olacağı na vb. inanılıyordu.
Dahası, Allende hükümeti açık faşist çeteleri dağıtmakta aciz kalırken, bu çetelerin saldırılarına karşı kendilerini korumak için örgütlenen ve silahlanan işçi ve emekçileri pasifize etmeye yarayan kanunlar da çıkarıyordu.
Ekim 1972′de çıkartılan “Silah Kontrol Kanunu” ile sivillerin silah taşıması yasaklanıyor, işçi sınıfının silahlanmış kesimlerinin silahları zorla toplatılıyordu.
Allende hükümetinin sonunu hazırlayan sonuçta bu kaypak, reformist tutum olmuştur.
Allende hükümeti işçi sınıfı ve emekçi halka dayanacak, devrimci güçleri toplayıp silahlandıracak yerde tam tersini yapmıştır.
Darbe söylentilerinin çıkmasına ve karşı devrimin hazırlık yaptığı apaçık ortada olmasına karşın, Allende hükümeti hala “meşru”luğuna güveniyor ve askerlerden bazı kişileri hükümete dahil etme yoluyla durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Sonuçta, tüm hazırlıklarını yapan karşı devrim 11 Eylül’de Augusto Pinochet Ugarte önderliğinde topyekün saldırıya geçti.
Teslim olmayan Allende ve Unidad Popular hükümetinin bulunduğu başkanlık sarayını havadan ve karadan kuşattı ve bombalayarak yerle bir etti.
Salvador Allende ile birlikte bir dizi hükümet üyesi öldürüldü.
11 Eylül 1973, Pinochet başkanlığındaki cuntanın başta ABD olmak üzere emperyalistlerin çıkarı doğrultusunda ve doğrudan desteğiyle ülkede “mezar sessizliği” yaratma operasyonuna girişti.
Ülkenin çeşitli yerlerinde cuntaya karşı direniş hareketleri, madencilerin grevi, öğrenci hareketleri vs. kan ve barutla bastırıldı.
Binlerce insan öldürüldü, yüzbinler işkenceye maruz kaldı ve zindanlara atıldı, kimi devrimci-solcu cuntanın takibatından kurtulmak için yurtdışına kaçtı.
Faşist cunta bir yandan ülke içindeki muhalefeti kanla bastırırken, diğer taraftan da derhal Allende hükümetinin yapmış olduğu reformları ve demokratik hakları rafa kaldırma harekatına girişti.
“Ulusal birlik”in sağlanması adına İndigen halklar üzerindeki -başta da Mapuçe’ler üzerindeki- baskı ve asimilasyon politikası katmerleştirildi.
İşçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik hakları rafa kaldırıldı.
Ücretler derhal donduruldu, vergiler arttırıldı, temel gıda maddeleri dahil olmak üzere herşeye zam politikasına geçildi, toprak reformuyla köylülere dağıtılan topraklar yeniden toprak ağalarının eline verildi, Şili’nin “borçlarını” kapatmak için emperyalistlerle yeniden pazarlıklara oturuldu.
Şili yeniden sınırsız emperyalist sömürüye açılmıştı.
Şili devriminin yenilgisinin öğrettikleri…
Şili’deki yenilgi sosyalizmin, proletarya diktatörlüğünün yenilgisi değildir. Şili’de yenilen esasta revizyonist-oportünist devrim teorileri ve onların uygulaması olmuştur.
SBKP 20. Parti Kongresi’nde egemen olan modern revizyonistler sosyalizme barış içinde, parlamenter yoldan geçiş anti-marksist-leninist teorilerinin propagandasını yapıyorlardı.
Onlar, Şili’de Unidad Popular hükümetinin uygulamasını kendi teorilerinin ispatı olarak görüyor ve bunu sevinçle selamlıyorlardı.
Modern revizyonistlere göre, Şili, “marksist partiler”in ve burjuva partilerin ortaklaşa koalisyon hükümeti ile sosyalizmin inşasının başarılacağının “klasik” örneğiydi.
Onlara göre, seçimle başa gelen Allende önderliğindeki Unidad Popular deneyi, parlamentoda ilerici güçlerin sağlam çoğunluğunu sağlayarak parlamentoyu halk egemenliğinin gerçek aracı haline dönüştürebileceğini, şiddete dayalı devrim olmadan sosyalizme ulaşılabileceğini, sosyalizmin, eski devlet mekanizmasına dokunmadan ve bizzat burjuvazinin “yardımıyla” kurulabileceğini gösteriyordu…
11 Eylül 1973 darbesi Şili devrimi ve Şili’li işçi ve emekçi halk açısından şüphesiz ağır bir darbe, geçici bir yenilgiydi…
Fakat o “burjuvaziyle barış içinde sosyalizme geçiş”i savunan modern revizyonist, sınıf uzlaşmacı oportünist teorilerin kesin yenilgisiydi.
1973 Şili faşist darbesinin 30. yıldönümünde tam da bu gerçekleri bir kere daha bilince çıkarmak, dünya ezilenlerinin ve sömürülenlerinin kurtuluşu için emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yeryüzünden silinmesinin ivedi gereklilik olduğunu kavramak önemlidir.
Şili deneyiminden öğrenmek, her türden revizyonizm ve oportunizme karşı amansız mücadelenin gerekliliğini öğrenmektir.
Dün olduğu gibi bugün de emperyalizmle birlikte ve onun “hayırhah” tutumu “umularak” baskı ve sömürü düzeninden, barbarlıktan kurtuluş yoktur.
Emperyalistlerin dünya halklarına “kurtuluş” diye sattıkları şeyin ne olduğu Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve Kongo, Nijerya, Liberya’da bütün çıplaklığıyla görülmektedir.
Emperyalistlerin kendi çıkarlarından başka gözettikleri hiçbir şey yoktur ve onlar bu çıkarlar için dünya halklarını felakete, açlığa-yoksulluğa ve savaşlara sürüklemekten biran olsun çekinmemektedirler.
İşçi sınıfı ve dünyanın ezilen halklarının kendi gücünden başka güvenecek kapısı yoktur.
Örgütlenmek ve emperyalizme ve dünya gericiliğine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek – dün olduğu gibi bugün de görev budur !
El pueblo armado, jamas sera aplastado !
Silâhlı halk yenilmez !
11 Eylül 1973 Şili — 12 Eylül 1980 Türkiye…
Düşman aynıdır — mücadele ortaktır..!!!
12 eylül 1980…
Türkiye devrimci hareketinin, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin ve emekçilerin örgütlülüğünün ve mücadelesinin üzerinden buldozer gibi geçen, etkisi bugüne dek süren askeri faşist darbenin arkasında da – Şili’de olduğu gibi – ABD vardı !
Bir kere daha kendi emperyalist çıkarları için işbirlikçileriyle birlikte Türkiye halklarının üzerine tankları, topları, zindanları ve işkencecileriyle saldırdılar. Kan ve terörle “mezar sessizliği”, kendilerine göre “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya giriştiler.
İdam sehpaları kuruldu, yüzbinler işkenceden geçti ve zindanlara atıldı…
Aynı Şili’de olduğu gibi !
İşçi ve emekçilerin örgütlülükleri dağıtıldı, mücadeleyle kazanılmış en temel hakları ellerinden alındı…
Aynı Şili’de olduğu gibi !
Grevler yasaklandı, ücretler donduruldu, herşeye zam üstüne zam bindirildi.
Türk hakim sınıfları bu azgın terör rejimiyle siyasi – ekonomik buhranı aşma ve emperyalist efendilerinden yeniden borç dilenebilecek duruma gelmeyi amaçlıyorlardı.
Bu amaçlarına eriştiler, “netekim” !
Türkiye’deki 12 Eylül darbesi, 11 Eylül Şili darbesinde olduğu gibi yerli hakim sınıflar kadar, başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere, emperyalist güçlerin çıkarlarını korumak için girişilmiş – bizzat CIA ajanlarının başaktörlük yaptıkları – operasyonlardır.
Boyutları farklı olmasına karşın her iki darbe de Şili ve Türkiye devriminin ağır yenilgi almasıyla sonuçlanmıştır.
Şili ve Türkiye askeri darbelerinin yıldönümünde saptanabilecek bir başka ortaklık, her ülkede de benzer süreçler yaşanarak cuntadan sözümona “demokrasiye”, gerçekte parlamenter maskeli faşizme geçilmiş olmasıdır.
Her iki ülkede de işçi sınıfı ve ezilen halklar, başta ABD olmak üzere emperyalizm destekli bu azgın terör rejiminin yarattığı tahribatın etkisini hala yaşıyor.
Saat 13’te TeReTe’de : ” — Sili’de askeri darbe…” Yu Es Ey, Si Ay Ey, Ay Ti Ti, Şaab Lorenz.. Arandı tarandı bulundu Pinoşe Pinoşenin bıyığı daglıs Briyantinliydi saçları Çarpışıyordu son resminde Salvador Allende
Tüm dünyada o zaman Tek ülkeydi Şili Kendi kaderini çizebilmiş Demokratik bir Şili
Allende ve Unitad Popular Herseyi bastan oluşturmuş Fabrikalar ve tarlalar Üretenlerin olmuştu
Perralar gitarlarında Yeni türküler söylerken Yani devamlı devinen Cıvıl cıvıl cıvıl Bir Şili
Dayanamadı buna “bazıları” Bakır şirketi ve Ay Ti Ti Henri Kisincır “göründü” “Ayrıntılar” tek tek “görüşüldü”
Kuzeydeki “çiftçiler” Kamyoncuların “grevi“ “Boş” tencereler vesaire Yapıldı beklenen darbe Darbe
Yunaytıd Pres Esoşeytıd Pres Tam vermediler haberleri Neler oldu bilemedi kimse Kimse
Sonra bazı gazeteciler Kaçırdılar filmleri Dünya gördü vahseti Yardıma gidemedi kimse Kimse
3 000 ölü dendi ilk gün 100 000 buldu sonra Savaşıp öldü Allende İntihar etti dedi cunta Cunta
Analar ağladı
Yürekler kan ağladı
Tüm dünyada gençler Yazdılar duvarlara : “Şiliye özgürlük” “Şiliye özgürlük” “El pueblo unido Jamas sera vencido”
Santiago stadında Binlerce tutsak arasında Şarkı söyler Victor Jara İşkenceden ölene dek
Her sorunun bir kaynağı vardır; siz eğer, kaynağa değil, soruna eğilirseniz.. başınızı hiç bir zaman dik konuma getiremezsiniz; işte bugün yaşadıklarımızın özeti budur.. (sivrisinek – bataklık meselesi)
el kaide.. el nusra.. boko haram.. ve şimdilerde merkeze alınan ışid…
Bu örgütleri gerçekten ‘islâmcı’ diye niteleyenler varsa; ya medyanın, yılmaz ‘inanıcı’ları.. ya da bildiğiniz ‘mevzudan habersiz’ niyet okuyucularıdır..!!!
bu örgütler, sempatizan ve militan bazında ‘müslüman’ kimliğe sahip gibi görünse de.. zaten amaç ; bu komployu ‘islâm’ın üzerine yıkmaktır..
ama gerçek şudur ki ; bu örgütlerin bugüne değin eylem ve propagandalarından en çok zararı gören.. hatta, tüm zararı gören; ‘müslümanlar’dır..!!!
dediğimiz gibi; bu örgütler sempatizan ve militan bazında ‘islam’ kimliğine sahip gibi görünse de; yönetim bazında ve eylem-sonuç ilişkisi bakımından, ”musevi-hristiyan’ ittifakı olan, ‘evangelist’ yapılanmanın ürünüdür!. (abd etkin lobi)
durduk yerde, bir günde ortaya çıkan ve dahi medya güçlerince ‘başa çıkılamayacak düşman’ imajıyla beyinlere kazınan ‘ışid’; aslında daha önce adını koyduğumuz ‘TERÖR ÇAĞI‘nın askerleridir ve içlerinden bazı avanaklar hariç.. hepsi paralı askerdir!..
pek çoğu kadroludur!.
‘terör çağı’nın lejyonerleri..
Somali korsanlarının ortadan kaybolması ve ABD’nin Iraktan çekilmesi ve ‘ışid’in ortaya çıkması; bu üçlü sac-ayağı, bugünün savaş planı için gerekliydi ve başarılı da oldu..
elbette ki ABD Irak’tan çekildi; ama iz-düşümü ‘ışid’ yapılanması, karanlık bir gölge gibi orada!..
Gaziantep’imiz de patlayan son bomba!. ve bugün ‘işid’le sıcak temas!.
tıpkı ‘feto’ denen yapılanmanın, korkarım tek başına ‘Hakan Şükür’.. namı değer ‘şaban’a yamanması gibi..
Emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütcü işaret etmişti.
İrticacı oldukları için TSK’tan atılan askerlerin kurduğu As-Der’in yan kuruluşu olan ve Suriye’de Esad’a karşı savaşanları eğitmekle suçlanan SADAT adlı şirketten bambaşka bir rezalet çıktı.
Birkaç gündür Aydınlık’ın gündeme getirdiği SADAT’ın Yönetim Kurulu üyelerinden emekli SAT’çı Mehmet Emin Koçak’ın (fotoğrafta en solda) SAT komandolarının tutuklanmasına neden olan (SÖZDE) Poyrazköy davasında rol aldığı öğrenildi.Aydınlık’a bilgi veren emekli bir SAT komandosu, Koçak’ın Poyrazköy kazılarının yapıldığı dönemde Emniyet’le işbirliği yaptığını belirtti.
Kuzey Deniz Saha eski Komutanı Emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü de SÖZDE) Poyazköy davasında bir ihbar mektubu aldığını belirterek şöyle demişti:
“Bazı personelin borçlu ve geçinemediklerini söyledikleri bir dönemde aniden paralanıp ev ve araba aldıkları vurgulanmıştı.İsimlerden biri de Mehmet Emin Koçak’tı.Koçak’ın çok defa izinsiz ABD’ye gittiği de tespit edildi.Bu yüzden 2009′da tutuklandı”
SADAT’ın örütbağ yayınındaki, “Yönetim Kurulumuz” başlıklı fotoğrafta yer alan Mehmet Emin Koçak’ın, SAT komandolarının tutuklanmasına neden olan (SÖZDE) Poyrazköy davasında rol aldığı öğrenildi.Koçak, Poyrazköy kazılarının yapıldığı dönemde emniyetle işbirliği yaptı,dava başladıktan sonra da kendi isteğiyle emekli oldu.
Koçak’ın adı, SADAT’ın “Danışman listesi” bölümünde, “Deniz Kuvvetleri muharip sınıf” başlığı altında şu şekilde yer alıyor: E.SAT Kd.Başçavuş Mehmet Emin Koçak, Su Altı Taarruz, Komando, Dalgıç, Balık Adam, Keskin Nişancı, İleri Tahrip, Özel Hrk.Şahıs ve Tesis Koruma Uzmanı.
BİR ANDA ZENGİN OLDU
Kuzey Deniz Saha eski Komutanı Emekli Koramiral Ahmet Feyyaz Öğütcü de, (SÖZDE) Poyazköy davasında, Mehmet Emin Koçak’tan bahsetti.Öğütçü, İstanbul 12.Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki, 12 Ocak 2011 tarihli duruşmada, şu bilgileri verdi:
“Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’na 20 Mayıs 2005′te Cemal Korkmaz sahte ismi ile gönderilen bir ihbar mektubunda, SAT Grup Komutanlığı’nda bir gruptan bahsedilmişti.Bahse konu personelin son zamanlarda SAT Grup Komutanlığı’nda yaşanan olaylarla ilgili olabileceği belirtildi.Bu personelin aşırı borçlu oldukları ve geçinemediklerini söyledikleri bir dönemde aniden paralanıp ev ve araba aldıkları vurgulanmıştı.İsimlerden biri Mehmet Emin Koçak’tı”
ABD’YE İZİNSİZ GİTTİ
Öğütçü, gelen ihbarda yer alan bir bilginin de yurtdışı ziyaretleri olduğunu hatırlattı:
“Bu şahıslardan birinin ABD’ye gidip gelmesinden sonra SAT grubunda olayların meydana gelmesinin dikkat çektiği belirtilmişti.Prensip olarak imzasız ve sahte imzalı mektuplara işlem yapılmadığı için mektuba ilişkin bir işleme geçilmemişti.Ancak 25 Mayıs 2009′da, şahıslardan birinin denize mühimmat attığı telefon ile tarafıma rapor edilmiştir.Şahıs da ifadesinde mermileri denize attığını itiraf etmiş ve tutuklanmıştır”
2009′DA TUTUKLANDI
İsmi geçen personelin iş yerleri ve evlerinde delil olabilecek tüm CD, doküman ve malzemelere el konulduğunu, yapılan aramalarda C4 maddesi bulunduğunu anlatan Öğütçü, şöyle devam etti:
“Mektupta ABD’ye tatile gittiği belirtilen astsubayın araştırılmasında, Mehmet Emin Koçak’ın çok defa izinsiz yurt dışına çıktığı tespit edilerek 23 Haziran 2009 tarihinde tutuklanmıştır.Özellikle Deniz Kuvvetleri hedef seçilerek hedef alınan komutanlıklar ile subay ve astsubaylara karşı içimize yerleşmiş sütü bozukları vasıtasıyla tertipler hazırlanmıştır”
ASDER İTİRAF ETTİ
SADAT da, internet sitesinden Aydınlık’ın haberlerinin doğru olmadığını öne sürmek üzere yaptığı yazılı açıklamada, TSK’yı hedef alan tertiplerde rol aldıklarını itiraf etti.
Aydınlık’ın haberinde geçen, “ASDER, Ergenekon ve Balyoz davalarına bilgi ve belge sızdırılması ile bu belgelerin sahtelerinin oluşturulmasında görev almıştır” ifadesine SADAT, şöyle yanıt verdi:
“ASDER Mensupları, bildikleri bir şey varsa bunu açık olarak bildirmekten başka bir şey yapmamıştır”
NOT : Konuyu daha derinlemesine öğrenmek için bakınız ;
İSTANBUL’DA GAYRİ NİZAMİ HARP TEŞKİLATLANMASI VE SURİYE
SINIRINDA OLANLAR
Değerli okur,
Suriye’den gelen lejyoner askerler nedeniyle Antakya ve çevresindeki yerleşim bölgelerinde can güvenliği ve huzur kalmamıştır.
Hatay valisi ise bu konuda yaptığı açıklama ile gerçekleri saklamış ve saptırmıştır.Vali siyasi bir duruş sergileyerek, hükümetin istek ve beklentilerine uygun bir açıklamayı yapmıştır.
GERÇEKLER ;
Yandaş basın bu olayları saklasa da sesi susturulamayan az sayıdaki
gerçek Ulusal basın ve yerel sivil toplum kuruluşları gerçekleri duyurmaya çalışıyorlar.
Bu önyazının sonunda İskenderun Çevre Koruma Derneğinden gelen bir mektup,yörede olanları anlatmaktadır.
Türkiye komşumuz olan Suriye’ye karşı kurulan Haçlı ordularının karargahı ve taşaronu
haline gelmiştir.Dışişleri bakanı Davutoğlu ve Başbakan Erdoğan savaş naraları atarak,
ülkemizi felakete sürüklemektedirler.Bir sene önce Suriye ile kanka olanların neden bu kadar değiştikleri sorgulanmalıdır !!!
Suriye’ye karşı açılmış olan örtülü savaşın karargahı Ülkemizde olup,kamplar sadece savaştan kaçan aileleri değil,Esad güçlerine karşı olan askerleri ve komutanları Hatay’daki Apaydın kampında barınmaktadır.Bu asker ve lejyonerler,kamplardan sınır ötesine geçerek savaşıp dönmektedirler.Suriye’ye karşı oluşturulan karışık lejyoner birliklerine her türlü silah,cephane desteği,ekonomik yardım ve sağlık ,tedavi hizmetleri AKP iktidarı tarafından ve MİT aracılığı ile sağlandığı dış ve iç basında açıkça yazılmaktadır.
AYDINLIK GAZETESİ 03 Eylül 2012
İşin daha da tehlikeli ve ürkütücü tarafı Farklı ülkelerden para karşılığı gelen yeni nesil lejyoner askerlerin bir kısmı AYD Türkiye’de,İstanbul Beylikdüzü’nde eğitilmektedir.Aydınlık’ın haberine göre TSK’dan irtica nedeniyle ihraç edilmiş askerlerin İstanbul’da kurdukları SADAT isimli KONTRGERİLLA MERKEZİNDE Suriye’ye gönderilen lejyonerlere kendi web sitelerinde yazılı olan aşağıdaki eğitimler verilmektedir;
* GNH’te (Gayri Nizami Harp) teşkilatlanma
* İstihbarat
* Mukavemet harekatı
* Gerilla harekatı
* Kurtarma-kaçırma harekatı
* Özel Kuvvetler harekatı
* Gizli deniz harekatı
* Hava harekatı
* Psikolojik harp harekatı
* Muhabere ve muhabere emniyeti
* GNH kuvvetlerine karşı harekat
* GNH’de liderlik
* GNH’de ilk yardım
Kursiyerlere GNH kursu sonucunda kazandırılacak kabiliyetler ;
* Başta psikolojik harp ve harekat olmak üzere
* Sabotaj
* Baskın
* Pusu
* Tahrip
* Suikast
* Kurtarma ve kaçırma
* Tedhiş
* Sokak hareketleri türü eylemlerde ve gizli etkinliklerden oluşan harekat teknikleri
İMKAN VE KABİLİYETLERİNE ULAŞTIRILIR. BAŞARILI OLANLARA GNH UZMANLIK SERTİFİKASI VERİLİR.
GNH eğitimleri teorik,pratik ve simulasyon olarak toplam 16 haftalık
bir programdan oluşmaktadır.
İşte böyle sayın okur,
İstanbul’un göbeğinde sabotaj-pusu-suikast eğitimleri verilmektedir.
Polise ve askere gerek kalmamıştır.
Terörist yetiştirmek için artık internette ilanlar verilmektedir.
Şirketin kurucusu 28 Şubatta emekli edilen tümgeneral Adnan Tanrıverdi şöyle diyor ;
“İslam ülkelerinde kanlı bir değişim başlamıştır,onlara yardımcı olmak istiyoruz”
Nasıl yardımcı olacakları ise eğitim programlarından bellidir.
Asılsız ve dandirik nedenlerle TSK mensuplarını tutuklayan Cumhuriyet savcıları,
Aydınlık gazetesinin bu haberlerine karşı bakalım ne yapacaklardır ???
***
Sizlere 03.09.2012 tarihine ait Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerinden haber başlıkları sunuyorum :
Cumhuriyet
İşte Apaydın kışlası
“Suriyeli muhaliflerin ‘talimat merkezi’ olarak kullandığı karargâhta 386 subay, 72 astsubay var.
CHP milletvekillerinin sokulmadığı Antakya’nın Apaydın kampında Suriye ordusundan kaçarak saf değiştiren 1 tümgeneral, 32 tuğgeneral, 82 albay ve 59 yarbay bulunuyor. “Özgür Suriye Ordusu” lideri Albay El Assad ve yardımcısı Albay Kurdi, Suriye’deki savaşı buradan yönetiyor.
Subayların oluşturduğu üç ayrı “askeri konsey” bulunuyor. Yetkililer, “Kampta kalan subay ve askerler zaman zaman Suriye’ye savaşmak üzere gidip geri geliyor. Suriye’ye savaşmaya giden subaylar arasında iki general de yer aldı” diye konuştu.”
***
Aydınlık
İstanbul’un göbeğinde ‘yasal’ kontrgerilla merkezi : SADAT
Suriyeli ve yabancı militanlar, AKP Hükümeti’nin özel bir şirket olarak kurdurduğu SADAT tarafından eğitiliyor ve silahlandırılıyor. SADAT görünüşte yasal bir şirket. Gerçekte ise bir Kontrgerilla merkezi gibi örgütlenmiş
Suriye’de iç savaş çıkaran Suriyeli ve yabancı eylemcileri eğitmek ve silahlandırmak üzere kurulan İstanbul’daki merkezi bulduk. SADAT (Uluslararası Savunmak Danışmanlık İnşaat, Sanayi ve Ticaret AŞ) adlı merkez, 28 Şubat sürecinde ordudan atılan veya çıkarılan AKP çizgisindeki emekli askerler tarafından kuruldu.ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) adlı bir derneğin şemsiyesi altında faaliyet gösteriyor. Her ikisinin de başında İslamcı bir emekli tuğgeneral var.
Aydınlık’a bilgi veren istihbarat çevreleri tarafından “İslamcı Kontrgerilla” olarak adlandırılan SADAT, kendi internet sitesinde verdikleri “eğitim hizmetleri”ni açıkça ilan etmiş. Bu “hizmet”lerin hepsi hem Türk yasalarına göre, hem de uluslararası hukukta ağır suç kapsamına giriyor.
03.09.2012
Sevgili Dostlar,
Suriye sınırında yaşanmakta olan savaştan rahatsız olarak başlattığımız çağrı üzerine İskenderun Çevre Koruma Derneği olarak 31 Temmuz akşamı saat 17.30 da Antakya Çevre Koruma Derneğinde arkadaşlarla bir araya geldik. Samandağ, Antakya ve İskenderun çevre koruma derneklerinin katılımcılarıyla 15 kişi kadardık. Gündemde Suriye ve savaş vardı. Toplantıda konuşulanlarla ilgili notlarım aşağıdadır:
Antakyalı arkadaşlar tedirginliklerini dile getirdiler. Bu koşullar altında miting yapamayız. Güvenlik sorunu var. Her an provokasyona açık bir ortam var.Bazı evlerin üçüncü kişilerce kiralanıp içlerine sığınmacı adıyla silahlı kişiler yerleştirildi. Bu kişilerin çevreyi rahatsız etmesi üzerine çağrılan polislerin, bulaşmayın bunlara biz bir şey yapamayız dedikleri,Yayladağı’ndaki kamplarda yaşayan sığınmacılara yazılan reçetelere her türlü ihtiyaç malzemesi yazılabiliyor. Şampuan, kolonya, çocuk bezi, doğum kontrol ilacı, viagra, prezervatif vb. ürünlerin yazılabildiği SGK’ nın ödemediği bu ürünlerin sığınmacılara serbestçe yazılabildiği, verilebildiği ve bu reçetelerin bedellerinin Valilik Bütçesinden karşılandığı. Bazı sığınmacıların bu yolla temin ettikleri ihtiyaç maddelerini işportada satarak paraya çevirdikleri söylendi.
Bazı sığınmacıların kimlik kartlarında “Şii” yazdığı ve bu kart sahiplerine hasta muayenesi dahil hiçbir hizmetin verilmediği, çok açık çifte standart yaşandığı dile getirildi.
Kan bankasında kan stokunun bitirildiği ve alınan kanların Suriye’de sözde savaşan (!) muhalif güçlere tahsis edildiği, bu nedenle yapay kan sıkıntısı yaşandığı dile getirildi.
Bir arkadaşımız, Şam’da bahçeli bir lokantada arkadaşlarıyla yemek yerken ortamın gayet sakin olduğunu, halkın sokaklarda gezintiye çıkmış olduklarını ve yaşamın normal olduğunu gözlemlediğini. Ancak aynı anda yayın yapan yabancı TV lerin Şam’ın yarısının muhalif güçlerce işgal edildiği haberini verdiğine bizzat şahit olduğunu. Özetle dezenformasyonun çok yüksek olduğunu. Şam’da sohbet ettiği arkadaşlarının biz daha çok Türkiye için endişeleniyoruz dediklerini aktardı.
Sorun’un Hatay Meslek Odaları Koordinasyon Kurulu (HAMOK) un gündemine taşınması ve başka STK ların katılımıyla en kısa zamanda tekrar toplanmak üzere toplantımız sona erdi.
Bir gün sonra;
Antakya Çevre Koruma Derneği’nden bir arkadaşım Yeşiller Partisi üyesi sıfatıyla Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu sözcüsü Claudia Roth’un kendisiyle görüşmek istemesi üzerine buluştuklarını 4-5 kişinin katılımıyla yapılan toplantıda Claudia Roth’a “-Bir gün önce uçakla İstanbul’dan geldiğini, uçakta çok sayıda hiç tanımadığı sakallı ve kılıksız insanların bulunduğunu, uçak indiğinde normal yolcuların uçaktan indirildiğini, bunların ise daha sonra indirilip götürüldüğünü, ancak nereye götürüldüğü konusunda bilgileri olmadığını” söylemiş ve huzursuzluklarını, tedirginliklerini dile getirmiş.
Claudia Roth ise yanıt olarak aynı gün uçakla kendisinin de İstanbul’dan geldiğini aynı kişilere benzer kişilerin yine uçakta olduğunu, neredeyse uçak yolcularının yarısının bu kişilerden oluştuğunu, yine bu yolcuların ayrı indirildiği ve nereye gittiklerini bilmediklerini söylediğini aktardı. Bu kişilerin paralı asker oldukları düşünülüyor.
***
Daha sonra konuyla ilgili olarak Hatay Eczacı Odası’nda HAMOK Yönetim Kurulu üyelerinin katılımıyla yapılan toplantıya Eczacı Odası yöneticisi olmam nedeniyle bizzat katıldım. Toplantıya 35-40 kişi kadar bir katılım vardı ve toplantıyı HAMOK Dönem Sözcüsü Dr. Selim Matkap yönetti. Bu toplantıda söz alanların aktardıkları;
Devlet Hastanesi sığınmacılara tahsis edildi. Buraya gelen hastalar, doktor arkadaşlara, Alevi isen (Arap isen) beni muayene etme. Elini bile dokunma diyorlar. Alevi sünni çatışması yaratılmak isteniyor.
Türkiye’den de paralı asker gidiyor. Ben 2 kişi tanıyorum. 1000 dolar alıyorlar. Reyhanlı’dan Suriye’ye her akşam gidip savaşıp geliyorlar.
Antakya’da gece sokağa çıkamıyoruz. Gece parka gittim. Park’ta yoğun olarak sığınmacılar vardı parktan dışarı nasıl çıkacağımı bilemedim.Komşumuzun eşi bu kişiler tarafından taciz edildi. Polis çağırdık. Polis; emir var, biz bunlara bir şey yapamıyoruz. Bulaşmamaya çalışın dedi ve gitti.
Yayladağı’nda yine olay çıkardılar! Polis çağırdık polisin başına çuval geçirdiler ve polisin silahıyla polise ateş ettiler. Polis ve bir genç yaralandı.
Bir evin bodrum katı 2 kişi tarafından kiralandı. Ev bahçeli bir ev, bahçeye araçlarımızı park ediyoruz. Bahçe kapısına Suriye plakalı bir araba park etmişler. İçerdekiler çıkamıyor. Dışardakiler giremiyor. Uyardığımızda kulak ardı edildi ve araba oradan kaldırılmadı.
Bir esnafa: “-Sen arapça bilmiyor musun ?” deniyor.
“Neden Arapça bilmiyorsun” diyorlar ve Arapça bilmediği için yüksek sesle bağırılıp hırpaladılar.
Reyhanlı’da Suriye’ye sürekli araçlar gelip gidiyor.
Bir TIR geldi eşyalar gece yarısı daha önce kiralanan eve taşındı.
Sınırda Ambulanslar karşıdan yaralı taşıyor. Ambulanslarda yaralılar ve Suriyeli askerler var. Her gün olay çıkartıyorlar. Her gün 5-6 olay oluyor. Yaralılar tedavi ediliyorlar yeniden Suriye’ye savaşmaya gidiyorlar. Ambulanslar dönüşlerinde silah taşıyorlar. Sığınmacılar alış veriş yaptıklarında aldıklarının parasını ödemiyor veya çok az bir kısmını ödüyorlar. Reyhanlı’da dükkanlar akşam saat 18.00 de güvenlik nedeniyle kapatılıyor.
Sığınmacının biri Veterinerler Odası Başkanına: “Ben veterinerim Yayladağı’nda çalışmak istiyorum. Bana araç verin diyor.”
Başkan Türkiye’de çalışamayacağını ısrar ederse kendisini sınır dışı ettireceklerini söylüyor.
Cevaben: “Ama bana böyle söz vermediler. Araba vereceklerini ve burada veterinerlik yapabileceğimi söylediler.”
Bir başka arkadaş Antakya’da ve Samandağ’da köylülerin silahlandıklarını ifade etti.
Bir başka arkadaş benim aktardığım uçaklarda yaşananlar konusunda; aynı şeyi kendisinin de uçakta yaşadığını, sakallı ve kılıksız insanların uçakta ayakta gezindiklerini, hostesleri rahatsız ettiklerini, yanında oturan onlardan bir kişiyle sohbet ettiğini, kendisine Libya’dan bir grup halinde, turistik amaçlı geldiklerini söylediklerini aktardı.
HAMOK Toplantısında söz alarak şu konuları dile getirdim ve şu konularda önerilerde bulundum:
Antakya’da herkes tedirgin.
Dağın öte tarafında İskenderun’da ortalık daha sakin.
“79 milyon nüfusuyla gelişen, büyüyen ekonomisiyle, alt yapıda ve üst yapıda elde ettiği başarısıyla Türkiye büyümeye devam ediyor. Yanı başımızdaki yangınlara rağmen işte Suriye’de 5 yıla yaklaşan iç savaşa, Irak’ta 10 yılı aşan iç kargaşaya ve başka pek çok olumsuzluklara rağmen, Türkiye huzur adası olma vasfını koruyor ve ekonomisi de her şeyiyle büyümeye devam ediyor. İnşallah önümüzdeki süreçte de Türkiye büyümeye devam edecektir.”
Bizler “Ne olacak bu memleketin hali”diye kara kara düşüncelere dalmışken Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın açıklamalarıyla “huzur adası”nda yaşadığımız gerçeğini idrak ettik.
Öyle ya, memleket huzur içinde geçinip gidiyoruz işte…
Meselâ “huzur adası” olmasak birbiri ardına canlı bomba teröründen muzdarip, herhangi bir yerde herhangi bir zamanda bulunduğumuz için ölebilirdik.
Teröristlerin ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştığı, kendini patlatmadan dokunulamadığı bir memleket olurduk eğer bir “huzur adası” olmasaydık.
Böyle bir olay yaşandı diyelim; sorumlular istifa bir tarafa pişkin pişkin sırıtır, güvenlik zafiyetinin olmamasından, fıtrattan dem vurur, yaşanan acı yetmezmiş gibi milletle bir de alay ederlerdi.
Allahtan “huzur adası”ndayız da bu karaktersizlikte adamlar yok.
Allahtan “huzur adası”ndayız da, diktatörlüğe zorlanmıyor, kabul etmezseniz ölürsünüz diye tehdit edilmiyoruz!
Eğer “huzur adası”da olmasaydık “cadı avı”nın normalleştiği bir yer olurduk.
Muhalif olmanın suç olmadığı bir yerde yaşıyorsak, biliniz ki “huzur adası”nda olduğumuz içindir.
Allahtan “huzur adası”ndayız da tepemizdeki yöneticilerin güvenilirliğinden, ahlâkından şüphelenmeden içimiz rahat, huzurlu bir şekilde yaşıyoruz.
Öyle ya, ne örnekler var ?
Oy çalanı mı ararsın, para çalanı mı ?
Yolsuzluk yapanı mı, sapıklığa yol vereni mi, diplomasız cumhurbaşkanı mı?
Allahtan “huzur adası”ndayız da kafamız rahat.
“Huzur adası” olmasaydık eğer, memleketin huzurunu kaçıran terörle müzakere edilir, teröristlerin memleketi köstebek gibi kazıp bomba düşemesine ses edilmez, bu onursuzluk yetmezmiş gibi bir de teröriste “onurlu ve gururlu” payesi verilirdi.
Çok şükür “huzur adası”nda yaşıyoruz da başımızda bu onursuzlukta insanlar yok!
“Huzur adası”nda yaşamasaydık her şey ters giderdi. Yani hırsız değil hırsızı yakalayan polis, teröre destek olanlar değil, bunun haberini yapanlar tutuklanırdı.
Televizyonlarda görüyoruz, adam teröriste tır tır silah yollamış, şimdi tir tir titriyor. Görünmesin, duyulmasın diye yemediği halt yok.
“Huzur adaları”nda iktidar teröre yardım etmez, etmeyince bunun haberi de olmaz.
Tıpkı oy çalmayan iktidarın, oy çaldı haberinin olmaması gibi.
Bu kadar da olmaz demeyin, “huzur adası”nda yaşamasaydık daha neler olurdu neler ?
Son Yorumlar