Kasım 2012 için arşiv

28
Kas
12

HAMAS Kime “Hizmet” Ediyor..?!!!

İsrail  ve  Hamas’ın  yeniden  ve  yeniden  savaş  koşullarında  olması  dünya  için  sürpriz  olmadı.

Savaşta  kullanılan farklı  taktikleri  televizyon  kanalları  şevkle  anlatırken  dünya  ve  özellikle  Arap  medyası  ise  HAMAS’ı  kendi  halkı  ve  Filistin’in  bekası  için  savaşırken  resmediyor.

Ortadoğu  siyasetinde  rolü  herkesçe  bilinen  Recep  Tayyip  Erdoğan  ise  ne  hikmetse  Irak’ta  gücün  yanında  Filistin’de  ise  mazlumun  yanında  olduğunu savlıyor.

Ancak  sonuç  çok  bir  tanıdık.

Son  kavgada  da  olduğu  üzere  Filistin  tarafının  kayıpları  iki  yüzlü  rakamlara  ulaşırken  İsrail’in  kayıpları  birkaç  kişiden  ibaret.

İsrail  son  operasyonla  şiddetten  aldığı  güçle  Hamas’ı  susturmak  istiyor.

Yani kavganın gerekçesi hep Hamas’a müdahale olarak gösterilirken ölen insanlar Filistin’in mazlum halkından başkası değil.

Filistin’de Hamas’ın hakimiyeti analiz edildiğinde büyük Çek muhalif siyasetçisi Vaclav Havel’in sözlerini hatırlıyoruz.

Havel diyorki: “İç barış olmadan yani vatandaşlar arasında ve vatandaşlarla devlet arasında barış olmadan kimse dış barışı garantileyemez”.

Hamas işte tam bu noktada analiz edildiğinde kendi vatandaşlarının iç barışını sağlayamamış.

2007 yılında Hamas Gazze bölgesinde iktidara geldi ve o aşamadan itibaren gerçek bir diktatörlük kurarak sistematik olarak özgür düşünceyi, konuşmayı, giyinmeyi ve davranmayı baskıladı. Filistinli yazarlar tutukladı, sosyal medya kapatıldı ve muhalifler her türlü işkenceye maruz bırakıldı.

Sadece ve sadece Hamas’ın nefret söylemleri sosyal medyaya yansıdı.

Ilımlı düşünce içerikleri dahi tolere edilemedi ve insan hakları yok sayıldı.

Ne yazık ki Hamas’ın eylemlerinin ve tamamen nefret kurgusu üzerine yaptığı söylemlerin bedelini hep ama hep Filistin halkı ödüyor.

Hamas’ın uluslar arası medyaya adeta bağırarak yansıttığı nefret içerikli konuşmaları ve İsrail’e karşı yok etme söylemleri ise İsrail’in yaptığı orantısız saldırının gerekçesi olarak kullanıyor.

İsrail bu konuşmaları deklare ederek masumiyet ve savunma haklarını kullandığını belirtiyor.

Yani kullanılan hep Hamas’ın nefret argümanları.

Örnek  vermek  istiyorum :

10 Ağustos 2012’de Filistin parlamentosunda milletvekili Ahmad Bahr şöyle bağırıyor: “Allah’ım Yahudileri ve destekçilerini yok et. Allah’ım Amerikalıları ve destekçilerini yok et. Allah’ım tek tek sayarak bir tanesini dahi bırakmadan öldür onları”.

Filistin meclisinin Hamas’lı üyesi Yussuf al-Sharafi de bu içerikteki konuşmasını bağırarak yapıyor.

Bu sözcüklerin tümü İsrail’e ve Amerikalılara karşı toplu bir soykırım istencinin söylemleri.

Eeee  sonuç ?

Tek  tek  soykırıma  uğrayan  Filistinliler.

Benzer argümanları ve sivil halkın kalkan yapıldığı eylemleri ve suikast bombacılarının övülerek anlatıldığı düşünce yapısını bir de El-Kaide de görüyoruz.

Ne tesadüftür ki orada da yine yok edilen, zulme maruz kalan sivil halk.

On yıldan uzun bir süredir her gece uykuya bomba sesleri eşliğinde gidiyorlar ve sabaha kadar başlarına yağmur gibi bomba yağıyor.

Bu arada Hamas lideri Halid Meşal Pazartesi günü Kahire’de bir basın toplantısı düzenledi ve medyaya İsrail’in Gazze’ye bir kara harekatı hazırlığı içerisinde olduğunu belirttikten hemen sonra bağırmaya başladı: İsrail Gazze’de yer harekatı başlatacakmış. Bu blöfe kim inanır? Eğer yapmayı düşünüyorsan, yapacaksın İsrail”.

Yine Hamas’ın askeri komutanı Mohammed Deif, El Aksa televizyonunda bağırıyor: “Eğer kara çıkarması yaparsanız bu size pahalıya mal olacak”.

Ne tesadüftür ki bu söylemlerin hemen ardından İsrail Gazze sınırına on binlerce askerini, yüzlerce tankını ve bölgeye korumalı askeri personel taşıyıcılarını yığıyor.

İsrail oldukça kararlı ve şöyle diyor: “İsrail’e bunda böyle hava saldırısı olmayacağı garanti edilinceye kadar ateşkesi kabul etmiyoruz”.

İsrail biliyor ve eminki Hamas ateşkes kararlarına uymayacak çünkü Hamas varlığını savaş üstüne kurgulamış bir organizasyon.

Savaş üzerine kurgulamış varlığını aynı zamanda siyaset üzerine de oturtmuş.

Ama siyasi kimliği demokrasi adlı tiyatro oyununda kendisine ikinci bir rol verilmesinden ibaret.

Çünkü adamlar siyaset bilmiyorlar.

Onlar sadece ki seçim trajedisinin hep tartışıldığı Ortadoğu’da, halkın oylarıyla seçilmiş diktatörler.

Ne   mi   söylemek   istiyorum ?

Anadolu’da   bir   söz   vardır:

“Isıracak   hayvan   hırlamaz”   diye.

Yani   yapabilecekse   direkt   gider   ve   ısırır.

Neredeyse  bir  100  yıldır  Filistin  halkı  hep  kaybediyor  ve  İsrail   de  hep  büyüyor.

İsrail  neredeyse  100  yıldır  saldırılarının  gerekçesini  Filistin’in  saldırılarına  bağlayarak  eylemlerini  meşrulaştırıyor.

Son  Hamas  Filistin  kavgasının  yedi  gününde tam  130  Filstinlinin  kaybına  karşılık  İsrail’in  kaybı  sadece  5  kişi.

Ama  Hamas’ın  lideri  kendini  garantili  bir  bölgeye  aldıktan  sonra  askerlerine  hayatlarını  riske  etmelerini  ve  savaşmalarını  emrediyor.

Şimdi  HAMAS  kendi  halkı  için  mi  savaşıyor  diye  düşünmeden  edemiyorum.

Yoksa  diyorum  yoksa  yoksa  Afganistan  işgali  için  nasıl  terörist  El-Kaide  toplumun  başına  belâ  edildiyse  Filistin’in  bitirilmesi  için  de  Hamas  toplumun  başına  belâ  mı  edildi ?

( Türkiye’nin   bitirilmesi   için   AKePe’nin      başımıza   belâ   edilmesi   gibi..)

Hamas  olmasa  İsrail  saldırılarını  hangi  koşulda  meşru  zemine  çekecek ?

Yahudi  zekâsı  “şeytanın  ayrıntıda olduğunun”  resmi  adeta.

İsrail’in  Ortadoğu’da  adım  adım  hakimiyetinin  altını  Hamas’ın  kendi  insanını  yok  bilen  terörist  yapısının  imzası  var.

Ortadoğu’da  HAMAS  dahil  terörist  yapıyı  destekleyen  AKP  hükümeti  ise  adeta  İsrail’in  değirmenine  su  taşıyor…

Okumaya devam edin ‘HAMAS Kime “Hizmet” Ediyor..?!!!’

28
Kas
12

YURTSEVER DEĞİL — HAİN..!!!

Öğreniyoruz  ki  910 km’lik  Suriye  sınırımızı  “korumak”  için  NATO’dan  Patriot  bataryalarının  ve  arkasından  da  AWACS  (Airborne  Warning  Control  System)  olarak  bilinen  erken  uyarı  uçakları  ülkemize  gelecekmiş.

Başbakan Erdoğan D-8 liderler Zirvesi için bulunduğu Pakistan’ın başkenti İslamabad’da gazetecilere “ Patriotların tamamen savunma amaçlı olduğunu “ söylüyor ve devamında “ Topraklarımız, dördüncü maddeye göre NATO topraklarıdır “ diyerek Meclis’ten izin almaya gerek olmadığını ifade etmeye çalışıyor.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise yaptığı açıklamada “ Sınırlarımıza yönelik güvenlik riski ortadan kalktığında Patriotlar geldiği gibi geri dönerler “ diyor. Bilgi birikimi ve derinliği yeterli olmayan olan bazı bakanlarımızda “ tetik bizde olacak “ gibi komik açıklamalarda bulunuyorlar.

Sevgili okurlar bu söylenenler doğru değildir gibi kibar bir söylem içinde olmak istemiyorum. Biraz taktik, strateji, tehdit değerlendirmesi, durum muhakemesi bilen, nokta ve bölge hava savunması nasıl planlanır ve savaş planı nasıl kotarılır konusunda çalışmış birisi olarak söylüyorum; Patriotlar konusunda söylenenler külliyen yalandır, bu ülkeye ihanetin ve emperyalist işbirlikçiliğinin somut belgeleridir.

Patriot ABD’li şirketler tarafından geliştirilmiş uzun menzilli, her hava şartında kullanılabilen, yüksek irtifalardan yaklaşan taktik balistik ve seyir füzeleri ile savaş uçaklarına karşı çok etkindir. Farklı özelliklere sahip üç tip Patriot füzesi olup en uzun menzilli olanı 160 km’dir. Patriotlar Türkiye’de daha önce 1991 ve 2003’de Irak savaşlarında konuşlandırılmıştır.

Bu  değerlendirmeyi  yapan  çıksın  karşıma !

Suriye’den  Türkiye’ye  yönelik  bir  tehdit  kesinlikle  yoktur.

Davutoğlu “ Tehdidi Genelkurmay değerlendirdi “ diyor.

Buna inanmak mümkün değildir.

Buradan hodri meydan diyorum! Kim yaptıysa bu değerlendirmeyi çıksın karşıma Türk Milleti’nin karşısında tartışalım.

Suriye o kadar zor durumdadır ve başı beladadır ki, değil ülkemize tehdit olmak, Türkiye anasına küfür etse ki ediyor, sesini çıkarmaz.

Patriot füze bataryalarının ülkemizde konuşlandırılma isteği ABD’nindir.

ABD yetkilileri Davutoğlu’dan böyle bir istek yapılmasını istedi o da bunu yerine getirdi.

Erdoğan  konuyu  sonradan  öğrendi  ama  uyum  sağladı.

Yoksa  deliğe  gönderirler !   (Yani  Yüce  Türk  Milletinin  önüne  atıp  parçalatırlar..)

“Patriot”ların   konuşlandırılmasının   nedenleri ;

Suriye   ve İran’ı   kışkırtmak,

Suriye’ye   askeri   müdahalenin   önünü   açabilecek   bir   kıvılcımı   çaktırmak,

Bölgeyi   daha   da   fazla   istikrarsızlaştırmak,

Suriye   ile   savaş   çıksın   diye   verilen   angajman   kurallarını   kullanmayan  ve  

tetiğe   basmayan   Türk   Askeri   yerine   yabancısını   transfer   etmek,

Suriye   ve   İran’a   karşı   yapılacak   müdahalede   Türkiye’de   öncelikli  hedef   olacak  

ABD   üslerinin   ve   Kürecik   radarının   hava   savunmasını   sağlamak,

Suriye   kuzeyinde   bulunan   muhaliflere   ve   Barzanistan’ın   batıya   Akdeniz’e  

doğru   genişlemesine   hava   savunma   desteği   vermek, 

Türkiye   sınırlarına   yakın   olarak   faaliyet   gösteren   muhalif   görüntüsü   altındaki  

teröristlere  aman   vermeyen   Suriye   hava   gücünü   tehdit   etmek   ve   onların  

hareket   serbestisini   kısıtlamaktır.

Suriye   Türkiye’ye   değil,   Türkiye   Suriye’ye   tehdittir.

Hatta tehditten öte ülkemiz Suriye’ye karşı kısmen örtülü kısmen de açık olarak vekâleten savaş yapmaktadır.

S-300’lerden  daha  büyük  tehdit

Patriotların savunma silahı olduğu kuyruklu yalandır ve halkımızı kandırmaya dönüktür. Anımsarsanız 1997’de Kıbrıs Rum Kesimi ( KRY ) “ Yunanistan ve Kıbrıs Ortak Savunma Doktrini “ çerçevesinde Rusya’dan S-300 Hava Savunma Füzeleri alarak Kıbrıs’ta konuşlandırmak istedi.

O zaman Türkiye S-300’lerin Kıbrıs’ta konuşlandırılmasının sadece KKTC’nin değil aynı zamanda Türkiye’nin de güvenliğini tehdit ettiğini öne sürerek tepki göstermiş ve konuşlandırmayı engellemişti.

Türkiye’ye konuşlandırılacak Patriotlar Suriye ve İran’ın güvenliği ile bölgenin istikrarına yönelik çok büyük bir tehdittir. Ayrıca Patriotlar S-300’lerin Kıbrıs’a konuşlandırılması durumunda ülkemiz için yaratacağı tehlikenin fersah fersah üstünde güvenliğimize tehdit teşkil etmektedir.

Patriotların bölgemiz için istikrasızlık kaynağı olacağını ve kışkırtmaya dönük bir girişim olduğunu Rusya dahil tüm bölge ülkeleri söylüyor. Biz de söylüyoruz! Kimler farklı söylem içinde; ABD, AKP ve İsrail. Değerlendirmenize bırakıyorum!

Türkiye’nin NATO ortak savunma sistemi içinde bulunmuş olması Türkiye topraklarının NATO toprakları olduğu anlamına gelmez. Patriotlar için Meclis kararı gerekmektedir. Kim takar hukuku! Kürecik içinde gerekliydi alınmadı, ne fark eder! Çoğunlukları var niçin korkuyorlar ki? Demek ki AKP içinde de yurtseverler var!

Patriotların ateşleme tetiği hiç şüpheniz olmasın NATO’da daha doğru bir ifade ile ABD’de olacaktır. AWACS’ları sorarsanız o uçaklarda Suriye’deki taktik resmi gerçek zamanlı ( real time ) olarak çıkararak terörist harekatı sevk ve idare etmek içindir. Diğer yandan İran’a müteakiben yapılacak müdahale için hazırlıklar kapsamında gerekli bir adımdır.

Patriot İngilizce bir kelime olup yurtsever anlamındadır. Burada amaç önemlidir.

Bu füzeleri yurt savunması için görevlendirirsen gerçekten yurtseverlik yapar.

Fakat başka ülkenin çıkarları için onların isteği ile ülkenize konuşlandırırsanız hainlik yapar.

Ve  işlenen  suça  hıyanet  denir !

Saygılar  sunarım.

Türker  ERTÜRK

http://www.ilk-kursun.com/haber/128525

28
Kas
12

Aptallar ancak milleti aldatmaya kalkar

Serbest  piyasa  ekonomisi  Türkiye’de  manipülasyon  ekonomisi  oldu.

Manipülasyon psikolojik teknikler kullanarak, hedef kişi ya da kitlede, davranış veya kanaat değişikliği yaratmayı amaçlar.

Ekonomide beklentileri kendi çıkarları için değiştirip, borsada veya her hangi bir piyasada, gerçekleri örtecek gündemler yaratarak spekülatif kazançlar sağlamak da bir nevi maniplasyondur.

Söz gelimi, Asil Nadir’e yapılan suçlama, o zaman sahip olduğu Polly-Peck şirketini zorda gösterip hisselerini düşürmek ve sonra da bu hisseleri düşük değerden toplamaktı.
Durgunluğa rağmen borsa endeksinin artması da, borsaya hakim yerli ve yabancı sermayenin maniplasyon yapmasından ileri gelmiştir.

Basında Fitch’in not artırımını sürekli pompalayarak, borsanın spekülatif bir şekilde artması sağlanmıştır.
Ekonomide beklentileri olumlu yönlendirmek ile maniplasyon farklıdır. Beklentileri olumlu yönlendirmek, gerçekleri gizlemeden ekonomik tablonun gelecekte daha iyi olacağını vurgulamaktır.

Maniplasyon ise istatistikleri çarpıtarak karayı ak göstermektir.
Maalesef basın bunu hep yapıyor.

Söz gelimi dün Merkez Bankası ve TÜİK, “Reel Kesim Güven Endeksi”ni açıkladı. Bu endeksi ciddi bir yayın olan ‘Günlük Ekonomi Bülteni’, “Reel kesimin güveni azaldı” şeklinde verdi.

Bir yıl önceki kasım ayında 102,3 olan Reel Kesim Güven Endeksi, bu Kasımda 101.0’a düştüğü için, Günlük Ekonomi Bülteni doğru olarak bu başlığı atmıştı. Gel gör ki, günlük satışı yüksek olan bir gazetede bir ekonomi köşe yazarı “Mevsimsellikten Arındırılmış Reel Kesim Güven Endeksi” ni gösterge alıyor ve bu yıl içinde Haziran -Eylül arasındaki endeksi Kasım ayı ile karşılaştırarak, endeksin kasım ayında 109,0 olduğunu ve reel kesimin güveninde belirgin düzelmeler olduğunu söylüyor.
Bu kasım ayında reel sektör güven endeksinin ne yönde geliştiğini doğru tespit etmek için, geçen yılın kasım ayı ile bu yılın kasım ayını karşılaştırmak gerekir. Köşe yazarının yazdığı, Mevsimsellikten Arındırılmış Reel Kesim Güven Endeksi, 2011 kasım ayında 110.3 iken, bu kasımda 109.0’a gerilemiş.

Yani nereden bakarsak, reel kesim güven kaybetmiş.
Maniplasyon yapanlar, hem halkı aldatarak ve halkın tercihlerini yanlış değiştirerek, hem de iktisat politikalarının yanlış kurgulanmasına yol açarak, toplumun geleceği ile oynuyorlar.
Reel kesim güven endeksinin düşmesi, reel kesimin yatırım iştahının azalması demektir.

Mamafih son üç ayda toplam siparişlerde de geçen seneye göre azalma var. Sabit sermaye miktarı endeksi de geçen sene kasım ayında 114.0 iken, bu sene kasım ayında 109.3’e gerilemiştir.
Endeks genelde azalma yönündedir. Ayrıca istihdam beklentisinde de düşme var. Ancak gelecek üç ayda ihracat sipariş miktarında artış bekleniyor. Bu durum, ekonomide genel gidişata, geçen kasıma göre daha iyimser bakılması sonucunu doğuruyor.
Öte yandan yine Merkez Bankası’nın açıkladığı, “İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı” da geçen seneye göre gerilemiştir. Geçen sene Kasım ayında İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranı yüzde 76.9 iken, bu sene kasım ayında yüzde 74.0 olmuştur. Kapasite Kullanım Oranı, bir üretim biriminin, söz gelimi bir fabrikanın belirli bir dönemde diyelim ki bir ayda, fiilen ürettiklerinin, üretebileceği en yüksek miktara oranını gösterir. Bir ayakkabı fabrikası ayda 100 ayakkabı üretme kapasitesine sahipse ve fakat fiilen ancak 70 ayakkabı üretebiliyorsa, kapasite kullanım oranı yüzde 70’tir.
Üretim kapasitesi, bazı kazalar, gecikmeler, arızalar gibi nedenlerle 100’de 100 kullanılamaz. Ancak yüzde 74 kapasite kullanım oranı da çok düşüktür. Atıl kapasite var demektir. Bu atıl kapasite üretim maliyetlerinin artması ve bu yolla maliyet ve fiyat artışına yol açmaktadır.

Piyasada oligopol yapı olduğu için firmalar maliyet artışını fiyatlara yansıtabilmektedir.

Bu sorunların çözümü için önce gerçekleri çok iyi ve doğru tespit etmemiz gerekir.

Esfender  KORKMAZ

YENİÇAĞ

23
Kas
12

SAVAŞMADAN YENİLMEK

Mustafa  Yıldırım,  yazılamayanları  yazdığı  siyasal  makalelerinde  iç  karartıcı  gelişmelere  karşı  önce  sorguluyor,  daha  sonra  ileri  hedefleri  de  gösteriyor.

CIA eski elemanının belirttiği üzere, ABD siyasal partilerine bağlı örgütler, TBMM Anayasa komisyonuyla çalışmalar yapmışlar.
Alman vakıfları ise, T.C. Anayasası’nın değiştirilmesi toplantılarını Ankara’da gerçekleştirmişler.
Devlet reformu artık Batılı yayılmacıların isteklerine uygun olarak sonuçlandırılmakta…Bu arada, İstiklâl Meclisi binası, tütün-sigara kaçakçılığı nedeniyle Amerika’da soruşturmaya uğrayan Philip Morris Kumpanyası ile Sabancı Vakfı’nın verdiği 500 bin dolarla onarıldı ve içi dışı değiştirildi.İstiklâl Meclisi’nin kapısına Amerikan kumpanyasının adı yazıldı.Şimdi  sormak  gerekiyor :  Hangi “23 Nisan” ve hangi yüzle Anıtkabir’e ?Hayır, bu böyle yürümeyecek!

Bağımsız Cumhuriyetimizi yeniden kuracağız.

Uydurma ne yapılmışsa yıkıp, orayı Mustafa Kemal’in 1933 alanına dönüştüreceğiz.

En büyük bayramımızı hep birlikte işte orada kutlayacağız.

Ancak  kolay  mı,  yabancı  işgalcileri,  yerli  işbirlikçileri  ve  onlara  göz  yumanları  söküp  atmak ?

Kolay  mı,  cumhuriyetimizi  koruyup  kollayacağız  diyerek,  bağımsızlık  yemini  edenleri  Amerikan  yöntemiyle  ezip  geçenleri  aşmak ?

Elbette  kolay  olmayacak,  fakat  kesinlikle  başarılacak !

Ama  bugün,  ama  yarın !


Mustafa Yıldırım üst üste yapıtlar veriyor.
Halkımızı aydınlatan, derinliği olan, çok anlamlı, çok etkileyici çalışmalar: “Sivil Örümceğin Ağında”, “Meczup Yaratmak”, “Azerbaycan’da Adım Adım Teslimiyet”, “58 Gün”, “Ulus Dağına Düşen Ateş”.
Şimdi de  “Savaşmadan  Yenilmek”.
Bu uyuşuklukla, bu çıkarcılıkla, bu özel hesaplarla daha çok yaşayacağız ?
ABD  bizden  asker  ister;  Kore’ye,  Afganistan’a,  Balkanlar’a,  Lübnan’a…
Binlerce  askerimizi  yollarız.
Özgürlük  uğruna,  “hür dünya”  adlı  bir  uyduruk  düşünceyi  savunmak  için !
Daha  doğrusu  ABD  çıkarlarını  korumak  için!..
Ama ülkemizin sınırlarını bir parmak aşmaya kalkıştık mı, hemen uçaklar tepemizde dolaşır, “Sakın ha, sakın ha, yoksa?” gözdağlarıyla!..
İşte, Mustafa Yıldırım’ın “Savaşmadan Yenilmek”dediği budur!Teslimiyet  gibi  bir  şeyi  yaşamak,  yaşatılmak…“Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz.”

Olmamalı !..

Ama  biri  var,  dağlardaki  eşkıyalardan  güçlü !..

Mustafa Yıldırım, “Savaşmadan Yenilmek” te diyor ki :

“Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler eşkıyanın küçük ortağı olmayı içlerine sindirmiyorlarsa, bu gerçeği görmüyor olamazlar. Türkiye Cumhuriyeti tüm geçmiş eşkıyalıkların, devletlerarası hukuka aykırı işgallerin, örtülü kanlı operasyonların, Birleşmiş Milletlerde, o olmazsa uluslararası savaş-terör, soygunculuk, soykırım mahkemelerinde dava konusu edilmesini istemelidir. Çünkü yok olunacaksa, onurumuzla yok olalım daha iyi!..”

Onur  diye  bir  şey  varsa,  kalmışsa !..

Okumaya devam edin ‘SAVAŞMADAN YENİLMEK’

22
Kas
12

KAFALARI ARŞİVDEN YOKSUNLARA…

http://www.turksolu.org/286/kapak286.htm

22
Kas
12

Sessiz Çığlık – Ankara, İstanbul ve İzmir’de devam ediyor.. Gölcük’te de başlıyor.

24  Kasım  2012  Cumartesi  günü   SESSİZ   ÇIĞLIK   Eylemi   Ankara   Sakarya   Caddesinde  

Taş   Ankara   Heykeli’nin   altında   saat   13:00 — 14:00   arasında   yapılmaya   devam  

edecektir.

Sizleri   bekliyoruz.

Sevgiler,   saygılar.

Ümit  GÖNÜLDAŞ

NOT :   Ayrıca   eşzamanlı   olarak   İstanbul’da   Beşiktaş’ta   Demokrasi   Anıtı   önünde,  

İzmir’de   Kıbrıs   Şehitleri   Caddesinde   ve   Gölcük’te de   Anıtpark’ta  

SESSİZ   ÇIĞLIK   Eylemi   yapılacaktır.

22
Kas
12

HAVLAYAN KÖPEKLERE İNANANLARI BU MİLLET TEZ ZAMANDA CÜMLE SÜLÂLESİNE DEK SİKECEK..!!!

21
Kas
12

Eeyyy Havlayan [ama ısır(a)mayan] Köpekler : Lâfla Pilâv Pişmez — İcraat Görelim A.Q.larım..!!!

Siyonizmin   gerçek   düşmanı   BAAS   Hareketiydi…

Bizde   de   68  Solcularımız…

Bu   kadar   basit…

Kürecik   bizim  mi   yoksa   yahudinin  mi,  A.Q.larım.?!!!

RTE’ye   bunun   hesabını   soramayan   yandaş   yalaka  

ne   kadar   mahlûk   varsa,   acilen   gelecek   günlerinin

hesabını   çok   iyi   yapsınlar..!!!

Hem   sadece   kendilerini   değil,   77  sülâlelerini   de  

çok   iyi   düşünsünler…

Çünkü,   son   hesaplaşmada   hiç   kimsenin   hiç,   ama 

hiç   kimseye   acıması   ol – ma – ya – cak…!!!

ONA   GÖRE…

Elrom’u   vurandır   O

Nasıl   bilmiş   düşmanı

Ejdadına   bin   rahmet

O   Türk’ün   Kahramanı

Savaşsız   öldürene

Katil   dense   dünyada

Cennete   alsın    Allah

O   Türk’ün   Kahramanı

Unutmayın   Çayan’ı

O   Allahın   Aslanı

Altmış   Sekiz   Kuşagı

O   Türk’ün   kahramanı

Türk   Solu   unutmasın

Hiç   de   pişman   olmasın

Hatırlayın — yaşasın

O   Türk’ün   kahramanı

Sabit,   Vatan   sağ   olsun

İsrail   hep   ölüm   bulsun

Bundan   sonra  da   olsun

Yeni   Türk    Kahramanı…

******

Ozan  Sabit  ÖZDEMİR,   Yozgat

http://turksolu.org/286/konuksever286.htm

21
Kas
12

“DUYDUĞUNUZ ÇAKALLARIN ULUMASIDIR, SAFLARI SIKLAŞTIRIN ÇOCUKLAR…”

Ülkemiz  cangıl  ormanına  döndü.

İtler  havlıyor.

Çakallar  uluyor.

Ama  aslanlar  kafeslere  kapatılmış  durumda.

Cumhuriyet  ve  Atatürk  devrimleri  saldırı  altında.

Kurtarıcımız,  önderimiz,  dünya  lideri  Gazi  Mustafa  Kemal  Atatürk’ü  Bebek  Katili  ile  aynı  kefeye  koyarak  kıyaslıyorlar…

Artık  ülkemizde  Terörist  Başı,  günde  beş  vakit  ziyaret  edilen,  yardım  istenen  bir  lider  konumuna  geldi.

Daha  doğrusu  getirildi.

AKP  iktidarının  kurtarıcısı  oldu.

Yöneticiler,  yetkililer,  başları  her s ıkıştığında  kapısını  çalıyor,  yardım  istiyorlar.

Seçim  zamanında  saldırıların  durdurulması,  silahların  bırakılması  için  ricada  bulunuyorlar.

Açlık  grevlerinin  engellenmesini  istiyorlar ondan.

Bülent Arınç, açlık grevlerinin APO tarafından sonlandırılması, PKK –AKP dayanışması karşısında gözyaşlarını tutamadı yine.

Şimdi de Milletvekili Yemininden “Büyük Türk Milleti” ve “Atatürk’e, onun inkılâplarına bağlı kalacağıma…” sözleri çıkarılıyor.

AKP,  ulusumuzun  “Büyük  Türk  Ulusu”  olmasını  istemiyor.

Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların özerk eyaletlerinden oluşan, parçalanmış, bölünmüş, yamalı bohça, bir küçük ulus istiyor.

AKP ne Meclis’te, ne orduda, ne okullarda, ne evlerde, ne köylerde Atatürk adını duymak istemiyor.

Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti, Türk, Türklük, laiklik, Kurtuluş Savaşı, Kuvayi Milliye, 19 Mayıs, 29 Ekim, 10 Kasım, 30 Ağustos adlarını duymak istemiyor…

Şimdi el üstünde tutulanlar karşı devrimciler… Mandacılar…

Yani Kurtuluş Savaşında Türk ordusunu arkasından bıçaklayanlar, emperyalizmle işbirliği yapanlar…

Seyit Rıza’lar, Sait Nursi’ler, İskilipli Atıf Hoca’lar…

Şimdi el üstünde tutulanlar Arap Şeyhleri, Katar Şeyhleri… Barzani’ler, Talabani’ler…

5 şehit verdiğimiz gün, Genel Kurmay Başkanımız, dünyanın en geri, en ilkel bir ülkesine, Suudi Arabistan’a, “Kral Abdülaziz Madalyası”nı almaya gitti.

Ulus  yok  artık  AKP  iktidarında.

Ulus  devlet  yok.

Özgür  vatandaş  yok.

Türkiye  Cumhuriyeti  yok.

Ne  var ?

Etnik  gruplar  var.

Kürt  var.  Ermeni,  Rum  var.

Cemaat,  imam,  kul,  ümmet  var…

Eyaletler  var.

Bütün  hazırlıklar  bir  “Türk – Kürt F edere  İslam  Cumhuriyeti”  için  yapılmakta…

Çakallar  uluyor…

Köpekler  havlıyor…

“DİNLEYİN,   DUYDUĞUNUZ   ÇAKALLARIN   ULUMASIDIR.

SAFLARI   SIKLAŞTIRIN   ÇOCUKLAR,

BU   KAVGA   FAŞİZME   KARŞI,   BU   KAVGA   HÜRRİYET   KAVGASIDIR…”

Nazım  HİKMET

Bu  kavga  özgürlük,  demokrasi,  tam  bağımsızlık  kavgasıdır.

Emperyalizme  ve  yerli  ortaklarına  karşı  yeni  yeni  19 Mayıs’lar,  29 Ekim’ler,  10 Kasım’lar  yaratmak  üzere…

Haydi…    İleri…

Ali  ERALP

http://www.ilk-kursun.com/haber/127822

20
Kas
12

AKP İKTİDARINDA “İLK”LERİ YAŞIYORUZ, “SON”LARI DA YAŞAYACAĞIZ — MUTLAKA..!!!!!

Tarihin   tekerrüriyatını   sikine   takmayan   lâvukların  

götüne   gün   gelir,   halkın   intikam   yarrağı   girer…

Ona   göre…

Onlar  da  AKP  gibi  düşünüyorlardı.

Dünyaya  direk  kalacaklarını  sanıyorlardı.

Asıyor,  kesiyorlardı.

Anayasayı  değiştiriyorlardı.

Yasalar  çıkarıyorlardı.

Toplumu  kişisel  düşüncelerine  ve  isteklerine  göre  düzenliyorlardı.

Kültür  mirasını,  tarihsel  değerleri,  insan  haklarını  hallaç  pamuğu  gibi atıyorlardı

Karşı  gelenleri,  muhalifleri  ise  hapishanelere  dolduruyorlardı.

Kimlerden  söz  ettiğimizi  anlamışsınızdır:

Hitler  ve  Mussolini.

O  güçlü  ve  görkemli  yolculuklarının  sonunda  birisi  intihar  etti,  ötekisi  bacağından  asılarak  sallandı  darağacında…

Bakın  bu  konuda  Ahmet  Taner  Kışlalı  ne  diyor :

“Mussolini   de   bacağından   asılarak   noktaladığı   yoluna,   sol   yumruğunu   göstererek   başlayanlardandı.

Önce  düzene  tepki  duyan  kitleleri  peşine  taktı.

Oyların  üçte  birini  topladı.

Tıpkı  bizim  “rahmetli”  devlet  büyüğümüz  gibi,  güzel  bir  seçim  sistemi  sayesinde,  üçte  bir  oyla  meclisteki  sandalyelerin  üçte  ikisini  ele  geçirdi.

Ve  sonunda,  o  üçte  ikilik  çoğunluğa dayanarak,  anayasayı  değiştirdi.

Diğer  partileri  kapattı.

Tarihin karanlık bir dönemine damgasını vuracak olan “faşizm”i kurdu.

Her  şey  “yasa”lara  uygundu.

Seçimler  de,  anayasa  değişikliği de,  yeni  çıkardığı  “yasa”(k)lar  da…

Her  şey  kitabına  uygundu,  yasaldı,  ama  meşru  değildi…”

Aynen  AKP  iktidarında  olduğu  gibi.

Tarihin  karanlık  bir  döneminden  geçiyoruz.

Yedi  düvelin  parçalayamadığı  sevgili  yurdumuzu  “Eyalet  Yasası”  adı  altında  AKP  parçalıyor.

BİR   İLK   YAŞIYOR   ULUSUMUZ  —  ÜLKEMİZ   YASA   İLE   PARÇALANIYOR.

Her  şey  kitabına  uyduruluyor.

Ahmet  Taner  Kışlalı’nın  vurguladığı  gibi,  “yasal”  görünüyor  ama  meşru  değil.

ABD,  AKP,  PKK  yürek  yüreğe…

Sırt  sırta  vermiş.

“Ben yaptım,  oldu. Bitti.”  diyorlar.

Devekuşu  gibi  AKP.

Başı  kumun  içinde.

Bir  takım  önlemlerle,  ayak  oyunları  ile  suçları,  günahları,  hataları,  pislikleri  gizlediklerini  sanıyor.

Ama  anketler  tepetaklak.   Bu  düşüş  zamanla  daha  da  hızlanacak…

Her  şeyi  kitabına  uydurmaya  çalışıyor.

Uyduramadıklarını  da  arkadan  dolanıyor.

Tıpkı  Teğmen  Mehmet  Ali  Çelebi’nin  davasında  olduğu  gibi.

“Ergenekon  operasyonları  kapsamında  tutuklandıktan  sonra,  adli  emanette  onun  cep  telefonuna  “sehven”,  Hizbut  Tahrir’le  ilişkili  olduğunu  gösteren  “rehber”  yüklenmişti.

Sonradan  bu  tertip  ortaya  çıkınca  Teğmen  Çelebi,  suçlular  hakkında  dava  açtı.

Ne  var ki  bir  buçuk  yıldan  bu  yana  dosyanın  savcı  savcı  gezdirilmesi  nedeniyle , henüz  iddianame  ortalarda  yok…

Hazırlanamadı.

Çünkü  dosya  tam  7  savcı  dolaştı.

Amaç,  telefona  yükleme  yapanları  kurtarmak.

Oyalama  taktiği  uygulanıyor.

“Deniz  feneri”  davasında  da  aynı  taktik  uygulanmıştı.

Sonuca  varmak  üzere  olan  Cumhuriyet s avcılarını  bu  yüzden  görevden  almışlardı.

Haklarında  hapis  cezaları  istemişlerdi.

İşleri  bitince  de  beraat  kararı  verdiler.

Dedik  ya  bu  ulus,  tarihinde  görmediklerini  görüyor, duymadıklarını  duyuyor,  “İLK”leri  yaşıyor…

Balyoz  Davasının  “tek  kadın”  ve  “sivil  mahkûm”u  Güllü  Sarıkaya’ya  “toptan  adalet”  anlayışına  uyularak,  erkeklerle  birlikte,  “BABALIK  VE  KOCALIK  HAKLARINDAN  MEN”  cezası  da  AKP  döneminde  verildi.

Şimdi  de  iktidarı  ile  muhalefeti  ile  anlaşmışlar,  Milletvekili
Yemininden  “Büyük  Türk  Milleti”  deyimini  çıkarıyorlar…

Türk  Milletinin  önünden  “Büyük”  sözcüğünü  kaldırmakla,  kimse  onu  küçültemez.

Büyüklüğünü,  yüceliğini,  şanlı  tarihini  yok  edemez.

Türk  ulusu,  tüm  bölme,  parçalama  çabalarına  karşın,  her  zaman,  “BÜYÜK  ULUS”  olarak  kalacak,  büyük  ulus  olarak  yaşayacaktır.

Halk  bunu  19 Mayıs’larda,  29 Ekim’lerde,  10 Kasımlar’da  kanıtlamıştır  ve  bundan  sonra  da  “kükremiş  bir  sel  gibi,  bendini  çiğneyip  aşarak”  kanıtlayacaktır…

Bu  yüce  ulus  her  güç  dönemde,  her  güç  ortamda  “İLK”leri  yaşadığı  gibi  “SON”ları  da  yaşamasını  ve  kötülükleri  sonlandırmasını  da  çok  iyi  bilir.

Görmeyen , duymayan  varsa,  19 Mayıs’larda,  29 Ekim’lerde,  10 Kasım’larda  yeniden  yeniden  doğan  Atatürk’lere  bir  kez  daha  baksın…

Ali  ERALP

http://www.ilk-kursun.com/haber/127626

20
Kas
12

Kan Ağlıyor Anadolu

18
Kas
12

BEYİN YIKAMA

Emperyalist  güçlerin  TSK  düşmanlığının  çok  sayıda  nedeni  olabilir.

Ancak,  bu  nedenlerden  öyle  birisi  vardır  ki,  Kore  Savaşı’nda  yaşanmış  olaylarla  yakından  ilgilidir.

“Beyin  Yıkama”  kavramı,  propaganda  kavramı  ile  çok  yakından  ilgilidir.

“Propaganda” kavramı, Latince Propagare sözcüğünden türetilmiş olup “yeni fidanlar elde etmek üzere toprağı ekmek” anlamına gelmektedir.

İlk olarak Roma Katolik Kilisesi tarafından sosyolojik bir kavram olarak kullanılan propaganda, “fikirlerin yayılması” anlamına gelmektedir (J. A. C. Brown, Beyin Yıkama, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2000, sy.9)

Beyin yıkamanın biyolojik etken maddeler kullanarak değişik biçimlerde kolayca gerçekleştirilebildiği günümüzde, propaganda yoluyla beyin yıkama yöntemleri de bulunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının yıllar boyunca dünyada ve ülkemiz içinde işbirlikçileri aracılığıyla yaptıkları propagandaların temel hedefi, Türkiye”nin güçsüzleştirilmesi ve bunun için de halkın Türk Silahlı Kuvvetleri”nin komuta kademesine olan inanç ve güvenin zaafa uğratılmasıdır.

Bu tespitimiz, tutuklu bulunan Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından açıklanan TSK’ya karşı asimetrik savaş yapıldığı” değerlendirmesi ile paralel görülmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının amacı, Türkiye”nin olabildiğince güçsüzleştirilmesi, mümkünse parçalanarak ortadan kaldırılmasıdır. Bu hedefler, Osmanlı İmparatorluğu”nun küllerinden ulusal bir devlet yaratan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türk halkı ile birlikte gerçekleştirdiği Kurtuluş Savaşı”ndan bu yana önümüze sık sık çıkan haince emellerdir.

Peki,  Türk  Silahlı  Kuvvetleri”ne  düşmanlığın  nedeni  ve  kaynağı  nedir ?

Bilindiği üzere, Kıbrıs Barış Harekâtı öncesinde Türk Ordusunun yaşadığı en son savaş, Kore Savaşı olmuştur.

Kore savaşında Türk askerleri, aralarında Amerikan askerlerinin de bulunduğu müttefik askerleriyle birlikte Güney Kore Cumhuriyeti saflarında çarpışmışlardır.

Bu savaşın haklılığı ya da haksızlığı konusunu girmeyeceğim.

Bu konuda çok çarpıcı bir örnek vereceğim.

Kore savaşında Kuzey Kore güçleri; 6443 Amerikalı askeri esir almıştır.

Bu esirlerin 5981″i karacı, 235″i havacı, 196″sı deniz piyadesi ve 31″i denizcidir. 5981 karacı Amerikan savaş esirinin 2643″ü, yani % 44″ü esir düştükten sonra esaret koşullarında ölmüştür.

Geri dönmeyip Çin”de kalanlar ve beyin yıkama faaliyetleri sonucu karşı taraf adına casusluk yapmayı kabul edenler, bu sayıya dâhil değildir.

Peki, bu bilgi ve rakamları niçin veriyorum?

Bakın  size  şimdi  nasıl  bir  bilgi  daha  vereceğim !

Kore  savaşında  esir  düşen  Türk  askeri  sayısı,  229″dur.

Bunlardan  ölen  sayısı  = 0  (sıfır)”dır.

Karşı  taraf  adına  casusluk  yapmayı  kabul  eden  hiçbir  Türk  askeri  olmamıştır.

Hepsi  de  sağ  salim  Türkiye”ye  dönmüşlerdir.

Yukarıdaki  bilgileri  ve  rakamları  bir  Türk  yazar  verseydi,  bana  inanmayabilirdiniz.

Ancak,  bu  bilgileri,  J. A. C. Brown  isimli  yabancı  bir  yazardan  J. A. C. Brown,  Techniques  of  Persuasion  from  Propaganda  to  Brain  Washing, Pelican, Baltimore, Maryland, 1963) aldım.

Kitap, yıllar önce Türkçeye de çevrilmiş.

Kitabı merak edenler için Türkçe kitabın künyesini de vereyim : J. A. C. Brown, Beyin Yıkama ve İkna Metotları, Boğazici Yayınları, İstanbul, 2000, sy. 222-223.

Kore  savaşında  diğer  bütün  ülke  esirlerinden  kayıplar  olmasına  ve  düşmanla  işbirliği  yapan  casuslar  çıkmasına  karşın,  Türk  savaş  esirlerinin  disiplin  içinde  ve  kararlılıkla  hiç  kayıp  vermemeleri  ve  asla  Kuzey  Koreli  ve  Çinlilerin  beyin  yıkma  tekniklerine  yenilmemeleri,  Türk  Silahlı  Kuvvetleri”nin  gücünü  göstermesi  açısından  (yabancı  bir  yazarın  kitabında)  örnek  olarak  gösterilmektedir.

Aynı konuda Eugen Kinkead isimli bir Amerikalı yazar, Why They Collabrated? (Neden İşbirliği Yaptılar?) isimli kitabında, Kore savaşındaki Türk askerlerinin birbirlerine ortak bağlar ve sadakatle bağlı olduğunu, bu nedenle Amerikan askerlerinden üstün olduklarını açık biçimde yazmıştır.

Türk  Silahlı  Kuvvetleri  güçsüzleştirilmeden  Türkiye  üzerindeki  emperyalist  emellerin  başarıya  ulaşması  asla  sağlanamaz.

Emperyalist  güçlerin  Türk  Silahlı  Kuvvetleri”ne  ve 

Türk  askerine  düşmanlığının  nedenini  şimdi  daha  iyi 

anlayabildiniz mi ?

Ve  daha  önemlisi ;  şu  an  ülkemizde  Türk  Askeriyle 

uğraşanların  gâvur  tohumu  olduklarını  gör(e)meyen 

% 50’lik  sürünün  de,  bu  tohumun  mahlüklarından 

sayılması  gerekmez  mi..?!!!

Birol  ERTAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/127385

16
Kas
12

Irak’ın Üzerine Bush, Türkiye’nin Üzerine AKP Düştü

Bush’un  temsil  ettiği  küresel  şirketler  Irak’a  demokrasi  oyunuyla  bombalar  yağdırdı.

AKP  demokrasi  oyunuyla  ülkeyi  bölünme  ve  iç  savaş  sürecine  soktu.

Küresel  şirketler  Irak  ve  Libya’yı  bombalarla  soydu.  Bombalarla  parçalıyor.

Türkiye’yi  Erdoğan – Gül  ikilisiyle  parçalanma  sürecine  soktu.

Yargı  ve  yandaş  basın  (AB-D)’den  yönetiliyor.

Ordu  CİA  tarafından  kıskaca  alındı.

ABD  açık  bir  savaşta  kesinlikle  alamayacağı  sayıda  Türk  Silahlı  Kuvvetler  mensubunu  esir  aldı.

Bir yasa ile Özel güvenlik şirketleri kuruldu.

Bütün resmi ve resmi olmayan kurumların güvenliği bu özel güvenlik şirketlerine devredildi.

Özel güvenlik şirketlerinin çoğu yabancıların eline geçti.

Bu durumda yabancıların ülkemizde silahlı güç bulundurduğunu da düşünmemiz gerekir. Bu şirketlerin güvenlik elemanı adı altında ne kadar yabancı ajan çalıştırdığını bilmiyoruz.

Ülke insanı Erdoğan’ın 10 yıldır sistemli bir şekilde sürdürdüğü gerilim politikaları ile patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüldü.

Ülkemizde cirit atan ajanların bu gerilimi ateşlemeyeceğini kimse söyleyemez.

AKP bombardımanından nasibini almayan kalmadı.

Tarihimiz, dinimiz, geleneklerimiz, iç ve dış politikamız, maddi değerlerimiz, kıymetli taşınmazlarımız…

Dağ, taş, sularımız, börtü-böcek bile kendini bu saldırıdan kurtaramadı.

Pirana gibiydiler.

Ülkeyi kin, nefret ve açlıkla kemirdiler.

Ne doydular, ne utandılar.

İkiz yasalar DSP+MHP+ANAP koalisyon hükümetince hazırlandı.

Alt komisyona geldi ama koalisyon vekillerince ülkeyi bölünmeye götürür diye itiraz edildi.

Yasa çıkmadan koalisyon yıkıldı.

AKP’nin ilk işi ikiz yasaları çıkartmak oldu.

Çünkü Kürdistan’ı kurmak, Anadolu’yu Müslüman Türklerden almak, Mareşal Mustafa Kemal Atatürk adını silerek 7 düvelin 100 yıllık kuyruk acısının intikamı almak üzere programlanmışlardı.

Irak’a, Libya’ya bombalarla giren küresel şirketler, Türkiye’ye AKP ile girdi.

Gül ve Erdoğan ikilisinin kontrolündeki AKP Türkiye Cumhuriyeti Devleti üzerine atılmış biyolojik bir bombadır.

Bombalar nasıl her şeyi yakıp-yıkıp geçerse, AKP terörü de aynı yıkımları yaptı.

İngiltere rehberliğinde PKK ile yapılan Oslo görüşmelerinde verilen sözler AKP tarafından işgal edilen mecliste yasalaştırıldı.

Geriye; sapık uyuşturucu taciri bebek katilinden bir Mandela çıkarmak kaldı.

Ülkenin üzerine atılan biyolojik silah AKP’nin 10 yıllık sürecini bir hatırlayalım:

Bebek katili ömür boyu hapse mahkum olmuş.

Terör nerede ise sıfıra inmiş.

Güneydoğu’da halk ticaretini, işini yapar hale gelmiş.

AKP bombası ülkenin üzerine düştüğü andan itibaren her şey ters yüz oluyor.

Medya işgal ve bölünmeye uygun hale getiriliyor.

Ne kadar cahil, cazgır, etki ajanı varsa köşelere yerleştiriliyor.

Erdoğan “Diyarbakır BOP’un yıldızı olabilir” dediğinde aslında Yahudi Kürt Devleti’nin Başkentini ilan ediyordu, anlamadılar.

Diyarbakır’da söylediği “Kürt problemi vardır” sözü ile Kürt vatandaşlarımızı problem olarak ilan edip PKK’nın kucağına itti.

Türk Milletinin onuruna tecavüz eden Habur gösterisi ile Kürt vatandaşlarımıza PKK sizin temsilcinizdir mesajı verildi.

İngilizler’in 150 yıllık planı bu sefer Amerika üzerinden AKP eli ile tıkır tıkır yürütülüyordu.

Askeri kışlasına hapsettiler. Irak Türkmenlerini Barzani’ye peşkeş çektiler.

Bizans medyasının etki ajanları sabah-akşam sürekli Kürtçülük pompalıyordu. PKK metropollere taşındı. Yaktılar, yıktılar. Haberler hep şöyle veriliyordu:

Molotof kokteyli atan, araba ve dükkanları yakan PKK yandaşları ara sokaklara dağılarak kayboldu(!)..

Kimse şu soruyu sormadı:

Yakıp yıkmadan, en fazla yumurta atan 600 öğrenciyi şıp diye yakalayıp hapse tıkanlar, bu PKK’lı teröristleri ara sokaklarda nasıl kaybediyor? Ara sokaklarda polisin yetkisi yok mu? Ara sokaklar PKK’nın kontrolüne mi terk edildi?

Aslında iş başkaydı. Halkı bıktırma, yıldırma politikası izleniyordu.

PKK’lı belediyeler 10 yıldır yasaları çiğneye çiğneye makamlarında oturuyor. AKP’nin PKK’lı belediyelerle bir sorunu yoktur. Çünkü amaç aynı, hizmet aynı, efendileri aynıdır…

Basının etki ajanları 10 yıldır üzerimize PKK kusuyor. PKK ile yatıp PKK ile kalkıyor. Bazılarının aklı Kandil’de kalıyor.

Bu Bizans medyasının etki ajanlarına bakarsanız ülke nüfusunun %80’i Kürt, Kürtlerin de hepsi PKK’lı zannedersiniz.

Milletin çoğunluğuna azınlık duygusu yaşatmak için psikolojik savaş yöntemlerinin en ahlaksızını kullananlar bin bir kimlik altında boy gösteriyor.

Türk Milletine AKP ve sözde muhalefet tarafından tek bir çözüm gösteriliyor:

AKP PKK terörünü önce azdırdı. Azması için gerekli tüm argümanları PKK ya sundu. Dizi dizi Mehmetçiklerimiz tabutlar içinde baba ocaklarına yollandı. İsteniyordu ki halk bıksın, bezsin, önüne konan ihanet çözümlerine evet desin.. Artık bu iş toprak verilmeden çözülmez, Kürdistan’ın kurulması kaçınılmazdır desin, ikna olsun

“Analar ağlamasın” diyerek annelerin en ulvi duyguları adice istismar edildi. Türk Milletine psikolojik operasyonların en alçakları yapıldı.

AKP çözümler gösterdi, muhalefet o gösterilen çözümleri tartışarak AKP’nin ortaya bıraktığı bombaya meşruiyet kazandırdı.

Gerçekte ne AKP bildiğimiz bir siyasi partiydi, ne programı bu milletin bir programıydı?

AKP Türk Milletinin üzerine Küresel şirketler tarafından bırakılmış bir BOMBAYDI.

Oysa çok farklı çözümler ortaya konabilir, AKP’nin dayatması dışında çözümler üretilebilirdi.

Mesela;

Toprak reformu önerilmeli, Güneydoğu’da ve metropollerde gençlik kampları açılmalıydı. Bu kamplarda küresel şirketlerin BOP’nin asıl merkezinde olan Türkiye üzerindeki emelleri Kürt gençlere anlatılmalıydı. 4 ülkeden koparılması planlanan topraklar üzerinde kurulacak olan devletin gerçekte Kürdistan değil, Büyük İsrail devleti olacağı anlatılmalıydı.

Kürtlere öncülük ediyoruz diyenlerin hangi yabancı istihbarat kuruluşları ile bağlantılı olduğu, Kürt gençlerinin kanı üzerinden sürdürdükleri uyuşturucu-para trafiği belgeleri ile anlatılmalıydı.

PKK’nın ilk saldırdığı köylerin Ermeni kalkışmasında direnen köylerin olduğu ve Büyük İsrail’in yanında bir de Büyük Ermenistan planının devreye sokulduğu anlatılmalıydı. Yani SEVR planının güncellenip işleme konduğu, bu plan içinde sadece Türk Milletine değil, kendini milletten farklı sayan Kürtlere de yer olmadığı anlatılabilirdi.

Şimdi önümüze tek bir proje konuyor: Özerklikten federasyona giden yol ve Güneydoğu bölgemizin planlanan kukla devlete eklenmesi…

Biz de diyoruz ki;

Bir;

Tarihte Kürdistan diye bir devlet hiç var olmadı. Ve biz Kürdistan diye bir yeri işgal etmedik. Yavuz Sultan Selim’in Ebu Suud denilen bir devşirmenin fetvası ile Türkmen kıyımı yapması ve bu kıyımdan canını kurtaran Türkmenlerin İran’a göç etmeleri neticesinde boşalan o bölgeye Kürtler yerleştirildi. O bölgede kalan Türk Boylarını Kürt aşiretleri asimile ederek Kürtleştirdi. Osmanlı’nın para karşılığında Kürt aşiret ağalarına yetki vermesi ile bölge aşiret-ağa-tarikatler üçgeninde bir bataklığa döndü.

Öncelikle bunu bilecekler.

İki;

Biz bir savaş kaybetmedik. Savaş topyekün yapılır. Yapılan saldırıya karşı savunma durumunda olmak savaşmak değildir. Toprak savaşılmadan verilmez. Türk milleti ile “ki, bu tarifin yanında milletine bağlı Kürtler de var” savaşmayı gözleri yiyor mu?

Üç;

PKK’yı destekleyenlerin mallarına ve paralarına el konulmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kabul etmeyenlerin vatandaşlıktan çıkartılması gündeme gelmelidir. Kabul etmedikleri bir devletin imkanlarından faydalanamazlar.

TÜRK   MİLLETİ   DAHA   SON   SÖZÜNÜ   SÖYLEMEDİ.

UYARIDIR :

Oynarken   çulunuzu   yırttırmayın..!!!

Tarih,    İngiliz   kaşığı   ile   Damat   Ferit   boku  

karıştıranların   sonunu   ibretle   yazacaktır.

NOT :

İşgalci   artıklarına;

Ya  Türkler  de  ölüm  orucuna  başlarsa  haliniz  ne  olur…

Zahide  UCAR

http://www.zahideucar.com/index.php?option=com_content&view=article&id=173%3A-irakn-uezerine-bush-tuerkiyenin-uezerine-&catid=1%3Ayeni-makaleler&Itemid=5

14
Kas
12

BU SEÇİM SİSTEMİNİ DEĞİŞTİRMEZSENİZ, İKTİDARI RÜYANIZDA BİLE GÖREMEZSİNİZ…

Halkın  arasındayız.

Vatandaşlarla  konuşuyoruz.

Soruyoruz :

“AKP’ye oy verdiniz, memnun musunuz durumdan? Vatanımızı parçalıyorlar, eyaletlere ayırıyorlar…”

“Her gün gelen şehit haberlerine üzülmüyor musunuz? Canınız yanmıyor mu?”

“Zamlar sizi çok mu sevindiriyor, çok mu mutlu ediyor ki her seçimde gidip, AKP’ye oy veriyorsunuz?”

“Bir yandan Amerika’ya karşı olduğunuzu söylüyorsunuz, bir yandan onun BOP Başkanını işbaşına getiriyorsunuz…”

“Sanki Türkiye’nin hiç aç, açık insanı yokmuş gibi, BOP Başkanı, şimdi bir de yüz binlerce Suriye mültecisini doyuruyor, besliyor topraklarımızda… Ceplerine de harçlık koyuyor.”

“Örtülü ödenekte, hazinede para kalmadı. Harcanan para sizin paranız, sizin emeğiniz, sizin göz nurunuz…

“Görmüyor musunuz bütün bu olup bitenleri?”

“Yoksa acı, ızdırap çekmekten keyif mi alıyorsunuz?”

Yanıtlar hep aynı: “Ben AKP’ye oy vermedim ki…”

“Sen vermedin, ben vermedim, peki kim verdi?”

“Bilmem, ama ben vermedim…”

İşin ilginç yanı, en az, her üç kişiden ikisi “Ben vermedim” diyor.

Yani, sokak ile seçim sonuçları tutmuyor.

DSP’li Masum Türker de “Karşıyaka teşkilatımız, inatla, sandık rakamlarını tuttular ve topladılar. İlan edilen rakamlar ile açıklanan rakamların aynı olmadığını gördüler. Tuşa basıyorsunuz, öyle ayarlanmış ki başka partiye yazıyor…” diyor.

YANİ,   AKP’Yİ  İKTİDARA  GETİREN  YÜZDE 50’LİK  KESİM  ORTALARDA  YOK.  GÖRÜNMÜYOR…

“Bu işin içinde bir bit yeniği var” diyor ve kendi kendimize soruyoruz: “Çektiği sıkıntı ve öfke ile Evren’leri, Özal’ları, Çiller’leri alaşağı edip, Devlet Bahçeli’yi Meclise bile sokmayan halk, aynı halk değil mi?”

Peki, ne oldu onlara?

Ne oldu da bu halk AKP’nin oy deposu haline geldi.

Elbette bu soruyu sorarken, “Sadaka ekonomisi ve din sömürüsü ile uyutulan halk”ı ayrı tutuyoruz.

O zaman, geriye 2007’den beri uygulanan seçim sistemi, “SEÇSİS” kalıyor.

Çeşitli partilere mensup milletvekilleri de bu konuda soru önergeleri vermişti daha önceleri. Ama doyurucu yanıtlar alamadılar.

AKP, 2007 seçimlerinde, oy sayımını internet üzerinden yapmak üzere Amerika’dan bir “yazılım sistemi” getirdi. Bu yazılım sistemi ABD’de Bush’a seçim kazandıran sistemdi. Bu ihaleyi alan firmanın ortağı, dünyanın en güçlü Amerikan yazılım firmalarından birisiydi.

SEÇSİS adı verilen bu sistem güvenirliliği tartışma konusu olduğu için günümüzde gelişmiş ülkeler tarafından yasaklanmıştır, kullanılmamaktadır.

Çünkü dışarıdan basit müdahalelerle seçim sonuçları değiştirilebilmektedir. Kanıtlanmıştır bu.

AKP isterse bu sistemle oylarını yüzde 50’den 60’a da çıkarabilir. Bu mümkündür.

Bu ulusal olmayan yazılımın yanında, geçen seçimlerde, ayrıca birçok oyunlar oynanmış, hileler yapılmış, şimdiye dek seçim tarihinde görülmeyen olaylarla karşılaşmıştık.

Çöplüklerden çıkarılan, yanmış, parçalanmış oy pusulaları bu hilelerin en basiti, en kolayı, en masumuydu.

Bunun yanında, daha önemlisi, resmi kurumlar tarafından, 2007 Genel seçimlerinde 42 milyon 99 bin seçmenin olduğu ilan edilmişti.

Her ne hikmetse bu sayı 2009’da yapılan yerel seçimlerde birden 48 milyona çıktı.

Aradaki artışın nedenini kimse anlamadı, muhalefet de sormadı.

Yine birçok yerde binlerce “istenmeyen seçmen”in yazılmadığı mahkeme kararları ile belirlendi. Bunun yanında, oturulmayan mekânlara ya da arsalara, tavuk kümeslerine kayıtlı binlerce seçmen sanal olarak oy kullandı.

Şimdi bütün bu aksaklıkların, üçkâğıtçılıkların yanında, bir de, CHP Milletvekili Mehmet Şeker’in belirttiğine göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek isteyen Suriyeli mülteciler, AKP’nin oy deposu olarak karşımıza çıkmak üzeredir.

MUHALEFETİ   UYARIYORUZ :

Siz, böyle hileli hurdalı bir seçim sistemini değiştirmeden, denetlemeden seçime giderseniz, biraz zor iktidar olursunuz.

Seçimler gelip, çatmadan, iş işten geçmeden bu konuya el atın.

Gerekli  değişiklikleri,  düzeltmeleri  yapın.

Geçtiğimiz dönemde, hükümete bağlı, TÜİK’in seçtiği elemanlar tarafından gerçekleştirilen “Adrese Dayalı Nüfus Sayımı” kütüklerinin yeniden, yargı denetiminde, tarafsız memurlar tarafından düzenlenmesini sağlayın.

Hepsinden önemlisi, “Kendim ettim, kendim buldum” dememek için, Amerikan güdümünde olmayan, tam bağımsız, ulusal bir seçim sistemi, ulusal bir yazılım sistemi oluşturmaya bakın.

Yoksa bu yazılım sistemleri, bu seçim sistemleri, bu ayak oyunları varken iktidarı rüyanızda bile göremezsiniz…

Ali  ERALP

http://www.ilk-kursun.com/haber/126939

14
Kas
12

RENO’DA YILDIRMA AMAÇLI İŞTEN ÇIKARMALAR SÜRÜYOR…

Renault   işçilerinden   toplam  22’si   bugün   işten   çıkartıldıklarını   öğrendiler.

13 Kasım 2012 Salı 22:36

İki  gündür  Renault  ile  Türk  Metal’in  iş  sözleşmesi  baskısına  karşı  direnişe  geçen  Renault  işçilerinden  22’si  bugün  işten  çıkartıldıklarını  öğrendiler.
Dün  Bursa’da  bulunan  Renault  fabrikasında  işçiler  üretimi  durdurarak,  fabrikayı  işgal  etmişti.

Toplu  iş  sözleşmesi  sürecine  tepki  gösteren  işçiler,  fabrikaya  noter  getirilerek  Türk  Metal  sendikasından  istifalarının  alınmasını  talep  etmişti.

Bugün  fabrikaya  gelen  işçilerin  bir  bölümünün  işine  son  verildiği  haberi  geldi.

22  işçi  sabah  saatlerinde  fabrikaya  alınmazken,  mesaide  bulunan  işçilere  “eylemlere  katılmayın”  uyarısının  geldiği  iddia  edildi.

İşçilerle  yapılan  röportajlarda,  bazı  işçilerin  “zorlama  yok,  telkin  yok”  demesine  rağmen,  fabrika  yönetiminin  işçilere  yönelik  “uyarılarda”  bulunduğu  anlaşılıyor.

İşte  işçilerle  fabrika  çıkışında  yapılan  röportajlar  ve  işçilerin  fabrika  ile  sendikaya  yönelik  tepkileri :

TV   muhabirine   konuşmaktan   ve   direnen   arkadaşlarına   katılmaktan   kaçınan 

korkaklar  da;   sıranın   kendilerine   gelmeyeceğini   hiiiç,   ama   hiç   zannetmesinler…  

TV   muhabirine   konuşan   işçileri   kamerayla   kaydeden   şu   üniformalı   patron 

köpekleri   de   utanmadan   insan   içine   çıkabilme   yüzsüzlüğünü   gösterseler   bile,  

gün   gelir   onları   tanıyan   birilerinden   bi   “güzellik”   görüverirler…   Ne   de   olsa  

TV’de   görünüp   “ünlü”   oldular   artık…   Bundan   sonra   alenî   olarak   köpeklik  

yaparken   de   bunu   kesinlikle   unutmasınlar…

 ONA   GÖRE..!!!     

http://www.yukselenkent.com/haber/bursa/renaultda-isten-cikarmalar-basladi/620.html

14
Kas
12

Bu sendikacılardan kurtulmak lâzım..!!!

 

Sendika   uzmanı   ve   akademisyen   Yıldırım   Koç   ile   sendikacıların   yolsuzluklarını  

anlattığı   son   kitabı   hakkında   söyleştik.

Büyük   bir   ekonomik   krizin   kapıda   olduğunu   belirten   Koç,  mevcut   sendika  

yöneticilerinin   tutumuyla   işçi   sınıfı   mücadelesinin   sürdürülemeyeceğini   vurguladı.

Miami’de   villa,   27  adet   daire,  

9  adet   lüks   otomobil   ve   jeep,   oto   galerisi…  

diye   sıralanan   malvarlıkları   listesi…  

Tekstil   fabrikalarına   sahip   olup   da   42  yıl   ilgili  

sendikada   yöneticilik   yapmak…  

150  trilyon   gibi   büyük   miktarlarda   açılan  

yolsuzluk   davaları…  

Bir   bürokrata   yıllarca   açıktan   ödenen   maaşlar…  

Hükümetten   gelen   bir   emirle,   Bursaspor’u   ihya  

edecek   ödemeler…  

“Artist  şampanyalı”,   bol  sıfırlı  pavyon  faturaları…  

Oğul,   kız,   gelin,   damat,   kuzen,   artık   aile   ne  

kadar   kalabalıksa,   onlar   için   uydurulmuş   işler  

ve   maaşa   bağlamalar…  

Usulsüz   senet   tahsilleri,   ihaleler…  

Sahte   faturalar…

Liste   uzayıp   gidiyor.

Yukarıda   anlatılanlar   bir   mafya   analizi   değil   aslında.

Türkiye’nin   sendikacılık   tarihinin   önemli   bir   bölümünü   özetliyor.

Çok uzun yıllardır sendikal hareketin içinde bulunan Yıldırım Koç ile Epos Yayınları’ndan çıkan son kitabı Sendikalarda Yolsuzluk Yapmanın El Kitabı üzerine konuştuk. Büyük yolsuzluk hikayelerinin ayrıntılarını ise kitabı merak eden okuyucuya bırakıyoruz…

KRİZ  GELİYOR,  MEVCUT  SENDİKAL  ANLAYIŞ  TEŞHİR  EDİLMELİ

Öncelikle   kitabınızın   çıkış   tarihinin   AKP   hükümetinin   her   türlü   muhalefet   ve  

özellikle   örgütlü   güçlere   böylesine   saldırdığı   günlere   denk   gelmesini   sormak  

istiyorum.   Kitabınızda   yer   alan   bilgilerin   iktidar   tarafından   bu   amaçla  

kullanılabileceğinden   endişe   duydunuz   mu ?

Hayır,  asla  böyle  düşünmedim.

Kitabımın çok önemli bir zaman dilimine denk geldiğine inanıyorum.

2012’nin özellikle ikinci yarısında Türkiye’de ciddi bir iktisadi kriz yaşanacak. Tüm değerlendirmeler bu yönde.

Tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla işçiler, çalışanlar gelecekteki kazançlarını bu günden harcadılar. Kredilerle ev, araba sahibi oldular. Fakat borçlanma üstüne kurulan bu sistem 2012’ye gelindiğinde tıkandı. Sistem patlayacak. Ve bu dönemde işçileri büyük bir mücadele bekliyor. Bu kriz patladığında, sendikalar mücadeleye engel mi olacaklar yoksa önderlik mi edecekler?

Eğer bu sendika yöneticileri teşhir edilmeden var olan sistemlerini sürdürürlerse, bu mücadelenin genişlemesini engelleyeceklerdir. Çünkü sendikacıların ipleri hükümetin elindedir. Ama eğer bugün bunları teşhir edersek, bunların tartışılmasını sağlarsak – bugün nasıl Eğitim-Bir-Sen eylem yapmak zorunda kaldıysa- bu sendikalar da buna zorlanacaklardır. Yani, şartlar onları zorladığında yapmaları gerekeni yapacaklar. Şu bilinecek, yapmadıkları takdirde “sizin açığınız var, siz rezil adamlarsınız zaten. O yüzden korkuyorsunuz, kaçıyorsunuz” denilecek.

Yıldırım Koç kimdir? 1975-1980 döneminde DİSK’e bağlı Maden-iş, Yeraltı Maden-iş, Tek Eğitim Büro-iş ve Devrimci Metal-iş sendikalarında toplusözleşme, eğitim, araştırma uzmanı olarak çalıştı. 1980-1983 yılları arasında asistan olarak çalıştığı ODTÜ’ten sıkıyönetim tarafından uzaklaştırıldı. 1985-2008 yılları arasında Yol-iş Sendikası Eğitim Dairesi Başkanı olarak çalıştı. 1993-2003 yılları arasında Türk-iş Genel Başkan Danışmanı olarak çalıştı. 1998 yılından beri ODTÜ İktisat Bölümü’nde dersler veriyor. Aydınlık Gazetesi yazarı, Teori Dergisi Yazı Kurulu Üyesi’dir.

.
Yıllardır temiz unsurların tasfiye edildiği, kendileriyle işbirliği yapanların ayakta kaldığı ve sisteme entegre edildiği bir yapı söz konusu sendikalarda. Üye tabanı bu konuda duyarlı olursa, yöneticilerini bu alanlarda da denetlerse oraya bu tür zaafları öne çıkarmayacak insanları getirirler. Ve o zaman sendikal hareket önemli eksikliklerinden birini kapatmış olur.

Yani bunların teşhiri 2012’de yükselecek olan dalganın önündeki ciddi engeli kaldırma çabasıdır.

Son   yıllarda   Tekel   eylemini   dışında   tutalım,   sendikalardan   ciddi   bir   muhalefet  

görmüyoruz.  Bu  durumun  en  önemli  sebeplerinden  biri  sendikalarda  yaşananlar   mı?

Son dönemde sendikaların faal olması gereken koşullar yaşanırken büyük bir sessizlik içindeler. Geçmişte büyük eylemler yapmış bazı sendikalar bugün olumsuz gelişmeler karşısında en küçük bir tepki göstermiyorlar. Sebeplerin en önemlilerinin başında bu durum geliyor. Büyük sendikaların yöneticileri hakkında savcılıkta soruşturmalar sürüyor, bir kısmı hakkında da dava açılma aşamasına gelindi.
Yol-İş sendikasıyla ilgili dava 14 Mart 2012’de açıldı. 2008 Eylül’ünde savcılığa yapılan ihbarla başlayan süreç ancak 14 Mart’ta bir iddianameyle sonuçlanabildi. Türk-Metal hakkında ikinci bilirkişi raporu bekleniyor. Aşağı yukarı dosya olgunlaştı, önümüzdeki birkaç hafta içinde çok büyük bir dava açılacak. Çimse-İş’le ilgili de çok büyük bir dava açılacak. Tes-iş’le ilgili bir ihbar dava aşamasına kadar geldi. Fakat daha sonra şikayet dilekçesi geri çekildi ve dava açılamadı. Tek- Gıda-iş ile ilgili dava İstanbul’da sürüyor. Belediye-iş sendikasıyla ilgili bir Denetleme Kurulu Raporu var. Ancak bu dosyayı alamadığım için kitaba koyamadım.

“Bir kere tek başına ‘sendika iyi bir şeydir’ diye bir şey olamaz. İyi sendika iyi bir şeydir, kötü sendika kötü bir şeydir. Böyle sendikaya gideceklerine hiç gitmesinler. İşçi sınıfı bir başına kahraman değildir. Onu kahraman kılan kapitalizme karşı verdiği mücadeledir. Bu mücadele sürecinde kendini dönüştürür. Bunun önünde engel olacak bir sendikanın ve sendikacının yıpratılması gerekir zaten.”

Yani geçmişte bütün büyük eylemlere önderlik etmiş büyük sendikalar bunlar. Ben bunu şuna benzetiyorum; hani bir ayının burnuna bir halka takar küçücük, çelimsiz bir adam ve koskoca ayıyı oynatır. Şu anda sendikaların ve sendikacıların önemli bir kısmı bu durumda.

SENDİKALARIN İÇİNDE KAVGA OLMADIĞI SÜRECE YOLSUZLUKLAR  

AÇIĞA  ÇIKMIYOR

MİT’in   elinde   bulunan,   sendikacılara   ait   dosyalardan   bahsediyorsunuz.  

Bu   dosyalarda   neler   yer   alır ?    Ve   ne   amaçla   kullanılır ?

İstihbarat örgütleri sendikacıları ilk yönetici oldukları andan itibaren izler ve zaaflarını tespit eder. Bu zaaflar kamuoyuna, savcılığa yansımasa bile bir dosyada biriktirilir. Artık zaafları neyse; para mı, içki mi, kadın mı… Bunların hepsi yıllardır, on yıllardır tespit ediliyor. Sendikacı biraz çizmeyi aşmaya kalktığında, bir kişi makamına gelir ve dosyayı önüne atar. Dosyayı gördükten sonra o sendikacı, yarın bir gün büyük bir gazetenin manşetine çıkmamak için kendisine çizilen sınırların dışına çıkamaz artık. Bu sözü geçen sendikacılar, büyük ve çok yüksek aidat geliri olan sendikaların yöneticileridir. Ağırlığı olan sendikaların hemen hepsinin bu konuda açığı var ve çok korkuyorlar. Önüne dosya atılacak olan insanlar sendikacılık yapmamalı.

Sendikalardaki   yolsuzluk,   hırsızlık   ve   talanın   hikayesi   çok   uzun   yıllar   öncesine 

dayanıyor   aslında.   Neden   bu   soruşturma   ve   davaların   başlama   süreci   sadece  

son   iki   yılda   yoğunlaştı ?

Muhasebe bölümleri sendikalarda kolay kolay kimsenin erişemeyeceği, sadece muhasebe müdürü, mali sekreter ve genel başkanın erişebileceği bilgilerin bulunduğu yerlerdir.

Sendika içinde bir iç kavga olmadığı sürece bunlar ortaya çıkmaz.

“Bu dönemde işçileri büyük bir mücadele bekliyor. Kriz patladığında, sendikalar mücadeleye engel mi olacaklar yoksa önderlik mi edecekler? Eğer bu sendika yöneticileri teşhir edilmeden var olan sistemlerini sürdürürlerse, mücadelenin genişlemesini engelleyeceklerdir. Yani bunların teşhiri, önümüzdeki dönemde yükselecek olan dalganın önündeki ciddi engeli kaldırma çabasıdır.”

Çimse-İş Sendikası’nda pavyon faturasının tahsiline kadar gelen pervazsızlık içlerinde bir bölünme olmasaydı asla kamuoyuna yansıyamazdı. Çimse-İş’te 2010 yılında yaşanan kapışmalar nedeniyle bu faturalar ortaya çıktı. Yol-iş’te bir iç bölünme yaşandı, bir grup diğerini tasfiye etmeye çalışırken faturaları Denetleme Kurulu’na verdi. İç kapışma olmasaydı Denetleme Kurulu’na o bilgiler verilmeyecekti. Teksif’te 2007’de yönetim değişti ve dava süreci başladı. Teksif’teki Mali Sekreter İbrahim Yalçınoğlu 42 yıldır mali sekreterdi. Türkiye’de en zengin sendikacıların birinci sırasında Mustafa Özbek, ikinci sırasında İbrahim Yalçınoğlu vardır. Yalçınoğlu, tekstil iş kolunda sendikacıydı ama kendisinin de tekstil fabrikaları vardı. Sendikadan ayrıldıktan sonra şikayet üzerine hakkında dava açıldı. Ancak o sırada bir şey oldu, neler olduğunu bilemiyoruz tabii, yerel mahkeme kanıt yetersizliğinden beraatine karar verdi. Tek-Gıda-İş’te konu yine bir iç kapışma sonucu yargıya yansıdı. Türk-Metal’de süreç Ergenekon soruşturmasıyla başladı. Mustafa Özbek’in açığı aranırken artık sendikada olanlar saklanamaz hale geldi. Tes-İş’te 2008 yılından itibaren bir iç kapışma var. 17 Şube başkanı, Denetleme Kurulu’yla birlikte Mustafa Kumlu yönetimine başkaldırdı. Denetleme Kurulu bir rapor hazırladı, bu kurulun iki üyesi savcılığa başvurdu. Fakat daha sonra bu muhalefet seçimi kaybedince, yapılan pazarlıklar sonucu şikayet dilekçeleri geri çekildi. Büyük ölçüde satın alındılar, çok büyük paralar dönüyor bu işlerde.

İŞÇİLER   SENDİKALARDA   YAŞANANLARDAN   KESİNLİKLE  

HABERDAR   DEĞİLLER

Uzun   süre   Türk-İş   ve   Yol-İş’te   Genel   Başkan   Danışmanlığı,   Eğitim   Dairesi  

Müdürlüğü   görevlerinde   bulundunuz.   Kitabınızda   anlattıklarınızın   önemli   bir  

bölümü   o   yıllarda   geçiyor.   O   zamanlarda   tüm   bu   olanların   ne   kadarına  

tanıktınız ?

O zaman da konuşuluyordu bunlar ama hiç birinin belgesi yoktu. Yönetimde ya da denetleme kurulunda yer almıyorsanız bu belgelere ulaşmak mümkün değildir. Ve belgesiz bunları iddia etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bana pavyon faturaları geldiğinde, oyuna getirildiğimi düşündüm. Çünkü bu kadar pervazsız olabilecekleri aklıma gelmemişti. Teyit için kalktım pavyona gittim. Allahtan üniversite hocası kimliğim var, epey uğraştıktan sonra, eksi ikinci katta loş bir odadaki patrona götürdüler. Bu bilgileri bilimsel bir çalışmada kullanacağımı anlattım. Teyit ettiler ama yine eminim olamadım. İşi sağlama almak için şimdiki Genel Başkan’a da gittim. Başkan bana “hocam onlar ne ki” dedi ve değişik pavyonlardan alınmış bir koçan faturayla geldi.

Anlattığınız   sendikaların   üyesi   olan   işçiler   de   bu   söylentilerden   haberdar  

oluyorlardır   mutlaka.   Onların   tepkisi   nasıl   önleniyor ?

phpthumb_generated_thumbnail.jpegÇok  haberdar  olmuyorlar  aslında.

Bir  kere  sendikalarda  olan  biten  gazetelere  çok  fazla  yansımıyor.

Yansısa bile bir süre sonra unutuluyor.

Tabandaki tepki şöyledir; eğer işçinin ücretinde ciddi bir düşme olmuyorsa, sendikacısı düğününe, cenazesine geliyorsa, hastalandığında ilgileniyorsa, sendikacısının çalıp çırpmasıyla ilgilenmiyor.

Ama eğer satın alma gücü düşüyorsa ve hükümet ya da işveren karşısında sendikasının sessiz olduğu konusunda kafasında bir algı oluşmuşsa dedikodular başlıyor.

Ve sendika yönetimin düşürülmesi de böylece gündeme geliyor.

Sendikalarda   yönetimler   böyle   mi   değişiyor ?

Aslında işçi, mücadele zorlayınca değiştirmeye de başlıyor.

1989 Bahar Eylemleri’nin ardından, Türk-iş’e bağlı 33 sendikanın 17’sinde yönetim değişti.

800 şube yöneticisinin yüzde 50’si değişti.

Dalga yükseldiğinde bunun sendika yönetimlerini değiştirmemesi olanaksız.

Asıl değişim bununla oluyor.

Yaşanacak olan çok ciddi siyasi ve ekonomik krizler bir fırsat aslında.

Sıradan bir işçi, mücadele sırasında başarılı bulmadığı sendikacısını, başarısızlığının nedenlerinden birinin bu tür zaaflar olduğunu kavrarsa doğal olarak değiştirir.

İŞÇİLER   KÖTÜ   SENDİKAYA   ÜYE   OLACAKLARINA  

HİÇ   SENDİKALI   OLMASINLAR

Bir   zihniyetin   yanı   sıra,   bu   sendikacı   modelini   bir   sistem   yaratıyor   aslında.  

Bunun   önüne   nasıl   geçilebilir ?

Sendikanın öz yönetimiyle kolay becerilebilecek bir şey değil bu. Sistemin sürekli bu tipte sendikacılar yaratmasının en önemli sebeplerden biri dışarıdan siyasal yapılanmaların bu alandaki çalışmalarının çok yetersiz olmasıdır. Siyasi yapıların bu alanda teknik alt yapıyı bilerek, sendikayı bilerek, işçiyi bilerek belli bir birikimle daha çok ve daha etkin çalışmaları gerekiyor. Ancak, siyasi oluşum ve partilerin hemen hepsi bu alanda çok zayıf. Eğer eksiklerini bilip tamamlayarak bu alana girerlerse, sendikalardaki bu tip oluşumların önüne ciddi bir şekilde geçilir. Siyasi oluşumların örgütlediği işçi sayısının hiçbir önemi yoktur aslında. Kısa bir süre sonra mücadeleye bu kişiler önderlik ederler ve değişim başlar.
Hem, siyasi oluşumlar sendikaların ve işçilerin içinde yer alırlarsa o zaman ortaya çıkacak tepkiyi daha farklı bir toplumsal sürece kanalize edebilirler de. 1980 öncesinde DİSK’te bunun çok önemli örnekleri yaşandı.

“Dosyayı gördükten sonra o sendikacı, yarın bir gün büyük bir gazetenin manşetine çıkmamak için kendisine çizilen sınırların dışına çıkamaz artık. Bu sözü geçen sendikacılar, büyük ve çok yüksek aidat geliri olan sendikaların yöneticileridir. Ağırlığı olan sendikaların hemen hepsinin bu konuda açığı var ve çok korkuyorlar. Önüne dosya atılacak olan insanlar sendikacılık yapmamalı.”

Sendikacılarla   ilgili   kitabınızda   anlattıklarınızın,   sendikalaşma   çalışmalarını  

olumsuz   etkileyebileceğinden   kaygı   duydunuz   mu ?

Böyle  düşünmüyorum.

Bir kere tek başına “sendika iyi bir şeydir” diye bir şey olamaz.

İyi sendika iyi bir şeydir, kötü sendika kötü bir şeydir.

Böyle sendikaya gideceklerine hiç gitmesinler.

Yol-İş sendikası bir dönem Türkiye’deki en önemli, en kitlesel eylemleri yapmış sendikaydı.

Şimdi gıkı çıkmıyor.

“Şalter inecek, hükümet gidecek” diye eylem yapan Tes-İşti.

Şalteri indirecek olan onlardır.

Keza Türk-Metal, 100 binin üstünde üyesi var.

Hangi  ciddi  eylemde  görüyoruz  bu  sendikaları ?

Çünkü tüm bu sendikaların yöneticileri, hükümetin savcıların, MİT’in elinde oyuncaklar.

Bu  yöneticiler,  bu  halleriyle  önderlik  edeceklerine  yıpransınlar.

Bursa’da  6 bin  Bosch  işçisi  Birleşik  Metal’e  geçti.

Bu  geçişi  engellemek  için  Türk-Metal  işverenle  birlikte  çalıştı.

İşçi  sınıfı  bir  başına  kahraman  değildir.

Onu  kahraman  kılan  kapitalizme  karşı  verdiği  mücadeledir.

Okumaya devam edin ‘Bu sendikacılardan kurtulmak lâzım..!!!’

13
Kas
12

ÜLKEMİZİ “YÖN”ETEN PLÜTOKRASİ MAFYASININ CEPHESİNDE DEĞİŞEN HİÇ – BİR – ŞEY YOK : “OYAK RENO”da 15 kişi işten çıkarıldı…

Bursa’nın   Nilüfer   ilçesinde   faaliyet   gösteren  Oyak   Renault   Fabrikasında  

iki   sendika   arasında   yaşanan   üye   tartışmaları   sebebiyle   çıkan   kavgaya   karışan  

15  kişi   işten   çıkarıldı.

CİHAN

Otomotiv  sektörünün  önemli  kuruluşlarından  Oyak  Renaul’ta  toplu  iş  sözleşmesi  yetkisi  olan  Türk- İş’e  bağlı  Türk  Metal  yöneticileri  geçtiğimiz  hafta  hazırladıkları  toplu  iş  sözleşmesi  taslağını  işçilerle  paylaştı.

DİSK’e bağlı  Birleşik  Metal’e  bağlı  işçiler  hazırlanan  paketi  beğenmeyerek  dün  akşam  vardiyasında  kaporta  bölümünde  iş  bıraktı.

İdare  binası  önünde  oturma  eylemi  yapan  çalışanlar,  işverenle  işbirliği  yapmakla  suçladıkları  Türk  Metal  Sendikası  yöneticilerini  de  istifaya  çağıran  slogan  attı.

Fabrikadaki  gerginlik  sabah  vardiya  değişiminde  kavgaya  dönüştü.

Bosch’ta  çalışan  bir  grup  Birleşik  Metal  İşçisi  Oyak  Renault’ta  çalışanlara  destek  vermek  için  fabrika  gönüne  gelince  başlayan  sataşma;  bıçaklı,  sopalı  ve  yumruklu  kavgaya  dönüştü.

Kavgada   Mesut  Bakır (33),   Naci Turan (35)   ve   Onur Arsil (29)   yaralandı.

http://www.yukselenkent.com/haber/bursa/oyak-renaultta-15-kisi-isten-cikarildi/611.html

13
Kas
12

YAŞASIN “OYAK – RENO” İŞÇİLERİNİN ŞANLI CİHADI..!!!

GERÇEK   CİHAD,   EKMEĞİNE   MUSALLAT   OLAN   ZALİME  

VE   ONUN   BESLEME   KÖPEKLERİNE   KARŞI   YAPILANDIR…

İŞTE   İNTERNETTEN   OLAYLA   İLGİLİ   BAZI   İŞÇİ   YORUMLARI :

13/11/2012 – 12:33
Son  10 yılda  uygulanan  politikalar  ile  çalışanlar  sürekli  hak  ve  gelir  kaybına  uğradılar.
İşbirlikçi  sarı  sendikalar  da  bu  kayıplarda  büyük  rol  oynadılar.
29 ekim  ve  10 kasımda  uygulanan  politikalara  tepkili  olan  halk  kesimi  ile  işçi  kesimi  kucaklaşırsa,  hak  kayıplarını  geri  alabilir.
15
Hürriyet Haber Yorumları - Yorum Yaz
13/11/2012 – 12:14
3,5  yıl   TOFAŞ   fabrikasında   Türk  Metal  Sendikası  Üyesi  olarak  çalıştım.
Ve  işi  bırakma  sebebim  de  her  zaman  olduğu  gibi  Türk  Metal  Sendikasının  işçiyi  satma,  işverenle  işbirliği  yapma  politikası  yüzündendir.
2010  yılında  sendika  temsilcileri  %20  altında  grev  yaparız  dediler  ama  %1 e  imza  attılar. 🙂
88
Hürriyet Haber Yorumları - Yorum Yaz
13/11/2012 – 11:59
Bu  sarı  sendikacıları  ben de  çok  iyi  tanıyorum.
Zira  ben  de  öyle  bir  sendikaya  üyeyim.
İşçi  arkadaşların  yaşadıkları  şeyleri  bizler  de  yaşıyoruz.
Ortalığı  karıştıran  marjinal  gruplar  dedikleri  de  emekçi  dostu  sosyalist  gruplardır.
Kısacası   İŞÇİLER   KARDEŞ ;     “PATRON  + SARI  SENDİKA”  İKİLİSİ   KALLEŞTİR.
BU  KADAR  BASİT…
78

13/11/2012 – 11:38
İçeride  işçiler  ırgat  gibi  çalışmaktadır,  müdürler  hangi  arsayı,  evi,  arabayı  alsam,  nereye  tatile  gitsem  derdindedirler.
Gidin  sorun  emlâkçılara,  Bursa’da  en  çok  gayrimenkulü  kim  almış ?
Hep  bu  yabancı  işletmelerin  müdürleri…!
Sene  sonunda  3-4  maaş  nema  bile  alıyorlar.
İşçiler  ne  alıyor ???
Hürriyet Haber Yorumları - Yorum Yaz
13/11/2012 – 11:34
Eylemler  biraz  büyürse  hükümet  metal  sektörünü  hemen  stratejik(!)  sektör  ilân  edip,  grev  yasağı  koyar.
İleri  demokrasinin  gereği  budur  netekim !

Hürriyet Haber Yorumları - Yorum Yaz
11/13/2012 11:34
Bosch’ta  ben  de  çalışmıştım.
Orada  hazır düzen  ve  sistem  yabancılar  tarafından  getirildiği  için  Türk  müdürlerin  yapacağı  birşey  yoktur,  müdürlerin  önüne sistem  hazır  gelmiştir, ve  içeride  üretimi  işçiler  yapmaktadır.
Müdürler  ise  maaşlarını  hangi  yatırım  aracında  değerlendireceklerini  araştırmaktadırlar
41

11/13/2012 11:28
Sendikalar  işçiyi  korumak  için  değil  ceplerini  doldurmak  için  var.
Kazandıkları  paranın  hesabı  yok,  sendika  başkanlarının,  üst  yönetimlerinin  yaşadığı  hayatı  çok  az  kişi  yaşar  sanırım.

67
Hürriyet Haber Yorumları - Yorum Yaz
11/13/2012 11:27
Bu  sendikayı  çok iyi  tanıyan  biri  olarak,  “Türk Metal”  denilen  ”SARI”  Sendikayı  duyduğum  zaman  bile  tüylerim  ürperiyor…

————————————————

Değerli  işçi   kardeşlerim…

Olayla   ilgili   görüş   ve   yorumlarınızı   ilk   ağızdan   sizlerden   bekliyorum…

Olayı   yaşayanlardan   gerçekleri   öğrenmek   zarurîdir…

Bu   olayın   soğutulup   unutulmasına   fırsat   vermeyelim…

Yoksa   mevcut   “ulusal”   veya   yerel   götveren   “medya”dan   gerçeklerden   haberdar  

olma    imkânımız   kesinlikle   yoktur…

Çünkü   hepsi   aymaz  korkak   veya   satılmış   uşşaktır…

Gerçek   vatan   evlâdı   dürüst   habercileri   aralarında   barındırmazlar…

—————————————————————————————————————

12
Kas
12

EEYYY “ULUS”AL VE YEREL BURSA “MEDYA”SININ ORRROSPU ÇOCUKLARI… “RENAULT” İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİNİ NEDEN TEFERRUATIYLA AÇIKLAMIYORSUNUZ..?!!! YOKSA HEPİNİZ “HÜKÜMET + SERMAYE” DENEN MAFYA ÇETESİNDEN GÖT KORKUSUYLA “OMERTA” AYAKLARINA MI YATTINIZ..?

“Renault”nun   Bursa’daki   fabrikasında   çalışan  

1500  kadar   işçi   fabrikayı   işgal   etti…

RENO’da  çalışan  işçilerden,   ilk  ağızdan  internete  ulaşabilenlerden  bir  kesit :

“Bu  gece  (12/11/2012)  Oyak Renault  fabrikası  16:00 – 24:00  vardiyasında arkadaşlarımız  18:30  sularında  imalâtı  durdurdular..  

Gece  24:00’e  kadar  imalât  yapılmadı..  Gelecek  olan  24:00 – 08:00  vardiyasını  getirmediler..

Gece  giriş  kapısı  önünde  200 – 300  kişlik  grup  gittik  giriş  kapısında  polis  doluydu…   Olaylar hâlâ  devam  etmekte…

“Basın”   piyasada   yok…

Kapı  önünde  bekleyen “soL Gazetesi”  muhabirleri    “Türk  Metal”  üyelerinden  dayak  yerken,   “T.C.” polisi  seyretmekle  yetiniyor,  hattâ  ortalıktan  kayboluyor…

Hâlâ  yapabildiğiniz  haber  bu  kadar  mı..??!!!!!”

12 Kasım 2012  Pazartesi  20:22

Üretimi   durduran   işçiler,   fabrikaya   noter   getirilmesini   ve   işçilerin  

“Türk  Metal”den   “Birleşik  Metal  İş”e   geçişinin   yapılmasını   talep   ediyor.

Noter   gelecek,   eylem   bitecek…     O  KADARRRR..!!!

Bursa’da bulunan Renault fabrikasında işçiler üretimi durdurarak, fabrikayı işgal etti.

Yaklaşık 1500 kadar işçinin fabrika içerisindeki bekleyişi sürüyor. Gece vardiyası için gelecek işçilerin de direnişçilere katılması bekleniyor.

İşçiler fabrikaya noter getirilerek, Türk Metal sendikasından DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’e (BMİS) geçişlerinin yapılmasını talep ediyor.

Görüşünü aldığımız bir direnişçi işçi, Türk Metal sendikasının işçiye ihanet ettiğini ve bir an önce fabrikaya noter getirtilerek DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’e geçişlerinin yapılmasını istediklerini aktardı.

Toplam 6 bin işçinin çalıştığı fabrikada 1500 civarında işçi şu anda direnişte. Gece vardiyası için gelen işçilerin de direnişe katılması ve sayının artması bekleniyor.

1998’de   de   ilk   kıvılcım   Renault’da   çakmıştı

1998 yılında metal sektöründeki işçi direnişi de Bursa’da bulunan Renault fabrikasında başlamıştı. 1998’den  bu  yana  fabrikada  bu  çapta  bir  işçi  eylemi  gerçekleşmedi.

Bosch   ve   Arçelik   de   ayakta

Geçtiğimiz  dönem  “Türk  Metal  Sendikası”nın  yetki  sahibi  olduğu  Bursa  “Bosch”  fabrikasında  da  işçiler  topluca  “Birleşik  Metal-İş”e  geçiş  yapmıştı.

“Birleşik  Metal-İş”  bugün  bir  açıklama  yayınlayarak : 

“İşçinin  iradesine  saygı  istiyoruz…  BU  KADAR BASİT…” 

dedi.

Açıklamada  şunlar  söylendi :

“Bosch işçileri yılmadılar, büyük bir onur ve cesaretle özgürlük yürüyüşlerini sürdürdüler. Bu kez 12 Eylül’ün sendikalar yasasını değiştirmekle övünen devlet devreye girdi. 200 binin üzerinde işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme sürecini yeni yasa çıkmadığı için donduran Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, yasanın Resmi Gazete’de yayınlandığı tarihte daha hiçbir işyerinin çoğunluk tespit talebini incelememişken sadece Bosch işçileri için sarı sendikanın eline yazı tutuşturarak propaganda için apar topar işyerine göndermiştir.

Yapılanlar özgürlüklerine yürüyen Bosch işçilerini yeniden sarı sendikanın hapishanesine hapsetme işlemidir, tümü ile hukuk dışıdır çünkü birden fazla sendikanın çoğunluk tespiti için başvurduğu işyerlerinde sonraki tarihli başvurulara yanıt verilemeyeceği mahkeme ve Yargıtay kararları ile kesinleşmiştir.

Birleşik Metal-İş’in 4 Mayıs tarihli başvurusuna yanıt verilmeden Türk Metal’in 10 Eylül tarihli başvurusu yine çoğunluğu olmamasına rağmen yanıtlanmıştır. Bu işlem hukuk dışıdır ve sorumluları bu hukuk dışı işlemin bedelini ödemek zorundadır.

Bu nedenle eğer Çalışma Bakanı bu hukuk dışılığa ortak değilim diyorsa Bosch işçileri için yapılan hukuk dışı işlemin sorumlularını ortaya çıkarmakla görevlidir. Aksi takdirde kendiside hukuk dışılığa ortak demektir.

Yeni Sendikalar ve Toplu Sözleşme Yasası’nın işçi hak ve özgürlüklerinin önüne bir engel olarak konulduğu Bosch işçilerinin yetki sürecinde ortaya çıkmıştır. İşçilerin sendika seçme özgürlüğü hükümet, sarı sendika ve sermaye işbirliği ile gasp edilmeye çalışılmıştır.

Buna izin verilmeyecek, Bosch işçilerinin ekmeği ile oynayanlar başta Çalışma Bakanlığı olmak üzere hukuksal yollardan mutlaka hesap sorulacaktır. Daha önce aynı yöntemlerin denendiği birçok işyerinde olduğu gibi Bosch’ta da toplu sözleşme yetkisi işçilerin istediği şekilde Birleşik Metal-İş Sendikası’nda olacaktır.”

Bugünlerde Eskişehir’de bulunan Arçelik fabrikası işçileri ve yine Bursa’da bulunan Coşkunöz firmalarında çalışan metal işçileri de Toplu İş Sözleşme süreci öncesinde sarı sendika olarak tanımladıkları Türk Metal’e tepki gösteriyor.

YAŞASIN   RENO   İŞÇİLERİNİN   ŞANLI   CİHADI…

( Bu   slogan   eski   amerikan   köpeklerine   bişeyler   hatırlatmıştır   umarım…)

Çünkü   esas   cihad,   ekmeğine   musallat   olan  

zalime   karşı   yapılandır…

 (soL)

http://www.yukselenkent.com/haber/bursa/renaultda-isciler-ayaklandi/595.html

12
Kas
12

“DEMOKRASİ” SOSLU PLÜTOKRASİ…

Çok   şükür,   “Başkanımızı”   seçtik   en   sonunda…

2008 yılından beri “ABD Başkanı” olan “Demokrat” Barack  Obama,   ikinci  kez  seçildi.

Seçimler sonunda kaç delege kazandı, yüzde kaç oy aldı, bunların  hiçbir  önemi  yok.
En nihayetinde milli irade(!) tecelli etti, demokrasinin ne güzel bir şey olduğunu sonunda dost  da  düşman  da  bir  kere  daha  gördü.
Darısı  bizim  başımıza…
İnşallah  biz  de  yakın  bir  dönemde  Başkanlık  sistemine  geçip,  Türkiye’nin  Başkanı’nı  seçeceğiz.
Gidiş  doludizgin  o  yönde…
Ama  o  “mutlu”  günler  gelene  kadar,  şimdilik  ABD  Başkanı  ile  idare  edeceğiz  artık,  ne  yapalım…
“Başkanımız”  diyorum,  ama  doğal  olarak  biz  Türkler  seçimlerde  oy  kullanmadık.
O  zaman  Obama  nasıl  bizim  de  Başkanımız  olabilir  ki ?  diye  sorulabilir.
Vallahi  bal  gibi  olur.
Oluyor  da  zaten…
Biz  ABD’nin  “stratejik  müttefiki”  değil  miyiz ?
İkinci Dünya Savaşı bittiğinden beri “küçük Amerika” olmak için yanıp kavrulmuyor muyuz ?
Bu amaç uğrunda ne kadar yol aldığımız, ne taklalar attığımız ortada değil mi?
Türkiye’yi uzun yıllar, ABD’nin “our boys”, yani “bizim çocuklar” dediği bir takım yönetmedi mi?
Son  on  yıldır  da  bir  “eşbaşkan”  yönetmiyor  mu ?
Neyin  “eşbaşkanı”  o ?
BOP’un  eşbaşkanı !
BOP ne peki?
ABD patentli bir emperyalist proje…
Sonuçta ABD’nin Başkanı, bizim de Başkanımız!
Son 70 yıldır ABD’ye ve Başkanlarına “hayır” diyebilen, karşı çıkan, ayak direyen bir Başbakan’ı ya da Cumhurbaşkanı oldu mu Türkiye’nin?
Olmadı.
Son 70 yıldır, ABD’yi ziyaret edip etkili ve yetkili odakların desteğini almadan siyasete soyunan ve iktidar merdivenlerini tırmanan bir liderimiz oldu mu peki?
Olmadı.
Kısacası, ABD ve Başkanı ile uyum içinde olmak, Türkiye’de “başarılı” siyasetçi ve devlet adamı sayılmanın altın kuralıdır. ABD Başkanlık makamı, sadece ABD yurttaşları açısından değil, bizim devlet adamlarımız ve siyasetçilerimiz açımızdan da çok önemlidir.
Kısacası onların Başkanı, bizim de Başkanımız… Bizim Başbakanlarımız da zaten onların “adamı”! Yani aramızda ayrı-gayrı yok.
İyi de ABD ile bu kadar “can ciğer kuzu sarması”ysak, ABD Başkanlık seçimlerinde neden biz de oy kullanmıyoruz?
Doğru, biz de oy kullansak hiç fena olmaz hani… En azından ortaya daha tutarlı bir tablo çıkar. Ama oy kullanmamamızın o kadar büyük bir kayıp olmadığı da ortada…
Örneğin ABD’deki bu son seçimde 207 milyon seçmenin 90 milyonu, yani yaklaşık yarısı oy kullanmak için kayıt yaptırmadığına göre demek ki oy kullanmak o kadar önemli değil… ABD halkı bile, oy kullansa da kullanmasa da bir şeyin değişmeyeceğinin, Demokrat veya Cumhuriyetçi adayı desteklemenin kendi yaşamında bir etki yaratmayacağının farkında… Çünkü biliyor ki, seçimde Cumhuriyetçi ve Demokrat adaylar değil, onları destekleyen bütçeler yarışıyor! Seçimleri, daha çok oy alan değil, daha çok parası olan kazanıyor.
Örneğin salı günü yapılan seçimler için toplam 6 milyar dolar harcandığı belirtiliyor.
2 Kasım tarihli SOL gazetesinde yer alan bir habere göre eyalet seçimleri bütçesi 3,5 milyar dolara, başkanlık seçimi bütçesi ise 2,5 milyar dolara ulaşmış.
Bu para Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan gibi ülkelerin milli gelirinin üzerinde bir rakam…
Cumhuriyetçi Parti’nin başkan aday Mitt Romney seçim kampanyası için 881 milyon dolar harcarken, Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama 934 milyon dolar harcamış! Sonuçta daha fazla harcayan da kazandı zaten… Dışarıdan yapılan harcamalar da hesaba katıldığında iki adayın toplam seçim harcaması 2 milyar doları geçiyor.
Üstelik ABD’de seçim kampanyalarında yapılan harcamalar, hızlı bir artış gösteriyor. 2012 Başkanlık seçim kampanyalarına dış gruplar, kara para örgütleri ve şirketler tarafından yapılan bağışların 2008 yılına göre yüzde 400 arttığı görülüyor.
Ne var ki bu tablodan daha mide bulandırıcı olanı, bu milyarlarca doların kaynağı… Yüksek Mahkeme’nin 2010 yılında aldığı bir karara göre hükümetin; şirketlerin ve birliklerin bağımsız siyasi harcamalarına getirdiği sınırlama kaldırıldı. Bunun sonunda “siyasal eylem komiteleri” olarak bilinen Süper PAC’ların seçim kampanyaları için sağladığı kaynaklar 4 kat arttı. Açıkça söylemek gerekirse, küçük bir grup milyoner ve milyarder, seçimlerde milyonlarca orta sınıf aileden daha fazla etki sahibi oldu. 2012 seçim kampanyaları süresince PAC’ların bireylerden topladığı 440,9 milyon dolarlık fonların yüzde 60,5’ini yalnızca 91 kişi bağışlamış! (SOL, 7.11.2012)
Örneğin en çok bağış yapan kişi, bir kumar baronu olan Sheldon Adelson52,2 milyon dolar bağış yapıyor. Adamdaki şu “demokrasi aşkına” baksanıza!
Yine 1,11 milyar dolarlık seçim bağışının yaklaşık yüzde 25’lik kısmı olan 257,9 milyon doların bağışçılarının da ismi açıklanmayan “kara para örgütleri” olduğu iddia ediliyor.
Tabii bunlar Başkanlık yarışına adaylığını koyanların seçim kampanyalarını finanse etmek için ortaya dökülen birkaç milyar dolarcık… O adayların kim olacağı ise, aslında büyük tröstlerin, çokuluslu şirketlerin, petrol kartellerinin, silah tekellerinin iradesi temelinde belirleniyor ki bu saydıklarımız da dünyaya hükmediyor. Açıkçası bu ikincilerin serveti yanında Sheldon Adelson gibi kumarbaz takımının bağışladığı birkaç milyon dolar çerez parası bile değil…
Paranın egemenliği ABD siyasal kurumlarına da yansıyor tabii… Örneğin “Center for Responsive Politics” tarafından açıklanan bir araştırmaya göre Amerika’da kongre üyelerinin yaklaşık yarısı milyoner ve bunların üçte ikisi de senatörlerden oluşuyor. Araştırmaya göre, 535 kongre üyesinden 250’sinin bir milyon dolardan fazla serveti bulunuyor ve milyonerler Amerika nüfusunun sadece yüzde birini oluşturuyor. 2010 yılında bir senatörün ortalama serveti 2.63 milyon dolar ve bu değer 2009 yılına göre yüzde 11 artmış durumda. Bir senatörün mal varlığı bir yılda yüzde 11 artarken bir Amerikalının geliri yüzde 2 ile 3 arasında azalma gösterdi. Demokrat Parti kendisini çalışan insanların savunucusu olarak göstermeye çalışsa da bu araştırmaya göre milyoner Demokrat Parti senatörü sayısı (37 milyoner) Cumhuriyetçi milyoner senatör sayısından (30 milyoner) daha fazla. Kongrenin en zengini ise Cumhuriyetçi kanadından Darrell Issa ve Issa’nın net serveti 448 milyon dolar…” (SOL, 7.11.2012)
İşte ABD, böyle bir “demokrasi”… Siyaset biliminde bu tür rejimlere plütokrasi derler, ama millete “demokrasi” diye yutturmak daha kolay oluyor.
Açıktır  ki  bizim,  ABD  gibi  “demokratik”  bir  ülke  olabilmemiz  için  daha  çok  fırın  ekmek  yememiz  gerek…
Etimiz  ne  budumuz  ne  ki…
Ama  kimse  moralini  bozmasın,  “iyi”  ve  “doğru”  yoldayız.
Gerçi  bu  boyutlarda  olmasa  da  “kara  para”  konusu  ve  “para  aklama”  Türkiye  ekonomisinin  hiç  de  yabancı  olmadığı  işler…
Yine  bu  boyutlarda  olmasa  da  üç  büyük  partinin,   (diğer  partiler  avucunu  yalarken)  her  yıl  aldığı  milyonlarca  lira  devlet  yardımı  ve  seçim  dönemlerinde  devletten  bu  partilere  akan  milyonlarca  lira  seçim  yardımı,  bizim  seçimlerimizin  de  ne  kadar  “adil”  ve  “eşit”  koşullarda  gerçekleştiğinin  bir  göstergesi…



İstatistikler

  • 2.406.134 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Kasım 2012
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
2627282930  

En fazla oylananlar