Kasım 2009 için arşiv

30
Kas
09

Güzel İzmirli…Bil ki eline aldığın taş değil yüreğindir…

Baktı  atacak  taşı  yoktu
 

Baktı  eli  durmuş,  ayağı  durmuştu  Vurulmuştu.
 

Çıkardı  yüreğini  kan  içinde
 

Çarptı  kötünün  kafasına
                              

Enver Gökçe

 

 Güzel  İzmirli,

Satılmış medyanın, bölücü siyasetçilerin ve korkak muhalefetin sana saldırmasına, seni suçlamasına hiç ama hiç aldırma.

Güzel İzmirli bil ki,

Hasan Tahsin ilk kurşunu attığında da…

Başta Padişah ve sadrazamı, ardından da İstanbul’un satılmış basını, tıpkı şimdiki gibi, saldırmışlardı İzmir’de yanan kıvılcıma.

Güzel İzmirli bil ki,

O satılmış Türk düşmanları ne ise, tarih onları ne ile anıyorsa…

Bugünkü satılmışların, azılı Türk düşmanlarının, bölücülerin ve gericilerin de tarihteki yeri o olacak…

Hepsi vatan hainliği ile anılacak.

Güzel İzmirli bil ki,

Tarih Hasan Tahsin’i nasıl anıyorsa…

Senin bugün gösterdiğin cesaretin de seni takip edecek Türklere bir “ayağa kalk” çağrısı olarak anılacak…

Tıpkı Hasan Tahsin’in çağrısı gibi!

Güzel İzmirli bil ki,

Eline aldığın taş değil yüreğindir…

Ve taş değil yüreğin olmalıdır…

Güzel İzmirli bil ki,

Yurdunu  işgal  edenlere  karşı  elbette  Atatürk’ün  Bursa  Nutku’nda 

dediği  gibi  “taşla,  sopayla,  elinde  ne  varsa”  direnirken…

Hesap  vereceğin  tek  makam  vicdanın  olsun,

Saygıyla  eğileceğin  tek  yer  şehit  dedelerinin 

mezarları  olsun.

….

 

Okumaya devam edin ‘Güzel İzmirli…Bil ki eline aldığın taş değil yüreğindir…’

30
Kas
09

Eline taş alan genç Türk kızları ve Türk delikanlıları anlayın

Bunca zamandır Güneydoğu’da terör örgütü kurtarılmış bir bölge yaratmıştır ve oraya tek bir Türk partisi, derneği vb. girememekte, miting yapamamakta, parti tabelası bile asamamaktadır.

Çünkü bölge Kürt ırkçılığı tarafından teslim alınmıştır.

Ve aynı Kürt ırkçılığı Türkiye’deki medyayı ve siyaseti de teslim almıştır.

Neden CHP Güneydoğu’da herhangi bir şehirde araç konvoyu yapamaz?

Neden MHP Genel Başkanı Güneydoğu’da herhangi bir şehirde miting yapamaz?

Neden Başbakan Güneydoğu’ya gittiğinde tüm dükkanlar kepenk indirir?

Ve neden bunlar ırkçılık olarak algılanıp eleştirilemez?

Ama aynı Türkiye’nin İzmir’inde, İstanbul’unda, Ankara’sında teröristler rahatça miting yapabilir, otobüs yakabilir, insan öldürebilir?

Çünkü Türk sonsuz hoşgörülüdür ve hümanisttir ama karşı tarafta azgın, eli kanlı, vahşi bir Kürt ırkçılığı vardır.

Türk, Güneydoğu’ya girememektedir.

Türk, Güneydoğu’da işyeri açamamaktadır.

Türk, Güneydoğu’da radyo kuramamaktadır.

Türk, Güneydoğu’da dernek açamamaktadır.

Türk, Güneydoğu’da öldürülmektedir, yaşayamamaktadır.

Türk’ün yaşam hakkı elinden alınmış, kendi öz yurdundan sürgün edilmiştir.

Ama diğer taraftan Kürt ırkçısı terör örgütü, ülkenin batısındaki Türk şehirlerine rahatça girmektedir.

Buralarda iş sahalarını ele geçirmektedir.

Mahalleleri istila etmektedir.

Ve tıpkı Güneydoğu’da yaptığı gibi buralarda da Türk’e yaşamı zehir etmektedir.

Türk, ülkenin batısında da bu Kürt ırkçısı terör örgütünün namlusunu sürekli ensesinde hissetmektedir.

Yine de Türk, hiç kimseye düşmanlık beslememektedir…

Ama her sabrın bir sonu vardır…

Türk’ün  ülkesini  terörle  ele  geçirenler  Türk’ün  bu teröre  karşı  daha 

fazla  susacağını  sanıyorsa  yanılıyorlar.

Artık  tahammül  kalmamıştır.

 

Okumaya devam edin ‘Eline taş alan genç Türk kızları ve Türk delikanlıları anlayın’

29
Kas
09

Kürt sorununu çözecek parti geliyor !

Artık, yolun sonuna gelinmiştir. Varlığımız tehlikededir, devletimiz tehlikededir. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu, iş birlikçi
siyasi partileri dışlamak, yeni Atatürkçü, tam bağımsızlıkçı, antiemperyalist bir siyasi oluşumu hayata geçirmek ve orada toplanmaktır. Var olan siyasi partilerin, emperyalizm elinde oyuncak olmaktan başka bir fonksiyonu yoktur. Atatürkçü
bir parti çok yakında kurulacaktır. Hazır olmalısınız.

Açılım  Mecliste :  Hedef  Anayasa  değişikliği

Ekonomik kriz ile ipin ucunu kaçıran iktidar, her zamanki taktiğine başvurarak gündemi ustalıkla değiştirmeyi yine becerdi. Ortada fol yok yumurta yokken bir açılımdır tutturdu, tüm ülkeyi açılımlara kilitledi. Geçen hafta mecliste açıklama yapılacak ve hükümet “Kürt açılımı”nın yol haritasını tartışmaya açacaktı. Dağ fare doğurdu ve İçişleri Bakanı, “Bundan daha ilerisini sayın başbakan açıklayacak” diyerek kürsüden indi. Eğer, İçişleri Bakanı’nın açıkladıkları “açılım ise” bundan önce yapılanlar ne? Onlara ne isim vereceğiz? Yok, açıkladıkları bundan öncekiler ise, oraya neden çıktı? Neden konuştu? Çünkü, söylediklerinin hepsi, zaten bu hükümet tarafından hayata geçirilmiş hususlar… Yani, anlayacağınız, daha önce yapılanları tekrar etti!

Sonra Başbakan kürsüye geldi. Sanki, orada hükümet programı müzakere ediliyordu. Sadece hükümetinin başarılarını anlattı, biraz da kabadayı bir üslupla, muhalefete yüklendi. Fakat, İçişleri Bakanı’nın söylediklerini adeta yuttu ve açılımın yol haritasından tek kelime etmedi. Anlayacağınız, mecliste hükümet yine havanda su dövdü ve “açılım”ın ne olduğu hakkında ser verdi, sır vermedi. Yalnız, İçişleri Bakanı, “Anayasa değişikliğini” de araya sıkıştırmıştı. Anladığım kadarı ile, araya sıkıştırılan bu söz, yani “Anayasa değişikliği”, açılımın sırrını saklayan sözlerdi. Çünkü, yapılması istenenler, Apo’nun yol haritasında söyledikleri, Anayasa değişikliği olmadan hayata geçemez. Esas açılım, bana göre o sözlerde gizli… Görecekleri tepkinin boyutunu fark ettikleri için, açılımın ne olduğunu sır gibi saklıyorlar. Yine bir gece yarısı operasyonu ile hayata geçirmeyi düşünüyorlar herhalde.

Apo  ve  çetesi  affedilmek  isteniyor

Bu arada, bölücübaşı, bebek katili Apo’nun pişmanlık yasasından yararlanması ve serbest bırakılabilmesi için, emniyetçe hazırlanan bir rapor ortaya çıktı. Güya Apo eline silah almamış, kimseyi öldürmemiş, örgütle bile ilişkisi yokmuş(!). Hatta, silah kullanmasını bile bilmiyormuş(!). Amaçlananın ne olduğu açık…

Genel bir af ile Apo, katiller sürüsünün başı affedilecek, PKK siyasi bir parti olacak, DTP kapatılacak ve meydan Apo ile çetesine teslim edilecek!

Güya, katiller dağdan inecek, “analar ağlamayacak”, bölücübaşı, katiller sürüsünün lideri, masum bir vatandaş gibi aramıza katılacak, yetmedi, binlerce katil de aramızda dolaşacak.

Ve  bunun  adına  “Toplumsal  Barış”  denecek ..!!!

Belki,  onların  ifadeleri  ile  “analar  ağlamayacak” 

ama,  milletin  tümünün  ağlayacağı  kesin..!!!

 

Okumaya devam edin ‘Kürt sorununu çözecek parti geliyor !’

29
Kas
09

Dünyadan

Çin  malı  Obama :  Oba Mao




Obama’nın ziyaretiyle birlikte piyasaya sürülen ve üzerinde Mao Zedung ile Obama sentezinden yaratılan Çin malı ObaMao figürü olan ürünler yok
satmaya başlamış.

Siyah derili beyaz Obama yine yollarda… Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz Nisan ayında TBMM’de gördük kendisini… Başı tüm partilerin milletvekilleriyle dolmuştu. Önünde el pençe divan durup “Obama abi bir imza” demedikleri kalmıştı.

Ardından Ortadoğu yollarında Müslümanlara seslenmişti… Müslümanlara el uzattığını söylemişti. Adam emperyalist tavrından bir gram taviz vermeden, size el uzatıyorum diyerek “barış” lutfetmişti de Şeriatçı medya Hüseyin’lerinin bu konuşmasıyla havalara uçmuştu.

Ardından gelen Nobel Barış Ödülü de malum…

Kolay değil tabi dünya barışına katkı (!) sunmak…

Obama şimdi de sekiz günlük Asya turuna çıktı.

Japonya, Singapur, Çin, oradan da ver elini Güney Kore…

Obama’nın bu bölgeyi ziyaretinin tabiki de bir amacı var. Bunu gezisinin ilk durağında söylemiş zaten:

“… Bu bölgede olan her şey Amerikan vatandaşını da doğrudan etkiliyor. Amerika ve Asya-Pasifik’in kaderleri, şimdiye kadar olduğundan daha da fazla birbirine bağlanıyor.”

Japonya’da Obama’nın esas meselesine bakınca ziyaretten çok, geleceğe yönelik planların yapıldığını görebiliyoruz.

Obama Japonya’ya gidiyor ama konu Kuzey Kore! Kuzey Kore’nin nükleer denemelerini (o provakasyon diyor) ABD’nin ve müttefiklerinin kabul edemeyeceğini, onları korkutamayacağını söylüyor.

Mevzubahis Asyalı müttefikler ise Japonya ve Güney Kore. Ayrıca Çin ve Endonezya da sayılabilir.

Singapur’da Asya Pasifik İşbirliği Forumu’nda (APEC) Dimitri Medvedev’le bir araya gelen Obama’nın hedefi bu kez İran’dı.

İran’ın nükleer programını hedef alan Obama, Singapur’dan İran’ı tehdit etti.

“Tahran için süre doluyor” diyerek tehdit ettiği İran’ı bir de haksız olarak göstermeye çalıştı. Güya İran herkesin hemfikir olduğu bir konuda zorluk çıkarıyor ve nükleer programını durdurmuyormuş. Obama’nın “herkes”ten kastı ise başta ABD ve İsrail gibi terörist devletler olmak üzere tüm Batı dünyası.

Ardından Çin’e geçen Obama, ABD’ye karşı dünyada yükselen güç olarak Çin’i görenleri üzecek bir açıklama yaptı. Daha doğrusu var olan gerçekliği dile getirmiş oldu.

Obama, Çin’i yeni dünya gücü olarak bir tehlike değil, ABD’nin ortağı olarak gördüğünü belirtmiş. Aradaki Pasifik Okyanusu’nun ayrıştırıcı değil aksine birleştirici olduğunu da eklemiş. Çin tarafı da iki ülke arasındaki ticareti kolaylaştırmak için vergileri kaldırmasını istemiş. ABD’yi korumacı olmakla eleştiren Jintao’nun bu çıkışı tabi ki ABD’ye yönelik bir eleştiri değil.

Daha önce TÜRKSOLU’nda “Çin kimin dostu?” diye sormuş ve ABD-Çin işbirliğini ortaya koymuştuk. Hem siyasi hem de ekonomik arenada ABD ve Çin işbirliği içinde! Ayrıca Çin, ABD emperyalizminin açıklarını kapatan en büyük finansörü.

Obama’nın Çin ziyareti, işbirliği içinde olduğu “komünist” Çin’in ekonomisini de canlandırmış oldu.

Obama’nın ziyaretiyle birlikte piyasaya sürülen ve üzerinde Mao Zedung ile Obama sentezinden yaratılan Çin malı ObaMao figürü olan ürünler yok satmaya başlamış.

Görüldüğü gibi Obama’nın Asya çıkarması, Kuzey Kore ve İran gibi “şer odakları”na yönelik gelecekteki bir saldırı için ortam hazırlama ve emperyalist politikaların devamlılığının sağlama alınması gezisiydi.

Öyle görülüyor ki, Obama dünya barışına katkılarını sürdürecek ve ABD, Çin ile daha da yakınlaşacak.

Baksanıza Obama ve Mao birleşti bile!

ObaMao, Çin’i geleceğin yeni kutbu olarak görenlere hayırlı olsun!


Evo  yine  önde

Bolivya 6 Aralık’ta yapılacak olan genel seçimlere hazırlanıyor. Medyanın verdiği haberlere göre 2006’dan bu yana Bolivya’nın ilk kızılderili kökenli devlet başkanı olan Morales bu seçimden de zaferle çıkacak.

Bir Bolivya gazetesinde yayınlanan ankete göre Morales’in Sos­yalizme Doğru Hareket Partisi (MAS) oy oranı % 51.8’i buluyor. Morales’in en yakın rakibi ise, eski Cochabamba Valisi ve Bolivya Ulusal Bütünleşme İlerici Plan Partisi lideri Manfred Reyes Villa. Ankete göre onun oy oranı ise % 18.2.

Ankete göre Bolivya genelinde Morales mevcut sekiz bölgenin altısından destek alıyor. Santa Cruz ve Pando bölgelerinde ise muhalif Villa’nın ağırlığı var.

Koka Çiftçileri Hareketi’nin lideri olarak Aralık 2005’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerinin ilk turunu kazanan Morales, 22 Ocak 2006’dan bu yana Bolivya Devlet Başkanı. Morales’in ilk turu kazanmasına rağmen ikinci turda yenilgiye uğ­rayacağını düşünen Amerika, Morales’in halktan %53’lük des­tek almasıyla tam bir hayal kırıklığına uğramıştı.

Morales de görevinin ilk ayında Küba’yı ziyaret edip, Fidel Castro ve Chavez’le görüşmüş; dış politika açısından da Chavez’in fikir babalığını yaptığı Latin Amerika İçin Bolivarcı Alternatif’e (ALBA) katılmıştı. Morales, emperyalist hegamonadan çıkan Bolivya’nın geleceğinin Bolivarcı Sosyalizm’de olduğunu ilan etmişti.

Okumaya devam edin ‘Dünyadan’

29
Kas
09

Yurttan

Apo’nun  yeni  hobi  arkadaşları

Teröristbaşı Apo, İmralı’da yeni yapılan Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’ndeki yeni hücresine taşındı. Aylardır sürdürülen hummalı çalışmalar sona erdi ve teröristbaşının kalacağı yeni cezaevi tamamlandı. Apo için yapılan inşaatın maliyeti ise 5 milyon TL.

Apo yeni yapılan cezaevindeki hücresine taşınadursun, inşaatın tamamlanmasından sonra aylardır süren bir tartışma daha sona erdi.

10 yıldır İmralı’da tek başına kalan Apo’nun yalnızlığını gidermeye karar veren AKP, geçtiğimiz aylarda İmralı’ya birkaç mahkum daha göndermek için çalışma başlatmıştı. Yapılan çalışmalar geçtiğimiz hafta tamamlandı ve teröristlerin gruplar halinde dağdan indirilmeleri gibi Adalet Bakanlığı tarafından seçilen mahkumlardan beş tanesi İmralı Adası’ndaki yeni yapılan cezaevine gönderildi. Önümüzdeki günlerde üç mahkumun daha İmralı’ya gönderilmesi bekleniyor.

Apo’nun yeni cezaevine taşınması ve tecritten kurtulması Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin dayatmaları sonucunda gerçekleşti. AB’nin Apo’nun durumunun iyileştirilmesi, sanki çok kötüymüş gibi, dayatmasına boyun eğen AKP iktidarı da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi.

Yeni mekanına kavuşan Apo, yeni haklar da elde etmiş oldu. Yeni hapishane arkadaşlarıyla bir hobi odasına kavuşan teröristbaşı, günün belli saatlerinde kendisine tahsis edilen hobi odasında arkadaşlarıyla bir araya gelip el işleri ile uğraşabilecekmiş. Artık orada örgü mü örerler yoksa kağıt katlama ya da çiçek düzenleme sanatıyla mı ilgilenirler bilinmez.

Bunun yanı sıra havalandırma saatleri içinde hapishane arkadaşları günde bir saat bir araya gelip sohbet edebileceklermiş.

TV izleyip, spor yapabilecek olan İmralı mahkumları, haftada bir kez de telefonla görüşebilecekler.

İmralı mahkumları açısından tek olumsuz şey ise 24 saat kameralar ile gözlenecek olmaları. Anlayacağınız Apo ve arkadaşları için konforlu bir BBG evi AKP tarafından dayanıp döşendi.

Apo’nun yeni hapishane arkadaşları ise özenle seçilmiş. 4’ü PKK’lı biri de TİKKO’lu (herhalde çeşit olsun diye aralarına katıldı). 5 seçilmiş mahkumun seçilme kriterleri bilinmemekle birlikte, tam Apo’nun yanına konmayı hak eden tipler oldukları aşikar.

Apo’nun yeni hapishane arkadaşları ve haklarında verilen hüküm ise şöyle:

Bayram Kaymaz: Devletin hâkimiyetinde bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemlerde bulunmak ve silahlı çetenin elemanı olmaktan ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı.

Mardin Savur doğumlu Bayram Kaymaz’ın, “ajanlık yaptıkları” gerekçesiyle örgüt üyeleri Abdülaziz Çoban, Abdullah Çoban ve Ahmo Özdemir’in İzmir’de öldürülmesi ile ilgili tutuklanmış, 2002’de idam cezasına çarptırılmış ve cezası ağırlaştırılmış müebbete dönüştürülmüştü. Kaymaz, Apo Türkiye’ye getirildiğinde de kendini yakmış. Bayram Kaymaz, 1994’te Tuzla Tren İstasyonu’ndaki bir çöp bidonuna bomba bırakarak 3 er ile 2 yedek subayın şehit düşmesine sebep olmuştu.

Şeyhmuz Poyraz: Devletin hâkimiyetinde bulunantopraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemlerde bulunmak ve silahlı çetenin elemanı olmaktan ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı.

Şeyhmuz Poyraz da Bayram Kaymaz gibi Apo’nun yargılandığı dosyada ismi bulunan diğer bir PKK mensubu.

Cumali Karsu: Devletin hâkimiyetinde bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemlerde bulunmak ve silahlı çetenin elemanı olmaktan ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı.

PKK mensubu Karsu, 1994 yılında Tuzla’daki tren istasyonuna yapılan ve 3 er, 2 yedek subayın şehit olduğu bombalı saldırının da faili. Cezası idamdan müebbete çevrilenlerden.

Hasbi Aydemir: Terör örgütü üyesi olmaktan ağırlaştırılmış müebbet cezası aldı.

PKK’nın yayın organlarında yazı yazıyor. Kod adı “İmam Hüseyin”di. “Sayın Öcalan” diye Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde DTP’lilere destek için dilekçe verdi. Bununla ilgili de yargılanması sürüyor.

Hakkı Alpan: Anayasal düzeni silah zoruyla yıkmaktan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı.

Hakkı Alpan, yasadışı TKP/ML-TİKKO örgütü üyesi. Tunceli doğumlu olan Alpan, “Mazlum” kod adıyla biliniyor. 1999’da Avrupa’dan Türkiye’ye kaçak yollardan giriş yapmaya çalışırken Edirne’de yakalan Alpan’ın örgüt içinde sözde ‘komutan’ rütbesinde olduğu ve silahlı faaliyetlere katıldığı belirtildi.

Eski bir PKK’lı geçenlerde “Apo’ya kadın gönderin sussun” demişti. AKP’nin yapmadığı bir o kaldı.


RTÜK’ten  farklı  dilde  yayın  dayatması

Bülent Arınç’ın devlet bakanı olarak sorumluluğunda olan RTÜK, geçtiğimiz hafta ilginç bir karara imza attı. RTÜK, açılım çerçevesinde Türkiye’de 28 farklı dil ve lehçenin konuşulduğunu iddia ederek bölgesel bazda farklı dillerde radyo yayınına izin verdiğini açıkladı.

Buna göre radyo yayını yapılmasına izin verilen diller ve bölgeler şöyle belirtilmiş:

Azerice (Bayburt, Kars, Iğdır), Gürcüce (Artvin, Bursa, Samsun, Ordu, Rize), Hemşince (Artvin, Rize), Lazca (Artvin, Rize, Sakarya, Düzce, Kocaeli, Yalova, Bursa), Pontusça-Trabzon Rumcası (Trabzon), Yunanca (İstanbul, Çanakkale, Trabzon, Bursa, İzmir, Hatay).

Tamamen AB dayatması olan bu farklı dillerde yayın hakkının verilmesi ile birlikte Türkiye’nin bölünmesi yolunda bir adım daha atılmış oldu.

Okumaya devam edin ‘Yurttan’

29
Kas
09

Halifelerle sultanların Araplarla Türklerin savaşı

Selçukluların  Bağdat’ı  fethi

Geçen yazımızda Verimli Hilal’i coğrafi olarak tanımladıktan sonra bu bölgedeki Türkmen, İlhanlı ve Tatar akınlarını incelemiştik. Onların devamı olarak da Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin bölgeyi Osmanlı devletinin bu bölgede egemenliğine değin geçen süreçte mutlak olarak Türkleştirdiği ve bu coğrafyada 10. ve 16. yüzyıl arasında kesintisiz bir şekilde Türk etnojenezinin geliştiği tarihsel kayıtlarda belgelenmiştir.

Bu süreçte Turan coğrafyasından İran’a ve batıya akın eden Türkler Verimli Hilal’e obalarıyla yerleşerek yurtları oluşmuştur.

Geçen yazımızda Suriye Selçukluları ve onu takip eden dönemde Mısır’dan Maraş’a kadar uzanan Akdeniz kıyısındaki Türkmen yerleşimlerinin Selçukluların Anadolu’ya girişinden çok daha önce başladığını vurgulamıştık. Keza Verimli Hilal’in doğu kanadı diye tanımladığımız Fırat ve Dicle ırmakları yatağındaki Cezire ve Bağdat bölgesi de Abbasi halifeleri döneminde paralı asker olarak gelen Türklerin egemenliğine girmiştir. Şii Buit hanedanı döneminde de Deylemi Türk egemenliği şeklinde bir etnojenezin başladığı bilinmektedir.

Selçuklu Sultanı Tuğrul, Bağdat’ı fethettiğinde Bağdat’ta askeri vali olan Buitlerin son hanedanı Hüsrev Firuz’un komutanı Türk kökenli Arslan Besasiri’ydi.

Türk-Arap etnojenez savaşında Türk iktidarlarının kuvvetli olduğu dönemde Araplar Türkleşirken,
Selçuklu iktidarının zayıflamasıyla bu bölgedeki Türkmenler İslamlaşarak Araplaşmaya başlamıştır. Yandaki kitap, bu tarihsel süreci en iyi özetleyen çalışmalardan biridir.

Bağdat dışında otağ kurmuş olan Sultan Tuğrul’a Arslan Besasiri ve ona bağlı kuvvetlerle Bağdat halkının saldırması sonrası Sultan Tuğrul isyancıları kılıçtan geçirerek Bağdat’a egemen olmuş ve Bağdat’taki Halife Kâim, Sultan Tuğrul adına hutbe okumak zorunda kalmıştır.

Türk İslam tarihçileri Selçukluların Bağdat’ı Şiilerden kurtarması ve Sultan Tuğrul’un Halife Kâim tarafından sultan olarak kabul edilerek adına hutbe okutması olayını, gerçek temelini analiz etmeksizin, Türklerin halife ve İslamiyet’in hizmetine girişi olarak yorumlayıp, Türk İslam sentezinin temeli olarak ele alırlar.

Selçuklu sultanlarının güçlü olduğu dönemde Abbasi Halifeleri Selçuklu Sultanları adına hutbe okutarak kendi dini liderliklerini sürdürmüşlerdir. Bu dini liderlikleri askeri ve politik liderlikten vazgeçmeleri demektir; ama Halifeler hiçbir zaman dini, bölgesel, askeri, politik ve ekonomik liderliklerinden vazgeçmemişlerdir. Sultanları ve onların kardeşleri olan melikleri sürekli birbirlerine karşı kışkırtarak zayıf düşürmeye çalışmışlar ve bu zayıflıktan yararlanarak bölgede dini, askeri ve politik liderlikler altında Abbasi Arap politikasını sürdürmüşlerdir.

Halifelik  savaşları

İlhanlı Hülagü tarafından Bağdat’ın fethedilip, Halifeye bağlı tüm askerlerin kılıçtan geçirilmesiyle, son Abbasi Halifesi olan Mustasır’ın halifeliği sonlandırılmış ve bu Abbasi Arap planı sona ermiştir.

Abbasi Halifeliğinin dini, politik, askeri ve ekonomik egemenliğini yeniden tesis etme amacı doğrultusunda Selçuklu ve onu takip eden Harzemşah sultanları arasında sürekli bir savaş söz konusu olmuştur. Bu savaşı ayrıntılarıyla analiz ettiğimizde, karşımıza Türk etnojenezine karşı Sünni ve Şii Arap mücadelesini gör­mekteyiz. Halifenin Sünni olmasına karşın Türk sultanlarına ve Türk etnojenezine karşı, Halifelik Şii Arap kabililerini de yanına alarak, daima Türkleşmeye karşı Arap direncini yaşatmaya çalışmıştır.

Okumaya devam edin ‘Halifelerle sultanların Araplarla Türklerin savaşı’

28
Kas
09

Eyledik perdeyi viran!

Kahvenin önüne sandalyeler çıkarılmıştı. Akşam yemeğini bitiren Karasulaklılar, soluğu kahvenin önündeki alanda alıyordu. Heyecanlı bekleyiş nihayet sona erdiğinde, kahveci Hasan alanın ortasındaki perdeyi kaldırdı. Sandıkların üstüne oturtulmuş dört köşe bir ahşap çerçeve, çerçevenin arkasında kapalı bir dar alan ortaya çıktı. Çocuklar, Hasan’ın perdeyi açması ile coşkuyla alkışlamaya başladı. Perdenin arkasından çıkan küçük perdede henüz Karagöz ile Hacivat görünmemişti, ama sanki görmüş gibi heyecanlandılar. Bazı büyükler de aynı heyecanı yaşarken bazısından konuşmalar yükseldi.

“Bir hayal perdemiz eksikti. Fesuphanallah!”

“Muhtar Kerim, daha başlamadan içine etme!”

“Ya ne dedim ben Fahri emmi?”

“Ulen, kırk yılın başı şuracıkta eğlenivercez köycek. Etme içine işte. Adam gibi otur!”

Muhtar Kerim ses çıkarmadı. Zaten Hasan da konuşmaya başlamıştı.

“Herkes burdaysa başlayalım, diyor Kamil öğretmen. Eksik var mı ahali?”

“Yok!” sesi yükseldi alandan.

“Tamam o zaman başlıyoruz. Birazdan izleyeceğimiz oyunu Kemal ile Kamil öğretmen beraber yazdılar. Ve ikisi birlikte sunuvercekler.”

Kamil öğretmen perdenin arkasından başını uzattı o sırada.

Okumaya devam edin ‘Eyledik perdeyi viran!’

26
Kas
09

Anlamak isteyenlere : Dersim’de ne oldu, Atatürk ne yaptı ?

Dersim isyanıyla ilgili atılan en büyük yalan ise isyanın büyük bir katliamla bastırıldığıdır. Doğru, isyan çok sert bir şekilde, isyancılarla çarpışa çarpışa bastırılmıştır ancak iddia edildiği gibi bir katliam yoktur. PKK’lıların iddialarına göre toplam 90.000 insan öldürülmüş, 100.000 kişi ise sürülmüştür. Halbuki 1935 nüfus sayımına göre Tunceli’nin toplam nüfusu 101 bindir! Zorunlu göçe tabi tutulan insan sayısı ise yaklaşık 5 bindir.
Zaten 1940 nüfus sayımında Tunceli’nin nüfusu 95 bindir.
Resmi rakamlara göre, ilk Dersim harekâtında öldürülen isyancı sayıcı sadece 265’tir, şehit asker sayısı ise 29. Toplam idam edilen sayısı ise 7’dir! Bunlar da elebaşları olan aşiret reisleridir.
İşte Atatürk iktidarının verdiği rakamlar.
İsteyen Atatürk’e inansın, isteyen PKK’ya… Seçim serbest!

Dersim  niye  isyan  etti ?

Naşit Uluğ’un 1938’de basılmış “Tunceli Medeniyete Açılıyor” isimli kitabını okumadan Dersim isyanının niye çıktığı, Atatürk’ün bu isyanı bastırmaya neden bu kadar önem verdiği anlaşılamaz. Kitapta şu değerlendirme yapılıyor:

“Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu.”

Gerçekten de doğu illerindeki aşiret yapısı, Atatürk’ün en çok mücadele ettiği düşmanlardan birisiydi. Yüzlerce yıldır, bölgede feodal bir baskı düzeni kurmuş olan Kürt aşiretleri en başından itibaren Atatürk’ün bu medeniyet projesine karşı çıktılar. Ve kendi gerici toplumsal yapılarını devam ettirmeye çalıştılar. Kurtuluş Savaşı’yla kovulmuş emperyalistler de Kürt aşiretlerinin bu gerici isyanlarını her seferinde destekledi.

1937 ve 1938’deki Dersim isyanları Atatürk dönemi Kürt isyanlarının en sonuncusudur. Tabii, Atatürk bu isyanları bugünkü AKP iktidarı gibi izlememiş, isyancılarla anlaşmamış, isyancıların ardındaki emperyalistlere teslim olmamış ve Türk milletini bölecek adımlara izin vermemişti. Dersim isyanı “açılımlar”la ve isyancıların bölücü emelleriyle uzlaşılarak değil, askeri bir harekâtla bastırıldı. Aynen Şeyh Sait ve Ağrı isyanı ve diğer Kürt isyanlarında yapıldığı gibi…

Bugün feryat figan eden Kürtçülerin derdi de işte budur. Türk devletinin PKK terörüne teslim olmasını ve bir Kürt devletine göz yummasını isteyenler, Atatürk’ün Dersim isyanını bastırmak için yaptıklarına tabii ki karşı çıkacaktır.

Amaçları  Atatürk’e  saldırmak

Dersim isyanıyla ilgili yürütülen Kürtçü propagandanın kökeninde derin bir Atatürk düşmanlığı yatıyor. Atatürk’e açıktan saldırmaya cesaret edemeyen Kürtçüler, “Dersim’de katliam yaşandı” yalanlarıyla bunu dolaylı yollardan gerçekleştirmeye çalışıyor.

Halbuki, Kürtçülerin iddiasının aksine Dersim isyanı bastırılırken bir “Kürt katliamı” kesinlikle yaşanmamıştır. Aşiretleri tasfiye eden, Doğu insanımızı sömüren derebeylik rejimini ortadan kaldıran Atatürk devrimlerine karşı direnen gericilerle mücadele edilmiştir, o kadar.

Dersim isyanı askeri bir harekâtla bastırılmıştır, ancak bu harekâtta iddia edildiği gibi büyük katliamlar falan yaşanmamıştır. Kürtçülerin “90 bin kişi öldürüldü, 100 bin kişi zorla göç ettirildi” iddiaları bir hayalden başka bir şey değildir. Yalnızca nüfus rakamlarına bakmak bile bu yalanı ortaya koymak için yeterlidir.

İsyan öncesi Tunceli nüfusu 1935 rakamlarına göre 100 bindir. İsyan sonrasındaki 1940 sayımındaysa 95 bindir. Aradaki 5 bin fark da isyan sonrası zorunlu göçe tabi tutulan aşiretlerin nüfusudur. Hangi aşiretten kaç kişinin zorunlu iskana tabi tutulduğu belgelerde de sabittir ve bunun toplamı da 3470’tir!

Üstelik, 1940 yılı sayımındaki 95 bin nüfus o dönem için çok büyük bir rakamdır. Tunceli’de bugün bile, 2008 rakamlarına göre, 87 bin kişinin yaşadığını düşünürsek, iddia edildiği gibi bir katliamın yaşanmadığı kolaylıkla ortaya çıkar.

Atatürk  isyana  hazırlıklıydı

Kürtçüler Dersim’de sistemli bir katliam yaşandığını iddia ediyor. Halbuki durum böyle değildir. Dersim isyanı için Kürt aşiretleri yıllarca hazırlık yapmış, Atatürk liderliğindeki Türk devleti de isyan başlayana kadar askeri hiçbir harekâta girişmemiştir. Kemalist iktidarın 30’lu yıllarda Tunceli’de yaptıklarını incelersek bu gerçeği görebiliriz.

1930’daki Ağrı isyanının bastırılmasının ardından Doğu Anadolu’daki gücüne büyük darbe vurulan Kürtçülüğün Dersim dışında tutunabilecek bir yeri kalmamıştı. Dersim’deki Kürt aşiretlerinin bir ayaklanmaya hazırlandığı daha 30’ların başlarında tespit edilmişti. Pek çok resmi raporun yanı sıra Başbakan İnönü ve Ekonomi Bakanı Bayar’ın Şark Raporları da, bu konuda uyarılarla doludur.

Atatürk de isyanı elleri kolları bağlı beklemez. 1935’te “Tunceli Vilayetinin Kurulmasına İlişkin Kanun” kabul edilir. O zamana kadar Dersim olarak bilinen yöreye Tunceli ismi verilir.

Ancak Atatürk Tunceli’de yalnızca askeri önlemler almaz, Tunceli’ye “medeniyet” götürülür. Yüzlerce yıldır şehir merkezlerinden kopuk yaşamış Tunceli köyleri yapılan yol ve köprülerle “medeniyet”le tanışır. Hastane yapılır, doktor götürülür. Okul yapılır, öğretmen götürülür. Mahkeme yapılır, adalet götürülür… Köylüyü baskı ve zulüm altında tutan aşiret reislerinin silahlarına el konulur… Tabii tüm bu “medenileşme” hareketi gerici Kürt aşiretlerinin direnişiyle karşılaşır.

Ve… 1937 yılının 21 Martında, yani bugün PKK’lıların da ayaklanma günü olarak kutladığı Nevruzda, Seyit Rıza liderliğindeki Abasan Aşireti, Harçik Köprüsü’nü yakarak isyanı başlatır. Aynı gece bir karakolumuzu basarak 33 askerimizi şehit ederler. 1920 Koçgiri isyanını liderlerinden ve Ağrı isyanına da katılmış Alişer ile Nuri Dersimi de isyancılar arasındadır.

Ertesi gün Pah Hükümet Konağı, ilçede yeni kurulmuş ilkokul ve hastane de ateşe verilir. İsyanın hedefi açıktır: Atatürk Cumhuriyeti’nin götürdüğü “medeniyet”in bütün simgeleri…

Tabii Atatürk, isyanın hemen bastırılmasını emreder. Ve dönemin Tunceli Valisi Korg. Abdullah Alpdoğan’ın komutasındaki 20 bin kişilik bir kuvvetle isyan bastırılır. Elebaşları idam edilir.

“Dersim Harekâtı” olarak bilinen bu isyan bastırma operasyonu, bölgedeki aşiretlerin gücü tamamen kırılana kadar sürer. Aşiretlerin önde gelenleri, Tunceli dışına sürülür ve bölgede Cumhuriyet rejimi tam anlamıyla tesis edilir.

Kürtçülerin  ve  Fethullahçıların  yalanlarını  belgelerle

çürütüyoruz…

Varan 1 :  İsyanın  lideri  Seyit  Rıza  bir  tarikat  şeyhi  ve  aşiret

reisiydi

Kendisine  solcuyum,  ilericiyim,  sosyalistim  diyen  bir insanın  Dersim  isyanını 

savunması  kadar  mantık  dışı  bir  şey  olamaz.

Çünkü  Dersim  isyanı  kesinlikle  bir  halk  hareketi  ya  

da  ilerici  bir  ayaklanma  değildir…

İsyanın  lideri  Seyit  Rıza,  Dersimli  bir  aşiret  reisidir.

Ve Atatürk Dersim’deki aşiret yapısını ortadan kaldırmak istediği için ayaklanmıştır.

Seyit de zaten bir isim değil, Peygamber soyundan gelen Şeyh anlamında yerel bir dini ünvandır! Anlayacağınız, Dersim isyanı, bir derebeyinin, bir dini liderin, bir tarikat şeyhinin, bir aşiret reisinin Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmasından başka bir şey değildir.

Bu anlamda Menemen ayaklanmasından hiçbir farkı yoktur.

Okumaya devam edin ‘Anlamak isteyenlere : Dersim’de ne oldu, Atatürk ne yaptı ?’

25
Kas
09

Türk edebiyatında ruhumuzu bulacağız…

Bir roman olarak “Uluğ Bey’in Hazinesi”ndeki kurgu Türk romancılığında onu bir başyapıt haline getirir. İyi ile kötünün, ilerici ile gericinin, bilim ile yobazlığın, devrimcilerle döneklerin, yoksul halk ile zenginlerin mücadelesi aynı anda iç içe bir bütünlük içinde sunulur. Tarihi bir olay büyük bir ideolojik hesaplaşma sahnesi olarak seçilir ve devrimci bir direniş çağrısına dönüştürülür.

Uluğbey’in Hazinesi

Adil Yakubov, bir Özbek Türkü ve 1926 yılında doğmuş. O dönemin Sovyetler Birliği’nde babası “milliyetçilik” suçlaması ile kurşuna dizildiğinde yıl 1944’müş. Buna karşın ve henüz 17 yaşındayken İkinci Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak Sovyet Ordusu’na katılmış ve görev yapmış. Ordudaki görevi sırasında ilk romanı “Akranlar”ı yazmış ama ona ün kazandıran ilk romanı “Mukaddes”tir.

Yakubov’un başyapıtı “Uluğ Bey’in Hazinesi” ise sadece Özbek dilinin değil tüm Türk dilinin en önemli romanı diyebiliriz. Günümüze kadar 25 dile çevrilen bu roman Yakubov’u da Türk Dünyasının yaşayan en büyük romancısı yapmaktadırş.

Uluğ Bey (1393-1449) Timur’ un torunu ve Semerkand’ın hakimidir. Ama hükümdarlığı ile değil bilimadamlığı ile bilinir. Uluğ Bey dönemi, Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Onun döneminde Semerkand dünya bilim ve kültürünün çekim merkezi olacaktır.

Uluğ Bey medresesinin girişinde “İlim öğrenmek erkek-kız bütün Müslümanlara farzdır” hadisi yazılıdır ve onun döneminde kız-erkek birlikte eğitim yapar. Aslında Atatürk’ten 500 yıl önce atılmış bir laik eğitim adımıdır bu.

Kurduğu rasathane ise dönemin en büyük gözlemevidir ve burada Uluğ Bey ünlü yıldız cetvellerini hazırlar. “Uluğ Bey Ziyci” olarak bilinen bu cetveller astronomi biliminde 400 yıl temel kaynak olarak okutulmuştur. Uluğ Bey’in gözlemlerinin bugünkü değerlere bile çok çok yakın olması onun dehasını ortaya koyar. Sadece astronomi değil matematikte de büyük bir alimdir.

Kurduğu medrese ve rasathanede iki önemli ismi daha görürüz. Birincisi Bursalı Kadızade-i Rumi’dir. Kadızade büyük bir bilgindir ama aynı zamanda Osmanlı vatandaşıdır ve Şeyh Bedreddin’in de hocasıdır. İkinci önemli isimse Uluğ Bey’in “manevi oğlu” Ali Kuşçu’dur. Ali Kuşçu daha sonra Semerkand’dan İstanbul’a gelecek ve Fatih Sultan Mehmet döneminde Fatih Medreselerinin hocalığını yapacaktır. Astronomi ve matematik alanında sadece döneminin değil sonraki çağların da en önemli isimlerinden biri olacaktır. Kopernik’ten önce güneş merkezli uzay sistemi yine Ali Kuşçu’nun çizimlerinde bulunacaktır!

“Uluğ Bey’in Hazinesi” Uluğ Bey ve dönemini anlatan ve tümüyle gerçeklere bağlı kalınarak yazılmış bir tarihi roman.

Bu romanda kendisini bilime adayan bir hükümdarı ve bilim ile din adamları arasındaki kavgayı görecek, Nakşibendî tarikatının hışmını üzerine çeken alim bir hükümdarla gerici güçlerin kavgasına şahit olacaksınız.

Ülkemizde de her dönem gericiliğin yayılmasına hizmet eden bu tarikatın kökleri dönemin Maveraünnehir’ine kadar uzanır. Bu romanda Nakşi Şeyhi Hoca Ahrar’ın kurduğu büyük sömürü çarkını, onun müritlerinin yobazlığını, devleti nasıl adım adım ellerline geçirdiklerini göreceksiniz. Okurken kendinizi 2002 Türkiyesi’ne koşar adım giderken bulacaksınız.

İlericilerle gericiler arasındaki bu büyük mücadelede Uluğ Bey çağlar sonrasına bir hazine bırakmak zorundadırlar. Hazineyi saklama mücadelesinde Ali Kuşçu ile zindana atılacak, kellenizin üzerinde kılıç sallanırken “dünya dönüyor” diyecek, kimi zaman çok zorlanacak ve yılgınlığa kapılacak ama kendinizi hep direnmek zorunda hissedeceksiniz…

Bir roman olarak “Uluğ Bey’in Hazinesi”ndeki kurgu Türk romancılığında onu bir başyapıt haline getirir. İyi ile kötünün, ilerici ile gericinin, bilim ile yobazlığın, devrimcilerle döneklerin, yoksul halk ile zenginlerin mücadelesi aynı anda iç içe bir bütünlük içinde sunulur. Tarihi bir olay büyük bir ideolojik hesaplaşma sahnesi olarak seçilir ve devrimci bir direniş çağrısına dönüştürülür.

Tüm bu ideolojik çerçevenin içinde aynı zamanda bir aile dramı işlenmekte, büyük bir aşk, büyük bir davanın yoldaşlığı ile iç içe geçmektedir. Tüm bu hikaye içinde özellikle psikolojik tahlilleri ile insanın içini okuyan yazar, abartısız bir şekilde Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı ile kıyaslanabilecek bir başarıyı yakalamaktadır.

“Uluğ Bey’in Hazinesi” büyük bir hesaplaşmanın sarsıcı romanı.

Bu başyapıtı bir hazine gibi saklayacaksınız.

“İbni Sina” romanı egemenlerle halk arasındaki çelişkileri temel alıyor ve burada eşitlikçi halk hareketlerinin övgüsünü yapıyor, bu mücadele içinde iki bilimadamının hem hayatta kalma ücadelelerini hem de bilimsel çalışmalarını anlatıyor. Bu anlatım içinde her iki bilimadamının da psikolojik tahlilleri ile hayat yolları arasındaki bağlantıları kurgulanırke, bu iki dehanın ruh dünyasına ışık tutuluyor.

İbni Sina

“Köhne Dünya”da da tarihi konulara eğilen Adil Yakubov, iki büyük Türk bilgini İbni Sina ve Biruni’yi aynı romanda buluşturuyor.

Doktorların doktoru İbni Sina (980-1037) ile büyük astronomi dehası Biruni (973-1048) günümüzden 1.000 yıl önce bilimin ve aklın egemenliği için dönemin egemenleri ile büyük bir mücadeleye girişiyor ve köhne dünyanın temellerine bilimden bir balyozla vuruyorlar.

Gazneliler devletinin egemenlik alanını genişlettiği bir devirde aynı zamanda Türk bilimi de büyük bir atılım yaşayacaktır. Ebu Reyhan el Biruni daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından “Binyılın Bilimadamı” ünvanına layık görülecektir.

Ülkemizde hak ettiği üne kavuşmasa da Biruni’nin bilim tarihi açısından büyük bir önemi vardır. Astronomi alanında uzmanlaşan Biruni dünyanın yuvarlak olduğunu Galile’den 1000 yıl önce keşfedecektir. Hatta daha da ileri gidecek ve dünyanın kendi çevresinde dönüp dönmediğini bir fizik problemi olarak ele alacaktır.

Dönemin bilim adamları gibi Biruni de tek yönlü değil çok yönlü bir bilimadamıdır. Aynı zamanda doktordur ve cerrahlık yapmıştır, eczacılığın kurucusudur, ileri bir matematikçidir. Ama bu fizik bilimlerin yanında sosyal bilimleri de başlatan isimlerdendir. “Hindistan Tarihi”ni kaleme alır ki bu hem bir tarih hem de coğrafya eseridir.

Hindistan’ın ünlü kurucusu Nehru da Biruni’nin “Hindistan Tarihi” içinde önemli bir değer olarak görüldüğünü şöyle anlatacaktı:

“Ben, sana Gazneli Mahmud’un yaptığı zulümlerden bahsettim. Fakat, henüz o dönemin başka büyük bir kişisinden bahsetmedim. Bu, El-Birûnî’dir. Sınırsız zulüm ve işkence devrinde hayatın kahrına maruz kalmasına rağmen, hakikat peşinde koşan büyük bir bilgin olarak yerini koruyacaktır…”

İbni Sina ise yalnızca doktorluğu ile bilinen bir bilimadamıdır ama aslında Ebu Ali İbni Sina da çok yönlü bir insandır. Felsefe çalışmaları son derece önemlidir ve İslam Felsefesi içinde kurucu bir rol üstlenmiştir. Bunun yanında matematikte önemli keşifleri vardır, tıpta ise gerçekten çağları aşan bir dehadır. İlaçla tedavi yöntemleri yanında cerrahlığı vardır ama çok daha önemlisi insan psikolojisini dikkate alarak önemli bir adım atar. Kendisinden 900 yıl sonra Freud’la gündeme gelecek psikanaliz kuramlarının bazılarını İbni Sina geliştirmiştir. “El Kanun” adlı kitabı Batı üniversitelerinde 400 yıl boyunca temel ders kitabı olarak okutulmuştur.

Yakubov’un bu eserinde kendileri Türk olduğu halde Türk sayılmayan bu iki Türk dehasını tanırken geçen bin yılda değişen pek bir şey olmadığını içten içe düşünecek ve “köhne dünya” gerçeği ile yüzyüze geleceksiniz.

Bir roman olarak ise egemenlerle halk arasındaki çelişkileri temel alan ve burada eşitlikçi halk hareketlerinin övgüsünü yapan eser, bu mücadele içinde iki bilimadamının hem hayatta kalma mücadelelerini hem de bilimsel çalışmalarını anlatır. Bu anlatım içinde her iki bilimadamının da psikolojik tahlilleri ile hayat yolları arasındaki bağlantıları kurgularken, bu iki dehanın ruh dünyasına ışık tutar.

“Köhne Dünya” adıyla yayınlanan bu romanı “İbni Sina” adıyla Türkiye Türkçesinde yeniden basarken, Türk okurların kendi tarihlerindeki ileri geleneği tanımalarını amaçlıyoruz.

İbni Sina ve Biruni’nin romanını severek okuyacaksınız

“Mukaddes” tam anlamıyla sosyalist emekçiliğe bir övgü olarak görülebilir ama aslında sosyalizmin ötesinde bir adalet arayışının ve toplumsal vicdanın, yaşamın özü olduğu gerçeğini bizlere en çarpıcı şekilde gösterdiğini anlayacaksınız. Çok sıradan bir hikayenin sıradışı sonu ise romanın gücünün ortaya koyduğu gibi bizleri hayatın en yalın gerçeği ile yüzleşmek ve kendimizi sorgulamakla baş başa bırakıyor: Yakubov aşkın ve adaletin terazisini elimize veriyor ve bizi vicdanımızla baş başa bırakıyor.

Mukaddes

Mukaddes kısa bir roman ama kesinlikle bir başyapıt. Mukaddes, özünde bir aşk romanı ve bu yanıyla son derece sürükleyici. Kitabın erkek kahramanı Şerif, Mukaddes’i ilk gördüğünde içinde bir kaynama hissediyor ve “o an” aşık oluyor. Okurken aynı şekilde siz de Mukaddes’e aşık olacaksınız.

Bir okul sırasında yanınızda oturan genç kızın, onu daha önce hiç görmemenize, hakkında hiçbir şey -hatta adını bile- bilmemenize karşın nasıl olup da sizi bir anda kendisine aşık ettiğini çoğu delikanlı yaşamıştır ve romanı okurken belki de bu nedenle bir anda kendinizi aynı aşkın içinde bulacaksınız.

Fakat romanın odak noktası aşk gibi dursa da bu aşkın içinde geliştiği bir de toplumsal yapı ve kişisel seçim meselesi öne çıkıyor.

Şerif bir taraftan fabrikada işçidir ve üstelik örnek bir Sovyet işçisidir. Ailesi ise yine de çocuklarının okumasını, üniversiteye gitmesini ve mühendis olmasını istemektedir. Bu ise Şerif’i bir seçim yapmak zorunda bırakır; örnek bir emekçi mi olacaktır yoksa rahatı seçip aydın sınıfına mı katılacaktır?

Okumakla çalışmak arasında gidip gelen Şerif aslında sosyalizmin işçi kalmakla aydın olmak arasındaki tercihinin de bir romanı. Fabrikadaki işçi arkadaşları için okumak burjuva özentiliğidir ve emeğe ihanettir. Okumak kolayı seçmektir. Aslında Şerif de böyle düşünmektedir ama bir taraftan da ailesinin isteklerini kırmaya çekinmektedir.

Romanda dönemin sosyalist ideolojisi tartışılmaktadır ama bu tartışma sırasında kendinizi hiç de sosyalist olmayan ülkenizde bulacaksınız. Ailelerin “aman evladım oku da bizim gibi hayatın zorluklarını çekme” öğüdününse aslında nasıl büyük bir toplumsal trajedinin üzerini örttüğünü sorgulayacaksınız.

Yakubov’un eseri bu açılardan tam anlamıyla sosyalist emekçiliğe bir övgü olarak görülebilir ama aslında sosyalizmin ötesinde bir adalet arayışının ve toplumsal vicdanın, yaşamın özü olduğu gerçeğini bizlere en çarpıcı şekilde gösterdiğini anlayacaksınız.

 

Okumaya devam edin ‘Türk edebiyatında ruhumuzu bulacağız…’

24
Kas
09

Bugün 24 Kasım – Öğretmenler Günü

 

Bugün  24  Kasım…     Öğretmenler Günü...

Bugüne  kadar  PKK’nın  görevi  başında  şehit  ettiği  öğretmenlerimizin  sayısı  125…

Yalnız  öğretmenlerimiz  mi…

Yüzlerce  doktorumuz,  hemşiremiz,  mühendisimiz  de  bölücü  terörün  hedefi  oldu.

Sadece  ve  sadece  Türk  oldukları  için…

Bu  ırkçı  anlayışın  benzeri  anca  Hitler  dönemi  Nazi  Almanyası’nda  görülebilir.

PKK’nın  ırkçı  terörünü  lanetliyor  ve  şehit  öğretmenlerimizi  saygıyla  anıyoruz.

Büyütmek için tıklayınız
(Büyütmek için tıklayınız)

http://turksolu.org/


23
Kas
09

Sevgili domuz gribi yardım et bize

Sevgili virüs,

Sen beni tanımazsın, istersen önce sana kendimi tanıtayım.

Ben bir Türk’üm.

Atalarım, dedelerim, ninelerim binlerce yıl yaşamışlar yeryüzünün dört bucağında: Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar ayak basmadığımız yer kalmamış.

Büyük salgınlar soyuma pek zarar verememiş. Genelde temiz bir soy olduğumuz için midir bilemem ama ne öyle büyük veba salgınları ne de başka tür salgınlar fazla etkili olabilmiş.

Ama soyumu kurutan başka mikroplar çıkmış.

En büyük mikrop elbette Batının kendisi.

Atalarım bu mikropla karşılaştıktan sonra kitleler halinde kırılmaya başlamış.

Balkanlar’da, Rumeli’de tam 5 milyon Türk soykırımla yok edilmiş.

Kafkaslar’da Ermenilerin, Rusların kırıp geçirdiği Türk’ün sayısı da 1 milyonun üzerinde.

Orta Asya’da Stalin gelmiş ve kırmış yüz binlerce atamı.

Arap yarımadasında yine yüz binlerce soydaşımız yok edilmiş.

Bunca mikrop tarafından yok edile edile Anadolu’da ancak tutunabilmişiz ki, “hasta adam” diye saldırmış bu defa da Batılı mikroplar ve öldürmeye kalkmışlar beni.

Sonra bir mucize olmuş sanki.

Büyük bir Türk çıkmış ve kurtarmış soyumu.

O’na bu nedenle Atatürk deriz biz.

Bu büyük “doktor”un Batılı mikroplara karşı tek aşısı varmış, milliyetçilik.

Türk’e kendisine güvenmeyi öğretmiş; “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” demiş.

Hakikaten de Türk’ü kendi kanı kurtarmış.

Kurtarmış ama yine de Batılı mikrop Anadolu’da kökten yok edilememiş.

Batılılar gidince bu mikrop bazı Türk görünüşlü insanların vücuduna yerleşmiş.

Bunlar tıpkı Batılılar gibi Türk’e düşman olmuşlar ve Türk’ü yok etmek için uğraşmışlar.

Bu virüse yani Batıcılık virüsüne biz genelde daha siyasi bir isim veririz; “vatan hainliği” deriz.

Sen belki bilmezsin ama bu virüs senden bin kat daha tehlikelidir.

Senin gücün sınırlıdır ama bu hainlik virüsü Türk’ü hep yok etmiştir.

Okumaya devam edin ‘Sevgili domuz gribi yardım et bize’

23
Kas
09

“Yavuz Hırsız”lar

Kimi amaçlı işlem ve soruşturmaların öngörülen olumsuz sonuçları gibi değişik adlarla gündeme gelen açılımın sonuçları da yarar getirmeyecektir. Kürt milliyetçiliğine soyunan ilkel ırkçılarla ilerici ve demokrat görünmek için destek veren sözde aydınların birleşen amaçları Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığıdır. Osmanlı döneminden bu yana lâik Atatürk Cumhuriyetine karşı çıkan aymaz ardıllarla lâikliğin anlam ve amacını kavrayamayan Arap milliyetçisi ümmetçilerin AB ve ABD güvencesiyle iktidar hoşgörüsü içinde sürdürdükleri çabalar karşılaşılan tehlikelerin belirtileridir. Yeni ordu kurmaktan, yeni yargı organları oluşturmaya, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay kadrolarıyla Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yapısının değişmesi umuduna uzanan çarpık önerilerin dillendirildiği günümüzde imza tartışmaları, dinleme aykırılıkları, Dersim suçlamalarıyla toplum yanıltılmakta, iktidarın nedeni ve öncüsü olduğu kötü durumlar unutturulmaya, gündem değişiklikleriyle halka yeni ağırlıklar yüklenmeye çalışılmaktadır. Hamas’ı, El Kaide’yi, Hizbullah’ı, Hizbut-Tahrir’i, İBDA-C’yi, Kaplancı’ları, ve aynı doğrultudaki dinci yasadışı örgütlerin yaptığı kıyımları urnutmuş görünüp “Müslümanlar soykırım yapmaz” genellemesiyle Sudan’ın El-Beşir’ini de savunan günümüz Başbakanı’nın CHP Genel Başkan Yardımcılarından Onur Öymen’i kınayıp hukukdışı dinlemeleri savunması kendinden beklenen, alışılmış yanlışlıklarıdır.

Adalet Bakanı, İstanbul Hâkimevi’nde destekçileri gazetecilerin çoğunlukta olduğu basın ilgilileriyle buluşup kendini savunmak için olayları çarpıtarak yorumlamış, değerlendirmiş, hukukdışı dinleme ve izlemelerle partisinin kurduğu iktidarın yapıp yaptırdıklarını uygun göstermeye çalışmıştır. Olası dâva-dâvalar için önyargılı saldırılar hemen başlamıştır. Tehditler savrulmakta, kamuoyu korkutulmaktadır.

Hukuku, adaleti saymak ve savunmak başka, yanlışlık ve yanılgıları amaçlı bir biçimde yorumlayıp desteklemek başkadır. Kimi ekran ve mikrofon başına geçip geçirilenlerle kimi üniversitelerde yuvalanıp çöreklenen rejim karşıtlarının birlikte sürdürdükleri yıkım çabaları yargıya saygısızlığın ve saldırının tiksindirici örnekleriyle büyümektedir. Çelişkileri ve aykırılıkları açık soruşturma ve kovuşturmaları savunmak, yurtsever Atatürkçülerin karanlıkta kalmasını uygun bulmak, devlete darbeden cezalandırılanları alkışlamak, bölücü ve yıkıcı çabaları demokratik haklar kapsamında değerlendirmek, yarınlara ilişkin umut kırıcı olayları doğal karşılayarak soygun, rüşvet, silâhlı kuvvetler, yargı, üniversite düşmanlıklarını desteklemek, Atatürk’ü ve Atatürkçülükle Atatürkçüleri karalayıp suçlamak, isyan bastırma zorunluluğunu “katliam” nitelemesiyle kınayarak ayaklananları kutsamak, cumhuriyeti kötü yönetenleri bırakıp cumhuriyeti kötülemek, inkâr ve ihanet örnekleriyle sıralanmaktadır. Ümmetçilerle bölücülerin birlikteliği, açılımdaki sakatlıkların üstünü örtme çalışmaları, AB dayatmalarına dayanamayan iktidar zaafları düşündürücüdür. Güneydoğulu seçmenin oylarını almak için verilen ödünlerle küçülüp kararanlar Kürtçülerin asıl amaçlarının ayırdına varamayan zavallılardır. Açılımların doyurmadığı Kürtçüler daha fazlasını isteyerek saldırılarını, dış destek destek sağlama çabalarını artıracaklardır. “Yarası olan gocunur” sözünü anımsatan alınganlıkla Onur Öymen’in yerinde sözlerini Alevicilik Kürtçülük açılımlarına hız ve haklılık verdirmek, kendilerine yönelik suçlamalardan kurtulmak için fırsat sayıp abartan, tersine çeviren çevreler, iktidar, yandaşları ve Kürtçü dayanışmasıyla çıkarcı sözde aydın, sözde demokrat desteği tüm çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Sağduyulu, gerçekçi ve yansız gazetecilerin dışındaki gösterici, yanlı, bağımlı, şakşakçı yazarların yaklaşımları gerçeği açıklamaktadır. İktidar kesimi saldırıdadır. İktidarcı yandaşlar abuk sabuk yazılarla yangına körükle gitmektedir.

Okumaya devam edin ‘“Yavuz Hırsız”lar’

22
Kas
09

Anadolu’ya göçenlerin acılı ataları

Elinizdeki yayının 255 sayılı olanına, kendini küçük nedenlerden ötürü Prof. Dr. Türkkaya Ataövbaşkasından çok farklı saymanın, giderek bu farkları abartmanın, dahası öne çıkarmanın, ünlü Sigmund Freud’a göre, ruhsal bir hastalık olduğunu belirtmiş ve bunun kimi toplumsal kümelerde de görüldüğünü anlatmaya çalışmıştım. Amacım güney-doğu Anadolu’ya ilişkin sözde “açılım”a bakarak “demokrasi adına biz de isteriz” diyen ufak ufak kümelerin birkaç kurnazına biraz kafa yoracak ciddi bir “dur ve düşün!” uyarısı yapmaktı. O yazıya yalnızca ruhbilimsel kimi görüşleri sığdırabildim.

Şimdi sıra kimi tarih gerçeklerine geldi. “Biz de isteriz!” diyenlerin dedelerinin Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’da nelerle karşı karşıya kalıp, Anadolu’ya ve Trakya’ya niçin, ne zaman, nerelerden ve nasıl geldiklerini ve o zamanki devletin en güvenli ve en verimli yerlerine neden yerleştirildiklerini anımsamakta çok yarar var. Ola ki bu soruların doğru yanıtlarını bu insanların torunları unutmuşlardır. Öte yandan, görülmemiş acılarla dolu olayları bir yazıya sığdırmak da olanaksız.

Yaklaşık yirmi beş yıl önce, bu konuda uzunca (47 sayfa) bir dergi yazısı hazırlamıştım. Kimi bilgilerle dipnotlarını elden geçirmek için dışarıda iyi bir kütüphaneye, örneğin Londra’da Dışişleri Bakanlığı belgeliğine gitmeyi tasarladım. Bu düşü gerçekleştirmeden Prof. Justin McCarthy “Ölüm ve Sürgün” konulu 350 sayfalık çalışmasının henüz basılmamış ilk hazırlığını bana verdi. Kapsamlı, kılı kırk yaran bilimsel bir yapıttı. Bu kitabın okunmasını öneririm. Basılmamış kendi kısa araştırmam bugün de elimde.


1821 Yunan İsyanı’nı sonrası yaşanan Yunan mezalimini tasvir eden bir resim

Balkanlar’dan Kafkasya’ya koca bir Türk dünyasının kırpılmasına, oraların insanlarının kıyılmalarına ve kaçırılmalarına ilişkin olarak Osmanlı devletinin son yüzyılında bilinmesi gereken önemli gerçekler var. Çoğu Türk ve tümü Müslüman olmak üzere, çok geniş bir coğrafyada milyonlarca insanımız öldürüldü ve milyonlarcası da göçe zorlandı. Bu gerçekler dünya tarihinin en büyük kıyım ve kaçış olaylarıdır. Avrupa Birliği denen Hıristiyan bağnazlar, kapitalist çıkarcılar ve cahil dayatmacıların sözcülerine anımsatmalıyız ki, en azından Avrupa tarihi Türklere yapılanlara geniş yer vermeden anlatılamaz. Avrupa’da ve ABD’nde ders kitaplarına bu konuyu sokarlarsa, pek yerinde bir “demokratik açılım” yapmış olurlar. Onlar da bizden artık öğrenmeli ki, Avrupa’nın yakın geçmişi hiç de onların bildikleri ve yaymak istedikleri gibi değildir. 1821 Yunan başkaldırmasından başlayarak eşsiz Mustafa Kemâl önderliğindeki kurtuluşçu Türk ordularının 1922’de İzmir’e girmesiyle sonuçlanan bu tam 101 yıllık uzun süre Türkler için ‘cehennem acılarıyla’ dolu çok uzun bir süredir.

Bir Osmanlı gölü olan Karadeniz’in çatısı Kırım’da ve o yarımadanın geniş üst-topraklarında yüzyıllardır yaşayan Türkî kökenli Tatarlar Osmanlı korumasından çıkıp sözde bağımsız olunca hemen yanı başlarındaki Rus genişlemesinin hedefi olacaklarını anladıklarından, Türk egemenliğindeki daha güvenli topraklara daha İkinci Katerina yıllarından bu yana sığınmağa başladılar. Yunan başkaldırması sırasında Batı Avrupa Yunan hayranıydı. İngiliz ozanı P. S. Shelley (1792-1822) der ki: “Tümümüz Yunanlıyız; yasalarımızın, yazınımızın, dinimizin, sanatlarımızın kökleri Yunanistan’dadır.” Bu yargı baştan sona yanlış. Batı yasalarının kökleri Yunanistan’da değil, Roma kaynaklarındadır. Batı şiirinde Yunan’a göndermeler varsa da, düzyazısında en ufak bir ilişki görülmez. Batı’daki dinin kökleri Orta Doğu’da Filistin ve yöresinde, daha çok İbrani birikimindedir. Sanat üstündeki etkiler de çeşitlidir. Günümüzde en önce gelen niteliği emperyalizm olan Batı uygarlığı değişik yerlerden ve değişik yıllarda gelen etkilerle oluştu.


Beş milyondan biraz fazlası yurdunu, konutunu, toprağını, işini, geçmişini,
ölülerini, hattâ atalarının gömütlüklerini bile geride bırakarak, artık yalnız kendi yaşamlarını uzatabilmek için, bulabilenler ilkel arabalarla ya da tren vagonlarının üstlerine tırmanarak, gerisi yürüyerek kendilerini Osmanlı devletinin daha güvenli bölgelerine attılar.

Ne var ki, Batı Avrupa ve ABD kendini Yunan’a bağlar. 1821’de ayaklanan Yunanlılar da Mora Yarımadasının kuzeyinde çoğunlukta değildiler. Yunanlılar 1830’da Londra Antlaşmasıyla bağımsız oldular, ama ne somut bir Yunan ulusu vardı, ne de Meriç Irmağı ağzıyla Ege Denizi arasındaki Enez ilçesine dayanan bir Yunan toprağı. Aşamalarla ve önlerinde Yunan olmayanları ortadan kaldıra kaldıra bugünkü sınırlarına ulaştılar. “Etnik temizlik” denen uygulamayı başlatan onlardır. Başta Türk, ama tüm Müslüman köy, kasaba ve kentlerinde kıyıma girişip hem öldürdükleri, hem kaçırdıklarıyla çoğunluğa ulaşan onlardır.

Balkanlar’da Bulgarlar ve Sırplar da aynı yönlemi (taktiği) yinelediler. Oysa, sonra Bulgar başkenti olan Sofya’da bile Türkler onların bağımsızlık tarihi olan 1878’de çoğunluktaydılar. Birinci Balkan Savaşı sonunda Bulgarlar Edirne’ye bile girmişlerdi. Edirne bir Bulgar kenti midir? Sırplar da aynı yolu izlediler. Temelde Slav olan ama Müslüman Bosnalılar ve İllirya kökenli ama Müslüman Arnavutlar da ortak düşmanlarımızdan kaçıp Anadolu’ya geldiler. İstiklâl Marşımızın ozanı Mehmet Âkif Ersoy da, kendi atalarının bir kalıtı olarak, Arnavut kökenliydi. Balkanlar’da Arnavutluk’un 1912’de bağımsız olmasına karşı çıkan ve bu konuda şiiri de olan Mehmet Âkif’in bugün Arnavutça televizyon istemesi düşünülebilir mi? Budunsal yönden İllirya kökenli olan Arnavutlara da sınırlarımızı açmasaydık, 1876’da İstanbul’da doğan Mehmet Âkif diye bir yurttaşımız olacak mıydı? Kafkasya’daki Türkler ve Müslümanlar da, daha doğrusu onlar içinde kıyımdan kurtulabilmiş olanlar, Hıristiyanlaşmamak ve Ruslaşmamak için, kapağı Anadolu’ya attılar. Bunların içinde Karaçay, Balkar, Karakalpak, Nogay, Kumuk, Ahıska ve Azeri, giderek Orta Asya’dan Özbek, Türkmen, Kırgız ve Kazak olan Türkler, bunlara ek olarak Abhaz, Çeçen ve Çerkez örneği Türk olmayan Müslümanlar da vardı. Öldürülenler oralarda kaldı, kaçabilenler göçmen oldu ve Anadolu’ya yerleştiler.

1821’den başlayarak, Balkan, Kırım ve Kafkas tarihi bu yönleriyle bir Müslüman kıyımı ve göçü tarihidir. Bu geniş toprakların geçmişi bu iki gerçek gereği gibi incelenmeden anlatılamaz. Türklerin ve komşu Müslümanların acılı tarihi diye bir kıyım ve göç konusu vardır. Bosna’nın Batı sınırlarından doğuya doğru Balkanlar, Karadeniz çevresinin bütünü ve güney Kafkaslar’ın önemli bölümü Osmanlı’nın parçalarıydı. Buraları Orta Asya, Güney Sibirya ve Batı Çin topraklarıyla birleştirirseniz, çok geniş bir Türk ve Müslüman dünyası ortaya çıkıyordu. Ama Osmanlı kalıtından elimizde Anadolu, Doğu Trakya ve güney-doğu Kafkasya’nın en alt ucunun bir bölümü kalmıştı – o da Kurtuluş Savaşı sayesinde. Bunların dışındaki eski topraklardan geriye, bugünkü Yunanistan’da Batı Trakya’da, Makedonya’da Üsküp ve yakın çevresinde, Sırbistan’da Arnavutlarla karışık olarak Kosova’da, Bulgaristan’ın güney-doğusunda ve Romanya’da Köstence ve çevresinde ve daha kuzeyde Moldova’da kimi Türk kümeleri kaldı. Kırım Tatarları bir tek kişi kalmamacasına 1944’de anayurtlarından sürüldüler. Kafkasya’da Ermenistan’da Türk kalmadı. Oysa, günümüz Ermenistan başkenti Erivan’da nüfusun ezici çoğunluğu da Azeriydi.

Okumaya devam edin ‘Anadolu’ya göçenlerin acılı ataları’

21
Kas
09

Verimli Hilâl’de Türk egemenliği

Prof. Dr. Şener Üşümezsoy

Verimli  Hilâl  coğrafyası

Tarihsel olarak medeniyetin ilk ortaya çıktığı Mısır ve Mezopotamya Verimli Hilal’in önemli kanatlarını oluşturmaktadır. Bu anlamda Filistin, Şam, Halep, Antep ve Maraş gibi Türkiye ve Suriye’yi içine alan kanat verimli Hilal’in batı kanadını oluşturmaktadır. Urfa, Diyarbakır, Mardin, Musul ve Bağdat şehirlerinin girişi de Verimli Hilal’in doğu kanadını oluşturmaktadır. Uygarlığın çıktığı Mezopotamya bölgesi Verimli Hilal’in doğu kanadını oluşturmaktadır. Bu doğu kanat Dicle ve Fırat nehirlerinin Bağdat’a uzanmasıyla Basra Körfezi’ne ulaşırken, kuzey kesimini ise Fırat ve Dicle ırmaklarının doğduğu Doğu Anadolu Bölgesi oluşturur.

Bu bölge Erzurum ve Van’la Mezopotamya’ya ulaşırken, batıda Malatya, Elazığ ve Adıyaman bölgesinden Urfa, Maraş ve Antep kuşağına varır. Bu bölgedeki etnojenez günümüzde en çok çarpıtılan tarihsel kayıtları içermektedir.

Bu kayıtlarda 9. yüzyıldan başlayan Türkmen akınları ile Anadolu’dan önceki Türk egemenliğine rastlanır. Nedense Türk tarihini öğretirken İran’da Büyük Selçuklular, Anadolu’da Rum Selçukluları veya Anadolu Selçukluları öne çıkmaktadır. Oysa Verimli Hilal’in önemli coğrafi bölgeleri Şam, Diyar-ı Bekir, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap bölgeleri de Türk egemenliğinin en erken geliştiği bölgelerdir. Irak-ı Acem’in yani Basra Körfezi’nin doğu kıyısından kuzeye doğru uzanan bölge, Azerbaycan’ı ve Doğu Anadolu’yu içine alarak Erzurum ve Erzincan’a kadar uzanan bölgedir.

Verimli  Hilâl’de  Türk  akınları

Bu bölgenin Türk egemenliğine girişi Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın fetihleri döneminde modern tarihi aydınlatacak şekilde ele alınmıştır.

Hunlar, Kafkasya’nın kuzeyinden Derbent Geçidi yoluyla Ağran bölgesine (Azerbaycan) Ogur, Sarı Gur, Utigur isimli kabileler olarak girmiş ve buradan Doğu Anadolu yoluyla Şam’a yani Verimli Hilal’in Akdeniz kıyısına ve Diyar-ı Bekir bölgesine akınlar gerçekleştirmişlerdir. Bu akınlar Irak-ı Acem dediğimiz Kuzeybatı İran üzerinden devam ederek Türkistan’a doğru yönelmiştir. Bunlar tarihsel kayıtlara Ak Hunlar ve Kızıl Hunlar ismiyle geçmiştir. Bu kayıtları Ermeni tarihçiler Alban Tarihi olarak kayda almışlardır. Ortaçağ dönemindeki etnik oluşum ise Selçukluların İran’da Gaznelileri yenmelerinden önce başlayan bir Türk akını tarihidir.

Abbasi halifelerinin emrindeki Türk paralı askerlerin dışında ilk Türk akınları Balkaş Türkmenlerinin Azerbaycan bölgesindeki Revandi Emirliği’ne destek vermek için gelen Türkmenlerle başlamıştır. Diğer taraftan Alparslan’ın Anadolu’daki Malazgirt Meydan Muharebesi’nden çok önce, Tuğrul Şah zamanında, Türkmen kabileleri İbrahim Yinal önderliğinde Azerbaycan ve İran’a girmişlerdir.

Verimli  Hilâl’de   Selçuklu  egemenliği

Azerbaycan’dan Erzurum-Erzincan yolu boyunca uzanan Türkmen akınları Çağrı Bey ve oğlu Yakuti Bey’in yönetiminde gelişmiş ve bunların emrindeki bir bey olan Saltuk Bey daha sonra Saltukoğulları ile tarihte göreceğimiz beyliği kurarak bu akınları sürdürmüştür. Yakuti Bey’le birlikte Horasan, Salari, Diyarbakır ve Urfa bölgesini fethederek bu bölgeye girmişlerdir.

Sultan Tuğrul’a tabi olan Diyarbakır Mervanoğulları beyi Nasır’ın egemenliğindeki Amed’e Roma komutanlarının akını sürecinde Diyarbakır’ı Rumlara karşı bu Türkmen beyleri savunmuştur.

Okumaya devam edin ‘Verimli Hilâl’de Türk egemenliği’

21
Kas
09

İhanet Acılımını Protesto Edelim..!!!

19
Kas
09

İdam insanlık suçu mudur ?

 

Bu saldırıda, insanlığa ilişkin hiçbir şey bulamazsınız. Yargılama yoktur, sorgulama yoktur, o genç kıza sorulan bir şey yoktur, onun fikri alınmamıştır. Tek suçu orada, o otobüste olmaktır! Asıl insanlık suçu onu öldürmeye teşebbüs etmek, ömrünün sonuna kadar yüzünde taşıyacağı yanık izlerine mahkum etmek, belki de tedavisi mümkün olmayan bir travmaya yol açmaktır ve bizi asıl ürküten tüylerimizi diken diken eden budur. Bu, sadece son şadıklarımızdan bir örnektir, binlercesinden biri… Daha önce de buna penzer pek çok saldırı, pek çok insanlık suçu yaşanmıştı. 2006’nın Nisan ayında biri 24, diğeri 18 yaşında iki kız kardeş Esenler’de PKK’lıların yaktığı otobüsün içinde kalarak hayatını yitirmişti. 2007’de Gazi mahallesinde iki ayrı otobüse düzenlenen saldırıda pek çok masum insan yaralanmıştı.

“Ölen  askere  mi  hümanist  olacağız

öldüren  katile  mi ?”

Önceki hafta binlerce Türk, ellerinde “Dağa çıkanı da, çıkartanı da, indireni de, Hepsini asacağız” dövizleriyle İstiklal Caddesi’nde TÜRKSOLU öncülüğünde yürümüştü.

Malum “barışsever” çevre önce bundan, sonra da bu sloganı gazetemizin kapağına taşımamızdan son derece rahatsız olmuştu.

“Ürküten pankart” başlıkları atarak, ne kadar dehşete düştükleri üzerine, bu sloganın ne kadar da “faşizan” ve “ırkçı” olduğu üzerine günlerce konuştular, yazdılar.

Elbette bu karalama kampanyasına cevabı, önce yürüyüşü alkışlarıyla destekleyen sıradan vatandaş, sonrasında internet sitelerinden TÜRKSOLU’nu savunan tepkili Türkler, sonrasında da internet sitemizden başyazarımız Gökçe Fırat’ın “Günümüzün en hümanist sloganı: Hepsini Asacağız!” başlıklı yazısıyla vermişti.

Gökçe Fırat “Hümanizm, merhamet, affedicilik, barış gibi sloganların içeriğini iyi tanımlamak gerekir. Yurttaşının yaşam hakkını korumak bir devletin varlık nedenidir. Ortada bir katil çetesi, terör örgütü varsa ve bunlar terörle yani silahla senin vatandaşlarını öldürüyorsa hümanizmi kime göstereceksin?” diye soruyordu.

Evet hümanizmi kime göstereceğiz?

“Ölen askere mi hümanist olacağız, öldüren katile mi?”

Ne yazık ki, bizim ülkemizde tüm işbirlikçi güçler birleşmiş, tüm sözde solcular birleşmiş ve hatta tüm milliyetçi geçinen sahtekârlar birleşmiş öldüren katile hümanizm göstermenin derdine düşmüşler!

Bu slogandan ürkmelerinin, tüylerinin diken diken olmasının nedeni de budur.

Bu zamana kadar PKK’nın gerçekleştirdiği bir terör eyleminden ürkmeyenler, masum insanlara yönelik katliamlarından ürkmeyenler, teröristlerin meclise girip içimizde rahatça dolaşmasından ürkmeyenler ne olmuştur da bir pankarttan bu kadar ürkmüşlerdir?

Söyleyelim bir gün bu işin kendilerine de döneceğinden korkuyorlar, o kadar…

İdam  insanlık  suçu  mudur ?

“İdam insanlık suçudur” edebiyatı yapılıyor.

Oysa idam yalnızca bir suçun hukuki yollarla verilen cezasıdır.

Öyle bir cezadır ki, sorgulayarak, yargılayarak, inceleyerek, tanıkları, sanıkları dinleyerek verilen cezasıdır.

Bilerek adam öldürmenin, isteyerek bir insanın yaşama hakkını elinden almanın cezası da, elbette kendi yaşam hakkının elinden alınması olmalıdır.

Kaldı ki, ortada yaşama hakkı elinden alınmış binlerce kadın, çocuk, asker, polis varken ve Apo bunların ölüm emrini veren, bunları öldüren sorumlu iken onun hayatı neden bu kadar değerli olmaktadır?

Teröristler hiç savunmasız masumları öldürürken ortada bir insanlık suçu yoktur da, onları öldüreni asmak mı insanlık suçudur?

Şimdi bir hafta öncesine dönelim, 9 Kasım Pazartesi gününe…

İstanbul Küçük Çekmece’de 6 PKK’lı terörist, bir İETT otobüsüne molotof kokteyli ile saldırıda bulunuyor.

Özgür bir ülke ya Türkiye, PKK’lı yeri gelir slogan atar, yeri gelir bayrak yakar, yeri gelir dağa çıkar, yeri gelir saldırır ve öldürür ya, o gün de “özgürce” molotof kokteyli ile otobüs yakmaktadır.

Sonucunda otobüsten inmek üzere olan 16 yaşındaki bir genç kız feci şekilde yanar, anasının babasının gözü önünde can çekişir, ağır yaralı olarak hâlâ tedavi altındadır…

Medyamız bunda “ürkecek” hiçbir şey bulamamış olacaktır ki, öyle çok da yer vermez.

Ne de olsa PKK öldürme hakkını kullanmaya çalışmıştır ve ortada herhangi bir insanlık suçu yoktur onlara göre.

Bu saldırıda, insanlığa ilişkin hiçbir şey bulamazsınız.

Yargılama yoktur, sorgulama yoktur, o genç kıza sorulan bir şey yoktur, onun fikri alınmamıştır.

Tek suçu orada, o otobüste olmaktır!

Asıl insanlık suçu onu öldürmeye teşebbüs etmek, ömrünün sonuna kadar yüzünde taşıyacağı yanık izlerine mahkum etmek, belki de tedavisi mümkün olmayan bir travmaya yol açmaktır ve bizi asıl ürküten tüylerimizi diken diken eden budur.

Bu, sadece son yaşadıklarımızdan bir örnektir, binlercesinden biri…

Daha önce de buna benzer pek çok saldırı, pek çok insanlık suçu yaşanmıştı. 2006’nın Nisan ayında biri 24, diğeri 18 yaşında iki kız kardeş Esenler’de PKK’lıların yaktığı otobüsün içinde kalarak hayatını yitirmişti.

2007’de Gazi mahallesinde iki ayrı otobüse düzenlenen saldırıda pek çok masum insan yaralanmıştı.

Ve bu saldırıları düzenleyenler sadece “öldürme haklarını” kullanmıştır o kadar.

Ve bu “hak” PKK’nın kendi kendine tanıdığı, cezası da ölüm olmayan bir haktır.

Mavi Çarşı saldırganları hâlâ yaşıyor, Güngören’deki patlamayı gerçekleştirenler de öyle…

Bu terör saldırılarını gerçekleştirenleri idam etmek istemek ise faşistlik, ırkçılık, insanlık dışı ilan ediliyor ülkemizde ne yazık ki. Bu saldırılarda ölenlerin yaşama hakkından ise kimse söz etmiyor.

1984’ten bu yana, çatışmada öldürülen, pusu kurularak öldürülen askerimizi, görevi başında katledilen öğretmenimizi, doktorumuzu, onların ailelerini savunmak, onları katledenlerin cezasını istemek birilerini dehşete düşüren bir insanlık suçu haline getiriliyor. PKK’

nın tüm eylemleri sonuna kadar ırkçı iken, öldürdükleri insanların tek suçu Türk olmak iken, onları yargılayıp idam etmek istemek ırkçılık haline getirilmiştir!

Oysa terörle mücadelenin başka bir yöntemi yoktur.

Bir terörist, ucunda idam olmayacağını bildiği sürece öldürmeye acımasızca devam eder.

Kaldı ki, onların öldürmesinde bir sınır yoktur.

Yaptırımı yoktur çünkü.

Okumaya devam edin ‘İdam insanlık suçu mudur ?’

19
Kas
09

AKP’nin dış politika ekseni : ABD sözcülüğü


 

Tayyip eskiden Şaron’la görüşürdü. Şimdi Ahmedinejad’la görüşüyor. Değişen bir şey mi var? Tabii ki yok. Tayyip , dün Şaron’a giderken taşıdığı kimliği İran’a giderken de bırakmadı: Amerikancılık..

İç  politikada  ABD’ye  bağımlı  AKP

dış  politikada  göz  boyuyor

Bir yandan Kürt açılımı, bir yandan Ermeni açılımı derken, dış politikada da önemli gelişmeler yaşanmaya başladı. Ve Şeriatçı “yandaş medya” yaygarayı kopardı: “Türkiye yüzünü Doğuya dönüyor.”

Gerçekte neler olduğunu anlatmadan önce bir iki hatırlatma yapalım.

Türkiye gibi “bağımlı” ülkeler dış politika tercihlerini kendileri belirlemez. Zaten “bağımlılığın” göstergelerinden biridir bu. Ama bağımlı yapının önemli iki göstergesi daha vardır. Ekonomi ve iç politika.

Türkiye’de de AKP iktidarı ilginç bir taktik izliyor. Ekonomi ve iç politikada atılan her Amerikancı adım sonrası sözde bir “bağımsız dış politika” adımıyla şov yapılıyor. Anlayacağınız AKP tribünlere oynuyor.

Ekonomisi bu kadar dışa bağımlı, iç politikada tamamen Obama’nın direktifleriyle hareket eden bir iktidarın dış politikada bağımsız olması mümkün değildir.

Öyleyse AKP niye İsrail’e çatıyor? Niye İran’a kadar gidip destek oluyor? Niye Tayyip ve Gül ardı ardına açıklamalarla Batıya kafa tutuyor?

Bunun nedenini anlamak için 25 Ekim’e dönmek gerekir. 25 Ekim 2009 Türk milletinin AKP’nin Kürt açılımına karşı tepkilerini gösterdiği, Türkiye’nin dört bir yanında ayağa kalktığı bir gün olmuştu. Üstelik hiçbir partinin örgütlemediği tamamen kendiliğinden eylemlerle…

Bu AKP açısından sıkıntılı bir durum. Kürt açılımı görüşmeleri sırasında Arınç da şu yorumu yapmadı mı: “Bu iktidarı risk atacak bir proje olarak görülse bile bu ülke için buna ihtiyacımız var. Neye mal olursa olsun.”

Anlayacağınız AKP, bırakın Türkiye’nin çıkarlarını, kendi parti çıkarlarını bile düşünebilecek bir durumda değil. ABD’nin direktiflerini “neye mal olursa olsun” uygulamak zorunda.

ABD,  AKP’yi  mi  devirecek

“AKP Batıya kafa tutmaya başladı” propagandası iki koldan birden yürüyor. Birinci kol tabii ki yandaş medya. Böylece Kürt ve Ermeni açılımları nedeniyle tepki duymaya başlayan AKP tabanının ağzına bir parmak bal çalmış oluyor.

Bu yayın çizgisi anlaşılabilir bir şey. Ancak ilginç olan diğer kol. Türkiye’de AKP’ye muhalif olmasıyla tanınan çevrelerin tümü de AKP’nin İsrail ve ABD’yle arasının bozulduğu yorumları yapmaya başladı. Ve bunu sevinç çığlıklarıyla dile getiriyorlar.

Onların derdi de ortada. ABD ve İsrail AKP’nin ipini çeksin de Türkiye AKP’den kurtulsun!

Böylece ortaya şöyle bir manzara çıkıyor, yandaşından muhalifine bütün Türk basını AKP?ile Batı dünyasının bir problem yaşadığından bahsediyor. Televizyonlara bakıyoruz, Gül bir İran’da bir Pakistan’da. Tayyip bir İsrail’e kafa tutuyor, bir AB’ye rest çekiyor.

Peki olabilir mi gerçekten? Obama’nın TBMM’de dikte ettiği tüm açılımları bir bir uygulayan AKP, dış politikada Batıya kafa tutabilir mi?

AKP  İran’da  ABD’nin  sözcüsü

Örneğin Gül ve Tayyip’in İran ziyaretlerini ele alalım.

ABD’nin ilk saldırı hedefinin İran olduğunu sokaktaki çocuk bile biliyor. İran’ın Chavez başta olmak üzere ABD karşıtı ülkelerle kurmaya başladığı ilişkiler de ortada.

Şeriatçı basının iddia ettiği gibi AKP, ABD’ye bile kafa tutup İran’la ilişkilerini geliştiriyorsa, o zaman Chavez’i de beklememiz gerekir Türkiye’ye.

Madem Tayyip ABD’ye kafa tutuyor ve Türkiye’nin çıkarları ABD’yle çatıştığında Türkiye tarafında durmaktan çekinmiyor, buyursun Chavez’i de davet etsin Türkiye’ye.

Ya da kendi gitsin Venezüella’ya.

Yapar mı?

Yapamaz tabii ki.

Okumaya devam edin ‘AKP’nin dış politika ekseni : ABD sözcülüğü’

18
Kas
09

Ses kes, Dersim gerçeğini dinle..!!!

Gezilerimde zaman zaman karşıma çıkan bir soru var:

“Dersim isynanının arkasındaki gerçek nedir?”

Özellikle gençlerden gelen bir soru bu.

Gençler, inançlarını savunuyorlar. Bilgileri dışındaki sorularla karşılaştıklarında da, yanıtlarını gazete köşelerinde verilmesini istiyorlar…Hem kendileri, hem de kendileri gibi bilmeyenler öğrensin diye.

Doğu ve Güneydoğu’daki başkaldırmalar içinde iki tane iki tanesi önemli: Şeyh Sait ayaklanması ile Dersim ayaklanması.

Şeyh Sait  ayaklanmasının  arkasında  İngiltere vardı.

İngiltere’nin amacı, bu ayaklanma sayesinde, Musul üzerindeki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmekti. Kuzey Irak petrollerini kendi denetimi altına almaktı.

“Din elden gidiyor” görünümü altındaki ayaklanma bastırıldı. Ama İngiliz emperyalizmi de amacına ulaşmış oldu.

Gerek  Moskova,  gerekse  Türkiye  komünistleri,  Şeyh Sait  ayaklanmasına  ( 1925 )

destek   vermediler.

Komintern ( Komünist Enternasyonal ) belgelerinde; bu tutumun nedenleri şöyle açıklanıyor:

“Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”

Dersim,  bugünkü  Tunceli’nin  eski  adı.

Ve  Dersim  tarihi,  ayaklanmalarla  dolu.

Padişahlara  karşı  ayaklanmışlar.

Meşrutiyette  ayaklanmışlar.

Jön  Türk  hareketinde  ayaklanmışlar.

Sonuncu  olarak  da  cumhuriyet  yönetimine  karşı  ayaklanmışlar.

Kimler  bunlar ?

Osmanlının  bile  Tımar  sistemine  dahil  edemediği  şeyhler,  ağalar,  aşiret  resileri…

Yani  yargı  da  kendileri  olan,  vergiyi  de  kendileri  toplayan  gençleri  askere

yollamayıp  kendi  muhafızları  yapan,  haydut  çeteleri  oluşturan  feodal  güçler…

Derebeyleri.

Niçin  ayaklanıyorlar ?

Bu  geri  düzen  değiştirilmek  istendiği  için.

Komintern belgelerinde ( 1937 ), son Dersim ayaklanmasına neden olan ortam şöyle anlatılıyor.[1]

“Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır…

Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı.

Öyleki başka bir vilyetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı.

Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır.”

Ve ekleniyor:

“İsyanın  arefesinde  tapu  kadastro  idaresi,  feodal  aşiret  reislerinin  elinde  bulunan

halka  ait  malların  incelenmesi  ve  saptanmasına  ilişkin  hükümet  önlemlerini

uygulamaya  başlamıştı.


Bu  durumda  feodalizm,  kendi  yasadışı  egemenliğinin  iktisadi  temellerini  yitirme

tehlikesiyle  karşı  karşıya  bulunduğunu  hissetti.


İşte,  özellikle  bu  önlem,  isyana  yol  açan  neden  olmuştur.”

Okumaya devam edin ‘Ses kes, Dersim gerçeğini dinle..!!!’

18
Kas
09

Gımıldanıver

 

“Kazıyım mı daha emmi?”

“Sus ulen, duyen olcek şimci. Gecenin zifirinde köylüyü başımıze topleycen!”

“Tamam, sustum da önümü göremiyom ki emmi! Feneri tutuver az aşağı.”

“Belim kırılıvercek biraz daha eğilirsem İsmail!”

“Emmi ben de görmezsem kazamam ki!”

“Önüne bak ulen sen! Tuttuk işte!”

“Biraz daha aşağı, biraz daha…”

“Ahh! Yandım anam!”

Muhtar Kerim, İsmail’e el fenerini biraz daha yaklaştırma gayreti içindeyken dengesini kaybedip düştü bir anda. İsmail’in kazdığı çukurda, şimdi İsmail altta o üstte boylu boyunca uzanmışlardı.

İsmail, muhtar Kerim’i üstünden kaldırmaya çalışırken, muhtar bir yandan o diğer yandan acı içinde bağırmaya başladılar.

“İsmail, senin gibin beceriksiz yeğenim olceğine! Ulen yaktın ikimizi de!”

“Emmi ben ne ettim? Sen tutabilseydin feneri şimci….”

“Feneri tutabilseymişim! Adam oldun da konuşuyon mu daha sen bana!”

“Emmi az biraz gımılda yana. Gımıldanıver emmi. Kalkıver üstümden.”

“Nasıl kalkıcem ulen? Bacağım kırıldı herhal! Ay anamm!”

Sesler yükselince köylü, Kısmet dayının evinin bahçesine toplanmaya başladı. Her gelen önce bir şaşırıyor ardından gülmeye başlıyordu.

“Muhtar Kerim ne yaparsınız o çukurda!”

“Bak sen, o altındaki İsmail mi?”

“He falla o sanırsam. Tam seçemedim ama. Kafası parlamakta. Kesin o. Ondan başka kafası parlak kimse yoktur bizde!”

“Gece gece Kısmet dayının bahçesinde ne ararsınız?”

“Ne işleri var bunların burda yahu!”

“Bırakıp gitsek mi acep?”

Kahveci Hasan’ın bu sözü ile muhtar Kerim, aşağıdan seslendi yukarıya.

“Hah size eğlence çıktı şimci. Burda acı ilen kıvranıyoz, siz de durmuş bizlen eğleniyonuz. Yazıklar olsun sizlere de! Ahh!”

“Birimiz atlasın içeri,” dedi Kemal.

“Kaldırsın, yukarıya çekelim şunları.”

“Doğru diyor,” dediler. Latif’i güçlü kuvvetli olduğundan çukura indirdiler. Latif onları yukarı kaldırırken diğer köylüler de kollarından tutup asıldı. Bu şekilde çukurdan çıkmış olan muhtar Kerim ve İsmail’e ise şimdi köylülerin sorularını yanıtlamak kalmıştı.

“Kurtarma harekatımızda başarıylen sonuçlandığına göre şimci anlat bakalım muhtar efendi! Bu saatte, Kısmet dayının bahçesinde ne kazarsınız?”

Muhtar Kerim Hasan’a baktı göz ucuyla. Bacağını tuttu ondan sonra.

“Benim canım çekilmekte sen bana soru soruyon Hasan! İş mi bu!”

“Senin canın çekilmiydir ya, neyse! Haydin evine götürüverelim şunları da, sonra nasılsa öğreniriz öğrenceğimizi!”

Kemal konuşması bitince el etti birkaç kişiye. Karga tulumba muhtar Kerim’i kucakladılar. İsmail aksayarak da olsa yürüyebilecek durumdaydı. O da birinin koluna dayandı. Köylüler onları evlerine bıraktıktan sonra kafalarında bin türlü soru, sıcak bıraktıkları yataklarına geri döndüler. Muhtar Kerim’in karısı Hatice de hemen bir leğen içinde su getirdi, koydu kocasının önüne. Muhtar ayağım bacağım diye inlerken, karısı da durumu merak etmekteydi. Çorabını çıkardılar. Ayakta bir araz görünmüyordu. Pantolonun paçasını sıyırdılar. Bacakta da bir şey yoktu.

“Emin misin bey, bu bacağın mı?”

“Bu tabi, bak şu şişliği gördün mü?”

“Hangisi?”

Okumaya devam edin ‘Gımıldanıver’

17
Kas
09

Hadi darbecilik oynayalım..!!!

Brakın  lan   bu  ayakları..!!!

Millet  yiyor  mu  zannediyorsunuz..??!!!

Millet  işsiz  ve  aç…!!!

Allah  bilir  verem  hortladı  da,   domuz   gribi

yaygarasıyla  örtbas  etmeye  çalışıyorsunuz..!!!

Gündem  değiştirmek  ve  ortamı  bulandırmak  için

beslediğiniz  “yazar”  pezevenklerinize  ve  bağlı

oldukları  köpek  kulübelerine  ödediğiniz  parayla,

birkaç  açı  doyurup,  işyeri  açmadan  işsizliği

düşürmeden  vakit  geçirip ;  atlattık  zannettiğiniz  her

saniye  ve  salise  burnunuzdan  getirelecektir..!!!

Öbür dünyadaki  hesabınızdan  önce,  bu  millete hesabını

vereceksiniz…!!!

Allahtan  korksanız  da  korkmasanız  da, kul  hakkı

hesabı  başka  hesaplara  benzemez..!!!

Ona     Göre…!!!!!

——————————————————————————————————————————————————————-

Bütün  derdimiz  bitti  bir  darbemiz  kaldı

Geçinemeyen, ekmek bulmakta zorlanan milyonlarca insan var, ama sorumluların hiç biri maaşların azlığından, deveyi bile yutan hortumlardan, soygunlardan, suistimallerden, hırsızlıklardan, Deniz Feneri kanalıyla götürülen milyonlarca dolardan söz etmiyorlar.

Bunların nasıl önleneceğini anlatmıyorlar.

Darbe de darbe, illa da darbe!

————————————————————————————————————————————————————————–

Varsa  yoksa  darbe  ve  darbeciler

Ortalık yine toz duman, göz gözü görmüyor…

Malum, kurtlar dumanlı havayı sever. Yani, tozu dumana katanlar, kurtlara müsait zemin hazırlamakla meşguller.

Her gün yeni bir darbe haberi, her gün yeni bir darbeciler yakalandı haberi…

Bu ülkenin başka bir derdi yok.

Varsa yoksa darbe, yat darbe, kalk darbe.

Gözünü yum darbe, gözünü aç darbe.

Çocukluğumuzda oynadığımız körebe oyunu gibi bir şey.

Birileri körebe olmuş, durmadan darbeci arıyorlar.

Ellerini deydirip “ebesin dedikleri” herkes darbeci.

Bıktık artık, gerçekten bıktık bu darbe sözlerinden…

Geçen gün kısa bir gezintiye çıkmıştım.

Sokakta kimsecikler yoktu.

Ortalık alabildiğine sessiz ve sakindi.

Korkutucu bir sessizlik hakim olmuştu caddelere, sokaklara.

Okumaya devam edin ‘Hadi darbecilik oynayalım..!!!’




İstatistikler

  • 2.406.134 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Kasım 2009
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  

En fazla oylananlar