Şubat 2013 için arşiv

28
Şub
13

Elektrik faturasında büyük oyun

Eeyyy,   bu   milleti   her   yönden   soyup   soğana   çevirmeye   alışmış   ve   bunda  

dünyanın   tüm   emperyalist   soyguncularına   aracılık   eden  “hük(ü)m”et   kıyakçıları…

Kesinlikle   unutmayın   “kıyakçı”lığın   sonunu…

Şimdi   de   kalkmış   meşin  surat(sızlığ)ınızla   “utanma”dan   geçmişin   sistem  

hortumcularından   bahsediyorsunuz…

Ulan   sizin   herşeyiniz,   TV’lerde   görünmeniz   bile   hortumculuktan   beter…

Çünkü   görüntünüzle   bile   cümle   milletin   ruh   ve   sinirlerini   harap   ediyorsunuz..

Bunların   tedavisi   de   “mübarek”   sağlık   sistem(sizliğ)inizde   çifte   katmerli   intihar  

demektir…

Biliyorsunuz,  

Elektrik   tüketim   ücretlendirilmesindeki   mafyavarî   soygun   yüzünden   komşu  

Bulgaristan   Halkı   İSYAN   ETTİ…

Hükümet   düştü   v.s. …    İSYAN   HALEN   DEVAM   EDİYOR…  

Darısı   bizim   başımıza,   çünkü   esas   BİZ   TÜRKLER  “YENİ   DÜNYA   DÜZENİ”NE   İSYAN  

EDERSEK   AKKOYUN — KARAKOYUN   SAFLAŞMASI   KESİNLEŞİP,   NİHAΠ  BİR   DÜNYA  

HESAPLAŞMASINA   GİDİLİR…  

Türk   Milleti   Gücünün   farkına   bir   varsa…   NELER   OLUR,   NELER…

E-FATURA

Gizli   zam   mahkemeye   taşındı…

Elektrik  Mühendisleri  Odası  (EMO),   kamu   toptan   elektrik   satış   şirketinin   yaptığı  

% 14.8’lik   fiyat   indiriminin   elektrik   kullanıcılarına   yansıtılmamasını   yargının  

gündemine   taşıdı.

EMO’dan yapılan yazılı açıklamada, kamu toptan elektrik satış şirketi TETAŞ’ın Ocak 2013’ten itibaren geçerli olan yeni tarifesiyle elektrik satış fiyatında yaptığı yüzde 14.8‘lik indirimin dağıtım ve perakende satış şirketlerinin elektrik kullanıcılarına uyguladığı nihai tarifelere yansıtılmamasına itiraz ettiği belirtildi.

Açıklamada, Türkiye’de tüketilen elektriğin yaklaşık yarısının sağlayıcısı konumundaki TETAŞ‘ın fiyat indiriminin tüketicilere yansıtılmayarak dağıtım şirketlerinin, 2011 yılı verileri üzerinden yalnızca 3 ay için bile 575 milyon TL’lik fazladan tahsilat yapacağına dikkat çekildi.

Açıklamada, EMO tarafından 27 Şubat 2013 tarihinde Danıştay’a dava açıldığı anımsatılarak, Ocak 2013 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere açıklanan dağıtım ve perakende elektrik satış tarifelerine ilişkin Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu‘nun (EPDK) kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması talep edildiği ifade edildi.

Dava dilekçesine ilişkin bilgilere de yer verilen açıklamada, söz konusu kararın yayımlandığı gün Resmi Gazete‘de yer alan TETAŞ‘ın fiyat indirim kararının yer aydığı kaydedilerek, bu indirimin kullanıcı tarifelerine yansıtılmamasının hukuka aykırı olduğu belirtildi.

ELEKTRİK   ENERJİSİ   FİYATLARI   SÜREKLİ   OLARAK   ARTIŞ   GÖSTERMEKTE

Tarifeyi belirleyen diğer unsurlarda herhangi bir artış olmadığı koşullarda, çıplak enerji bedelinde yaşanan düşüşün hiç olmamış gibi kabul edilerek, tüketicilerin faturalarına yansıtılmamasının açıkça hukuka ve kamu yararına aykırılık oluşturduğunun kaydedildiği açıklamada, dilekçede, “TETAŞ‘ın toptan elektrik enerjisi fiyatlarında yaşanan artış, maliyet bazlı fiyatlandırma mekanizması uyarınca elektrik enerjisi tarifelerinde bir artışa neden olurken, aynı fiyatlarda meydana gelen düşüşün tüketiciye sunulan enerji fiyatlarına yansıtılmaması açıkça hukuka aykırılık taşımaktadır. Bu durum, Yüksek Planlama Kurulu tarafından belirlenen maliyet esaslı fiyatlandırma esaslarının yalnızca maliyetlerin artışında uygulanması, düşüş olması halinde tüketiciye yansıtılmaması şeklinde bir uygulamayı doğurmakta ve ülkemizdeki elektrik enerjisi fiyatları sürekli olarak artış göstermektedir” ifadelerinin yer aldığı ifade edildi.

DÜŞÜŞTEN   TÜKETİCİLER   DEĞİL,   DAĞITIM   ŞİRKETLERİNİN   YARARLANMAKTA

TETAŞ’ın geçen yılın ilk 3 ayındaki fiyatı 16.71 kuruşken; mesken aboneleri için kayıp-kaçak, dağıtım, iletim ve perakende hizmet bedelleri ile sayaç okuma bedeli dahil fiyatın 23.73 kuruş düzeyinde olduğu bilgisine yer verilen açıklamada, EPDK kararına ilişkin şu bilgiler yer ald ı:

“Fiyat ilişkisine göre, TETAŞ‘ın fiyatlarında yılbaşından itibaren geçerli olan yüzde 14.76‘lık indirim, yılın ilk 3 ayı için örneğin meskenlerin tarifesine de yüzde 11.3‘lük indirim olarak yansıtılmalıydı.

Lisans sahibi dağıtım şirketleri, tüketime sundukları elektrik enerjisinin yaklaşık yüzde 50‘sini TETAŞ‘tan temin etmekte, diğer yarısını ise Elektrik Üretim A.Ş. ile piyasadan karşılamaktadırlar.

Dava konusu Kurul Kararının geçerli olduğu dönem içerisinde, Elektrik Üretim A.Ş. tarafından arz edilen elektrik enerjisi fiyatları ile piyasada oluşan enerji fiyatlarında da herhangi bir artış meydana gelmemiş, tüketime sunulan enerji bedelinin yarısını oluşturan TETAŞ fiyatlarında yüzde 14,76 azalma olmuştur.

TETAŞ‘ın 2011 yılı verileriyle yapılan hesaplamada 3.07 kuruşluk fiyat indiriminin karşılığı yıllık 2.3 milyar TL‘ye ulaşılmaktadır.

Bu fiyat indiriminin yalnızca yılın ilk 3 ayı için geçerli olacağı dikkate alındığında ise 3 aylık dönem için 575 milyon liralık fazladan tahsilat yapılacağı anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla toptan enerji fiyatlarında oluşan bu miktardaki düşüşten tüketiciler yararlandırılmamakta, enerjiyi tüketicilere arz eden dağıtım şirketlerinin gelirlerine eklenmektedir.”

27
Şub
13

BMC İŞÇİLERİ

Mehmet  AKKAYAEskişehir’den  beraber  geldik  Ankara’ya.

Gece  Ulusal  Kanal’ın  canlı  yayınında  anlattıkları  yetmemiş,  her  fırsatta  anlatıyorlar.

Biri  bırakıyor  diğeri  alıyor  sözü :

“Şu komediye bakar mısın abi. İcra gönderen banka, Karamemedin. BMC’yi durdurdu, bizi aç bıraktı, bankası da kapıma icrayla dayanıyor. Ey Karamemed, yatağında rahat uyuyor musun?“
“Arabamı sattım. Yetmedi. 40 bin lira da borçlandım abi. Alacağımın hepsi 20 bin lira. Sen olsan içinden çıkabilir misin? ”
“60 lira elektrik parasını ödeyemedim, kestiler. 2 çocukla hanımı geride bıraktım. Mum ışığındalar günlerdir. Yola çıkarken, 4 gün önce eve 5 lira bıraktım. Ben burada et yiyorum, ama et mi yiyorum, içime kan mı doğranıyor belli değil”

Gözleri doluyor, başını çeviriyor.
“Arkadaşın eşi hamileydi. Yoldayken haber geldi. Kalp krizi geçirmiş, can vermiş. Üzüntüden gitti kadıncağız. Hem eşini, hem doğmamış çocuğunu kaybetti. Yanında olsaydı, BMC bizi bu duruma düşürmeseydi, bu canlar yaşasaydı olmaz mıydı?”
On  aydır  açlar.

Aileler  dayanamamış,  parçalanmış.

Boşanma  davaları  birbirini  izlemiş.
“Sen onu diyorsun, 10 ay oldu eve ekmek götüremiyoruz abi. Eşlerimiz nasıl dayansın. Kaç kişi boşandı, bilir misin? Tam 108 aile parçalandı.
“Bunlarda insanlık yok, vicdan yok. Bunlarda, varsa yoksa ceplerine girecek para. İşçi aç kalmış, ölmüş, boşanmış, umurlarında değil.”
“Bayramlarda konu komşuya çıkacak yüzümüz kalmadı. Kapıyı kitleyip aç bilaç oturuyoruz yemin olsun”
Gözleri doluyor.

Aklında yeni doğan bebesi…

Aralarında bir tek bayan var.

Tuğçe Yerdelen…

Aydınlık Gazetesi’nin İzmir muhabiri…

İzmir’den işçilerle beraber yola çıkmış.

Onlarla yürüyor, onlarla bölüşüyor ekmeği, onlarla, yere serilen straforlarda yatıyor geceleri.

Kardeşi, yoldaşı olmuş hepsinin.

Mola bitti, yola çıkılacak.

Tuğçe oralarda yok.

Telaş alıyor hepsini.

Telefonlar çıkarılıyor peş peşe. “Nerdesin Tuğçe can, tez koş”.

İşçilerle çay içmeye gitmiş.

Keyifler yerine geliyor, şakalaşmalar, gülmeler…

“Bu Tuğçe var ya, onun yaptığını kimse yapmaz. Bir de siz varsınız, Ulusal Kanal. Allah sizden razı olsun.”
“Abi bu allahsız televizyonlar bizi niye göstermiyor. Gözleri kör, kulakları sağır… Bilmediklerinden değil elbet. Ama bu allahsızlık, vicdansızlık nasıl olur abi?”
“Onlara biri mi diyor BMC işçisini göstermeyin diye? Sen bilirsin abi, de hele”
Otobüsteyiz yeniden, Ankara’ya revan olduk.

Sloganlar durmuyor.

Ulusal Kanal’dan haber geldi, haberlere telefon bağlantısı kurulacak.
“Abi de ki, bu işçi yaman. Bunlar aç kaldılar, evlerinde perişanlık var. Ama bu işçi yola çıktı bir kere, hakkını almadan dönmeyecek de abi”
Konuşurken telefonla, seslerini hükümete, Karamehmet’e duyurmak için var güçleriyle bağırıyorlar yeniden.

Sloganların biri bitiyor, diğeri peşinden.

Gözler çakmak çakmak.

İşçi Partisi yollara çıkmış Ankara’da işçileri karşılıyor.

Başlarında Genel Başkan Vekili, selamlıyorlar işçileri.

Kucaklaşmalar, ağız dolusu birlikte haykırmalar, sloganlar.
“Kürt de burada, Türk de, Laz da. Sırt sırta yatıyoruz. Bu açılım derdinde olanlar neyin peşindeler? Bu bölücülük niye? Bu ırkçılık peşinde olanlar, buradakilerin derdini niye görmez?”
“Bu Kirpi var ya abi, biz bunu yaptıktan sonra askerin canına güven geldi. Sipariş var, daha düne kadar 2 vardiya çalışırken, noldu birdenbire kesildi. Sebep İmralı açılımı mı yoksa? Apoyla masaya oturunca memetçiği vurdurmak serbest mi oldu.”
“Hükümete sesleniyorum. Ortadoğu’nun eşbaşkanlığını yapacağına bizim gibi açları doyursun. Bu hükümet niye memetçiği korumuyor, Kirpi’ye niye sahip çıkmıyor?”

İstanbul’dalar  şimdi.

Aklım  orada,  sesleri  kulaklarımda…

Haykırıyorlar;
“Mustafa  Kemal’in  askerleriyiz,  Kirpiyi  durdurma,  askeri  vurdurma !”

Selam   onsun  BMC   işçisine..!!!

Mehmet  AKKAYA

Aydınlık  Gazetesi  /  27  Şubat  2013

27
Şub
13

Şükür’e Kandil desteği..!!!

“Ben   Türk   değilim”   çıkışıyla   kamuoyunda   tepkilere   neden   olan   Hakan   Şükür’e  

“destek”   Kandil’den   geldi !

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan, Hakan Şükür’ün  “Ben  Arnavut’um”  sözlerine gösterilen tepkileri eleştirerek,  “Hâlbuki en büyük milli oyuncuydu.  Herkes bir zamanlar arkasında şey oluyordu. Şovenizmin derecesini görelim bunu kim yarattı, bu şovenizmle hangi sorun çözülür”  dedi.

Kalkan bir Kürt televizyonunda yayınlanan açıklamalarında, eğer Kürtler adına savaş sürüyorsa PKK’nın yürüttüğünü savunarak,  “PKK’nin, KCK’nin yönetimi var. Yönetim örgütlüyor, yürütüyor. Savaşa bunlar karar verdi, savaştan bunlar sorumlu. Savaşı durdurmak isteyenler varsa buraya müracaat edecekler, burayla şey olacaklar. Hükümet eğer istiyorsa dedik burayı görmeli. İmralı’ya gidildi, gidilebilir dedik” şeklinde konuştu. Kardeşinin Öcalan’ın, “Ben sorumlu değilim, ben yürütmüyorum, bunu yürütenler oradadırlar. Eğer istiyorsanız bende olumlu görüş belirteyim ama siz da görüş belirtin, siz çaba harcayın” sözlerini aktardığını hatırlatan Kalkan, “Bu bakımdan yani bir defa adresler doğru seçilmeli”  dedi.

“ARNAVUT’UM”  TEPKİLERİNE  ELEŞTİRİ
Duran Kalkan ayrıca, “Hakan Şükür demiş ki, ‘Ben Arnavut’um’, kıyamet kopmuş, hâlbuki en büyük milli oyuncuydu. Herkes bir zamanlar arkasında şey oluyordu. Şovenizmin derecesini görelim bunu kim yarattı, bu şovenizmle hangi sorun çözülür?” diye sordu.

“ERDOĞAN’IN  KASTETTİĞİ  KÜRT  MİLLİYETÇİLERİ  ŞİMDİ  KENDİSİNE  KOLTUK  DEĞNEĞİ”
“PKK dar milliyetçi” diyenlerin yanıldıklarını kaydeden Kalkan,  “Tayyip Erdoğan Kürt milliyetçiliği eziyorum derken PKK’nin guruna dokunuyor, hiç alakası yok. PKK başından beri Tayyip Erdoğan sandığı milliyetçilikten Kürtçülükten kendini ayırarak başladı. O Kürtçüler şimdi Tayyip Erdoğan’ın koltuk değneği halindeler. Tayyip Erdoğan’ın kanallarından dolaşıyorlar AKP propagandasını yapıyorlar. PKK’ye karşıdırlar. Kürtçülüğe karşıyım derken, Kürtçülük yapanlarla sarmaş dolaş kol kola yürüyor. Gerillaya merhaba demiş birkaç milletvekilinin neredeyse aforoz edecek duruma geldi. Kimlerle kol kola geziyor, kimle flört ediyor? Kimse görmüyor, anlamıyor öyle değildir”  dedi.

Toplumun eskiden böyle olmadığını da ileri süren Duran Kalkan,  “Kırk yıl önce Ertuğrul Kürkçü Karadeniz’e gittiğinde Dev-Genç Başkanı olarak kitleler gürül gürül sokaklara çıkıyorlardı. Karadeniz böyle değildi, şoven değildi, milliyetçi değildi, devrimciydi. Mahir Çayanların yurduydu. Fındık mitingleri, devrimci mitingleri unutuldu mu? Değil. Kırk yıl içerisinde durum değişti. Bu kadar devrimciliğe açık toplumu şimdi en şoven en faşist, Kürt düşmanı haline getirdiler”  diye konuştu.  (ANKA)

SÖZCÜ

27
Şub
13

DİKKAT ET TAYYİP..!!!

ÇİVİLER

Yıl   1915.

Çanakkale   Savaşı   başlamış   ve   düşman   tüm   gücüyle   saldırmakta.

Metrekareye düşen mermi sayısından bahsetmeyeceğim, ama hayatında ilk defa uçak gören BATAN ÇİVİMehmetçiğin  tepesine  düşen  çivileri  hatırlatmakta  fayda  var.

Atılan  çivinin  en  önemli  özelliği,  yıldız  şeklinde  olması  nedeniyle  uçaktan  nasıl  düşerse  düşsün  sivri  taraflarından  birinin  hep  dik  konumda  kalmasıydı.

Bu sivri taraflardan birine basan askerlerimizin ayaklarındaki yaralar, gerek çivilerdeki zehir gerekse bakımsızlık nedeniyle, kangrene dönüşüyor ve bacağın kesilmesi gerekiyordu.

Binlerce  askerimizin  bu  çiviler  yüzünden  sakat  kaldığı  bilinmektedir.

Aradan  yüzyıla  yakın  zaman  geçmiş  ama  tekerrür  etmekten  bıkmayan  tarih,  inatla  hatırlatıyor  o  zehirli  çivileri.

Malûm ;    ülkesini   kimsenin   ayaklarının   altında  

çiğnetmeyenler,   kendi   ayaklarını   kaybederek  

ödediler   bunun   bedelini.

Bir   de   zamanımıza   bakın…

Meydanlarda   bağırıyor,   “milliyetçiliği   ayaklar   altına   aldığını”   gururla(!)   söylüyor.

Ayağının   altına   aldığına   dikkat   etmeli   insan;   bazen   ayağı   kesilir,   bazen…

İnsanlık   bizde   kalsın ;   uyarmak   vatandaşlık   “görevi”mizdir :

—  Dikkat   et   Tayyip,   batmasın..!!! 

( NERENE   ARTIK — BİLEMEM )

Emin  Emre  BEYDİLİ

http://www.ilk-kursun.com/haber/138297

27
Şub
13

Fransa “Ulus”al “Meclis”inde Azerilere linç girişimi..!!!

FRANSA’daki  Ermeniler’in,  Fransız  Ulusal  Meclisi’nde  Sumget  olayları  ve  Dağlık  Karabağ  sorunu  ile  ilgili  yaptıkları  toplantıda  soru  soran ve  “Bugün  Hocalı  katliamının  yıldönümü”  LİNÇ - 1diyen  iki  Azeri’yi  dövdüğü  belirtildi.

Irkçı  Ermeni  partisi  Federation  Revolutionnaire  Armenienne  Dasnaksutyun  üyesi  oldukları  öne  sürülen  40  kadar  Ermeni,  konuşmayı  dinlemeye  gelen  ve  26  Şubat’ın  Hocalı  katliamının  yıldönümü  olduğunu  söyleyen  Paris’teki  Azerbaycan  Evi’nin  yöneticisi  29  yaşındaki  Mirvari  Fataliyeva  ve  Paris’te  öğrenci  olan  25  yaşındaki  Vüsal  Hüseynov’a  saldırdı.

Azeri  haber  ajansı  APA,  Vüsal  Hüseyinov’un  darp  edildiği  sırada  kadın  gösterici  Mirvari  Fataliyeva’nın  kaçarak  diğer  salonda  toplantı  yapanlardan  yardım  istediğini;  bu  sayede  ölümden  döndüklerini  yazdı.

Ajans  Ermeniler’in  yaptığı  toplantıya  sözde  Yukarı  Karabağ  devleti  Fransa  temsilcisi  Hovhannes  Kevorkian,  Ermenistan’ın  Pari s Büyükelçisi  Viken  Tchitetchian,  sözde  Yukarı  Karabağ  devleti eski  dışişleri  bakanı  Georgi  Petrossyan,  Fransa  Val  de  Marne  bölgesi  milletvekili  Rene  Rouquet,  Fransa  Loire  bölgesi  milletvekili  François  Rochebloine,  Irkçı  Ermeni  partisi  Dasnaksutyun’un  batı  Avrupa  temsilcisi  Mourad  Papazian  ve  40  kadar  aktivist  ve  Daşnak  LİNÇ -2sempatizanın  katıldığını  yazdı.

Olaya  Fransız  milletvekillerinin  seyirci  kaldıklarını  belirten  Mirvari  Fatalyeva , adli  tıptan  rapor  alıp  olayı  Fransız  mahkemelerine  taşıyacaklarını  belirtti.

Azerbaycan’ın  Paris  Büyükelçisi  Elçin  Amirbayov,  olayı  duyar  duymaz  meclise  gittiğini,  güvenlik  görevlilerinin  Fataliyeva  ve  Hüseynov’u  linçten  kurtardıklarını  gördüğünü,  dövülen  gençlere  ilk  sağlık  müdahalesinin  mecliste  yapılığını,  ardından  kendisinin  iki  genci  en  yakındaki  hastaneye  götürdüğünü  söyledi.

Büyükelçisi  Amirbayov,  Vüsal  Hüseynov’un  iç  organlarının  zarar  gördüğünü,  kaburga  kemiğinin  kırıldığının,  Mirvari  Fataliyeva’nın  ise  yüzünde  darp  sonucu  ezilmeler  olduğunun  tespit  edildiğini  söyledi.

Bunların   daha   mecliste   soru   sorulmasına   bile  

tahammülleri   yok…

Emperyalizme   uşşaklık   eden   bu   kuduz   köpeklerin ;

meydanı   tamamen   boş   bulabilseler   neler  

yapabileceklerini   bizdeki   “hepsiciği   ermenici”  

olabilenler   düşünüp   taşınsınlar…

Onlara   gerçeği   hatırlatırız — Kuduzun   tek   çaresi  

itlâftır…

Bu   kadar   basit…   

Yoksa   herkese   bulaşır — Ona   göre…

 

26
Şub
13

VATAN ONURUMUZDUR, PAYLAŞILAMAZ..!!!

CUMHURİYET

Artık  bu  konularda  yazmayayım  diyorum;  ama  ne  mümkün..

Memleket meselesi diğer tüm meselelerin önüne geçmiş; işgal, sinsice her yanımızı sarmış, kompleksli aydınlar, sanatçılar ve de çıktığı deliği beğenmeyen yeni bir tür insan nesli egemen olmuşken, yaşadığım ve de mecburen nefes aldığım her yana..

acaba diyorum; ben mi yalnızlaşıyorum,

acaba sorun bende mi, derken buluyorum kendimi gecenin bir vakti;

kalem ve kâğıt elimde ve de hatırlamak bile istemediğim ve artık olağan günlük ihanetler ezberimde..

yazıyor buluyorum kendimi, hep de sabahın beşinde, hep de; şimdi, şu an olduğu gibi, bundan sonra yazacaklarımdan habersizce, bakalım ne çıkacak…

İnsanlığın onca sorunu var değil mi; hatta yaşayan tüm canlıların sorunu; açlık, hastalık, gelir dağılımındaki adaletsizlik, kimi kimsesi olmayan çocuklar, kimsesiz yaşlılar, bir yaz tatilinde sevgiye boğulup tatil dönüşü kendisini sokakta bulan minnacık köpekler veya yavru iken alınıp biraz büyüyünce terk edilen kediler…

Balinaların soyu tükenmekte imiş, fok yavruları her sene kafalarına çivili sopalarla vurula-vurula katledilmekte imiş, Bülent Ersoy denen varlık örtünsün diye, en az iki yüz çinçilyanın derisi yüzülmüş, o çok medenî batının sözde duyarlı ve de yardımsever vatandaşları dağ keçilerini, gergedanları ve de filleri avlasın diye safariler düzenlenirmiş..

kimin  umurunda !..

Bir kişinin serveti adalar ve hatta ülkeler almaya yetiyorken, bir başkası ameliyat parası bulamadığı için ölüyor; Fransa nükleer santral sayısını ellinin üzerine çıkartırken, İran’ın bir tane yapmasına herkes karşı -ben de; ama Fransa’dakine de-…

Fransa sabah kalktığı vakit Mali’ye asker yollayabiliyor ve zaten Afrika’nın anasını ağlatmışlarken kimseden ses çıkmıyor ve lâkin benim ülkem yanı başında şer yuvası kurulurken, binlerce şehit vermişken; bir de üstüne üstlük ‘şer’in başı ile beni temsil ettiğini söyleyen birileri sözde ‘barış’ adı altında buluşuyor, pazarlıklar yapıyor ve utanmadan ve sıkılmadan ve de onursuzluklarını arşa ilân ede-ede bir yerlere hizmet etmeye devam ediyor…

Halk bu onursuzluğa karşı çıkınca, başkaldırınca; ‘üç-beş çapulcu’, ‘marjinal grup’ ya da oturma organımın kenarı sanatçılardan bazıları tarafından da, ‘çoluk-çocuk’ ilân ediliyor!..

Hayatlarında bir gün olsun köy kahvelerinde oturup bir bardak çay içmişliği olmayan bu organımın kenarlarından bazıları ve yıllardır Atatürkçü diye milleti uyutan bazı tiyatrocu müsvetteleri ise; devlet görev verdiği taktirde mağaralara ziyarete gidebileceklerini beyan ederken.. geldikleri yeri de açık ediyorlar-dı..

Ha biz bunları on sene önce söylüyor, beş senedir yazmıyor muyduk, yazıyorduk; ve lâkin kaç kişiye anlatabildik!..

Suç kimin? Suç bizim; demek ki yeterince anlatamamışız, yeterince yazmamış ve de söylememişiz..

Şimdi adam sabahın köründe tarlasına gitmiş, akşamın ayazında nöbet tutmuş; benden haberi yok, senden haberi yok, suçlu! öyle mi!..

Değil !

Biliyorsan, anlatacaksın; onun senden haberi olmuyorsa, ayağına gidip haber vereceksin; bak, onun kapısını çalanlar bugün iktidardalar ve de memleketi parselleyip satmaktalar ve bu satış, artık gizliden açığa dönmüş, cami duvarına kokudan yanaşılmaz hale gelmiştir…

Ama yine en pahalı okullar sözde Atatürkçü ve de başında ‘kolej’ ibaresi bulunan okullar ve sen çocuğunu oraya kaydettirmek için bir yerlerini yırtarken, yakana taktığın o ‘rozet’ten bile utanmayacak kadar saçma-sapan bir Atatürkçüsün; zaten Kemalist hiç değilsin!.. 

Tarladaki adam bilmiyor, çünkü o bilmemeye mahkûm edilmiş, bilmesine gerek görülmemişken ihanete ortak oluyor; peki ya sen.. işte sen ve senin gibiler yüzünden yazıyoruz ve sen ve de senin gibiler yüzünden yazacak onca sorun varken, -yukarıda bahsettim- oturup-oturup ve de dönüp-dolaşıp  aynı şeyleri yazıyoruz!

Neden?.. Belki içinizden bazıları bir şeyleri anlar, anlar da, eleştirdiği sistemin değirmenine su taşımaz diye…

Hakan Şükür; ‘ben Türk değilim’ demiş, Arnavut’muş!..

Bunu neden söylemiş anlamadım; zîrâ biz onun Türk olmadığını zaten biliyorduk; ağa babasının  Türklüğün en büyük düşmanı olduğunu her seferinde yazdık-çizdik..

Zaten Türk olmak için ‘onur’ kavramı çok önemlidir; kişi onursuz olduktan sonra, ‘ben Göktürk’üm’ dese de beş para etmez, demese de…

Bugün 12 Eylül mağduru olduğunu her fırsatta dile getiren eski solcu yeni kapitalist ve dolayısıyla liberaller ile günümüzün sol(!) örgüt ve grupları ise; her ne hikmetse ABD’nin planı olan kürdistan fikrine alenî olmasa da destek vermekte, ayrılıkçı fikir ve kişilere sahip çıkmaktadır. Peki burada sorulması gereken soru şu değil midir?

‘’12 Eylül’ü ABD’nin organize ettiği ve  -our  boys-  diyerek destek verdiği ortada iken, bugün ABD planı olduğu bariz olarak ispatlanmış bir projeye –hem de Amerikan karşıtı söylemlerle- destek veriyor olmak nasıl bir tutarlılıktır!..’’

Hem  de  kendilerine  komünist  süsü  vererek !..

İşte  burası,  saksafonun  ‘düt’  dediği  yerdir !..

Çünkü bu cenâh -bizi her ne kadar solcu saymasa da- gerçekte, öyle veya böyle; menşei ‘Türk’ olmayanlardan müteşekkildir!

Yani seksen öncesi de dahil, Türkiye’de sol; gerçekte hiçbir zaman ‘sol’ olmamıştır; çünkü bölünmeyi tasvip eden bir anlayışın ‘sol’ olması mümkün değildir ve bundan dolayıdır ki; -birkaç nefer hariç- bütün sol fraksiyonların arkasında, özünde ‘Türk’ olmayan ve ‘Türk’ kavramı ile kavgalı etnik milliyetçiliğin olduğu bugün aklı başında olan herkesçe malumdur…

Vatanından   ve   de   memleketinden   ve   de   halkından   imtinâ   ile   söz   eden  

birilerinin   ‘solcu’   olması,   maddenin   tabiatına   aykırıdır ;   çünkü   vatan   sevgisi  

sağ   ya   da   sol’a   bölünemeyecek   kadar   insanî   bir   duygudur !..

‘Ben  aykırıyım,  sınır  falan  tanımam,  vatan  da  neymiş!’’  gibisinden  cümle kuranlar ise; aykırılığın ‘a’sından haberi olmayan ve pek çok kereler dediğim gibi, iki tane yabancı kitap okumuş, dünyadan bîhaber tiplerdir; zira vatan sevgisi olmayan bir kişilik, bir kadını ya da bir erkeği de sevemez…

‘’Ben  aştım  bunları,  sınırlarım  yok!’’  diyen  bir  kişi  ise;  neyi ne kadar aşarsa aşsın, tuvalete gittiğinde bıraktığı iz kadardır; o izi, yaşayan tüm canlılar bırakır, farkı olsa.. başka bir şey olurdu.. kibirli böcek!..

‘Sol’  diyorduk..

Dün bu ülkede sağ ve sol kavgalarının arkasında ABD vardı ve her iki düşünceye sızan ajanlar, 12 Eylül’ün zeminini hazırladı; yani, dün ‘sol’ un içine sızan ABD, bugün de Atatürkçülük adı altında faaliyet gösteren bazı parti ve STK’lara sızmış durumdadır; bunları sıradan bir bakış açısıyla halkın görmesi ve anlaması elbette zordur.

AKP’nin iktidara getirilmesi sürecine girildiğinde, bu süreci yönetenler AKP karşıtlığının yanında, Kemalist güçlerin de savunma pozisyonu alacağını ve direnişe geçeceğini öngörerek bu tehlikeyi bertaraf etmek için kurnazca bir planı devreye soktular.

Kemalist düşünceyi ‘Menderes’ zamanında ‘Atatürkçülük’ sloganıyla etkisizleştirme operasyonuna girişenler bu kez de, doğabilecek Kemalist kalkışmayı engelleyebilmek için ‘Onu’ bir partiye hapsetmeyi düşündüler ve bugün itibarıyla da başarılı olduklarını varsayabiliriz!

Ancak BDP denen işbirlikçi partinin Sinop ve Samsun ziyaretleri göstermiştir ki; halk, partili-partisiz, genç-yaşlı, kadın-erkek Cumhuriyetine sahip çıkmıştır ve şu mesajı vermiştir;

‘’Bu  iş,  sizin  sandığınız  kadar  kolay  değildir  ve  olmayacaktır  da !’’…

Çünkü  bu  Cumhuriyet,  bu  halkın  ‘namusudur’  ve  halk,  namusuna  sahip  çıkmıştır !

Mesaj  açık  ve  nettir !

Cephe ‘Namus Cephesi’dir ve vatan toprağı artık bir cephedir; işte bu sebepten ve de mecburiyetten ‘hazır olun’!..

Parti ayrımı gözetmeksizin üçer-beşer kişi bir araya gelin ve nerede Cumhuriyete karşı ve de ‘Türk’e karşı bir eylem ya da nümâyiş var, orada bitin!

Elinize alacağınız tek bayrak ‘Türk Bayrağı’ olmalı; çünkü bayrak birleştirir, parti bayrakları ya da flamaları ise böler!

Artık bölünmeden savunmaya geçme zamanıdır; hangi partili olursanız olun o sizi ilgilendirir, vatan ise hepimizi; işte bu sebepten, tüm ayrılıkları bir kenara bırakıp bu ülkenin düşmanlarına karşı omuz omuza vermeliyiz, başka çaremiz yok!..

Ya özgür yaşayacağız ya da yok olup gideceğiz; dedelerimiz bizim için canlarını verdiler ise, biz de torunlarımız için aynı şeyi neden yapmayalım!

Yapacağız ;   ‘Ya  İstiklal,  Ya  Ölüm’…

Bana her gün vatanın pek çok yerinden ‘Namus Cepheleri’nin kurulduğuna dair haberler geliyor ve Cumhuriyet kadınlarının bu cephelerin en başında yer alıyor olmaları bana şu gerçeği hatırlatıyor; bu ‘vatan’ ‘ANAVATAN’…

İşte ben bu yüzden her defasında ‘geleceğiz yarısında bir gecenin’ derken;

Geleceğiz!..

Mor kaneviçeli akşam ayazlarının mineli sabahlarına doğru,

gecenin âhenginden geçip geleceğiz!

Fatma Seher’lerle (Kara Fatma) geleceğiz, Gördesli Makbule’lerle,

Binbaşı Ayşe’lerle, Nene Hatun’larla geleceğiz!

Daha niceleriyle, akın-akın, yol-yol geleceğiz… diyorum…

Hiçbir endişeye kapılmayın, ‘geç kaldık’ gibisinden vesveselerle ümitsizliğe mahkum olmayın; ‘Türk’ henüz son sözünü söylemedi.. nedir, ne diyecektir diye merak edenler var ise; etmesinler, çünkü…

..öğrendiklerinde, onlar için zaman durmuş olacaktır; azıcık tarih bilgisi olan bunu bilir; bildiği halde ihanete devam edenler ise.. kendileri bilir!..  

‘Kemalizm’in tek bir tanımı vardır; ‘’TAM BAĞIMSIZLIK’’, bu tanım ‘altı ok’un da üzerindedir; zira ‘altı ok’un hedefi ‘’TAM BAĞIMSIZLIK’’tır!..

Yani ilkeler gerek olandır; hedef, bağımsızlıktır; işte bu sebepten tek başına bir ilkeyi bayrak yapıp Atatürkçülük yaptığını iddia edenlere kanmayınız, medyatik olmalarına aldanmayınız; zira, hem bizim medya, hem de dünya çapındaki tüm medya kuruluşları şu an insanlığa karşı yürütülen ‘böl-parçala-yönet’ politikasının tetikçileri konumundadır ve dolayısıyla medyada fazlasıyla yer bulabilenlerin sorgulamasını iyi yapmak ve arka planda kime ve neye hizmet ettiğini anlamak da sizlerin görevi olmalıdır!..

Hayatın  şifrelerini  çözmeden  dönen  dolapları  anlamanız  imkânsızdır.

Size  gösterilen  ve  anlatılanla  gerçekte  olan  aynı  olmayabilir;  ki  çoğu  zaman  da  bu  böyledir,  bu  yüzden  halk  düşmanları  her  zaman  iktidarı  elinde  bulundurmuşlardır.

Okumaya devam edin ‘VATAN ONURUMUZDUR, PAYLAŞILAMAZ..!!!’

26
Şub
13

Yeter Be ; Artık Anlayın..!!!

Ergenekon   darbesi,   Balyoz   tezgahı,   casusluk   uydurması   v.b.   davalarda  

yaşananlara   hayret   ederek   “şu   da   oldu,   bu   da   oldu”   diye   yazıp  

duranlaradır   sözüm.

Her  gün  esir  bir  komutanın  destansı  kahramanlığını  yazıp,  “darbeci  değil,  kahraman”  diyerek  kısır  savunma  psikolojisinden  çıkamayanlaradır  sözüm.

Kardeşim ;

Ortada   dava — mava   yok..!!!

Suç   yok,   suçlu   yok..!!!

Bu   süreçte   tecavüze   uğrayan   “adalet”   “hanım”   acaba   kaç   piç   doğurdu,  

önce   o   piçlerin   izini   sürün   siz.

Darbe   yalanıyla   milli   güçleri   esir   aldıranlar   darbe   falan   olmayacağını  

biliyor   zaten.

Tezgahı   kuranlara   “darbe   yok”   diye   açıklama  

yapmak ;   komediden   öteye,   bir   acizliktir.

Bu  esir  alma  oyununun  gizli  tanıkları  kim ?

PKK’lı  katiller,  PKK’lı  sapıklar,  PKK’lı  tecavüzcüler….

Öcalan 2005 yılında Ergenekon’ un E’si bile ortada yokken, avukatlarına Şemdinli olaylarından sonraki ilk görüşmesinde, “bu vesileyle ordu içinde bir kesimin tasfiye edileceği kesin ama bunun ne dereceye kadar nereye varacağı belli değil” diyor.

Öcalan   TSK   içinde   yapılacak   operasyonları   4 – 5   yıl   öncesinden   biliyor   ve  

bu   bilgiyi   gitmesi   gereken   yerlere   gönderiyor.

Hillary   Clinton’ın   2012   yılında   Erdoğan’a   bir  

mektup   yazdığı   ortaya   çıktı.

O   mektupta   Clinton;   “Anlaşmamız   TSK’da   tasfiye  

ile   sınırlıydı,   çok   ileri   gittiniz.”

Diyor.

Yaaanii :

Clinton,   Erdoğan   ile   birlik   olup   Türk   Ordusunu  

tasfiye   ettiklerini   ilân   ediyor.

Yabancı   bir   ülke   ile   işbirliği  yapıp   başbakanı  

olduğu   ülkenin   Ordusu’na   tuzak   kuran   Başbakan  

onca   suçun   üzerinde   otururken,   hâlâ   nasıl  

savunma   durumunda   kalabiliyorsunuz ?

Meşhur Oslo görüşmelerinde MİT yetkilisi bayan narko terör örgütü üyelerine ne diyordu ?

“Sizinle  savaşan  ordu  mensupları  içeride…”  diyordu  değil  mi ?

Bu   alenî   ihanetin   karşısında   hala   savunmada   mı   olacağız ?

Zaman   savunma   zamanı   değil,   hesap   sorma   zamanıdır..!!!

Karayılan  Erdoğan’a;  “iktidara  gelmenizde  bizim  de  payımız  var”  diyerek  payını  istiyor.

Sahte  haham  Tuncay  Güney;

“Ergenekon  davası  bir  projeydi  bitti  artık.   İçeridekilerin  çıkması  gerekir.”

Diye  açıklama  yapıyor.

Tertip ve tertibin çok ortaklı çetesi bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Karşımızda “siyasisi, polisi, medyası, istihbaratı,  sanatçısı,  sivil  toplum  kuruluşları,  yabancı  istihbarat  elemanları  ile  organize  bir  suç  çetesi”  duruyor.

Beyler   ve   bayanlar ;   organize  bir  suç   çetesine  

karşı   savunma   yapılmaz,   saldırı   yapılır.

Hesap   sorulur.

Esir  evinde  görevli(!)  savcılarca  Ümraniye’de  buldukları  sözde  bombalar  için  esirlere  şöyle  sorular  yöneltilmişti:

“İkinci   bombayı   patlattığınızda,   birinci   bombayı   patlatmış   mıydınız?(!)…”

Telefon  konuşmaları  içerisinde  geçen  İndira  Gandhi  sözüne   binaen;

“İndira  Gandhi  kimdir ?   Tanıyor  musunuz?”

Tutsak  yazarlara ;

“Fetullah  Hoca  aleyhinde  niye  yazı  yazıyorsun ?”

“Barzani  aleyhinde  niye  yazı  yazıyorsun ?”

Siz  bu  soruları  savcıların  cahilliklerinden  sehven  sorduğunu  mu  sanıyorsunuz ?

Tabii  ki  hayır !!.

Bu  sorular  kasten;  “sinir  sistemlerini  bozmak  için,  umutsuzluğa  sürüklemek  için,  sizi  burada  dalga  geçerek,  delile  gerek  duymadan,  istediğimiz  gibi  derdest  ederiz,  ediyoruz”  mesajı  vermek  için  soruluyor.

Peki ;  Ordu  mensupları  için  hasmı  olan  PKK’lılar  neden  gizli  tanık  yapıldı ?

Şemdin  Sakık  gibi  bir  katilin  gizli  tanıklığı  neden  açık  edildi ?

Neden  bütün  gizli  tanıklar  tecavüzcü  ve  sapıklardan  seçildi ?

Ordu’nun tümünün moralini çökertmek, aşağılamak için.

“Seni esir aldım. Gizli(açık) tanıklarımı da tecavüzcülerden seçerek seni, temsil ettiğin ordunu aşağılıyorum. Bunu yapmak için hukuk kurallarına gerek duymuyorum. Çünkü ülkenizde hakim güç benim. Bu gücü anlamanız için bütün kuralları 75 milyon insanın gözüne soka soka çiğniyorum. “

Diyor.

Bu   esir   evlerini   bu   millet   yıkmadıkça,  

kimse   başı   dik   gezmesin..!!!

Bu   kadar   basit…

Bertolt  BRECHT’in  dediği  gibi;

“Ey   mutsuzlar !

Kardeşlerinizi   boğazlıyorlar,   göz   yumuyorsunuz.

Çığlıklar   duyuluyor   ama   siz   susuyorsunuz.

Aramızda   dolaşıp   kurbanını   seçiyor   zorbanın   teki,  

“sessiz   kalırsak   bize   dokunmaz”   diyorsunuz.

Bok   yiyorsunuz..!!!

Ne   tuhaf   yer   burası,   sizler   nasıl   “insan”larsınız..!!!

Haksızlık   varsa   bir   yerde   eğer   ayaklanmalı   insan.

Ayaklanma   olmuyorsa   batsın   o   şehir   yerin   dibine.

Yansın   bitsin,   kül   olsun   karanlıklar   basmadan.”

Peki  bu  operasyonlar  sadece  “öncü  işgal  gücü  görevi  yapan”  hükümet  eli  ile  yapılabilir  miydi ?

Yapılamazdı!!.

Bu operasyonların içinde sadece Polis teşkilatının F tipi çetesi yok!

Bu operasyonların içinde MİT var.

Bu operasyonların içinde Genel Kurmay Başkanları ve kuvvet komutanları var. Genel Kurmay Başkanları izin vermeden bu operasyonlar yapılamazdı.

Bu durumu görün artık.

Ahmet Takan Yeniçağ Gazetesindeki “ O fotoğrafa bir de böyle bakın!..” başlıklı yazısında;

“Saygun’un 2’nci Başkanlığı döneminde askerlere karşı operasyon başlatıldı. 1 Temmuz 2008 tarihinde Hurşit Tolon ve Şener Eruygur’a karşı yapılan operasyon Silahlı Kuvvetlerde büyük infial yarattı. O gün Genelkurmay Sosyal Tesisleri’ne öğle yemeği için gelen general/amiral ve subaylar burnundan soluyor ve özellikle hakim sınıfından olan subaylar, Tolon ve Eruygur’un görevli ve yetkili olamayan polis ve mahkeme tarafından gözaltına alınmasına isyan ediyorlardı. O sırada, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile birlikte Ergin Saygun’un sanki hiçbir şey olmamış gibi güle oynaya, şen kahkahalar atarak yemeğe gelmeleri general ve subaylarda şok tesiri yarattı.”

Diyor.

İlker Başbuğ esir edilmesine rağmen tertibin arkasında ABD olduğunu söylemekten özenle kaçınıyor.

Kozmik odaya girişe izin vermesini mazur göstermek için de; “izin vermeseydik hiç çıkamazdık” diyerek utanılası bir açıklamaya imza atıyor.

Orduyu teslim etmiş bir komutan olarak, kendi ikbal derdine düştüğünü itiraf ediyor.

Ederken  de  bir  yerlere  “görün”  diye  mesaj  yolluyor.

Sakın   kimse   “darbe   mi   yapsalardı”   diye   zırvalamasın.

Darbe   yapmadan   bir   saldırıyı   kuvvet   Komutanları   ve   Genel  Kurmay  Başkanı 

durduramıyorsa   orada   ne   işleri   var ?

Ayrıca ;   diyelim   ki   darbe   yapıldı.

Ne   olacaktı   kardeşim ?

Bu   günkünden   daha   mı   kötü   olacaktı ?

Kıvırmaya   gerek   yok.

Gerçek   açık   ve   yalındır.

Darbe,   darbe   diyenlere;

Darbe   olsa   bu   günden   daha   mı   kötü   olurdu ?

Darbe  yapan  asker  ülkenin  bütün  mal  varlıklarını  küresel  çetelere  mi  satardı ?

Ülkeyi  etnik  fesat  tohumlarıyla  mı  zehirlerdi ?

Ülkenin  topraklarını  yabancılara  mı  satardı ?

Türk  bayrağını  suçlu,  Atatürk’ü  sanık,  Kurtuluş  savaşı  yapanları  suçlu,  Rumları  tanık  mı  yapardı ?

Kıbrıs’ı  Rum’a  peşkeş  çekerken  suçüstü  mü  olurdu ?

Ege’de  16  adayı  Yunanistan’a  hibe  mi  ederdi ?

Anadolu’yu  kiliselerle  mi  donatırdı ?

Muhammet(s.a.)siz  ezan  mı  okuturdu ?

Bir  avuç  Ermenistan  önünde  amuda  mı  kalkardı ?

İngiliz  Kraliçesinin  ayağına  mı  giderdi ?

Suudi  Kralı’nın  ayağına  otele  gidip  sandıklarla  gelen  hediyeleri  evine  mi  götürürdü ?

İsrail,  ABD  ile  kayıt  dışı  gizli  anlaşmalar  mı  yapardı ?

Türkiye  NATO  toprağıdır  mı  derdi ?

Yabancı  ülke  askerlerini  ülkenin  her  tarafına  mı  yerleştirirdi ?

İsrail’i  korumak  adına  Füze  kalkanı  mı  kurardı ?

Barzani  ile  gurur  mu  duyardı ?

ABD  çapulcu  askerlerinin  İncirlik  üssündeki  mescitte  Kuran’ı  Kerim’i  parçalamalarını  örtbas  mı  ederdi ?

Irak’ta  binlerce  Müslüman  kadına  tecavüz  eden,  fuhuşa  sürükleyen  ABD’li  coniler  ülkelerine  sağ salim  dönsün  diye  dua  mı  ederdi ?

Öcalan  ile  oturup  yeni  anayasa  mı  hazırlardı ?

Türk  adını  ayaklar  altına  alıp,  bir  takım  kimliksiz  adamlara  sürekli  Türk  Milletine  küfür  mü  ettirirdi ?

Söyler   misiniz;

Ordu   darbe   yapsa   bu   saydıklarımı   mı   yapacaktı ?

Yahu   söyleyin,   darbe   olsa   bu   günden   daha   mı   kötü   olurduk ?

Ey  darbe  ile  yatıp  darbe  ile  yatan  çığırtkan,  yalancı,  iftiracı  takım!!.

Ey  işgal  güçlerinin  ayakçı  takımı,  size  söylüyorum :

Okumaya devam edin ‘Yeter Be ; Artık Anlayın..!!!’

26
Şub
13

Demokratik Cumhuriyetten “Anadolu Federasyonu”na Demokratik özerklikten “KCK Konferedasyonu”na

“Anadolu  Cumhuriyeti”nin  gizli  hedefleri  neler ?

Bu başlıkla anlatılan iki kavramdan “Anadolu Cumhuriyeti” aslında yeni bir kavram değildir.

Daha önceleri Izady tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin isminin bir etnik temeli yansıttığı ve bu nedenle de Kürtleri ve diğer etnileri ifade etmediği için sorun yarattığı belirtilmişti.

Izady bu sorunun çözümü için nötr bir isim olan “Anadolu Cumhuriyeti”nin kullanılmasını önermişti.

“Anadolu Cumhuriyeti” içinde esas olarak bir kaç hedefi barındıran bir kavramdır.

Bilindiği gibi Anadolu tarihte Rum Krallığı’nın en önemli satraplıklarından birini oluşturmaktadır.

Bu satraplık yaklaşık olarak bugünkü İç Anadolu bölgesine karşılık gelmekteydi. Bu anlamda da Rumluğu ifade etmektedir. Rumluğu ifade etmesiyle de Türklüğü bu bölgedeki 10. yy’dan itibaren yaşadığı gelişimi dışlamaktadır. “Anadolu Cumhuriyeti”, ilk bakışta Türk halkı tarafından kabul edilebilir gibi gözükse de aslında bu açıdan bakıldığında birinci dereceden önemli gizli hedefi olan bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır.

İkinci olarak da bu kavram Türk etnikliğini ifade etmediği için önerilmektedir. Özellikle de Türkiye büyük şehirlerindeki “diaspora” Kürtlerinin etnik, kültürel haklarını koruma anlamında Cumhuriyet’in anayasası vatandaşlık kavramıyla, Türklerin ve Kürtlerin uzlaşabileceği bir kavram olarak ileri sürülmektedir. Ama bu kavramda “Anadolu Cumhuriyeti” ismi esas olarak Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’yla Türk ulusunun kurduğu Cumhuriyet’i tasfiye anlamı taşımaktadır. Buradaki Türklük kavramı dışlanarak; “Artık burada Kürtler de yaşıyor, bizler de Türk-Kürt ayrımı yapmayalım, aradaki etnik çatışmayı kaldıralım” söylemiyle bölgeden Türklük tarihinin silinmesini hedefleyen bir amacı da taşımaktadır.

Bu yaklaşımla Kürtlük kavramı anayasaya girmeyecektir fakat bu nedenle de Türklüğün de girmemesi önerilmektedir. % 95’i Türk olan bir cumhuriyette uzlaşma Türk kavramının dışlanılarak, nüfusu % 5’i bulmayan Kürt etnisitesi için yapılan bu tip bir uzlaşma gerçekçi gözükmemektedir. Tabi bu da kendi cumhuriyetini kurmak için Kurtuluş Savaşı vermiş bir ulusun isminin silinmesi Türkler için kabul edilemezdir. Türkler, bunun için gerekirse savaşacak bir noktaya gelmektedir. Burada “Anadolu Cumhuriyeti” ile Kürt sorununun çözümü değil Türklerin tepkisinden doğan yeni bir sorun ortaya çıkacaktır.

“Anadolu  Cumhuriyeti”,  Pan – Kürt  devleti  ve  KCK

Ama burada esas arka planda kalan nokta “Anadolu Cumhuriyeti” olarak adlandırılan bölgenin Fırat’ın doğusunda kalan ve “Kuzey Kürdistan” olarak adlandırılan bölgenin demokratik özerklik çerçevesinde değerlendirilmesidir. Bu da KCK kapsamı içinde ele alınan Kürt Komünleri Birliği ile gerçekte bir PKK birliği ve hakimiyeti projesinin hayata geçirilmesi demektir.

Bu Kürt Komünleri Konfederasyonu ile Izady’nin vurguladığı pan-Kürdik devlet ayrı iki kavramdır. Bu kavramlar bir taraftan birbirlerini desteklemekte ama bir taraftan da dışlamaktadır. Bu destekleme Kuzey Kürdistan, Batı Kürdistan, Güney Kürdistan, Doğu Kürdistan (İran) ve Kuzeydoğu Kürdistan (Ermenistan) parçalarının bütünsel bir yapısından çok PKK egemenliğindeki komünlerin konfederasyonuna dönüştürülmesidir. Buradaki komün topluluktan çok Paris Komünü gibi eski burjuva devlet yapısı yerine yeniden yapılanmış devleti tanımlayan bir kavramdır.

Bu boyutuyla bakıldığı zaman Suriye’deki PYD, Kandil’deki PKK, İran’daki PEJAK ve Ermenistan’daki PKK güçlerinin oluşturacağı komünal birlik PKK’nın stratejisinde konfederasyon adını almaktadır. “Anadolu Cumhuriyeti” kavramıyla Izady tarafından tanımlanan bölge ise Fırat’ın batısında kalan ve “diaspora” Kürtlerinin büyük şehirlerde nüfuslarının olduğu yerdir. Buradaki Kürtlerin haklarını savunmak adına “Demokratik Cumhuriyet” adı altında PKK tarafından ileri sürülmektedir. Bunun yanında “demokratik özerklik” kavramı ise KCK’nın inisiyatifindeki yapılanmaların konfederasyon olarak toplanmasına yöneliktir.

Fırat’ın doğusunda, Irak’ın kuzeyinde, Suriye’nin kuzeyinde, İran’da ve Ermenistan’da PKK’nın egemenliğine girecek bölgelerdeki bir konfederal yapılanma hedeflenmektedir. “Demokratik özerklik” adı altında yeni anayasaya sokulmak istenen de budur. Bu durumda “demokratik özerklik” kavramı yalnız Türkiye için değil PKK güçlerinin egemen olduğu tüm bölgelerin toplamını içermektedir. KCK’nın yani Kürdistan Komünler Federasyonu’nun başkanlığı da fiilen Abdullah Öcalan tarafından temsil edilmektedir. Tüm bunlar da KCK anayasası içinde yer almaktadır.

Diğer taraftan demokratik cumhuriyet olarak belirtilen ve Türklüğün dışlandığı alan ise Fırat’ın batısında kalan ve %95 Türk olan bölgedir. Mesele bu bölgenin Türklük kavramından sıyrılmasıdır. Fakat güneydoğu ise anayasasında Kürdistan adını alacaktır ve Kürtlük ön plana çıkarılacaktır. Birinci aşamada bu iki bölge arasında bir uzlaşma varmış gibi gösterilerek taktiksel bir adım atılmaktadır. KCK anayasasında konfederal bir yapının savunulması PKK’nın ana stratejisinin içindedir. Murat Karayılan’ın, Fehman Hüseyin’in ya da PYD’nin liderliğindeki yapıları da görmekteyiz. Peki bu yapı neyi ifade etmektedir?

Akdeniz’den  Hazar’a  KCK  konfederasyonu  planı  ve  Türk – Kürt – Azeri  ittifakı

Gerçekte Akdeniz’den, Hazar Denizi’ne uzanan bir bölge demokratik özerklik ve konfederasyon adı altında örgütlenmektedir. Eskiden beş parçalı Kürdistan’ı birleştirmeyi hedeflediklerini söylemelerine karşın bugün Ermenistan’daki iddialarından bahsetmemeleri bu durumu dikkatlerden kaçırmak içindir. Bu hem Türkiye’ye hem de Azerbaycan’a karşı geliştirilmektedir. Bu yine aynı zamanda Irak Kürdistan’ına yani Barzani’ye karşı da bir politika olarak oluşturulmaktadır. PKK’nın Türkiye’de demokratik özerklikle bir mevzi kazanmasının ardından Barzani ve Talabani güçlerine karşı bir olgu olarak da ortaya çıkacaktır. Buna karşı “demokratik cumhuriyet” kavramı içinde Türklük dışlanırken, Kürtlüğün de dışlanacağını düşünen taktiksel yaklaşım kendi içinde bir çelişki taşımaktadır. Izady’den beri pan-Kürdik yaklaşım, Türkiye’deki Kürt sorunun çözümü Kürdistan adının resmileşmesi ve anayasaya sokulmasını istemektedir. Bunun karşısındaki beklenti ise Türkiye’deki “diaspora”daki Kürtlüğün de vurgulanmamasıdır.

Bugün gelişen konjonktürel yaklaşım Şii Hilali’nin (İran, Basra, Suriye Şiiliği) Türk, Kürt ve Azeri bölgesini çevrelemesidir. Özellikle Barzani’nin Kerkük petrolleri üzerindeki egemenliğine karşı Arap ve Şii politikası Saddam’ınki gibi Kürt karşıtı bir politikaya evrilmektedir. Bu da Barzani ve Irak Kürtlerinin Türkiye ile ittifak kurma zeminini oluşturmaktadır. Bu hem askeri hem politik hem de Irak petrollerinin pazarlanması açılarından zorunlu bir denklemin kurulmasına neden olmuştur. Bu denklemin diğer boyutu ise İran ve Ermenistan’la sorunları olan Azerbaycan Türklüğünün, Türkiye ile ittifak eksenine girmesidir. KCK’nın oluşturduğu çizgi gerçekte Bakü’den İskenderun’a kadar uzanan hat üzerinde Kürt-Ermeni ittifakını içermektedir. Bu anlamda Bakü’den Ermenilerin dışlanması ve Azerbaycan devletinin kurulmasıyla oluşan yapının karşısında Ermeniler Bakü’nün yeniden ele geçirilmesini ideal yapmışlardır. Suriye’den başlayarak, Irak kuzeyi, İran’ın kuzeybatısı ve Ermenistan’dan oluşan bir şerit olarak KCK, Türk-Kürt-Azeri ittifakını bölen bir kama görevini yerine getirmektedir.

Bu olguyu değişik bir biçimiyle Suriye’de de görmemiz gerekir. Esad güçlerinin Kuzey Suriye’de, Türkiye sınırında kontrolü PKK güçlerine bırakması bir koridor açılmasına yol açmıştır. Burada Esad güçleriyle uzlaşmış görünen PKK, Şam, Halep, Hama gibi esas Kürt nüfusun da yaşadığı büyük şehirlerde Kürtlerin haklarını savunmak talepleriyle Esad’la çatışmaktadır.

Benzer olgu Türkiye’de metropollerde Kürt haklarının tanınması adına anayasadan Türklüğün çıkarılması talebinde görülebilir. Izady Suriye Kürt bölgesini “Batı Kürdistan”, Türkiye’nin güneydoğusunu ise “Kuzey Kürdistan” olarak tanımlamaktadır. Buralarda ise pan-Kürdik bir devlet olmasa bile konfederal yapıyı vurgulayan KCK anayasasında Kürt kimliğinin altı çizilmektedir.

Bu politika aslında Barzani’nin Kürt kimliğine de karşıdır. Barzani’nin karşı çıkışı da bu noktadadır. Çünkü Hazar’dan Akdeniz’e açılacak bir koridor geleneksel Türkiye ile ittifaklarının da temelini sarsmaktadır. Bu temelleri daha önceki yazılarda da vurgulamıştık.

Kuvayı  Milliye  döneminde  Türk – Kürt  ittifakı

Cumhuriyetin 100. yılına doğru giderken Cumhuriyetin kuruluş dönemini hatırlarsak, bu dönemde İngiliz emperyalizminin projesi olarak kurulan Bağdat merkezli Irak devletine karşı Türkiye’nin Süleymaniye, Musul, Kerkük ve Ridaniye’deki Kuvayı Milliyecilerin İngilizleri bu bölgeden dışlamasını görürüz. Bu Hakkari’de başlayan Nasturi İsyanı’na karşı Kuvayı Milliye’nin mücadelesini de içermiştir. Bu Kuvayı Milliye güçlerinin temelini de esas olarak Barzani, Zebari gibi Kırmançi aşiretlerinin yanında Soraniler de katılmıştır. Şeyh Mahmut Berzenci liderliğindeki ayaklanmayla Mustafa Kemal’in Kuvayı Milliyeci Türkiye’sinin yanında yer almışlardır. İngilizler bu duruma karşı çıkarak Lozan Anlaşması’nın imzalanması döneminde Türkiye’nin buralardan çıkmasını şart koşmuşlardır. Savaşın yeniden başlaması tehlikesi dolayısıyla Lozan’ın bütün sözde başarısına karşılık bu bölgedeki egemenliğimizi terk ederek İngilizlerin istediğine boyun eğilmiştir. Bu durum gerçekte Türkiye’nin büyük bir kaybını ifade etmektedir.

Ridaniye’de İngilizlere karşı yapılan ayaklanmada Berzenci’nin güçleri hayatlarında unutamayacakları bir bombardımanla karşı karşıya kalmışlardı. Hakkari’de ayaklanan ve Asuri devleti hedefleyen Nasturilerin ve İngilizlerin saldırısında büyük kayıplar vermişlerdir. Ardından Zebariler ve Kuvayı Milliyeci güçler gelerek kuşatmayı kırmışlardır. Fransızlara karşı verilen Antep direnişinin bir benzeri Kuzey Irak’ta Türkler ve Kürtlerin Kuvayı Milliyeci ittifakıyla ortaya konulmuştur. Fakat bu nedense unutulmuştur.

Günümüzde aynı politikanın devamı bu bölgedeki petrollerin işletilmesi Türkiye’nin güçlü ve teknik pozisyonu nedeniyle Barzani ile Türkiye arasındaki bir çatışmanın değil bir ittifakı getirmektedir. Çünkü Arapların ve Şiilerin Barzani’ye karşı aldığı hasmane tavır ve saldırıları Barzani’yi tarihsel Türk-Kürt ittifakına doğru itmektedir. KCK federasyonunun İskenderun’dan Bakü’ye planladığı egemenlik koridoru da Barzani’yi dışladığı gibi Türkiye’yi de güçsüzleştirecektir. Türkiye bu anlamda PKK’yı gerçekten barışa götürecek iradeyi gösterirse Türk-Kürt-Azeri ittifakı çerçevesinde 1923 çizgisindeki Kuzey Irak’ı kapsayan durum ve 1915 çizgisindeki Azerbaycan’ı kapsayan durum ve ittifaklar gerçekleşebilecektir.

Türklüğün  tasfiyesini  Türkler  kabul  etmeyecektir

Somutta bugünkü durumda anayasa pazarlıklarında uzlaşmada her iki taraf da gerçeği daha çıplak görerek tercihini ortaya koymalıdır. Bir taraf “Anadolu Cumhuriyeti” kavramını telaffuz ederek, Türklüğün ve Kürtlüğün anayasada belirtilmeyeceğini iddia ederken bir taraftan da “demokratik özerklik” ile KCK anayasal özerkliği sayılan PKK’nın güneydoğudaki hakimiyeti anlamına gelecek özerkliğin yolunu açmaktadır.

Suriye, İran, Irak ve Ermenistan’a kadar bir yay şeklinde uzanacak bu olguya yol verilirse en sonunda Barzani güçleri de teslim olmak zorunda kalacaktır. Bu noktada Izady’nin söylediği pan-Kürdik yapılanma ortaya çıkar. 1990’larda Izady, pan-Kürdik yapının oluşumunun ancak I. Dünya Savaşı gibi her şeyi alt üst eden bir ortamda mümkün olabileceğini söylüyordu. O halde asıl sorun Türkiye’nin büyük şehirlerindeki Kürtlerin haklarını savunmaktır, demokratik bir anayasada uzlaşılarak “Anadolu Cumhuriyeti”ni oluşturmayı savunmuştur.

Ama pan-Kürdik hedefin stratejik hedef olması gerçeği değişmez. Kürt bölgeleri zaten Kürdistan olacaktır. Anadolu’da Kürt nüfusun yaygın olduğu bölgede Türk kimliği anayasadan çıkarılarak bir ara hedefe ulaşılmış olacaktır. Tabi ki bu durum bir Türk sorununu da yaratacaktır. % 95’i Türk olan bölgede, Kurtuluş Savaşı’yla elde edilen bu Türklük kavramının tasfiye edilmesi Türklerin kabul edeceği bir olgu değildir.

Diğer taraftan da demokratik özerklik sanıldığı gibi masum bir yapılanma değil pan-Kürdik devlete giden yolda bir ilk adımdır. Fakat bu noktada konjonktürel durum PKK’nın hakimiyetindeki konfederasyon bayrağı altında bir yapı olacaktır. Arap Baharı ile beraber Esad Kuzey Kürdistan denilen bölgeyi anlaşarak PYD’ye bırakırken Kürtler Şam, Halep gibi batı bölgelerinde devlet güçleriyle çatışabilmektedir. Bunun nedeni de Türkiye’dekine benzer şekilde Kürt bölgesinin dışında kalan yerlerde güç kazanma çabasıdır. Bu anayasal anlamda güç kazanma çabasının da ötesinde Akdeniz’den, Hazar’a ve İran Kürdistanı’nda Urumiye Gölü üzerinden bir kanal açarak KCK tipi komünal iktidarları oluşturma mücadelesi söz konusudur. Türkiye ve Azerbaycan’ı çevreleyen bu kanal da gelecek kuşakta Türkiye’nin doğal devamını oluşturan Azeri, Kürt ve Türk ittifakının bağrına saplanmış bir kama olarak görülmektedir.

“Anadolu  Cumhuriyeti”  Türklerin  Türkiye’den  çıkarılmasını  hedefliyor !

Bu yalnızca duygusal bir yaklaşım değil stratejik bir hedef olarak da karşımıza çıkmaktadır. Burada ise altını çizeceğimiz üç nokta vardır. “Demokratik Cumhuriyet” %95’i Türk olan bölgenin Türksüzleştirilmesi anlamını taşımaktadır. Anadolu adı altında bunu Rumluk kimliğine dönüştürmek hedeflenmektedir. Son noktası da Türklerin Türkiye’den çıkarılması olarak planlanmaktadır. Bir sonraki aşamada “demokratik özerklik”le KCK’nın konfederal devletinin oluşturulması gelecektir. Bu da Türkiye ile Kürtler arasında oluşmakta olan ittifakın parçalanmasına neden olacaktır. Diğer taraftan da Suriye’nin güneyinden bir koridor açma politikası Barzani ile Türkiye arasında gelişecek ekonomik işbirliğinin önünün kesilerek Kerkük petrollerinin Suriye üzerinde aktarılmasını hedeflemektedir. Bu aynı zamanda bir taraftan da Esad’ın destabilize edilmesi anlamına gelmektedir. Kuzey Suriye’ye yerleşen Kürtler buradan Akdeniz’e doğru gitme politikalarının temeli budur.

Barzani’ye ve Talabani’nin elindeki Sorani bölgesine Arapların ve şiilerin karşı saldırısı sonucunda bu ittifak zorunlu bir hale gelmiştir. İkinci zorunluluk da petrol boru hatlarının getirdiği ekonomik zorunluluktur. Barzani’nin Kuzey Irak’ta var olabilmesi için Türkiye’nin desteği zorunludur. Bu ekonomik destek de girişimlerle Kuzey Irak’ta görülmektedir.

Barzani,  Türkiye  ile  ittifaka  mecbur  kalıyor

ABD, Barzani ile ittifak yapmak yerine Irak’ın toprak bütünlüğünü savunma adına davranan Maliki ile ittifak geliştirmektedir. Daha önceden tespit ettiğimiz ABD’nin İran ve Irak Şiiliğini birleştirerek Şii Hilali oluşturma projesi yeni toplantılarla açığa çıkmıştır. bu tezi ortaya attığımızda ABD’nin İran’la çatıştığını ileri sürenler tam tersine ABD’nin İran’la yaptığı pazarlıkları izlemek zorunda kalmışlardır. Aynı zamanda da Amerikancı gözüken Barzani güçlerinin konjonktürel değişmeyle AKP ve Türkiye ile bir araya gelme şartları oluşmuştur. ABD’nin Şiiler ile Irak bütünlüğü politikasına geçmesi bunun tetikleyicisi olmuştur. Kürdistan Komünler Konfederasyonu bu anlamda bu ittifakı engellemek için de adım atmaktadır. Suriye, Kandil, İran ve Ermenistan’daki Kürt gruplarla ortak davranmaktadırlar. Barzani’nin gücünü tasfiye etme ve politik arenadaki aktör rolünü dışlama hedeflenmektedir. Geçmişte Amerikancı tavır alan Barzani güçleri ise bu durumda kısmen ABD desteğini yitirince Türkiye ile müttefik olma noktasına gelmişlerdir.

Tekrar edelim: Türkiye’nin Suriye’de Esad rejimine karşı tavrını Amerikancı bir politika sanmak geçen yıl yapılan en büyük hatadır. Oysa bugün göstermiştir ki ABD Türkiye’nin Suriye’deki politikasını desteklememektedir. Türkiye’nin Suriye’ye girişini engelleyerek KCK’nın buradaki parçası olan PYD bölgesinin tasfiyesine yol vermemiştir. Türkiye ise bu noktada Abdullah Öcalan ile anlaşarak KCK üzerinde inisiyatif kurma taktiğine geçmiştir. Bu durum ise başlı başına başka bir yazının konusudur. Ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Fakat burada antagonist bir çelişki vardır. Türkiye, Abdullah Öcalan’la demokratik cumhuriyet konusunda uzlaşsa da demokratik özerklik PKK’nın stratejik hedefi olarak kalmaya devam edecektir. Bu nedenle PKK, PYD, PEJAK ve Ermenistan’daki silahlı gruplarını Kürdistan Komünler Federasyonu’nun gelecekteki silahle gücü olarak elinde tutmak zorundadır. Bu anlamda Türkiye’nin bölgesel anlamda PKK’ya silah bıraktırması mümkün değildir. Türkiye kendi bölümünde başkanlık sisteminin kurulduğu, Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin dışlandığı bir sistemle karşı karşıya gelebilir fakat bu yine de Fırat’ın batısındaki alan için geçerli olacaktır.

PKK,  yeni  bir  ayaklanmanın  hazırlıkları  için  geri  çekiliyor

Fırat’ın doğusundan başlayan ve Akdeniz ve Hazar Denizi’ne uzanan federasyonun onursal başkanı ise Abdullah Öcalan olacaktır. Fakat fiili yönetim silahlı grupların elinde olacaktır. Kandil ve PYD’nin müzakerelerde Abdullah Öcalan’ın sözcülüğünü kabul eder görünmelerine karşılık Türkiye metropollerinde bir “Kürt Baharı”nı gerçekleştirebilmek için toplumsal ayaklanmaları milislerin silahlı ayaklanmalarıyla birleştirecek ortamın önünün açılmasını beklemektedirler. Demokratik haklar şemsiyesi altında illegal örgütlenmelerin önünün açılmasını beklediklerini göz ardı etmemek gerekir. Türkiye’nin “Anadolu Cumhuriyeti” ve Kürdistan Komünler Federasyonu’nu kabul etmeyeceği gerçeğini göz önüne alarak atacakları adımların başında güneydoğuda PYD ve Kandil bölgelerinin devamı olarak oluşturulacak silahlı güçlerin kontrolündeki bir bölgenin kurulması olacaktır.

“Anadolu Cumhuriyeti” içindeki metropollerde ise devrimci halk savaşı adı altında yapılacak Kürt ayaklanmalarının da başlatılması ile devam edecektir. Demokratik Toplum Kongresi ile başlattıkları süreci Halkların Demokratik Kongresi adıyla Kürtlerin ve Türklerin yapısı olarak sürdürmeye çalışmaktadırlar. Burada “demokratik cumhuriyet”te Türk ve Kürt kimliklerinin gerçekten dışlanacağını zannetmek PKK stratejisini anlamamaktır. Oysa “demokratik cumhuriyet”e razı olunmasının hemen ardından “demokratik özerklik” de gelecektir. Kürt bölgelerinde PKK’nın askeri gücü oluşturduğu, milislerin polis gücünü oluşturduğu, DTK gibi yapıların meclisi oluşturduğu bir yapılanmanın meşrulaştırılması anlamına gelecektir. İlerde de güneydoğunun diğer dört parçayla birleşmesi gelecektir.

Gerçekte bu modele en çok karşı çıkacak olan da Barzani’dir. Fakat bu model hayat bulursa buna Barzani de uymak zorunda kalacaktır. Suriye örneğinde görülmüştür ki Barzani güçlerinin buraya girişine en çok PYD direnmiş ve bu girişimi engellemiştir.

“Demokratik  özerklik”  Türkiye  ile  Kuzey  Irak  ve  Azerbaycan’ın  arasında  bir 

kama  olacak

Bu noktada Türkiye’de bu ikili gerçeği görmeksizin “Kürt sorununu çözüyoruz, milliyetçilikleri dışlıyoruz” söylemleri taktiksel bir aşama bile değil ancak bir ara aşamanın varlığını gösterir. Ancak stratejik hedefte Anadolu’nun Türk kimliğinden arındırılması Batının bir projesidir. Fakat böyle “Türksüz” bir “Anadolu Cumhuriyeti”nin Türklerin tepkisini alması da son derece doğal olacaktır. Bu da yeni bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır.

KCK’nın konfederasyona dönüşmesi de kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Türkiye ile Kuzey Irak Kürtlerinin Misak-ı Milli ittifakının önüne de büyük bir engel olarak çıkacaktır. Böyle bir ittifak hedefleniyorsa KCK güçlerinin nötralize edilmesi gerekmektedir. KCK güçlerinin ise iktidara taşınarak nötralize edilemeyeceği de diyalektik bir olgudur. Çünkü KCK iktidada taşındığı anda demokratik özerklik konfederasyonuna doğru adım atarak burada Türkiye’nin ve Kuzey Irak’ın arasına bir kama olarak girecektir.

Bunun Ermenistan’a doğru devamını düşünürsek -ki buradaki Kürt çalışmaları genellikle görmezden gelinmektedir- bu da Türkiye ile Azerilerin birliğini engelleyen bir güç oluşturacaktır. Bu sadece Türk ve Azeri birlikteliğine karşı bir olgu değildir. Basra ve Hazar’dan Akdeniz’e kadar olan alanda ABD’nin KCK organizasyonuyla bu bölgeyi destablize ederek ikinci bir yaklaşımı devreye soktuğu görülmelidir.

Hedef   sadece  Kürt   federasyonu   değil — hedef   Türkiye’yi   tamamen   parçalamak

Sonuç olarak özetlersek; KCK sadece özerklikle sınırlı bir olay değil yukarda bahsettiğimiz kanalın açılması ile ilgili bir yapılanmadır.

Bu da PKK’nın inisiyatifinde geliştirilecektir.

Gerçekte ise bu Kürtlerin ana kitlesini oluşturan Türkiye ve Kuzey Irak Kürtlerinin aleyhine işleyen bir yapılanmadır.

Kürtlerin, Türkiye ile kuracakları ittifak ise bölgedeki en güçlü ittifak olacaktır.

Bu  da  Mustafa  Kemal’in  kurmak  istediği  fakat  Lozan’da  İngilizlerin  engel  olduğu  durumun  yeniden  doğması  demektir.

Daha  önceden  Ermenilerle  kesilen  Türk-  Azeri  ittifakı  KCK’nın  devreye  girmesiyle  bir  kez  daha  kesilecektir.

 

Okumaya devam edin ‘Demokratik Cumhuriyetten “Anadolu Federasyonu”na Demokratik özerklikten “KCK Konferedasyonu”na’

26
Şub
13

Tayyip Stalin’in izinde : RTE’nin Türk düşmanlığı

Stalin’in yoluna girip Türklüğü ayaklar altına almaya kalkanların kendilerinin en sonunda ayaklar altında kalması çok daha mümkündür.
Tarihin ve Türklüğün gücüne karşı savaş ilan edenler, buyursunlar etsinler biz Türkler için hava hoş… Ama kendilerini düşünüyorlarsa da oturup bir kez daha işin sonunu
düşünsünler…

Erdoğan’dan  Türk  milliyetçiliğine  saldırı

Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın Türk milliyetçiliğine saldıran açıklamasını konuşuyor. Bizzat Erdoğan’ın şahsı tarafından Türklüğe açılan savaş bölücüleri sevindirirken, Türk milletini üzüyor, hatta kızdırıyor ve çileden çıkarıyor. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda da temel gündemini oluşturacağı kesin olan konu “Türklük” meselesi. Bu konu artık iyiden iyiye insanların günlük meselesi haline geliyor. Hatta saflar bir kez daha bu kavramın etrafında yeniden belirleniyor, gelecekte yaşanacaklar şimdiden ilk işaretlerini vermeye başlıyor.

Ne demişti Tayyip Erdoğan? Tüylerimiz diken diken de olsa bir kere daha okuyup, hatırlayalım:

“Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız. Kuru milliyetçilik yok. Bizim milliyetçilik anlayışımızda ne var biliyor musun? Vatanseverlik var, insan severlik var. Fakirin, fukaranın, garip gurebanın yanında yer almak var. Şu güzel ülkemizi, dünya ülkeleri arasında ilk onun içerisine sokmak var.”

Her okuyanın hemen algılayacağı gibi Erdoğan’ın meselesi esasında Kürtlükle ya da Kürtçülükle değil. Mesele iktidarın ve bölücülerin Türk’ün üstüne gittiği, Türk’ü sindirmeye çalıştığı şu süreçte Türk’ün tepki vermesidir. Mesele tabii ki genel olarak bir milliyetçilik eleştirisi de değildir. Hedefte Tayyip Erdoğan ve ortaklarının en istemeyeceği şey vardır: Türk milliyetçiliğinin yükseliyor olması. Tayyip Erdoğan’ın kastı da tam olarak bunu yani Türk milliyetçiliğini daha doğrusu Türklüğün ta kendisini ayaklar altına alma arzusudur.

Tayyip Erdoğan’ın Türk milliyetçiliğine ve Türklüğe kininin altında bir çok neden yatıyor olabilir. Bu nedenler üzerine de çok şey söylenebilir… Ama yaşananlara temel bir noktadan bakmadan bunları konuşmanın da çok anlamı olmaz. Birileri Anayasa’dan Türklüğü çıkardı diye, birileri Türk adını yasakladı diye ve yine birileri Türklüğü ayaklar altına almaya ömrünü vakfetti diye Türklük ya da Türk milliyetçiliği bitecek midir? Bunun tek cevabı vardır: Asla!

Bunu daha önceden de deneyenler olmuştu. Onlar başaramadı. Tayyip Erdoğan’ın başarma şansı da yine sıfırdır.

Tayyip  Erdoğan,  Stalin’in  yolunu  izliyor

Tarihte Türk milliyetçiliğine ve Türklüğe karşı en kapsamlı savaşı başlatanlar Marksistler olmuştu. Daha ilk aşamada Marks ve Engels, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun çökmesi ve Türkiye’nin paylaşılarak Türklüğün ortadan kaldırılmasına çalışan İngiliz emperyalist politikasının destekçileri olmuşlardı. Sonraki Lenin döneminde Sovyet Rusya, sosyalizm kurma bahanesiyle Türkistan’ı parçalamış, sömürgeleşmişti. Milliyetçi olmak suçlamasıyla Türk devrimcileri ve sosyalistleri tasfiye edilmeye başlanmıştı. Stalin döneminde ise Türklüğe terör yöntemiyle savaş açılmıştı. Stalin Türklüğü ortadan kaldırmaya yemin etmişti. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından Kırım Türklerine karşı giriştiği soykırım bugün hâlâ tarihin en kanlı sayfalarından birini oluşturmaktadır. Kırım’ın bütün Türk halkını 1948 senesinde ülkelerinden sürmüştü. Türklerin çoğu aylarca süren yolculuk esnasında trenlerde ölmüştü. Stalin böylece Türklüğü ezmiş oluyordu!

Peki bugün gelinen noktada durum nedir? Evet tarih Stalin’in ayaklar altına alındığını görmüştür gerçekten de ama Kırım Türkleri de tüm dünya Türklüğü de dimdik ayaktadır.

Denediler ama başaramadılar. Binlerce Türk düşmanı geldi geçti şu dünyadan. Hangisinin bırakalım kendisini, kurduğu düzen ayakta kaldı ki? Bugün Stalin’lerin yolundan giderek, Türklüğe savaş açan Tayyip Erdoğan da gün gelecek yıkılıp gidecektir. Bu dünya ona da kalmayacaktır ama Türklük o gün de ilk günkü gibi güçlü bir şekilde yerinde duruyor olacaktır.

Zaman gelir zaman geçer, insanlar gelir insanlar geçer. Türklük ise baki kalır bu dünya yüzünde…

Türklükle  Kürtlük,  milliyetçilikle  ırkçılık  aynı  şey  değil !

Tayyip Erdoğan ve çevresinin bilerek yarattığı bir ideolojik karmaşa var. Bilinçli olarak yaratılan bir bulanıklık bu. Türklük Kürtlükle, milliyetçilik de ırkçılıkla eş değer şeyler gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu son derece planlı, programlı bir şekilde yapılan Türk milletinin maneviyatını bozma çalışmasıdır. Böyle yapılarak Türk Türklüğünden, Türk milliyetçisi milliyetçilikten kopartılmaya çalışılıyor.

Gerçeklerse çok açıktır ve farklıdır. Türk on bin yıldır var olan milletlerin en ulusunun adıdır, Kürt ise bir etnik grup bile değil yüz yıllık bir emperyalist uşaklık projesidir.

Milliyetçilik emperyalizme ve bölücülüğe karşı ulusun birlik ideolojisidir, varlığının teminatıdır. Irkçılık ise Kürtçülerin emperyalist uşağı sapık ideolojisidir.

Bu kavramları Tayyip Erdoğan ve onun gibiler, her konuşmalarında yan yana geçirerek eşitleyebileceklerine sanıyorlarsa bu da mümkün değildir. Türklük, Kürtlükle kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Milliyetçilik ise ezilen dünyanın özellikle de Türklerin öz ideolojisidir, Batılı emperyalist ırkçılığın da etnik ırkçılığın da tam karşıtıdır. Kökleri kat kat derinde ve güçlüdür.

Milliyetçiliği düşman belleyen, ona karşı savaş ilan eden zihniyetin temelindeyse ırkçılık yatmaktadır. Bu ırkçılık Batı ırkçılığının ve etnik ırkçılığının ucube bir türevidir. Onu asıl tanımlayan şeyse Türk’e karşı ırksal bir kin duyuyor olması, Türk’ü düşman bellemesidir. Türk karşıtı ırkçılık, Türklük olmasın da ne olursa olsun, Türk adı geçmesin de neyin adı geçerse geçsin demektedir. Tayyip Erdoğan’ın saldırganlığının temelinde de bu anlayış yatmaktadır.

Anayasa’dan  Türk  adını  silmekle  insanlara  Türklüğü  bıraktıramazlar

Tayyip Erdoğan’ın ve Türk karşıtı cephenin temel talebi bugün yeni bir anayasa yapmak ve o anayasada Türk adını geçirmemektir.

Zannetmektedirler ki anayasadan silmekle, Türklük ortadan kalkacaktır, insanlar Türk olmayı bırakacaklardır!

Herkesi şunu çok iyi bilmesi gerekir ki birileri dedi ya da öyle istedi diye insanlar ulusal kimliklerini terk etmezler.

Tarihte kimse Türk’e Türklüğünü bıraktıramamıştır.

Milli kimlik istenmeyince çıkartılacak bir gömlek değildir.

Anayasadan  Türklük  çıkınca  ne  olacaktır ?

Binlerce yıldır tüm dünya bu ulusa Türk demektedir.

Anayasadan silinince acaba başka bir şey mi demeye başlayacaktır?

İngiliz ya da Fransız mı denilecektir bize?

Ya da bunlardan bile daha imkansızı Kürt mü diyeceklerdir?

Anayasada “vatandaş” yazmasıyla “millet” ortadan kalkacak mıdır?

Bu sadece Türkiye’de değil dünyanın hiç bir yerinde mümkün değildir.

Dünyanın tüm uluslarının insanları, bu ulusların adlarıyla anılır.

Mesela kimse “Birleşik Krallık vatandaşı” gibi bir kavramla bir İngiliz’den bahsetmez.

İngiliz İngiliz’dir, İtalyan da İtalyan vs…

Diyelim ki Türkiye’nin anayasasından Türk’ü çıkardılar.

Türklük ne ismen ne de cismen bitmeyecektir tabi ki…

Türk de yine Türk olmaya ve Türk adıyla anılmaya devam edecektir…

Erdoğan,  İslâmcıları  bile  ikna  edemiyor

Türkiye’de milliyetçiliğe ve Türklüğe karşı üç akım vardır.

Bunların birincisi herkesin bildiği gibi Kürt ırkçılarıdır.

Diğer ikisi ise enternasyonal solculuk ve dinciliktir.

Bunlardan birisi proletarya enternasyonalizmi adına milliyetçilik düşmanıdır ki bu Tayyip’in de son noktada ulaştığı Stalinist Türk düşmanlığına varır.

Diğeri ise İslam ümmeti gibi yine bir nevi “enternasyonalizm” adına aynı yollardan geçerek Türk’e ve Türk milliyetçiliğine karşı çıkar.

Tayyip Erdoğan, Türk karşıtlığında Kürt ırkçılarını ve Stalinistleri yine yanında bulacaktır.

Bundan  eminiz  fakat  İslâmcıların  en  azından  bir  kesimini  yanına  alamayacağı  ortaya  çıkıyor.

Okumaya devam edin ‘Tayyip Stalin’in izinde : RTE’nin Türk düşmanlığı’

26
Şub
13

Bize her yer Sinop Bize her yer Samsun

AKP – PKK  aşkı  yeniden  alevlendi

Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, en önemli günlerini yaşıyor. Bugüne kadar gelen tüm iktidarlar, genel olarak Türkiye’yi dışa bağlıyordu. Ama bu defa, Türkiye’yi içte bir bölünme bekliyor.

PKK terör örgütü, otuz yıldır her türlü dış desteğe, tüm katliamlarına karşın elde edemediği en büyük tavizi elde etti; sözde liderleri bebek katili Apo’nun muhatap alınmasını, meşrulaştırılmasını sağladı.

PKK ile AKP’nin anlaşmasının ardından, iki bölücü partinin önde gelenleri hemen harekete geçti. Tayyip Erdoğan ile Apo arasındaki ­anlaşmanın Türk milletine kabul ettirilmesi için kamuoyu çalışması yapılmalıydı.

PKK tarafı, kendi tabanına “susma, bekleme” görevi verdi. O nedenle 15 Şubat’ta yani Apo’nun Türkiye’ye getirildiği tarihte bile PKK eylem yapmadı. BDP’liler de daha önce kullandıkları AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a yönelik sert söylemlerini bıraktılar.

AKP tarafı ise Kürt açılımının teorisyeni Beşir Atalay’ı Diyarbakır’a gönderdi. Atalay burada KCK sanıkları ile masaya oturdu.

Böylelikle 2002-2009 arasındaki PKK-AKP aşkı, 2009-2012 arası ayrılık döneminden sonra yeniden alevlenmiş oldu.

Sinop’ta  yakılan  Kuvayı  Milliye  ateşi

PKK ile AKP arasında bu görüşmeler sürerken Türk medyası, her zamanki alçak tavrını yine gösterdi ve Türk milletini bu sürece ikna etmek üzere yayınlara başladı. Sözde herkes barış istiyordu. Köşe yazarları barışın ne kadar önemli olduğunu anlatırken, diğer taraftan halkın da bu sürece destek verdiğini göstermek için uydurma anketler yayınlamaya başladılar.

PKK’nın yasal uzantısı olan BDP’liler, sözde “barış turu” için Karadeniz’e gezi düzenlemişlerdi. Gezinin ilk durağı Çorum’du. Ama BDP’nin Çorum’a geldiğini Çorumlular duymadı, BDP’liler Çorum’da yarım saat kalıp, basın açıklaması yapıp ayrıldılar. Sözde Karadeniz turu iyi başlamıştı.

Ama durumun bu olmadığı Sinop’ta ortaya çıktı.

Sinop, PKK’lıların Sinop’a geleceğini biliyordu.

Yani bir mazereti olamazdı.

BDP’liler şehre girdiğinde Sinop’un namuslu insanları sokağa çıktılar ve BDP’lileri protesto ettiler. Protesto gösterisinde yükselen “Sinop’ta PKK istemiyoruz” sloganı gerçekten de çok önemlidir.

Hangi Türk, şehrinde PKK ister ki?

Eğer kanı bozuk değilse…

Eğer insanlıktan çıkıp köpekleşmemişse…

Hangi Türk PKK’lı teröristlerin kendi şehrinde elini kolunu sallayarak dolaşmasını ister ki?

Sinop’lu kanı bozuk değildi.

O nedenle BDP’lileri protesto etti.

Türk polisi, her zamanki gibi Türklerin üzerine giderken PKK’lı teröristleri korumaya aldı.

Samsun,  yine  19  Mayıs  gününde…

PKK’lıların ikinci durağı Samsun’du. Sinop olaylarından sonra, Türk medyası hemen göstericileri suçlayan açıklamalar yapmıştı. Sanılıyordu ki Samsun Sinoplu gibi davranmayacak.

Ama Samsunlu da tıpkı Sinoplu gibi namusunu ispatladı. BDP’liler Samsun’da da protesto edildi.

Şehri terk etmek ve Karadeniz turlarına son vermek zorunda kaldılar.

Ahh keşke vermeselerdi, daha bunun Ordu’su, Giresun’u vardı.

Hele hele Trabzon’u.

Rize’ye bir iş düşmezdi muhtemelen…

Ahh keşke PKK’lılar korkup dönmeselerdi de, görselerdi Karadeniz’in güzelliklerini, soğuk suyunu, huzur veren dalgalarını…

PKK’yı  Karadeniz’e  sokmadık

Şimdi kamuoyunda bir karalama kampanyası devam ediyor.

Sinop ve Samsun’un yiğit, namuslu Türkleri, ırkçılıkla, linççilikle suçlanıyor.

İstiyorlar ki herkes Sinop ve Samsun’u ayıplasın, kınasın ve bir daha Sinop ve Samsun türü olaylar yaşanmasın.

PKK’lı teröristler, Diyarbakır’ı, Hakkari’yi ele geçirdikleri gibi Karadeniz’i de ele geçirsin.

Ama bu planları tutmayacak.

PKK Karadeniz’e sokulmayacak!

Bilindiği gibi PKK 2008 yılında Karadeniz’e açılma planları yapmış ama hüsrana uğramıştı. Tokat ve Ordu’da yapılan birkaç eylemden sonra Karadenizli de uyanmış ve şehrindeki PKK’lıları barındırmamıştı.

Daha o dönemde bizler TÜRKSOLU’nda bir kapak yapmış, “PKK’yı Karadeniz’e sokmayacağız” diye yazmıştık. Karadenizliler gayet iyi hatırlar, tüm Karadeniz sahil hattını il il, ilçe ilçe dolaşmış ve Karadeniz insanını uyarmaya çalışmıştık.

Yani Karadenizli PKK’nın planı konusunda bilinçliydi.

Eğer o gün dağıttığımız bildirilerin bugünkü protestolarda en ufak bir katkısı varsa ne kadar mutlu oluruz…

Kürt  yaparsa — halk  eylemi,  Türk  yaparsa — suç  mu ?

Peki Sinop ve Samsun’un yaptığı yanlış mı?

Kesinlikle söyleyelim yanlış değil!

Slogan atmak, PKK’yı lanetlemek neden yanlış olsun!

Fiili saldırı suç olur, linç eylemine girer mi diyeceksiniz?

Hiç de olmaz.

Bakın PKK’lılar, Diyarbakır’da, Hakkari’de, Van’da sokağa dökülüp, Türk askerini, Türk polisini taşladığında, bu suç oluyor mu?

O durumda Türk medyası ne diyor: Polis taş atanla empati kursun!

Polis hiç karşılık veriyor mu?

Ne karşılık vermesi, polise verilen talimat, gösterici gördüğünde meydanı boşaltmak.

Peki bu yapılana ne ad veriliyor?

Halk eylemi!

O zaman bunları söylediğinize göre şimdi susun.

Sinop’taki, Samsun’daki de halk eylemi!

Empati kurmaya çalışın.

İçişleri  Bakanı…

Sinop olayından üç gün önceye gidin.

Yer Okmeydanı.

PKK’lı teröristler toplanmış, maskeli, molotoflu 40-50 kişilik bir grup.

İki belediye otobüsünü durduruyorlar. Ve yakıyorlar.

Evet iki belediye otobüsü cayır cayır yanıyor.

Polis nerede?

Polis 100 metre ötede, Akrep tabir edilen zırhlı araçlarından olayı izliyor!

Bir bu polise bak bir de Sinop ve Samsun’daki polise!

PKK’lı yakarken seyreden polis, Sinop’ta ve Samsun’da slogan atan Türk’e biber gazı ve tazyikli suyla müdahale ediyor.

Eyy İçişleri Bakanı, eyy Emniyet Genel Müdürü size sesleniyorum.

Şu PKK eylemlerini izleyen, seyreden, gerektiğinde kalabalığa muzla, çikolatayla karşılık veren polislerinizi biraz da Türk şehirlerine gönderin.

Kürde muz ve çikolata, Türk’e cop ve biber gazı mı?

Bu mu sizin tarafsızlığınız?

Alçak  basın…

Ve  alçak  basın.

Sinop’u  eleştiren,  Samsun’u  eleştiren  kalemler  size  sesleniyorum.

Sanıyor  musunuz  ki  Türk  Milleti  sizi  dinler.

Sizi  dinlemediğimizi  bilin.

Siz,  bizim  gözümüzde  PKK’nın  gazetecileri,  yazarlarısınız.

Okumaya devam edin ‘Bize her yer Sinop Bize her yer Samsun’

26
Şub
13

Ermeni — Kürt işbirliğinde son nokta : 5 Parça “Kürdistan” nasıl 4 parça oldu ?

“5 Parçacılar” adını teorisinden almaktadır. Teori şudur:
Kürdistan bir sömürgedir. Ancak bilindiği gibi her
sömürgenin bir
sınırları ve ezilen ulusu vardır. Ancak Kürdistan’da bu ortaya çıkmaz çünkü bu sömürge
emperyalistler tarafından 5 parçaya bölünmüştür. Sırasıyla:
Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Sovyetler Birliği… Şimdi
Pervin ve PKK’lılar ne
hikmetse 5 parçadan değil artık 4 parçadan bahsediyor. Neden acaba? Ermenistan
kurulduğu ve PKK’yı kanatları altına aldığı için mi?

5  Parça  niye  4  Olur ?

Bilindiği gibi Apo’yu “ziyaret” edecek yeni BDP heyetindeki isimlerden biri olarak Pervin Buldan açıklandı.

Dünyanın en büyük uyuşturucu baronlarından birinin dul eşi Pervin Buldan’ın son günlerde yaptığı bir açıklama çok fazla dikkat çekmedi:

“Roboski, dört parça Kürdistan’a verilmiş bir birlik mesajıdır.”

Bilindiği gibi 80 öncesinin önemli Kürt ayrılıkçısı terör örgütlerinden biri “5 Parçacılardır.” Bu fraksiyon adını teorisinden almaktadır.

Teori şudur: Kürdistan bir sömürgedir. Ancak bilindiği gibi her sömürgenin bir sınırları ve ezilen ulusu vardır. Ancak Kürdistan’da bu ortaya çıkmaz çünkü bu sömürge emperyalistler tarafından 5 parçaya bölünmüştür. Sırasıyla: Türkiye, Suriye, Irak, İran ve Sovyetler Birliği…

Tabii bu teori akıllıca bir teoriydi. Öncelikle Kürt ulusu, dili ve birliğinin olmaması güzellikle açıklanmış oluyordu. Beşe bölünmüşler…

Tarihte  hiçbir  sömürgeye  böyle  bir  kadersizlik denk  düşmemiş.

Tek  parça  olsalardı  tek  bir  dilleri  ve  ulusları  da  olabilirmiş.

İkinci  olarak  dikkat  ederseniz  emperyalizmden  bahsediliyor  ancak  işin  içinde  ne  ABD,  ne  de  Avrupa  emperyalistleri  var.

Sömürgeciler  Türkiye,  Suriye,  Irak,  İran  ve  Sovyetler  Birliği…

Hedefe Sovyetler’i de aldığından Çinci Maocu gözüken bu yaklaşım sizi yanıltmasın. Bilindiği gibi Talabani de Maocu bir fraksiyon olarak KYB’yi 1970’lerde kurmuştu. Daha sonra ABD bu adamı Irak’a cumhurbaşkanı yaptı.

Bu fraksiyonların hepsinin aslında tamamen Amerikancı olduğu sonra ortaya çıktı. Zaten 1970’lerde Çincilik eşittir Amerikancılık’tı.

Zaten Türk soluna “Kürtlerin kendi kaderini tayin etme ve ayrılma hakkı vardır” düşüncesini ilk sokan ve bununla sık sık övünen de Çinci Perinçek’tir. Aydınlıkçılar DDKO’cularla birlikte TİP yönetimine rağmen 1970’deki 4. Kongre’de “Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını” kabul ettirecekti. Aybar-Boran-Aren yönetimi o dönem “doğal asimilasyonu” savunmasına rağmen bu korsan karar yüzünden TİP kapatılacaktı. Maoculuk adına Perinçek 1969-1980 arası Türk solunda en azılı Amerikancılığa ve Kürtçülüğe yol açmıştı.

Şimdi Pervin ve PKK’lılar ne hikmetse 5 parçadan değil artık 4 parçadan bahsediyor.

Neden acaba?

Ermenistan kurulduğu ve PKK’yı kanatları altına aldığı için mi?

Bu Kürt-Ermeni, Taşnak-Hoybun ittifakının en bariz ifadesidir.

İyi de böyle “ulusal kurtuluş” mu olur?

Kafana göre 5 kafana göre 4…

Tüm bu tezlerin atası olarak yine 1970’li yıllarda ortaya atılan “sömürge Kürdistan” teorisini ele almalıyız.

Kürt ayrılıkçıları 1960’lı yıllara kadar bir tek DP ve AP gibi merkez sağ partilerde rol üstlenmişti. Ancak 1960’lardaki büyük sosyalist yükseliş ile birlikte Kürt ayrılıkçılarının taktikleri değişti. TİP’e ve Türk Soluna sızmaya başladılar. Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) örgütlenmesiyle son derece masumane ve “sol” tezlerle kendilerini gizlemeye çalıştılar.

1967’de düzenlenen ve TİP’in de desteklediği Doğu Mitingleri bu açıdan öğreticidir. Mitinglerde maksat sol yükselişin arkasına sığınıp Kürt bilinci yaratmaktı. Doğu illerinde düzenlenen mitinglerin konuşmalarında tek bir kelime bile “Kürt ve Kürdistan” lafı geçmiyordu. Diyarbakır mitinginin konuşma metnine bir bakalım:

“Doğulu kanuni hakların için çalış, didin! Hak istemekle birlik bozulmaz… Batı’ya medeniyet, Doğu’ya cehalet neden? Jandarma değil öğretmen istiyoruz. Karakol değil okul istiyoruz… Batı vatan ya Doğu ne? Bazuka değil, fabrika isteriz… Batıya fabrika, Doğuya baraka, bu mu harika? Bölücü diyor kalkıp da! Oşt ha! Doğu müstemleke değildir! Ağa, şeyh, komprador üçlüsüne paydos!”

“Müstemleke  değiliz”den  “Sömürge  Kürdistan”  tezlerine

Bu metin tam bir siyaset kurnazlığıdır. Yukarıda bahsedilen samimi talepler insana çok mantıklı gelmektedir. Jandarma yerine öğretmen, bazuka yerine fabrika, karakol yerine okul…

Bu şefkat elini isteyenlere kim bölücü diyebilir? Hatta bölünmenin önüne geçmek isteyenler devletin hizmetini isteyen bu mazlum Doğulular değil midir? Zaten zavallılar haykırmıyor mu: “Biz müstemleke değiliz!”

Ayrıca metinde tek bir Kürt kelimesi bile geçmiyor…

Ancak Doğu Mitinglerinden sadece 10 yıl sonraya gidersek, aynı Kürt ayrılıkçılarının geldiği nokta açısından metnin gerçek amacı ortaya çıkmaktadır.

Artık Türkiye’de TİP’in arkasına sığınan değil, kendi onlarca terör örgütünü kurmuş bir Kürtçülük hareketi vardır.

“Doğu müstemleke değildir” diyenler gitmiş yerine “Kürdistan sömürgedir”ciler gelmiştir. O zaman metni bir daha okuyalım: “Biz müstemleke değiliz” demek aslında “biz aslında sizi sömürgeci olarak görüyoruz ayağınızı denk alın” demekmiş.

“Jandarma değil öğretmen”, “karakol değil fabrika” isteyenlere 10 yıl sonra ne olmuş?

Bilindiği gibi artık onlara göre öğretmen en büyük düşmandır. Çünkü “sömürgeci-asimilasyoncu” Türk devletinin en hain silahıdır. Bu teori yüzünden yüzlerce öğretmenimiz, hemşiremiz, doktorumuz katledilmedi mi? Okullar yakılmadı mı?

Peki ya fabrika, iş ve aş isteyen mazlum Kürde ne oldu?

Kürdistan sömürge ya… Fabrika da o zaman sömürgecinin Kürdü sömürü aracı… Bu yüzden şantiyeler yakıldı, mühendisler öldürüldü.

Ancak işine geldiğinde aynı terane: “Bakın Doğuyu ne kadar geri ve yoksul bıraktınız…”

Bir de şu muazzam sosyalizan slogan: “Ağa, şeyh, komprador üçlüsüne paydos!” Bilindiği gibi bugün PKK sadece ve sadece ağa, şeyh ve kompradordan ve onların kullandığı zavallı marabalardan ibaret bir örgüttür. Nitekim önce İsmail Beşikçi sonra Apo Kürt ağa, şeyh ve kompradorlarına karşı çıkan Türk sosyalistlerini şovenist ilan ettiler. Sonra da bu unsurları “Kürt ulusunun doğal tarihsel önderleri” olarak baş tacı ettiler.

Kısacası sol soslu, mazlum Kürt edebiyatı Türk soluna ve insan zekâsına en büyük hakaretti. Ancak Türk solu ne yazık ki bu oltayı yuttu.

“Kendi  kaderini  tayin”den  Pan – Kürdist  imparatorluğa

Aradan 40 yıl geçmiş. Kürt sermayesi ve mafyası Türkiye’ye adeta egemen olmuş. Doğu ve Güneydoğu’ya yapılan yatırımlar Batı’yı 5’e katlamış. Yolsuz, elektriksiz tek bir Güneydoğu köyü kalmamış.

Bölge halkı öylesine kayırılmış ki bu insanlar vergisiz kazanç, parasız sağlık, ücretsiz elektrik ve çocuk başına prim gibi sosyalizmi bile aşan garip bir ödülle kucaklanmış…

Ve hâlâ bazı saflar doğunun yoksulluğundan, ezilmişliğinden, baskıdan, kucaklaşmadan bahsedebiliyor.

Kısacası “sömürge Kürdistan” tezi büyük bir sömürünün kılıfıydı. Bu ülkenin değil 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde doğudan sömürdüğü tek bir ekonomik değer yoktur.

Sömürge bilindiği gibi ekonomik ve siyasi bir kavramdır. Ancak Kürt ırkçıları tarihe yeni bir sömürgeci model kazandırmıştır!

“Sömürülen” “ulus” zenginleşmekte ve egemen olmakta, “sömüren” Türkler ise yoksullaşmakta ve hatta yerinden yurdundan edilmektedir.

Düşünsenize Kongo’nun Brüksel’i ele geçirmek istemesi ne komik olurdu?

Ancak PKK açıkça en büyük Kürt kentleri diye Mersin, İzmir ve İstanbul’u talep etmektedir.

“Sömürge Kürdistan” teorisi aslında

1-) Kürt ırkçılığının (sömürülenin sömüren Türk’ü katletmesi meşrudur),

2-) İşbirlikçiliğin (Türk sömürgeciyse ABD dosttur, abidir)

3-) Kürdün Türk’ü sömürüsünün (sömürülenin sömüren Türk’ü soyması meşrudur) ve bir ileriki aşamada da

4-) Pan-Kürdist ve soykırımcı bir devletin (sömürülenin tarihten ve Türk’ten intikam alması meşrudur) ilk adımıydı.

5 Parçacılık bunun tam ifadesiydi. Dünyanın en “ırkçı, barbar, karşıdevrimci, insanlık dışı” projesi ilan edilen Pan-Türkizm’e göre Pan-Kürdizm ne hikmetse insan hakları, barış, demokrasi ve devrim ile özdeşleştirildi. Hem de öyle bir “devrim” ki arkasında her türlü zıt kutup ve ideolojiden bütün emperyalist devletler var.

5  parçadan  0  parçaya

5 Parçacıları PKK hedef almıştı. Çünkü parçalanan “Kürdistan”a Sovyetler’i dahil etmek PKK’nın taşeronluk hizmetine zıttı. İşin ilginci PKK sadece Maocu Kürtçüleri değil Sovyetçi Kürtçüleri de katletti. Tabii Çin yanlısı Türk solcuları ve Moskova yanlısı Türk solcuları da katliamın dışında tutulmadı.

Bu garip tutum 80 öncesi Çin-Rusya-Arnavutluk arasında bölünen Türk ve Kürt fraksiyonlarını şaşırttı ve PKK olsa olsa MİT’in örgütü olabilir sonucuna ulaşmalarına yol açtı.

Apo ise teorik olarak bu olguyu açıklayacaktı. Yıllar sonra yoldaşları Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek’e özeleştiri adı altında “Kürt şiddete tapar o yüzden bu yola saptık” açıklamasını yaptı. Apo’nun yöntemleri Kürtlerin takdirini kazandığı gibi asıl hem ABD hem Rusya’nın ve Türkiye’ye düşman bölge ülkelerinin bile takdirini kazandı. Türkiye’ye karşı iyi bir koz oldular. Bazen de o kozu kullananlar kozun kendilerine karşı kullanıldığını gördüler.

Sonunda 5 Parçacılar teorik olarak olmasa da fiziksel olarak tasfiye edildiler. Geriye kaldı 4 Parça. Ancak ne hikmetse Pan-Kürdizm sık sık bu parça sayılarını 3’e 2’e düşürdü.

Örneğin PKK İran’a sığınınca “İran’da Kürdistan eyaleti var bu yüzden anti-sömürgeci mücadelemizin dostu” diyordu.

Irak’ta Barzani Saddam ile anlaşınca Irak rejimi anti-emperyalist ve özgür Kürdistan’ın dostu ilan ediliyordu. İşler tersine dönünce Saddam soykırımcı, ABD en büyük müttefik olabiliyordu.

Suriye’nin hikayesine hiç girmeyelim. “Sömürge Kürdistan”ın “özgürlük savaşçılarının” en büyük himayecisi “sömürgeci” Suriye oldu. Kısacası 5-4-3-2’e inen parçalar sık sık dile getirilmez oldu.

Bir tek Türkiye düşmanlığı baki kaldı.

Apo kime hizmet ettiyse o güç sömürgeci olmaktan çıktı. Ve şu anda Apo AKP’nin elinde. İster misiniz PKK ABD’ye karşı savaşsın?

Oldu  sana  “ SIFIR  Parça  Kürdistan…”

Olmaz  demeyin.

PKK  aslında  ele  geçirilmiş  bir  güçtür.

ABD  ajanı,  Rus  ajanı,  Fransa  ajanı  orada  kaynar  ama  AKP’nin  de  eli  boş   durmuyor.

Hepsinin  ötesinde  Apo,  AKP’nin  elinde…

Okumaya devam edin ‘Ermeni — Kürt işbirliğinde son nokta : 5 Parça “Kürdistan” nasıl 4 parça oldu ?’

26
Şub
13

HOCALI KATLİAMI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Rus  askerlerinin  desteğiyle  Hocalı’ya  (Xocalı)  ulaşan  gözü  dönmüş  Ermeni  askerler  “katliam”a  başlamışlardı.

25  ve  26  Şubat  1992′de  öldürülen  bebekler,  yaşlılar  ve  ırzına  geçilen  genç  kızların,  kadınların  canhıraş  feryatları  Xocalı  sokaklarında  yankılandı.

Çıkarlarının  olduğu  coğrafyalar  için  tüm  olanaklarını  seferber  edenlerin  sesi  bu  kez  çıkmadı  ve  sadece  seyrettiler !

Hayalî  nükleer,  kimyasal  silahlar  bahanesiyle  ve  yerel  halka  “huzur”  vaadiyle  çok  büyük  ordularını  seferber  eden  büyük  devletler  sessizce  beklediler.

Süreç ;  çok  ustaca  hazırlandı.

Gorbaçov  döneminde,  Sovyet  Sosyalist  Cumhuriyeti’nin  25  Temmuz  1990’da  yayınladığı  bir  kanuna  dayanarak  Dağlık  Karabağ’da  da  av  tüfekleri  dâhil  olmak  üzere  tüm  ateşli  silahlar  toplandı.

Karabağ’da  bu  toplama  işini  bizzat  Rus  askerleri  yönetti.

Ağustos  ayından  itibaren  direkt  olarak  Azerileri  hedef  alan  Ermeni  saldırıları  başladı.

Aslında  plan  göstere  göstere  uygulanmaya  başlamıştı.

Toplu  taşıma  araçları  taranmaya,  evler  yakılmaya  velhasıl  terör  yapılmaya  başlanmıştı.

Kısa  bir  süreçte;  186  bin  Azeri  Azerbaycan’a  gitmeye  zorlandı.

Bu  tam  anlamıyla  bir  “Etnik  Temizlik  Operasyonu”  olarak  tanımlanabilir.

Amaç;  topyekün  olarak  o  coğrafi  alanda  bir  tek  Azerinin  kalmaması,  Karabağ  topraklarının  tamamen  Ermeni  ve  Ruslarca  iskân  edilmesi  şeklindeydi.

1991’de  ilk  Azeri  köyü  Ermenilerce  işgal  edildi  ve  öldürülme  korkusuyla  evlerini  terk  ederek  Azerbaycan’a  göç  başladı.

“Hocalı  Katliamı”  esnasında  10  bin  kişinin  yaşadığı  Hocalı’da  3  bin  Azeri  kalmış,  keskin  nişancı  dehşeti  içinde  olan  halk  yolda  yürümekten  korkar  olmuştu.

Psikolojik  savaş  da  bu  bağlamda  çok  başarılı  oldu.

Rus  Gizli  Servisi’nin  bilgisi  dışında  bir  davranışta  bulunmaları  mümkün  olmayan  Ermeni  birlikleri;  Rus  askerleri  ile  birlikte  25  Şubat’ta  Hocalı’ya  ulaştı  ve  saldırı  başladı.

Ruslar;  Ermenilerle  birlikte  bu  katliamda  yer  almadıklarını  sürekli  tekrardılarsa  da  buna  kimse  inanmadı.

Nitekim  Rus  366. Alay’ının  bu  katliamda  Ermeni  safında  yer  aldığı,  bu  alaydan  kaçan  3  askerin  ifadeleri  ile  Dünya  kamuoyu  nezdinde  kanıtlandı.

Birleşmiş  Milletler  bu  katliama  duyarsız  kaldı.

Türkiye; 1922 Kars Anlaşması çerçevesinde müdahale etme hakkı bulunduğunu ortaya koyduktan bir müddet sonra BM tepki verdi.

Bunda, 60 binden fazla insanın yaşamakta olduğu Kelbecer’e yapılan saldırının daha fazla etkin olduğunu ifade edebiliriz.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 822 sayılı kararı ile Ermeni askerlerinin işgal altındaki Karabağ topraklardan çekilmesi istendi ise de bu karar; işgalin kalkması yönünde bir sonuç vermemiştir.

Resmi kayıtlara göre; 613 olarak anılan öldürülen sayısının 1300’den fazla olduğu ifade edilmektedir. Burada yaşayan az sayıdaki Ahıska Türkü’nün de katliamdan etkilendiğini, evlerinin yakıldığını ve öldürülenler olduğu gerçeği de bulunmaktadır.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ayaz Mütellibov’un bu olayda çok büyük bir yanlışı; dört gün boyunca bu olayları kamuoyundan gizlemesidir.

Olay duyulduğunda Azerbaycan’da şok etkisi yapmıştır. Bu olayın neden halktan gizlenme gereği duyulduğu ise hâlâ esrarını koruyan bir sorudur. Zorlukla 12 kilometre ötedeki Ağdam Kenti’ne gelmeyi başaranların büyük kısmı soğuktan kangren olan bacaklarını kaybetmişlerdir. Hocalı, Ağdam arasındaki orman yoluna; aralarında göğüsleri kesilmiş kadınların, bebeklerin, yaşlıların, kafa derileri yüzülmüş cesetlerin dizildiği; katliamı yaşayan görgü tanıklarınca aktarılmıştır.

Katliamı;  “Monte Melkonyan”  (Մոնթէ Մելքոնեան)  adlı  bir  Ermeni  komutan  yönetti.

Melkonyan;  birçok  diplomatımızın  öldürülmesinde  rol  almış,  “Orli  Baskını”  ile  de  ilgisi  olan  eski  bir  “ASALA”  lideridir.

Bugün Ermeni Cumhurbaşkanı olan “Serj Sarkisyan” o tarihte Ermeni kuvvetlerine komutanıydı ve Monte Melkonyan’ın kardeşi ünlü Ermeni yazar “Markar Melkonyan” da Sarkisyan’ın yanında yer almaktaydı.

Mackar  Melkonyan;  Amerika’da  çıkardığı  “Benim  Kardeşimin  Yolu”  (My  Brother’s  Road)  adlı  kitapta  kardeşinin  yaptığı  katliamı  şöyle  yazmıştır :

Okumaya devam edin ‘HOCALI KATLİAMI HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ’

25
Şub
13

ARNAVUTLAR, KARADENİZLİLER – LÂZ’LAR, ÇERKES’LER ve “bir” PKK’lının hayâli…

CEVAP

Hakan Şükür  adlı  top  kovalayan  biri  “Ben  Türk  değilim,  Arnavut’um”  demiş…

Dilin   kemiği   yok   derler,   biz   de   cehaletin   sınırı   bazen   vatan   hainliğinde   sona  

erer   diyeceğiz :

Arnavutlar   Etrüsk   kökenlidirler.

Bu  gerçeğin  ileri  sürülmesiyle  Batılı  başkaldırmış  ve  “Arnavutlar  gibi  geri  kalmış  ilkel  bir  halkın  Etrüsk  olması  imkânsızdır”   demişlerdir.

Biz  Arnavutları  ilkel  görmek  istemiyoruz.

Ama,  yukarıdaki  adı  taşıyan  kişi  “top  kovalarken  Türk,  Türklerin  Büyük  Millet  Meclisine  seçildiğinde  Arnavut  olan  kişi  en  aşağı  iki  yüzlüdür…

Ya  da  sadece  yüzsüzdür.

Hatırlayalım

Ön – Atalar  M.Ö.7  binlerde  kuraklıktan  göç  esnasında  yollarına  çıkan  Balkanlar’a  yayılmışlar  ve  yazılarıyla  göç  ederken  de  bu  kıt’ayı  ışıklandırmışlardır.

Bir  örnek :

As  Ësiñisim  yazıtı…

Arnavutluk’ta  Berat  kenti  yöresinde  Balşi  köyü  manastır  harabesi  yazıtı  (Kâzım Mirşan)

Yalnız  dikkat !..

Ön – Türk  kültürü  ırkçılık  ya  da  kafatasçılık  değildir.

Söz  konusu  konu,  kültürdür  ve  kafanın  dışıyla  değil  içiyle  meşgûl  olur !..

Ama  DNA  testi  yapılırsa  Arnavutlar’ın  aynı  zamanda  Türk  oldukları  ortaya  çıkabilir.
Sevimli  Karadenizlilerimiz,  Lâzlarımız,  Ön – Türk  kültüründendirler :

OQ – OZ  ULIQ  KÖL,  Karadeniz’in  tarihteki  ilk  adıdır;  “Tanrısal  OQ’ları (Oq  halkını)  ulaştıran  deniz”  demektir.

Trabzon  mağaralarında  Ön – Türkçe  yazıtlar  bulunur.

ZONGULdak,  bir  ad  değil,  Ön – Türkçe  bir  cümledir.

Aslı  OZ – ONG – UL  olmalıdır.

DAK  ekinin  anlamı  henüz  araştırılmamıştır;  bunu  analiz  edecek,  K. Mirşan’dır.

OZ = Tanrıyla özdeşleşmiş..

ONG-ËL = Tanrıya erişme başarısını elde etmiş halk…

Cümle hâlinde “Tanrıya erişme başarısını kazanarak Tanrıyla özdeşleşmiş halk”

Bu halk, Yunanlıların ticaret için Karadeniz sahillerinde tezgâhlar

kurduklarında zaman içinde Yunanca öğrenmiş ve bu nedenle Pontus adıyla bir Yunan krallığı kurulmuştur ama kökende yazısıyla Ön-Türk kültürü vardır.

Karadeniz’e verilen PONTUS EUXİNUS’ta EUXİNUS(ögzinus) kelimesinde ÖG,İG, “su” demektir.

(Z) harfi çoğul ekidir.

Fransızca’da (S)ye dönüşmüştür; Ögzin, sular’a ait, US”yüce”demektir.

Pontus, Lâtince’den alınmadır, “köprü” demektir; yani, Yunan’ı, Karadeniz’e bağlayan köprü demek olabilir.

Pontus ögzinus, “Yunanla köprü oluşturan yüce sular” yani, deniz anlamına varabiliriz.

Sinop  Tershane  kapısının  lento  yazısı  Ön-Türkçe’dir.

Kâzım  Mirşan  tarafından  bulunmuştur.

Lâzlarımız‘a   gelelim :

Trabzon  mağaralarındaki  üç  yazıttan  biri  (Kâzım  Mirşan)…

Yazı  Issıq  Köl  yazısı  yâni,  Altın  Elbiseli  Adam’ın  mezarındaki  yazı  türündendir.

Kutsal  Evren’de  Kozmozlaşma
Yâni,  Tanrıyla  Özdeşleme

Dinler  tarihiyle  ilgili  ama  gizlenmekte  olan  bir  gerçek:

YAZIT• Gök’e  3  filozof  (Peygamber)   çıkmıştır  (KM)

• Birisi  Mısır’dan,  NİL’den

• İkincisi,  Trabzon’dan  M.Ö.516’da

• Üçüncüsü,  Kudüs’tendir,  yani  İsa  Peygamber’dir

Lâzlarımız,  Horon  teperler.

Oyunlarının  tartısı,  7  zamanlı  (2+2+3)  ve  5  (2+3)  zamanlı  aksak  tartıdır.
Kısacası,  Ön – Türk  yazısı  içeriği  ve  aslında  tinsel  değerde  olan  HORON..

Lâzlarımızı  bizden  koparamazlar…

Çerkesler :

Yıllar  önce,  Düzce’de  bir  lokantada  nûranî  yüzlü  yaşlı,  saygın  bir  Çerkez’i  tanımış  ve  kim  olduklarını  sormuştum.

Bana,  “evlâdım”  demişti,  bizim  esas  adımız  UB – IK…  maalesef  gençlerimiz  ne  olduklarını,  adlarını  bile  bilmemektedirler”.

Yıllar  sonra  Ön-Türk  kültürüne  (kafatasına  ve  ırkına  değil)  ilgi  duyduğumda  Prof.  A. Erzen’den  atalarımızın  M.Ö. 13 binlerden  başlayarak  Kafkaslar  yoluyla  Anadolu’ya  göç  ettiklerini,  bu  göçlerin  devamlı  olduğunu  öğrendim.

Demek  ki  bu  göçlerle  kendilerine  UB – IQ  adı  veren  bir  gurup,  Kafkaslar’a  yerleşmiş  ve  kimileri  de  Anadolu’ya,  göçlerine  devam  etmişlerdir.

UB  sözcüğünün  çeşitli  anlamlarından  biri,  “en  yüce”dir.

IQ  ise,  aidiyeti  gösterir.

Latince’ye  IQ(ique)  olarak  geçmiştir.

Örnek :

Histoire,   historique

Bu  kısa  açıklama  ile  Batı’nın  çıkarları  için  çeşitli  bahaneler,  saptırmalar,  yalanlar  ve  yakıştırmalar  ile  Türkleri  ve  Anadolu’yu  parçalamak  için  1774’te  Küçük  Kaynarca  antlaşmasından  sonra  aldıkları  karar  ile  uygulayacakları  Etniler  politikasının  ipliğinin  pazara  çıktığı  meydandadır,  Türk  halkı  artık  uyanmaya  başlamıştır.

Ey   akademisyenlerimiz !..

Bu   bilgileri   ben,   etnolog   kişi   değil,   sizler   vereceksiniz.

Bunlar   sizlerin   derin,   geniş   ihtisasınızın   çerçevesindedir…

Uyku  ilâcı  mı  aldınız ?…

Uykusuzluktan  yakınıyorum,  bana  o  ilâcın  adını  verir  misiniz ?

Bir  PKK’lı  ne  demiş ?

Önemli  olan  PKK’lının  ne  dediği  değil,  tarihin  ne  dediğidir !

İlk  Dünya  savaşının  sonunda  Batılı;  yönetimin  çökmesini,  son  padişahın  işgâlcilere  teslim  olmasını,  ülkenin  çökmesi  diye  algılamıştı.

Gerçekte  yönetim  çökmüştü  ama  Türk  Halkı,  ülkenin  esas  sahibi  sapasağlam  ayaktaydı;  hiç  şüphesiz,  satın  alınmışlar,  çıkarcılar, vatan  hainleri  her  devirde  olduğu  gibi  mevcuttu ..

Ama  Millî  irade  ayaktaydı…

Bugün  olduğu  gibi…

Ordumuza  gelince :

Büyük   bir   kudret   olan   Ordu’nun   bir   kaç  dalı   kesilmiştir.

Ama  beşyüz  bin  kişi  ve  gerideki  çok  sayıdaki  general,  amiral,  üst  ve  ast  subaylarıyla  ordu ülkeyi  her  an  korumak  niteliğine  sahiptir…

Özellikle  ordu  yönetiminde  büyük  ağırlığı  olan  albaylar  bilinen  değerleriyle  görev  başındadırlar.

Halkımız,  değişik  kuruluşlar,  dernekler  ülkenin  dört  bir  yanında,  haklarını  arama  toplantıları  ve  yürüyüşleri  yapmaktadırlar…

İstanbul’un  İşgâlinde,  Beyazıt  mitingi  misâli..

Hem  de  başlarında  bir  kadın…

Halide  Edip  olarak  yaptıkları  gibi.…

Halk  uyanmaya  başlamıştır…

Bunlar  gittikçe  büyüyen  kar  toplarıdır..

Çığ  olma  yolundalar….

Tarih  göstermiştir  ki,  Türkler  uyuşuk  görünüşleriyle  uçurumun  kenarına  kadar  giderler  ve  oradan  – daima –  dönmesini  bilirler.

Çanakkale  ve  Bağımsızlık  Savaşı…

Mehmetçiğe,  “tüfeğini  karşındaki  düşmanından  alacaksın”  demişlerdi…

Batı  – vaktiyle-  “kişi  kendini  bilir”  dedikleri  gibi,  yönetim  yıkılınca  Türk  Milletinin  yıkılacağını  sanmıştı…

Büyük  tarihi  hatâ…

Büyük  yanılgı…

Tekrarlayalım :

Tarih   tekerrürden   ibarettir.

İşte,   Batı’nın   etniler   politikasına   Lâzlarımızın   kallâvî   bir   Atatürk   tokadı : Okumaya devam edin ‘ARNAVUTLAR, KARADENİZLİLER – LÂZ’LAR, ÇERKES’LER ve “bir” PKK’lının hayâli…’

24
Şub
13

KOMUTANLAR İTİRAFLARA BAŞLADI…

Beş  ay  önce  yayımlanan  “ATATÜRKÇÜLER  YENİLDİ”  adlı  kitabımda,  çok  sağlam  belgelere  ve  kaynaklara  dayanarak  son  60  yılımızın  geniş  bir  değerlendirmesini  yapmıştım.

Kitabıma  ilgi  çok  büyük  oldu,  bu  ilgi  artarak  sürmektedir.

Okuyanların  neredeyse  tamamı;  üzüntü,  öfke,  aldatılmış  duygusu,  karamsarlık  ve  kaygı  yaşamış  olsalar  da,  beğenilerini  ve  övgülerini  yazarak,  telefon  ederek  ve  şahsen  beni  gelip  görerek  duyurdular.

Kitabın  adına  takılıp  kalan,  aldatmaya  ve  aldanmaya,  avutmaya  ve  avutulmaya  yatkın  olanlar,  kitabımı okumadan  tepki  gösterdiler.

Kitabımı  okumaya  cesaret  bile  edemeyenlere  ben  diyebilirdim  ki ?

21  Şubat  2013  günü  Aydınlık  gazetesini  aldım.

Gazetenin ön sayfasının tamamını kaplayan haberi okudum ve kendi kendime, “Atatürkçüler Yenildi” kitabım umduğum olumlu yankıyı yapmış, diyerek sevindim.

Gazetenin  ön  sayfasının  tümünü  kaplayan  haberde,  Emekli  Korgeneral  İsmail  Hakkı  Pekin  ve  Emekli  Tümgeneral  Ahmet  Yavuz’un  Silivri’den  yolladıkları  mektup  ayrıntılarıyla  verilmekteydi.

Ben  sizlere  o  mektuptan  sadece  iki  paragraf  aktaracağım.

Bakın,  Silivri’deki  bu  iki  komutanımız  neler  diyor :

Ülkemiz,  1952’de  NATO’ya  girdikten  sonra,  kendi  omuzlarının  üzerinde  başkasının  kafasını  taşımanın  bir  bedeli  olarak,  düşünme  yetisini  kaybetmiştir.

NATO  döneminde  halkın  kaderini  paylaşma  zayıflamış,  onun  değerlerinden  uzaklaşılmış,  Ordumuz  kendisine  kan  pompalayan  damarları  kendi  içerisinde  çürütmüştür.”

 

İki  komutanımızın  Silivri’den  yazdıkları  şu  satırlar  can  alıcı  değerde  itiraflardır :

“Maalesef  Ordumuzu  yöneten  bizler,  Atatürk’ü  doğru  anlama  ve  anlatma  becerisini  gösteremedik.”

 

Bu  acı  itiraflar,  benim  “Atatürkçüler  Yenildi”  kitabımda  ortaya  koyduğum  çok  sağlam  belgelerden  sonra  varmış  olduğum  yargıydı !

Diyeceğim   şudur :

Umarım   bundan   sonra   yalnız   Silivri   ve   Hasdal’daki

komutanlarımız   değil,   hâlihazırda   görev   başında

olan   komutanlarımız   da   gerçek   Kemalist   olma  

yoluna   girerler.

Hiçbir   zaman   “çok   geç”   sayılmaz !

Bir  de  dileğim  var :

Okumaya devam edin ‘KOMUTANLAR İTİRAFLARA BAŞLADI…’

24
Şub
13

BUNLAR VİCDANSIZ PROPAGANDA YÖNTEMLERİ

Propaganda  yöntemleri  ile  gerçekleri  ters  yüz  edecek  bir  algı  yaratmak  olanaklıdır.

recep-akdurBunun  çok  çeşitli  yöntemleri  vardır.

Bu yöntemlerden kendi yaptığını başkasına yüklemek, yalan söylemek ve karşıdakinin sözlerini çarpıtmak en vicdansız olanlarıdır.

Bu üçünün Türkiye’deki kullanılış biçim ve yaygınlığı yalnızca vicdansızlığı değil akıl tutulmasını da çağrıştırıyor.

Türkçe bilen bir yabancıyı getirseniz , birkaç gün televizyonları ve gazeteleri izledikten sonra Türkiye’yi kim idare ediyor diye sorsanız; hemen ve hiç tereddüt etmeden CHP diyecektir.

Evet işbirlikçi basın ve yayına göre sanki Türkiye’yi CHP idare ediyor.

Ekmeğe, benzine zam yapılıyor suçlu CHP, terörist başı ile pazarlık yapılıyor suçlu CHP, komşu bir ülkede isyan teşvik ediliyor suçlu yine CHP.

İktidarın bizzat yaptığı herşey CHP’ye mal ediliyor.

Karakol basılıyor suçlu CHP, bomba patlıyor suçlu CHP belediye otobüsleri yakılıyor suçlu yine CHP .

İktidarın önlemediği ya da önleyemediği herşey CHP’ne yükleniyor.

İç güvenliği ve yurdun her yerinde bayrağın dalgalanmasını sağlamak sanki muhalefetin görevi.

Bir yerde Bayrak yakılıyor CHP suçlu, Sinop’ta bayrak açılıyor yine CHP suçlu.

Cumhuriyetin başından beri, çözüme ilişkin ciltler dolusu raporu ve projesi olan CHP’yi projeniz yok diye suçluyorlar.

Oysa ki suya kapılmış yaprak örneği yurt içi ve yurt dışı odakların peşinde nereye gittiklerini bilinmeyen ve projesi/önerisi olmayan kendileri.

CHP’den ağzını açanın sözlerini öyle çarpıtıyorlar ki bir daha ağzını açamıyor. Sayın Onur Öymen’e böyle yaptılar.

Sayın Gülere’ de bu yöntemi kullandılar. Sayın Güler’in konuşmasındaki “Türk Ulusu” ve “Kürt Etnisitesi” kavramlarını çarpıtarak “Türk” ve “Kürt” isimlerine indirgediler ve bir kaşık suda fırtına kopardılar.

Yalanlarını o dereceye vardırdılar ki; kendisi Sinop’ta bile olmayan Belediye Başkanı’nın kışkırtıcılık yaptığını söylediler.

Örnekleri çoğaltmak olanaklı.

Vicdansızca propaganda yapmaya devam ediyorlar.

Her gün bir mahalle ateşe verilirken her gün bir Mehmetçik şehit edilirken arkadaşlar ne yapıyorsunuz diye sormuyorlar.

Ne zaman ki Sinop’ta Bayrak açıldı biraz da taşkınlık yapıldı, söylemediklerini bırakmadılar.

Kendileri milliyetçilikten de öte mikro milliyetçiliği, ulusun ve yurdun bölünmesini açıkça savunurken bayrağına ve ulusuna sahip çıkanları “milliyetçilikle” “provokatörlükle” suçladılar.

Üstelik sürekli bir şekilde “milliyetçiliği” ulus severlik ve yurtseverlikten öte lanetli bir düşüncenin sahipliği şeklinde algılatmaya çalıştılar.

Bu konudaki en masumane duyguları bile vicdansız propagandaya alet edip “ya sev ya terk et” benzetmesine havale ettiler.

“Analar  ağlamasın  dediler”  anaları  ağlatanları  asla  kınamadılar.

Kan  akmasın  dediler  ama  arkasından  “bu  kanın  kimden  ve  ne  kadar  akacağını  kimse  bilemez”  tehdidini  de  eksik  etmediler.

Öğrencinin,  işçinin,  Cumhuriyetçilerin  toplu  gösterilerinde  düşmana  bile  yapılmayacak  şiddeti  uyguladılar.

Okumaya devam edin ‘BUNLAR VİCDANSIZ PROPAGANDA YÖNTEMLERİ’

24
Şub
13

BEYİN KONTROLÜ

zihin_kontrolu

Bir  yazıyı  okumadan  önce  ve  bir  fikri  değerlendirmeden,  klişeleştirmelerden  kaçınmanızı  öneririm.

Eğer  klişeleştirmeler  yoluyla  kendinizi  farklı  olandan  ve  yeni  düşüncelerden  uzak  tutarsanız,  dünyadaki  ve  ülkenizdeki  gelişmelerin  ve  olayların  arka  planlarını  anlamada  başarısız  olacağınız  kesindir.

Şimdi  gelelim,  Beyin  Kontrolü  ya  da  onun  alt  dallarından  birisi  olan  Beyin  Yıkama  üzerine  yazılanlara  ve  bu  konudaki  iddialara.

Beyin Kontrolü üzerine özellikle istihbarat alanında yapılan çalışmaların 1950’lerden önceye dayandığını biliyoruz.

Almanya’da Hitler faşizmi döneminde yapılan ve çoğu gizli kalmış araştırmalar ve bu araştırmaları yapan bazı araştırmacıların, daha sonra ABD gibi başka ülkelerde bu çalışmalarına devam ettiklerini biliyoruz.

BEYİN  KONTRPLÜ

Beyin  Kontrolü  ve  Etik

Beyin kontrolü ve beyin yıkama üzerine yapılan bilimsel çalışmaların etik açısından değerlendirilmesini bir başka çalışmaya bırakmak istiyorum.

Bu çalışmaların etik açıdan çok yanlış ve zararlı olduğuna inansak bile, bunları ortadan kaldırmak olanaksızdır.

Üstelik, bu çalışmalarda elde edilen bazı bilgilerin beyin hastalıklarının tedavisinde ve insan beyninin anlaşılmasında çok yararlı sonuçlar ürettiğini de unutulmamak gerekir.

Zamanında atom bombası üzerine de benzer tartışmalar yapılmıştı, ancak bu tartışmalar, nükleer silahların yayılması ve çeşitlenmesini engelleyemedi.

Bu nedenle, baştan etik tartışması açarak bazı konuları kapalı kapılar ardına bırakmanın ve gerçeklerin göz ardı edilerek bu konuda halkın aydınlatılmasının engellenmesinin doğru olmadığına inanıyorum.

Ayrıca, bu konudaki yasakçı anlayışın, beyin kontrolü araştırmalarını kötüye kullananların işine yarayacağına inanıyorum.

Bu nedenle, beyin kontrolü gibi konularda yazılanların etik nedenlerle tepki görmesinin ve sansürlenmeye çalışılmasının mantığını anlamak güçtür.

Beyin  Kontrolü  Çalışmaları

Beyin kontrolü üzerine çalışmalar ile “frenoloji” ismi verilen bilimin sapkın düşüncelere alet edilmesi uygulamalarını karıştırmamak gerekir.

Frenoloji isimli sapkın yaklaşım; Latince Fren ve Logos kavramlarından türetilmiş olup insanların kafatası şekillerinden karakterlerini ve suça eğilimli olup olmadıklarını belirlemeye dönük düşüncedir.

Alman doktor Gall tarafından geliştirilmiş olan bu sapkın yaklaşım, 19. yüzyılda çok sayıda taraftar bulmuş ve insan kafatasları üzerinde çok sayıda araştırma yapılmasına kaynaklık etmiştir.

Bu araştırmalarda, suçluların beyinlerinin suç işlemeyenlerden de farklı olduğunu kanıtlamak için genellikle azılı katil ve tecavüzcü gibi kişilerin kafataslarında farklı bir nokta bulmaya çalışılmıştır.

Paul Broca gibi dönemin çok sayıda gerçek bilim adamı bile bu sapkın düşüncelerden etkilenmiştir.

Beyin kontrolü, frenoloji ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir alandır.

Beyin kontrolü çalışmalarının amacı, insan beyninin bazı maddeler ya da uygulamalar aracılığıyla kontrol edilip insan davranışlarının ve duygularının değiştirilmesi, yönlendirilmesi ve kontrol altına alınmasıdır. Bu konudaki çalışmaların çoğu gizli yürütülmekte ve özellikle istihbarat amacıyla kullanımı için binlerce bilim adamının uzun yıllardır bu konularda çalışmalar yaptığı bilinmektedir.

Beyin  Yıkama  Çalışmalarının  Tarihi

Beyin yıkama çalışmalarının tarihini kesin olarak bilmek mümkün değildir. Ancak, bilimsel açıdan ciddi sonuçlar doğuran çalışmaların 1970’ler sonrasında yoğunlaştığı görülür. Bu konuda yayımlanmış önemli çalışmalardan birisi, İspanyol psikoloji Profesörü Jose Manuel Rodriquez Delgado’nun “Physical Control of the Mind: Toward a Psychocivilized Society” kitabıdır  (http://www.amazon.com/Physical-Control-Mind-Psychocivilized-Society/dp/0829005749).

Elektrik sinyaller ile beynin bazı bölgelerinin hangi işlevlere sahip olduğunu ve bu elektrik sinyallerin hangi tepkiler doğurduğunu inceleyen Profesör Delgado’nun bulguları, beyin kontrolü araştırmalarının hızlanmasına katkıda bulunmuştur.

Beyin kontrolü üzerine çalışmalar, Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki silahlanma yarışı ortamında hızlanmıştır.

Binlerce bilim insanı ve uzmandan oluşan araştırma merkezleri kuran bu ülkelerin bu konuda ne tür sonuçlar ürettiği ve bunların insan beyni ve toplumlar üzerinde silah olarak ne şekilde kullanıldığı üzerinde elimizde fazla bilgi bulunmamaktadır.

Ancak,  ABD’de  beyin  kontrol  üzerine  bazı  çalışmaların   (örneğin  LSD  deneyleri  ve  MK – ULTRA  Projesi  gibi)   kamuoyu  gündemine  getirildiği  bilinmektedir.

Ayrıca,  beyin  kontrolüne  tabi  tutulduğunu  söyleyen  binlerce  insan  da  gerek  dünyanın  çeşitli  ülkelerinde  ve  gerekse  de  Türkiye’de  devlet  kurumlarına  ve  insan  hakları  derneklerine  başvurmuşlardır.

Okumaya devam edin ‘BEYİN KONTROLÜ’

23
Şub
13

Okulda “aşı” şoku..!!!

Ankara’nın  Mamak  ilçesine  bağlı  Kıbrıs köyü’ndeki  “Alper Tunga  İlköğretim  Okulu”nda  aşı  gerginliği  yaşandı.

İddiaya  göre,  Mamak  Kaymakamlığı  sağlık  ekipleri  tarafından  1. sınıf  öğrencilerine  yapılan  karma  aşı,  bir  ay  sonra  aynı  öğrencilere  “yanlışlıkla”  tekrar  yapıldı.

Öğretmenlerin  uyarılarına  rağmen  öğrencilere  bir  kez  daha  yapılan  aşının  bazı  öğrencilerin  ateşlendiği  kaydedildi.

Rahatsızlanan  öğrencilere  ilk  müdahale  okula  gelen  112  ekipleri  tarafından  yapıldı.

Ardından  vücudunda  kızarıklık,  ateş  ve  şişlik  tespit  edilen  öğrenciler  ambulansla  hastaneye  kaldırıldı.

AŞI-1Olayı  haber  alan  veliler  okula  akın  etti.

Veliler,  yetkililere  büyük  tepki  gösterirken,  Mamak  İlçe  Milli  Eğitim  Müdürü  Şemsettin  Durmuş  da  okula  gelerek  okul  müdürü  ve  sağlık  görevlilerinden  bilgi  aldı.

Durmuş  ve  Mamak  Kaymakamlığı  sağlık  ekipleri  tarafından  daha  sonra  velilere  okul  içinde  bir  açıklama  yapıldı.

Açıklamada,  ikinci  kez  yapılan  aşının  yan  etkisinin  olmadığının  söylendiğini  belirten  aileler,  ikinci  aşı  ile  birlikte  çocukların  bağışıklık  sisteminin  güçleneceğinin  ifade  edildiğini  anlattılar.
Yetkililer  tarafından  yapılan  açıklamadan  tatmin  olmayan  veliler,  okuldan  ayrılmak  üzere  makam  aracına  binen  İlçe  Milli  Eğitim  Müdürü  Durmuş’tan  tekrar  açıklama  istedi.

Durmuş’un  arabasının  önünü  kesen  öfkeli  aileler,  okul  müdürüne  de  büyük  tepki  gösterdi.

“Çocuklarımız   felç   kalırsa  bunun   hesabını   kim   verecek”   diyen   velilere,  gerekli  açıklamayı  yaptığını  söylemeye  çalışan  İlçe  Milli  Eğitim  Müdürü  Durmuş,  aracından  inip  tekrar  okula  girmek  zorunda  kaldı.

Çocukları  için  endişe  ettiklerini  belirten  veliler,  bu  olayın  peşini  bırakmayacaklarını  söyledi.

AŞI-2
Bu  arada  rahatsızlanan  öğrencilerin  sağlık  durumlarının  iyi  olduğu  öğrenilirken,  yetkililer  konunun  araştırıldığını,  şu  anda  herhangi  bir  sağlık  problemi  yaşanmadığını  bildirdi.

http://sozcu.com.tr/2013/gunun-icinden/okulda-asi-soku.html

—————————————————————————————————————

Yukarıdaki   “haber”e   istinaden   çoktaaaan   unut(tur)ulmuş   başka   bir   olayı  

“yüksek”   bilgilerinize   sunuyorum…

Çivisini   çıkaranlarını   siktiğimin   bu   “devlet”te   (artık   ne  sikim   “devlet”se)  

hiç   kimse   görevini   yapmayacak   mı   a.q..!!!!!

Ve   hiç,   ama   hiç   kimse   de,   “Yok   yaaa,    bu   da   komplo — momplo    teorisidir”  

ayaklarıyla ;    gevrek  gevrek   bizi   paranoyaklıkla   suçlayıp,     tüm   milletin   kendileri

gibi   götveren   olup,   gönüllü   domalmasını   beklemesin…

 Ona   göre…

Bu   yazı   25.10.2009   tarihinde   yayımlanmıştır…

 

NESTLE, GENLER VE TÜRKLER

Emperyalist   domuz  “aşısı”  konusunda  hâlâ  kafaları  

karışık olan   yurttaşlarımıza   “UFACIK”   bir   uyarı  

niteliğinde   bu  yazıyı  yayımlamak  mecburiyetindeyiz.

Kimlerin   domuzdan   yana   olduğunu   anlayanlar,

anlamayanlara   anlatsın…

Geçtiğimiz  günlerde  basına  yansıyan  haberlerde,  Nestle  firmasının  üçüncü  dünya  ülkelerinde  satılan  ürünlerinde  genlerle  oynıyan  bir  madde  (GE)  olduğu  açıklandı.

Habere  kimse  tepki  göstermedi.

Sessizce  geçiştirildi.
Aynı zamanda alerjik reaksiyonlara da neden olan bu maddenin hemen hemen
her Türk çocuğu tarafından alındığını düşünürsek vaziyetin vehameti daha ciddi bir şekilde ortaya çıkar.

Batı’nın   Türk   Genleri   ile  oynama   isteği   1990′lı   yıllarda    alınan   bazı  

istihbaratlarla   ortaya   çıkmış,   fakat   yetkililer   bu   konuda   görevlerini   yerine  

getirmemişlerdir.

Size   aşağıda   bu   konuda   anlatacağım   olay   bu   konunun   vehametini   daha   ciddi  

bir   şekilde   ortaya   koyacak   ve   ortak   olmaya   çalıştığımız   batı’nın   gerçek   yüzünü

bir    nebze   olsun   açıklıyacaktır   sanıyorum ;

Yıl  1993′tür.

Genç  bir  doktor  olan  Munise  Ozan (eşim)  Sinop  ili  Merkez  iki nolu  sağlık  ocağında  göreve  başlar.

İnsanlar  ekonomik  sıkıntı  içersindedir.
Sinop’ta  fabrikalar  kapanmış  insanlar  işsiz  kalmıştır.

Hasta  olan  çocukların  tedavisi  oldukça  pahallıya  mal  olmaktadır.

Allahtan(!!!???)   UNICEF’in  yardım  programı  vardır  ve  sağlık  ocaklarında  üst  solunum  yolları  hastalıklarının  tedavisi  için  bedava   “penicilin”  benzeri  “procain”  isimli  bir  ilaç  dağıtılmaktadır.

Çünki  çocuklar  genelde  üst  solunum  yolu  hastalıklarına  yakalanmaktadır.
Bahsi  geçen  ilâç  doktorlara  flakonlar  halinde  gelmekte  ve  hali  ile  doktorlar  ilacın  prospektüsünü  ve  ambalajını  görmemektedir,  Dr. Munise  Ozan  şüpheli  bir  iki  vakaüzerine  ilâcın  ambalajını  ve  prospektüsünü  ister.

Ama  mecbur  olduğu  halde  ilâcın  prospektüsünün  olmadığını  görür.

Ama  en  korkunç  açıklama  ilâç  ambalajının  üzerindedir.
Sağlık  Bakanlığımızın  yaptığ ı programa  göre  özellikle  5  yaş  altı  çocuklara  kullanılması  gereken  ilaç  ambalajı  üzerinde  ingilizce  ve  fransızca  olarak   “KESİNLİKLE   5  YAŞ  ALTIÇOCUKLARA  KULLANILMAZ”  ibaresi   vardır.

Dr. Munise  Ozan  durumu  Sağlık  Bakanlığına  yazar  ve  ilacın  kullanımını  sorumlu  olduğu  bölgede  durdurur.

Bakanlık  konuya  bir  açıklık  getiremez  ve  Dr. Munise  Ozan’a  o  yazıları
karalayıp  ilâcı  kullanması  söylenir.

O  diretir.

Durumu  bana  iletir.

Çünkü ben o zammanlar “OrtaDoğu” gazetesinin Sinop  muhabirliği yapmaktaydım.

O  zamanki  Cumhuriyet  Gazetesi  Sinop muhabiri  ve  Sinop  Gazeteciler  Cemiyeti  Başkanı  sayın  Cengiz  Demirel  ile  birlikte  sağ  ve  sol  ayırımı  yapmadan  olayın
üzerine  gittik.

Önce  Fransa  Sağlık  Bakanlığı’na  yazdık.

Gelen  cevapta  bu  ilacın  Fransa’da  üretilmediği  yazıyordu.

Ambalaj  üzerindeki  adres  Paris’teydi,   ama   Paris’te  öyle  bir  adres  yoktu.

Konu   iyice   karanlıklaşmaya   başlamış   ve   bizim   de  

Türk   Milletini   uyarma   hakkımız   doğmuştu.

Önce  Yerel  “Sinop  TV”de  hiç  bir  deneyimim  olmadığı  halde  bir  program  yaptım.

O  gece  “Sinop TV”  jandarma  tarafindan  kapatıldı.

Cengiz  Demirel  konuyu  CUMHURİYET  gazetesinde,  sayın  Arslan  Bulut  da  OrtaDoğu  gazetesinde  yazdı.

Fakat  bütün  bunlar  yeterli  olmadığı  için  konuyu  ARENA  programına  götürdüm.

Çünki  bu  arada  “Sağlık  Bakanlığı”ndaki  bazı  yetkililerde  konuşmaya  başlamış  ve  ilacın  genetik  allerji  yaptığını  bir  fax  mesajı  ile  Cumhuriyet  Gazetesi’ne  iletmişlerdi.

Fakat  kimse  genetik  allerji’nin  ne  olduğunu  bilmiyor  ya  da  söylemek  istemiyordu.

Karı  koca  ARENA  programına  çıktık  ilacın  yalnız  gördüğümüz  taraflarını  belirttik  ve  bu  genetik  allerji  meselesinin  açıklanması  gerektiğini  halka anlattık.

O zamanki Sinop valisi Adil Yazar “efendim Dr Munise Ozan altı üstü
bir pratisyen hekim uzman doktorlar bile konuyu bilmiyor o nasıl bilebilir” diyecek kadar gaflet içindeydi.

Çünki ilaç kırsal kesimde fakir halk çocuklarına dağıtılıyor, Unicef’e raporlar gönderiliyor ve bir takım veriler bir yerlerde toplanıyordu.

Ve  ilâç  sadece  pratisyen  hekimlere  kullandırılıyordu.

Daha  korkuç  olanı  ilacın  kullanıldığı  “pilot”  illeri  içeren  harita  idi.

Buna  göre  Erzurum,  Kastamonu,  Uşak,  Eskişehir,  Manisa,  Tokat,  Çorum  gibi  türkmen  nüfüsun  egemen  olduğu  iller  seçilmişti.

Ve  eğitim  düzeyi  düşük  olan  bu  illerin  kırsal  kesimindeki  halk,  allerji  veya  genetik  gibi  şeylerin  farkında  bile  değildi.

O  zaman  ARENA’ya  çıkan  sağlık  bakanı  Yıldırım  Bey  bile  kem  küm  etmekten
başka  bir  açıklama  getiremedi,  ama  benim  peşinde  olduğum  olay  genetik allerji  olayı  idi.

Kimse  olayı  dikkate  almadı  ve  olay  “kapan”dı.

Dr. Munise  Ozan  basına  izinsiz  demeç  verdiği  için  ceza  aldı.

Ama  herkes  “prof” lar  dahil,  genetik  allerji  yoktur  diye  ahkâm  kesti.
Genlerle  oynama  olayı ” Oktar  Babuna  Olayı”nda  açıkça  ortaya  çıktı  ve  Sayın  Durmuş  her  türlü  tepkiyi  almasına  rağmen  gerekeni  yaptı.

Simdi  Nestle’deki  bir  maddenin  genlerle  oynadığı  ve  allerji  yaptığı  ve  sadece  üçüncü  dünya  ülkelerinde,  yani  Türk  Cumhuriyetlerinde  de  satıldığı  açıklanıyor.

Çıkartacağımız  netice  şudur :

“TÜRK  MİLLETİ,  SENİN  GENLERİNLE  OYNUYORLAR  VE  BUNU  “YARDIM”  OLARAK  GÖNDERDİKLERİ  İLAÇLARLA  YAPIYORLAR.

BUNLARI  ÇOCUKLARINA  VERDİĞİN  İLAÇLARINA  KOYUYORLAR.

EĞER  FARKEDERSEN  BU  SEFER  ONLARIN  EN  ÇOK  SEVDİKLERİ  ÇİKOLATALRINA  VE  ŞEKERLERİNE  KOYUYORLAR.

DUYGUSAL  YÖNÜNÜ  İSTİSMAR  EDİP  KANLARINI  TOPLAYIP  GEN  HARİTANI  ÇIKARTIYORLAR.

VARIN  GERİSİNİ  SİZ  DÜŞÜNÜN !…

“ONDÖRT  BİN  YILLIK  TARİHİNİ  YOK  SAYIP  SENİ  ASYA’DAN,  ANADOLU’DAKİ   9000  YILLIK  TARİHİNİ  YOK  SAYIP,  SENİ  DÜNYADAN  SİLMEK  İSTİYORLAR”

Bu   nedenle   Orta Asya’daki   14 000   ve   Anadolu’daki  

9 000   yılına   sahip   çıkma   zorunluğun   vardır.

Alparslan  OZAN

http://listweb.bilkent.edu.tr/bsb/2005/Jun/0015.html

https://skyturkvngenc.wordpress.com/2009/10/25/nestle-genler-ve-turkler/

23
Şub
13

TÜRK BAYRAĞI DAİMA DALGALANSIN

turkyuruyusu1
TÜRK  YÜRÜYÜŞÜhttp://genc-turk.org/

23
Şub
13

Çifte Kavrulmuş

Halkımız  çifte  kavrulmuştur,  acıyı  çileyi  çeker  çeker  susar.

Dayanır.

Bıçak  kemiğe  dayanana  kadar,  kendi  gücünün  ayırdında  olana  kadar…

Başımızdakiler  de  işin  kötüsü  hep  çifte  kavrulmuş  kişilerdir.

Çok  pişkin,  verdiği  sözü,  ettiği  yemini  tutmayan…

Bu gün ak dedikleri yarın karadır.

Bu gün böyle yarın şöyledir. “Dün dündür, bu gün bugündür.” demiştir eskinin pişkin bir siyasetçisi, günümüze gelen yolları bir güzel döşeyen, bir köy çocuğuyken kendini adam eden Cumhuriyete bilerek, bilmeyerek ihanet eden…

Bu  doksanına  gelen,  belkide  doksanı  geçen  kişi,  Türkiye’yi  portakala benzetirmiş.

Dışı kabuklu,  içi  dilimli.

Kabuğu  delersen  bozulurmuş,  dilim  dilim  yapışan  içi  ayrışırmış,  çürürmüş.

Kabuk   içi   korurmuş.

Yaptıkları,  “bile  bile  lades”  imiş  yani.

Bile  bile  göz  yumma,  köşesinden  seyretme…

Sinop milletvekili Altay, partisinin televizyon kanalında bir o dalda bir bu dalda konuşuyordu.

Yukardaki portakal benzetmesini anımsattı, bu sözü söyleyen sanki ülkeye sahip çıkmışmış gibi…

Sonra biz yapmadık, biz orada yoktuk, dedi.

Gençler,dedi, dışardan gelmişler, dedi.

Dedi  de  dedi.

CHP’liler  günah  çıkardılar  ertesi  gün  zaten :  “Biz  yaptırmadık,  biz  yapmadık,  biz  yoktuk  Sinop’ta!”  diye.

Kentin  CHP’li  vekili de  belediye  başkanı  da  aynı  dilden  konuşuyor :  “Biz  hastalıkla  uğraşıyorduk,  Samsun’daydık.”

Gelecek seçimde aday olamamak korkusu sarmış olmalı hepsini.

Olması  gereken  ve  olan tepkiden  ürkmüşler.

Sinop  ve  Samsun  halkı  fincancı  katırlarını  fena  ürkütmüş.

Olanları  görenler,  müflise  mal  kaptırmış  gibiler…

Terör  örgütünün  üyesine  Diyarbakır’da  tören  yaptırmak,  çaputlar  astırmak  serbest.

Burada  ise,  Türk  bayrağı  asmak,  teröristle  bağını  açıkça  söyleyeni,  onları  kucaklayanı,  ülkeyi  bölmek  isteyeni  yermek,  duygularını  söylemek  yasak…

Pkk  seviciler,  sözde  seçilmişler,  bunu  Millîyetçi  Hareket  Partisi,  Cumhuriyet  Halk  partisi  yaptırdı  diyordu  ilk  anlarda.

Muhalefet  öyle  savunmaya  öyle  bir  ispatlamaya  geçti  ki  suçsuzluklarını (?)  Pkk  seviciler  sonunda  ikna  oldular.

Bu  kez  Cumhuriyet  Halk  Partisi’nin  başkanı  ortaya  fırlamış,  özür  bekliyormuş…

Kim  kimden  neden  özür  dileyecek?

Halk, koyun gibi olmadığı, kendisine söz atanlara, kendisini kışkırtanlara adam gibi karşılık verdiği, tepki gösterdiği için mi suçlu sayılacak ?

Eli kanlı örgütün temsilcilerine, biz aynıyız, o cani bizim başımız diyenleri gülle karşılamadığı, gidin bu bölücü söylemlerini başka yerde yapın, burada sizin gibilere yer yok dediği için mi?

Bu  eylemde  CHP’nin  olmaması  övünülecek  bir  durum  mudur ?

Üzülünecek  mi ?

Hem  ne  biliyorsunuz  oradakilerin  seçimde  oy  verecekleri  partiyi ?

Devamlı  aklımız  zorlanıyor  bizim.

“Ne   bu?”   demekten   kafatasımız   çatlayacak.

Çifte  kavrulmuşları  bir  iyice  görsek,  tanısak  şaşırmazdık.

Onlara  bu  yetkiyi  vermezdik.

Bunlardan  birini  CNN  adlı  yabancı  yayının  adıyla  sanıyla  yayın  yapan  televizyon  kanalı  ekranına  çıkarmıştı  geçen  akşam.

Baskın  Oran.

Adamı  bir  dinleyin,  yere  yapışın.   Abov… çekerek.

“Artık  dikiş  tutmazmış.  Kürtler  kendi  kimlikleriyle  yaşayacak  bir  duruma  kavuşamazlarsa..”

İşinde  gücündeki,  iş  aş  peşindeki  halkın  bu  umurundaymış  gibi.

Yaşamlarında bir kez bile görmedikleri, ne yazıyor içinde diye merak etmedikleri  devletlerinin  tapusunda  bölünme  olursa,  ulus  adı  silinirse,  devletin  dili  buradan  çıkarılırsa,  yani  bu  akla  göre  kimliklerine  kavuşurlarsa (!)  Kürt  kökenli  yurttaşlar,  mesele  bitecek.

O  ağalık  mağalık,  bilerek  geri  bırakılmışlık  hikaye  imiş.

Bölgenin  yeraltı,  yer  üstü  zenginliği,  bu  zenginliğe  Batı’nın,  İsrail’in  ağzının  suyunun  akması  da  masalmış…

Oluk  oluk  kan  bunun  içinmiş,  kimlik  için.

Küresel  güçler,  “aman  da  aman  neredeymiş  kimliğiniz  sizin” diye  silah  veriyormuş  teröriste,  malzeme  veriyormuş,  para  veriyormuş…

Askerine,  polisine,  köylüsüne,  kentlisine  gelişigüzel  kurşun  sıkma,  bomba  atma,  bomba  koyma  yollara  hep  bunun  içinmiş.

“Niye  Anayasa’da  adım  yok,  isterim  de  isterim”  diyorlarmış  teröristin  baskısındaki,  terör  örgütünün  denetimindeki  yöre  halkı…

Başka  bir  şey  demiyorlarmış.

Eğer  aklınızı  toptan  yitirmemişseniz,  buna  inanacak  kadar  saftorik  değilseniz…

Bunu  ortaya  çıkıp  anlatabiliyorlar  üstelik.

En  ufak  utanç  duymadan !

Peki  neden  Almanya’da,  Fransa’da,  orada  burada  hiç  seslerini  çıkarmadan  uslu  uslu  çalışıp  duruyorlar  bu  vatandaşlarımız.

Kendi  dilleriyle(?)  eğitim,  kendi  dilleriyle  mahkeme,  kendi  güvenlik  güçleri… falan  dileyen  yok.

Ekmeğini  tutan  dört  köşe.

Sen  kimi  kandırıyorsun ?

Hem  bu  kafa  işi  o  kadar  ileri  götürüyor  ki,  fren  tutmuyor  araçları.

Dedikleri  tüyler  ürpertici.

Beyin  kanaması  geçitebilir  duyana.

Gözleri  kararmış,  iyice  coşmuşlar,  bakın  diyebildiklerine :   Sadece  Kürt  bölgelerine –  neresiyse  bu  bölgeler –  özerklik  verilemezmiş,  bütün  bölgelere  özerklik  verilmeliymiş.

Her  bölgenin  seçilmiş  valisi,  özel  güvenlik  güçleri,  özel  eğitimi…

Türkiye’nin  tek  şansı  buymuş.

Bu  sorun  artık  uluslararısı  bir  sorunmuş…

Özerklik  çantada  keklik  bu  akıllara  göre.

Hem  de  ülkeyi  şehir  devletçiklerine  bölmek,  Yugoslavya’dan  beter  etmek…

Ne  derlerse  derin  bir  sessizlik  var  ya…

Çocuğa  sorarlar:  Bunu  mu,  şunu  mu  istersin ?

Oys a çocuk  her  ikisini  de  istemiyordur.

Aklına  bile  gelmemiştir  o  sorulanı  istemek.

Ana  baba  karar  verir,  çocuğa  bir  şey  yaptıracaklarsa.

“Yatılı okuyacaksın, hangi yurdu istersin?   Şuradakini mi, ötekini mi?”   “Taşınıyoruz, odan ne renk boyansın?”

Yetişkin çocuğa:  “Evleneceksin, zamanın geldi, şu kız mı bu kız mı hangisini isteyelim?”

Baskı yoludur bunu mu şunu mu diye çocuğun aklına bile gelmeyen bir şeyi ona seçtirmeye kalkmak.

Çocuk  aklı  önemsenmez.

Koskoca   bir   topluma   çocuk   gibi   davranıyorlar.

“Anayasayı   değiştiriyorum.

Senin   adını   çıkarıyorum.

Devletini   yıkıyorum.

Şurası   şöyle   mi   olsun,   böyle   mi   olsun ?”

“Yok   yav…”   “ Senin   anan   güzel   mi ?”   diyor  

içinden   çoğunluk.

Sinop’ta,   Samsun’da   olanlar   işte   bunun   tam   da  

kelimesi   kelimesine   söylenmesidir.

Bu   kadar   basit…

Çifte  kavrulmuşlar,  anlamıyorsa  bu  olanları,  şaşırtmışsa  halkımız  onları,  daha  çok  konuşacaklar,  daha  çok  özürler  dileyecekler  birbirlerinden  bunlar…

Çifte  kavrulmuş  saydıkları,  her  çileyi  çeker,  “Türk  köylüsü  vur  vur  tozur”  dedikleri  halkın  bıçak  kemiğine  dayanmışsa,  “orada  durun  bakalım”  diyorsa,  ölmeye  yatmamışsa…

Güzel  günler  öyle  çok  uzakta  değildir…

Okumaya devam edin ‘Çifte Kavrulmuş’

23
Şub
13

ŞAPTAN ŞEKER OLMAZ

Rifat  DERDAROĞLUNe  kadar  uğraşırsan  uğraş,  olmaz  şaptan  şeker,
Değiştim  dese  de  inanma,  cinsini  sevdiğim  cinsine  çeker.

AKP  Adıyaman  Milletvekili  Mehmet  Metiner’in  “İstiklal  Mahkemelerini”  yerden  yere  vurmak  için  TBMM’de  yaptığı  konuşmayı  dinlerken,  hafızam  beni  22  yıl  öncesine,  1991  Genel  Seçiminin  propagandalarına  götürdü.

Yıl  1991.

Recep  Tayyip  Erdoğan  Refah  Partisi  İstanbul  İl  Başkanı.

Genel  Başkanı  Necmettin  Erbakan’a  verilmek  üzere  bir  “Kürt  Raporu”  hazırlatıyor.

Raporu  hazırlayan  ekibin  tümü  “Karpuz”  gibi.

Dışları  “Yemyeşil” ,  içleri  “kan  kırmızısı.”

– Başkan  RTE

– Mehmet  Metiner (AKP)

– Altan  Tan (BDP)

– Davut  Dursun (RTÜK Başkanı)

– İhsan  Arslan (AKP)

– Abdürrahman  Dilipak

– Yalçın  Akdoğan (AKP).

Ekibin  tek  müşterek  konusu,  Lâik  Cumhuriyet,  çağdaşlık  ve  Atatürk  düşmanlığı.

O   zamanın   ekibi   beraber   çoook   “yol”   kat   etmiş.

Başbakan  olan  var,

PKK’nın  Siyasi  ayağı  olan  partide  Genel  Başkan  Yardımcılığı  yapıp  AKP’ye  kapağı  atanlar  var,

Öcalan  ile  görüşmeci  olan  var,

RTE’ye  kendi  danışman  olan  var,

oğlunu  danışman  yapan  var,

cemaatçi  polislerle  beraber  sahte  dijital  deliller  üretip  Türk  Ordusunun  Komutanlarını  içeri  attıran  şerefsiz  var,

ülkenin  en  önemli  siyasetçilerinden  birinin  Kuzey  Irak  ve  Azerbaycan’daki  yatırımlarını  organize  eden  var.

Ekibin   tamamı   o   zaman   gariban   insanlardı.

Zar – zor   geçiniyorlardı.

Ama   şimdi   hepsi   dolar   zengini.

Arabalar  son  model,  elbiseler  ve  ayakkabılar  Avrupa !

Çoğu  iki  hanımlı.

Üç   karısı olan da var.

( İşte   bütün   olay   budur   a.q..!!!   Başka   hiç bir şey ;

sözgelimi   memleketin   topyekün   kalkınması,   milletin

tamamının     gelir   ve   refah   düzeyinin   arttırılması  

gibi  konular  heriflerin  sikinde  değil  ve  hiç  olmadı.!!!)

1991’de  kendini  İstanbul  İmamı  ilân  edecek  olan  Erdoğan,  raporunda  ne  demiş ?

” * Bu bir Kürt Sorunudur. Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, “Kürdistan” olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir.

* Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınmasını ve Kürt kültürünün geliştirilmesini engelleyici tüm yasaların kaldırılması gerekmektedir.

* Türkiye’de dileyen herkesin kendi ana dilinde eğitim-öğretim yapabilmesi savunulmalıdır.

* Her türlü ırkçılığa karşı çıktığımızı söylemeliyiz, Türk ırkçılığına ve Kürt ırkçılığına da karşı çıkmalıyız.

* PKK terörünü kınadığımız kadar, devlet terörünü de kınamalıyız. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek
için, bölücü-terörist-ayrılıkçı gibi kelimeleri kullanmamalıyız.

* Bizim şansımız, inanç partisi olmamızdandır. Müslüman Kürt halkına bu şekilde yaklaşmalıyız.

Şimdi  anladınız  mı  Recep  Tayyip  Erdoğan’ın  değişimini ?

Değişim  dediği  şey  tamamen  yalan,  insanları  kandırıp  oylarını  almak  için  söylenen  bir  palavra.

Irk’tan – Milliyet’e, Devlet-PKK çatışmasında tarafsız kalmaktan Öcalan’la yanak-yanağa olmaya terfi etmiş.

-Kurtuluş Savaşında, Potamya’da “Şapka Devrimine” karşı çıkan dedenin anlayışı ne ise, bugün terörle mücadelede cani Öcalan’dan medet uman torunun anlayışı aynıdır.

-Menemende Asteğmen Kubilay’ın kafası kesenler, casusluk yapıp Yunanistan’a kaçan hain Hüsniyadis ne ise, İngiliz uşağı Şeyh Sait’in torununu ağlayarak karşılayan torunun zihniyeti aynıdır.

İngiliz subaylarla birlikte Atatürk’e suikast düzenleyen dede Bedirhanoğlu ne ise, bugün Öcalan’ın serbest bırakılması için çalışan torun Bedirhanoğlu da aynı anlayıştadır.

Bundan sonra fırsat bulurlarsa gidecekleri yer “İslam Federe Devletidir.”

Bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yoktur. Bu bademlerin eski konuşmalarını alın okuyun, görün başınıza neler gelecek!

AKP’nin adına “Süreç” dediği “İhanet Yolunu” destekleyen Medya Patronları,

Adının  başında  “Türk-Türkiye”  bulunan  İşveren-İşçi  kuruluşları,

Adının  başında  “Cumhuriyet”  bulunan  Yargıtay  Cumhuriyet  Başsavcısı,

Adının  başında  “Türk”  bulunan  Türk Silahlı  Kuvvetlerinin  Genelkurmay  Başkanı,

Adının  başında  “Türkiye”  bulunan,  Cumhuriyetimizi  kuran  TBMM’nin  Başkanı,

Adlarını  Atatürk’ün  koyduğu  “Danıştay – Yargıtay – Sayıştay  Başkanları,

Cumhuriyetin  en  büyük  projesi  olan  Üniversitelerimizin  aydın  insanları,

Türk   Bayrağını   görünce   hislenen,   Türk   Askerini  

görünce   gözleri   yaşaran   AKP’ye   oy   vermiş  

vatandaşlarımız,   artık   uyanır   mısınız ?

Ne   kadar   uğraşırsanız   uğraşın,   ne   kadar   iyi  

niyetli   olursanız   olun,   şaptan   şeker   yapamazsınız.

Yanlışta   ısrar   ederseniz,   bundan   ötesi   felakettir.   

Siz   bilirsiniz.

Okumaya devam edin ‘ŞAPTAN ŞEKER OLMAZ’




İstatistikler

  • 2.406.130 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Şubat 2013
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728  

En fazla oylananlar