Ocak 2011 için arşiv

31
Oca
11

HAKSIZLIĞA BOYUN EĞDİKÇE YENİLERİ GELECEKTİR !

Dünyada; küresel ısınmanın neden olduğu doğal âfetlerden, sosyal ve siyasal huzursuzluklara kadar, bir çok belâ ülkeleri tehdit etmekte, yakın çevremizdeki yangın, adım adım bize de yaklaşmaktadır.

Her ülkenin bu gibi olağanüstü durumlarda öncelikle güvenebileceği örgütlü gücü silâhlı kuvvetleri olması gerekirken,tarihin asla affetmeyeceği bir plânla Silâhlı Kuvvetlerimiz sırtından hançerlenmiştir.

Çuval  geçirmekten,  Kozmik  oda  tecavüzüne :

Doğruluğu kuşkulu günlüklerden yola çıkarak Ergenekon gibi özel seçilmiş bir isimle yargı yolunu açmaktan, rutin bir plân seminerinden darbe plânı üretip terfi ve tayin sistemini alt üst etmeye: Kuvvet Komutanlarına suikast girişimi, terör örgütü üyeliği, casusluk, fuhuş gibi aşağılayıcı suçlamalardan, “bana bağlı memursun” gibi tahrik edici söylemlere kadar, birçok senaryo, Silâhlı Kuvvetlere karşı maksatlı olarak haince kurgulanmış ve uygulanmıştır.

Peki  bu  senaryo  karşısında  Komuta  kademesi  ne  yapmıştır ?

Devlet ciddiyetiyle, fakat şeytanca plânları göremeden “Hukuka saygılıyız.Sabırla yargılanmaların sonucunu bekleyeceğiz” demiştir.
Ve bu kalleşçe saldırı karşısında asker; korumakla yükümlü olduğu vatanında devleti tarafından düşmanca saldırıya uğrayıp kendini koruyamaz duruma düşmüş bir görüntü vermeye başlamıştır.

Vatandaşlar nezdinde de, yalan ve iftiralara inananlar, “acaba doğru mu?” diye kuşkuyla bakanlar , inanmasa da askerin kendini savunamamasına kızanlar şeklinde, birbirinden farklı fakat aleyhte kanılar oluşması önlenememiştir.

Peki ne yapılsaydı ?

Okumaya devam edin ‘HAKSIZLIĞA BOYUN EĞDİKÇE YENİLERİ GELECEKTİR !’

31
Oca
11

Araplar İçin Örnek Türkiye mi ? Yoksa…

Arap  dünyasında,  “Avrupa  benzeri  bir  demokrasi  gelişmeye  başlarsa”  ulusal  çıkarlar

ön  planda  tutulacağı  için  bölgenin  yeniden  yapılandırılması,  Batı  açısından  imkânsız

hale  gelecektir.

Bu  nedenle  Batı  için  ideal  olan,  Arap  ülkelerinin  “açık  ülkeler   haline  getirilip

kontrol  edilebilmeleridir.”

Mısır  başta  olmak  üzere,  “reform  taleplerini”  bu  yönde  yapacaklardır.

Bizim  yerli  “stratejist”  fikir  fahişelerinin  ahkâm  kesmelerine  bakmayın…

Onlar  bağlı  bulundukları  köpek  kulübelerinin  SOROS’bu  evlâdı  olmanın  gereğini

yapmaktalar…

Bu  kadar  basit…

————————————————————————————————————————————————————————————–

– Tunus, Mısır, Lübnan, Yemen ve Ürdün’de “rejime ve iktidara karşı” gösteriler ve ayaklanmalar,

– Arap (ve Müslüman) dünyasında büyük toplumsal hareketlenmeler,

– Kökeninde “baskı rejimleri, diktatörler” ve onların sürdürdüğü azgelişmişlik var.

– Gelir bölümü bozuk; insanların çoğunluğu sağlık, eğitim, konut, besin konusunda ilkel bir yaşam sürdürüyor. Buna karşı “varlıklı bir iktidar azınlığı” her şeye sahip. İşsizler ordusu ile zenginler azınlığı toplumsal dokuyu oluşturuyor. Ama yan yana yaşamaları imkânsız.

– Bu iletişim çağında, “sürdürülmesi olanaksız bir düzen”; baskı, fakirlik ve gerilik patlamalara yol açmak zorunda, aynen bir volkanın patlaması gibi. Ancak doğada volkan patladıktan sonra “kendi koşullarını da beraberinde hazırlıyor”; fiziki, kimyasal ve biyolojik yeniden yapılanmayı sağlıyor.

– Ama toplumsal olaylar farklı; “doğa mühendisliği gibi bir toplum mühendisliği yok.” Çünkü insanın aklı var; kendi toplumsal koşullarını yeniden yaratıyor. Doğadaki girdi çıktı ilişkisinden (ve determinizmden) çok farklı.

Arap dünyasında başlayan ve Müslüman dünyası başta olmak üzere diğer azgelişmiş ülkelere de sıçraması olası bir süreç ile karşı karşıyayız.

Ortadoğu’nun  özelliği

Arap dünyası hep sömürge olarak kalmış ve bağımlılıktan hiçbir zaman kurtulamamış. Fas’tan Mısır’a, Ürdün’den Körfez ülkelerine kadar sahip olduğu özellikler şunlar:

– İngiltere’nin, Fransa’nın, Osmanlı’nın ve diğerlerinin “himayesi altında yaşamışlar”. Sonra bunlara Amerika eklenmiş.

– Demokrasi hiçbir zaman gerçek anlamda gelişmemiş. Çünkü bunu sağlayacak iç dinamikler ve kurumlaşmalar oluşamamış.

– Çoğunda feodal yapı değişmeden sürmüş; din ve feodal yapı bütünleştirilmiş. Şeyhlikler, sultanlıklar, krallıklar ve benzerleri, “günün şartlarına uydurularak devam etmiş”.

– Bölgede Türkiye ve İran dışında demokrasi girişimleri ciddi şekilde uygulanamamış; Türkiye’de Atatürk devrimleri ile birlikte elde edilen bağımsızlık sonucu Avrupa benzeri demokratik girişimler başlatılabilmiş. İran’da ise çok kısa Musaddık döneminin adeta bir kerelik denemesi görülmüş; petrol yüzünden, petrol şirketleri bunun gelişmesine izin vermemiş. Önce “şahlık düzeni” getirilmiş; buna tepki olarak da mollalar iktidara gelerek bir İslam Cumhuriyeti oluşturmuşlar.

Koskoca Müslüman dünyasında Batı tipi demokrasiye ve çağdaş değerlere “tek yakın ülke” olarak Türkiye’nin gösterilmesi zaten her şeyi anlatıyor.

İş  nereye  gider ?

– Arap dünyasında galiba “cin şişeden çıktı”, artık yığımlı olarak süreceğe benzer.

– Diktatörlere ve baskı rejimine karşı;

– Fakirliğe, sefalete, işsizliğe, “kısacası azgelişmişliğe karşı çağdaş değerlere ve demokrasiye ulaşma talepleri ile yüz yüzeyiz”.

Ancak  ortada  ilginç  bir  çelişki  var :

Meydanlarda  başkaldıranlar  kimlerdir;  sendikalar  mı,

çiftçiler  mi,  asker  mi ?

——— Hiçbirisi..!!!!! ———

Askerleri bir kenara bırakırsak; zaten diğer kesimlerde böyle bir kurumsallaşma yok.

Olsaydı,  Arap  dünyasında  gerçek  demokrasi  yeşermeye  çoktan  başlardı.

– İslami  örgütlerin  Mısır  olaylarında  boy  gösterdiği  anlaşılıyor.

“Müslüman  Kardeşler”  taraf  olduğunu  ifade  etti.

Meydanın  kime  kalacağı  besbelli…

– Onun dışında, ortada “anonim halkı” görüyoruz.

Hatta yağmacılar da halkın bir parçası olmuşlar.

Okumaya devam edin ‘Araplar İçin Örnek Türkiye mi ? Yoksa…’

31
Oca
11

SALTANAT HUKUKU

12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylaması sonucunda Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapıları siyasi iktidarın isteği doğrultusunda yeniden şekillendirildi. 11 Aralık 2010 tarihinde ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde HSYK’nın kuruluşu, teşkilatı, görev ve yetkileri ile çalışma usul ve esaslarının düzenlenmesi amacıyla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Yasası kabul edilmiştir. 11 Ocak 2011 tarihinde Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa Tasarısı, Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ye gönderilmiştir.

24 Ocak 2011 tarihinde Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan ve 2797 sayılı Yargıtay Yasası, 2575 sayılı Danıştay Yasası, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Yasası, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası ile 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin kuruluş, görev ve yetkileri hakkındaki yasalarda değişiklik yapılmasını içeren, “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”, Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ye gönderilmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa Tasarısı, TBMM Anayasa Komisyonu’nda, Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı ise, TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülmektedir. Komisyonlarda görüşmeler tamamlandıktan ve kabul edildikten sonra, her iki tasarı da yasalaşmak üzere TBMM’nin gündemine gelecektir.

Siyasi iktidar, çok aceleci davranarak, adeta yangından mal kaçırır gibi, hazırladıkları tasarıların ivedilikle yasalaşması için çalışmalar yapmaktadır. Bu yüzden komisyonlarda siyasi iktidar tarafından, tasarı üzerinde milletvekillerinin konuşmaları beş dakika ile sınırlanmış ve verecekleri önergelere kısıtlama getirilmiştir. Amaç tasarıların üzerinde fazla görüşülme yapılmadan, kendi istedikleri biçimle yasalaşmasını sağlamaktır.

Okumaya devam edin ‘SALTANAT HUKUKU’

31
Oca
11

Eşkıya kim tartışması !

CHP Grup Başkanvekili Mehmet Akif Hamzaçebi ile TBMM Anayasa ve Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyelerinden oluşan 10 milletvekili yüksek yargıda yapılacak değişikliklere tepki olarak yayımladıkları bildiride halkı anayasal ve meşru zemin içinde direnmeye ve muhalefete çağırdı.

Bildiride “Türkiye’de, devlet yönetiminde, ‘Benim memurum, benim müsteşarım, benim bakanım’ döneminden sonra, ‘Benim yargıcım’ dönemi yeni HSYK yapılanmasıyla birlikte Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tasarısıyla birlikte hayata geçirilmek istenilmektedir” denildi.

Tayyip Erdoğan, bu bildiride imzası bulunanlara “Eşkıya mısınız siz?” diye seslendi!

Oysa istenen, meşru direniş idi !

***

Eğer diktatörlüğe karşı çıkmak, eşkıyalık ise Genişletilmiş Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eş başkanı Tayyip Erdoğan’a göre Tunus ve Mısır’da sokak gösterileri yapan insanlar eşkıya oluyor!
Aynı projenin aslî başkanı Obama ise Tunus ve Mısır halkının sokak hareketlerini “barışçıl gösteriler” diye yorumluyor ve şiddetle bastırılmaması gerektiğini söylüyor.
Yine CHP Eskişehir Milletvekili Tayfun İçli’nin “Komisyonda yaşananları kabul etmemiz mümkün değil. Hükümet yargıdan intikam almak istiyor. Dün yaşananlar sanki dağ başında yaşandı. Kaba güç, sayısal çoğunluklarına güvenerek her şeye muktedir olduklarına inanan bir güç. Anayasa ve İçtüzüğü dinlemeyenlere de parlamento hukukunda eşkıya diyorlar. Biz CHP olarak eşkıyaya karşı geldik” sözlerine bakılırsa, eşkıyalık konusu biraz karışık!
Ama biz yine de Rizeli Sandıkçı Şükrü gibi “eşkıya, dünyaya hükümdar olmaz” diyelim.

Okumaya devam edin ‘Eşkıya kim tartışması !’

31
Oca
11

BAŞıBOZUK

Başıbozuk terimi Osmanlı’dan gelmedir.
“Düzensiz birlik askerleri” anlamında kullanılmıştır.
Şu günlerde, sosyal demokrat düşüncede olanların; ülkenin gericiliğe, bölücülüğe ve diktatörlüğe doğru sürüklenmesine, islam cumhuriyetine dönüşmesine karşı en büyük engel ve rehber olarak gördüğü CHP’de de bir başıbozukluk sergilenmektedir.

Hem de, çok hayati önemdeki seçimlere beş ay kadar süre kalmışken.
Hem de, halkın daha çok umuda, daha çok güven duyacağı atılımlara gereksinimi varken.
Hem de, akil insanlar, en büyük muhalif güç etrafında birleşme çağrıları yapmaya başlamışken.
Bakın şu olanlara.
Sayın KILIÇDAROĞLU diyor ki;” Siyasetle uğraşmadıkları sürece tarikatlere saygı duyuyorum.”

Yardımcılarından Umut ORAN da aynı doğrultuda;“Ben tarikat ve cemaatlerin olmamasını da doğru bulmuyorum” dedi.
MYK’ nın yeni bir üyesi de FETO’nun saygınlığını dillendirdi ilk adımında.

AKP’nin demokrasi ve ılımlı islam anlayışına karşı, din sömürüsüne karşı duran bir partinin söylemi bu mu olmalı?
Türkiye gerçeğini yaşamıyor muyuz ?

Siyasete ve ticarete el atmayan tarikat var mı?

AKP’ye bir bakınız, tarikat bağlantısı olmayan kaç bakan veya milletvekili var ?
Özellikle doğu ve güneydoğudan, tarikat oluru almadan meclise girmek olası mı?
İstanbul’un göbeğinde koca bir ilçe, bir tarikata teslim edilmiş değil midir ?

Saygı ile anılan FETO, bir cemaat lideri değil mi ?

Seçimleri ve referandumu doğrudan etkilemedi mi? RTE de kendisine teşekkürlerini sunmadı mı ?
Aklın ve bilmin öncü olması gereken toplumu, hala, orta çağ gelenekleri ve anlayışı ile mi ileriye taşıyacağız ?

Okumaya devam edin ‘BAŞıBOZUK’

31
Oca
11

İnsan Gibi Direnmezsek, Koyun Gibi Debeleniriz…

Direnme hakkına eşkıyalık diyor eşbaşkan, bu hakkı kullanacaklara da eşkıya..
Eşkıya direnmez; saldırır, yol keser, soyar; onun diğer bir adı da hayduttur..
Hangi akıl direnme hakkına eşkıyalık diyebilir?.

Şöyle bir haber hiç duydunuz mu, ya da romanlarda okudunuz mu ?..
Eşkıya direnme hakkını kullanarak üç gün yol kesmedi..

Hukuk,  direnme  hakkını  soyan  eşkıyaya  değil,

soyulan  kervancıya  vermiştir..

Bu kadar  basit…

Yalnızca insanlara verilmiş bir hak değildir bu, bütün canlıların direnme hakkı vardır..

Canını korumaya çalışan hayvanın da, cumhuriyetini koruyan insanın da..

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, bu konuda bizlere verilmiş yazılı bir emirdir..

Bu hak; hem doğaya uygundur, hem de hukuka..

Tehlike çok büyük ve çok yaklaşmış olmalı ki, direnme hakkı konuşulur oldu.

Sözü edilen bu direnmede fazla bir şeyde yok: Sanki vurulan tokata karşı yere oturma durumu var, tokatı karşılama bile yok..

Bu kadar köpürmeleri bir adım sonrasını görmelerinden olmalı..

Saldırılar acımasızca devam ederse, direnmenin ikinci aşaması olan savunma, yasal savunma durumuna geçilir ki; saldırıları püskürten, zorbaları kaçırtan bu aşamadır..

Silivri ve Hasdal’a bakınca birinci aşamanın çoktan geçildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz..

Zorbaların direnme hakkı yoktur..

Sığınma hakkı vardır, başka zorbaların yanına..

Kim direnene eşkıya diyorsa büyük yalancıdır.

Kurbanlık koyunun bile direnme hakkı vardır, kasabın değil..

Koyun o hakkı anayasadan değil doğal hukuktan alır..

Kurbanlık koyunun gözünü bağlayıp, boynuna ip geçirilince birinci aşama başlar,

bunu melemesinden anlarız; insanların da meydanlara inmesinden..

İki ayağına birden bağlanacak ipi görünce ikinci aşama olan

savunma aşamasına geçer; ayaklarını direr, yere çöker; direnir, tos vurur..

Parlayan koca bıçağı gördüğünde iş işten geçmiştir artık..

İnsan değil ki koyun, anlasın; bak biz anladık!..

Bize gelince: Gözümüzü televizyon ve gazetelerle bağladılar; hem de besmele çekerek..

Boynumuza ipi HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştırarak geçirdiler..

Yargıtay ve Danıştay’ın ele geçirilmesi iki ayağımızın birden bağlanması olacak ki

direnme hakkından söz edilmeye başlandı.

Kasabın kıçında sakladığı bıçak koyunun değil cumhuriyetin boğazına vurulacak..

Ayağımızı bağlayacak ipi de kasabın kıçında sakladığı bıçağı da sonunda gördük..

Burası aslında direnme hakkının savunma aşaması olmalıydı ya, neyse!..

Direnme hakkını kullanmayan insan, koyun gibi debelenir..

Direnmezsek debeleniriz..

Bu kadar !..

Hilmi KAYIHAN

http://www.ilk-kursun.com/2011/01/insan-gibi-direnmezsek-koyun-gibi-debeleniriz/


31
Oca
11

Faşizmin Sonu Yoktur

Dünyaca ünlü yazar Aleksandr Soljenitsin, “Şiddet ancak yalanla gizlenebilir, yalan ise ancak şiddetle sürdürülebilir.

Kim ki şiddeti bir yöntem olarak benimser, ister istemez yalanı ilke edinir” diyor.

Bugün Türkiye’de yaşananlara bakınca Soljenitsin’in bu sözünün üstüne söz koymak o kadar zor ki.

İki cümlede bugünkü Türkiye’yi ne de güzel tanımlamış.

Alman düşünür William Caar, “Hitler” adlı kitabında İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın başına gelenleri irdelerken, “Almanya’nın felaketi tek başına Hitler değildir.

Alman felaketinin sorumlusu, bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır” demektedir.

Bir Tayyip Erdoğan gözü dönmüşlüğünü ve çılgınlığını yaşadığımız şu son günlerde, 12 Haziran seçikine de 4 aya yakın bir süre kalmışken Aleksandr Soljenitsin’in ve William Caar’ın söylediklerini parti farkı gözetmeksizin, bütün bir ulus olarak bir daha okumalıyız, üzerinde uzun uzun düşünmeliyiz ve Türkiye için gerekli çıkarımları yapmalıyız diye düşünüyorum. Arnavutluk’ta, Tunus, Yemen ve Mısır’da meydana gelen son olaylar ve yaşananlar da bizlere bir ders vermelidir.

Tarihin hiçbir döneminde ve dünyanın hiçbir ülkesinde diktatörlüğe yeltenenler halkı korkutarak, sindirerek, dalkavuklarının da desteğiyle bütün güçleri ellerine geçirseler ve diktatörlüklerini ilan etseler de uzun ömürlü olmuyorlar.

Bunun en son örneğini Tunus’ta, Mısır’da gördük. Tunus diktatörü, yanına aldığı 5 ton altınla Arabistan’a, Mısır diktatörünün geleceğin Mısır Devlet Başkanı gözüyle bakılan oğlu da henüz miktarı belirlenemeyen ama bazı söylentilere göre 40 ton altını da alarak İngiltere’ye kaçtı.

Bakın diktatörlerin ne polisinin, ne askerinin gücü onları kurtarmaya yetmedi.

Mısır’ın faşist diktatörü Mubarek, polisine ve askerine, diktatörlüğüne karşı çıkanları vurmaları talimatını gözünü kırpmadan, en küçük bir acıma hissi duymadan vermiş olmasına rağmen halk, ağır bedeller ödeyerek de olsa diktatörlükleri deviriyor.

Oysa diktatörlüğe, faşizme daha başında karşı çıksalardı ve geçit vermemiş olsalardı bugün bu bedelleri ödemek zorunda kalmayacaklardı.

Mısır’da,  Tunus’ta,  Yemen’de  yapılan  yolsuzluklar,  kanunsuzluklar  belki

Türkiye’dekinin  binde  biri  bile  değildir.

Buna rağmen nihayet halk patladı, diktatörleri, faşistleri koltuğundan etti, ülkeden kaçmalarına sebep oldu.

Mısır’da sanayici ve iş adamları da ülkeden kaçmaya başlamışlar. Canlarını kurtarmaya çalışıyorlar.

Bu durum da bizdeki sanayici ve iş adamlarımıza bir ders olmalı.

Hiç kimse, bizde böyle şeyler olmaz demesin.

Okumaya devam edin ‘Faşizmin Sonu Yoktur’

30
Oca
11

“KÜÇÜK AMERİKA OLACAĞIZ” DİYE DİYE TÜRKİYE’Yİ BİTİRDİLER…

Batı, 17. Ve 18. Yüzyılda Aydınlanma devrimiyle Ortaçağa son verdi. Boş inancın yerine aklı, bilimi öne çıkardı. Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yapısında köklü değişiklikler yaparak, sanayi düzenine geçti.

Batı’nın bu çağdaş gelişimi karşısında gerileyen, güç yitiren Osmanlı, çözümü, Batı’ya öykünmekte, “Batılılaşma” hareketinde aradı. Avrupa’da gerçekleştirilen bazı yüzeysel yenilikleri ülkemize taşıyarak, uygarlaşacağını sandı.

İlerleme savaşında “Avrupalılaşma”yı tek hedef haline getirdi. “Batı sevdası” her şeyin önüne geçti. Aydınlar ve devlet adamları “Batılılaşma” hastalığına yakalandılar. “Frengistan” ürünlerini kullanmak, yabancılar gibi giyinmek, yabancılar gibi konuşmak moda oldu. Sarık ve külahı fesle, şalvar ve fistanı setre pantolonla değiştirince uygarlaştıklarını sandılar. Sanayileşme, üretim, devrim onların umurunda bile değildi.

Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da devlet adamları işe orduyu yok etmekle başladılar. “Yenilik yapıyoruz, batının askeri teknolojisini ülkemize getiriyoruz” diye ortada ne ordu, ne kullanılabilecek silah bıraktılar. Ordunun girdisini, çıktısını, yedek parçasını, teknolojisini Batı’ya bağladılar. Çok güvendikleri, dost bildikleri Fransa ve İngiltere ülkemizi parçalamak üzere topraklarımıza girdiklerinde Osmanlı’nın ne karşı koyacak gücü ne de ordusu kalmıştı.

Batıya bağımlılık dönemi Tanzimat’la başladı. Bu dönemle birlikte sömürgeleşme, Batı’nın isteklerine boyun eğme, uyduculuk politikaları ön plana geçti. Politikacılar ve aydınlar giderek ucu Sevr’e uzanan bir mandacı anlayışın savunuculuk görevini üstlendiler. Yabancı devletlerin avukatlığına soyundular. Öyle ki, Keçecizade Fuat Paşa:

“Babıâli’yi (Osmanlı Hükümetini) İngiltere’nin dostluğundan mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış görmek daha iyidir” diyebilecek kadar ihanet bataklığına saplanmıştı.

Okumaya devam edin ‘“KÜÇÜK AMERİKA OLACAĞIZ” DİYE DİYE TÜRKİYE’Yİ BİTİRDİLER…’

30
Oca
11

Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Diyarbakır…

 

Ümit Boyner ve ekibi TÜSİAD Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ile halay çekerken… Bizden değil de, domuzdan yana olduklarının resmidir bu… Zaten ezelden beri “sermaye sınıfımız” ulusötesi sömürünün hizmetinde Türk Milletinin gırtlağını sıkan ahtapot vazifesini devam ettirme acziyetinden başka birşey yapamaz haldedir…

BU  KADAR  BASİT…

Hatırlatmaktan  bıkmaya  hakımız

olmadığından,  aşağıdaki  yazıyı

hafıza  kıtlığı  çeken  şerrefsizlere

ithaf  ediyorum…

Alman Yeşiller Partisi Avrupa Politikası Sözcüsü Rainder Steenblock ve beraberindeki milletvekilleri atladılar uçağa Diyarbakır’a geldiler. AKP Diyarbakır İl Başkanlığını ziyaret ettiler. AB projeksiyonun özellikle Diyarbakır’dan bakıldığı zaman çok önemli bir projeksiyon olduğunu söylediler. İnsan Haklarından dem vurdular. (3 Nisan 2007)

***

Zaten çok sık geliyorlardı. DTP milletvekilleri atlayıp uçağa Diyarbakır’a geldiler. Osman Baydemir’i makamında ziyaret ettiler. Baydemir’i Diyarbakır kalesinin kalecisi, DTP’yi de mecliste gol atacak santrafor olarak nitelediler. (12 Eylül 2007)

***

Kendi yasaklıydı gelemedi ama okyanus ötesinden, Pensilvanya’dan buyurdu. Müritleri teyakkuza geçip 800 kişilik bir işadamı topluluğu ile atlayıp uçaklarla taziyeye katılmaya Diyarbakır’a geldiler. Bombalı saldırı için karanfil bıraktılar. (14 Ocak 2008)

***

ABD Ankara Büyükelçisi Jeffrey atladı uçağa Diyarbakır’a geldi. Misafirini kapıda karşılayan Baydemir, Kürtçe hoş geldiniz dedi. İktisadi ve ekonomik tedbirlerin alınmasını vurguladı. Baydemir Kürtçe dilden bahsetti. STK’larla toplantı yaptı. Kokteyle katıldı. (17 Haziran 2009)

***

Dayanamadı Hakan Şükür, atladı uçağa Diyarbakır’a geldi. Doğu ve Güneydoğu’da izlenme rekorları kıran(!) TRT-6’ya konuk oldu. Aklı yettiğince birlik ve beraberlik mesajları vermeye çalıştı. (18 Ocak 2010)

Okumaya devam edin ‘Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Diyarbakır…’

30
Oca
11

İki dilde eğitim tartışmaları üzerine

 

Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçe’den başka dille eğitim yapılması, cumhuriyetimizin temelinde bulunan ve -istendiği kadar inkar edilmeye çalışılsın- bu ülkeyi, bu ulusu bir arada ve ayakta tutan altı temel ilkeye,
yani Altı Oka açıkça aykırıdır. Resmi dilin de ikileştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdır ki böyle bir çaba, anayasamıza da aykırı olup
değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek maddelerinin ihlali anlamına gelir.

Dil, ulusları ulus yapan ögelerin başında gelir ve nesnel bir inceleme konusu olmasının yanı sıra, kişisel ve ulusal bir “değer”dir. Dil, bir ulusun tarihindeki, bu tarihin gerçek olduğunu kanıtlayan en önemli varlıktır. İşte bu konudaki güncel örnekler:

1. Türk ulusu kavramını kimse inkar edemez. Bu ulus, tarihte görkemli uygarlıklar yaratmıştır. Bu ulusun bireylerinin konuştuğu ve yazdığı dil, Türkçedir. Bunun böyle olduğu arkeolojik buluntularla, tarihi bilim ve sanat eserleriyle, hiçbir tartışma götürmeksizin sabittir.

2. Türk ulusunun bireylerinin bir kısmının belli bir dönemde Osmanlıca denen dil karması lehçeyle konuşmuş ve yazmış olmaları, Türk ulusu ve Türk dili kavramlarının gerçekliğini ortadan kaldırmamakta ve Osmanlıca konuşup yazanları Osmanlı ulusu mensubu yapmamaktadır. Osmanlıca diye bir dil yoktur; çünkü Osmanlıca diye bilinen şey, Türkçe-Arapça-Farsça karışımı bir ucubedir. Osmanlıca diye bir dilin var olmaması, Osmanlı ulusu diye bir ulusun var olmadığını göstermektedir. Tersten gidersek, Osmanlı ulusu olarak anılan bir ulus olsaydı, Osmanlıca diye apayrı bir dil olurdu.

3. Bağımsız bir devleti ve ortak bir dili olmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri halkını ulus olarak değerlendirmek doğru olmaz; çünkü bir pazar çevresine toplanmış kişiler topluluğuna “ulus” demek, hele bu kişiler yaşamakta oldukları toprağın işgalcisi konumundaysalar, doğru değildir.

4. Bask ulusu diye bir ulus vardır. Bu ulusu oluşturan bireylerin çoğu, İspanya sınırları içinde yaşamaktadır. Şu anda bağımsız bir devletleri olmasa da, Basklar, bir ulustur, çünkü Eser Özaltındere’nin TÜRKSOLU’nun 20-12-2010’da yayımlanan 305. sayısındaki yazısında işaret ettiği gibi, Basklar yüzyıllar ötesinden gelen ve kendilerini diğer uluslardan ayıran bir edebiyat, bir mimari, kısaca bir uygarlık yaratmışlardır. Doğal olarak, kendi özgün dilleri de vardır.

Şimdi bu bilgilerin ışığında kendilerinin Türklerden farklı bir soydan geldiği, yüzyıllar-binyıllar boyunca uygarlık üstüine uygarlık kurduğu, bunun yanı sıra bambaşka bir dil konuştuğu zannedilen veya iddia edilen insanlar topluluğuna, yani Kürtlere bakalım:

Kürtler, Prof. Dr. Şener Üşümezsoy’un TÜRKSOLU’ndaki makalelerinde ve kitaplarında açıkça ortaya koyduğu gibi, Selçuklularla birlikte Anadolu’ya girmiş, Türkmen kökenli, Turani bir unsurdur. Neredeyse 1800’lü yıllara kadar, hiçbir kaynakta “Kürt” diye bir sözcük geçmemektedir. “Kürt” sözcüğü, Osmanlı devlet kayıtlarında ve bazı Arap tarihçilerin eserlerinde rastlanan, “konar-göçer” anlamında olan ve hiçbir şekilde ayrı bir ulusu kastetmek için kullanılmamış “ekrad” sözcüğünün tekili olduğu savıyla uydurulmuş bir sözcüktür.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde sahiplenmeye çalıştıkları Türk uygarlığı eserlerini bir yana bırakırsak, Türklerden önce yüzyıllar-binyıllar boyu Anadolu’nun sahipliğini yaptığını savlayan Kürt “ulus”unun kendi bayındırlık eserleri nerededir ?

Yazıtları nerededir ?

Bir tanesi olsun nerededir ?

Kürt ulusçuluğunun birkaç dayanağından biri olan Izady’nin itiraf ettiği şekliyle söylersek, “gerçekten de, bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir müzede tek bir arkeolojik objenin, tek bir kırık ok başlığının, bir çömlek parçasının veya bir mozaik tanesinin bile ‘Kürt’ olarak tanımlanmamış olması, son derece şaşırtıcı ve düşündürücüdür.”

Verimli Hilal gibi uygarlığın beşiği olmuş topraklarda ezelden beri yaşadığı ve büyük uygarlık sahibi olduğu savlanan bir “ulus”un, nasıl oluyor da, bir karışımdan öteye gidemeyen sözlü iletişim aracından başka apayrı bir dili, apayrı bir alfabesi olmuyor ?

Bütün bu soruların yanıtı gayet açık ve basittir: Kürtler diye bir ulus, Kürtçe diye bir dil yoktur.

Okumaya devam edin ‘İki dilde eğitim tartışmaları üzerine’

30
Oca
11

Atıl Kürt !

Turgut Özakman Kurtuluş Savaşı mücadelemizi anlattığı o güzel romanında, Mustafa Kemal önderliğinde yedi düvele kafa tutan Türk Milletinin haklı ve onurlu davasında imkansız denileni başararak, düşmanı yerle bir etmesini “Şu Çılgın Türkler” ifadesi ile özetlemişti.

Türk Milleti gerçekten de, birçok kereler olduğu gibi yeniden küllerinden doğmuş, gösterdiği azim ve mücadele örneği ile tüm dünyada ulusal kurtuluş savaşlarının öncüsü ve önderi olmuştu.

İşbirlikçi Vahdettin hükümetinin imzaladığı Sevr Anlaşması ile ordusu dağıtılan, ülkesi işgal edilen Türkler, esaret altında onursuzca yaşamaktansa ölmeyi şeref sayarak, önderleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını kendilerine şiar edinmiş, kardeş bildiği Ermeni, Kürt ve Rumların tüm ihanetlerine rağmen zafere ulaşmışlardı.

Bilhassa Kürtlerin, gerek Ulusal Kurtuluş Savaşımız esnasında, gerekse Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden yıllarda, emperyalist efendilerinin emri ve kışkırtması ile Kürt-İslam faşizmi doğrultusunda ardı ardına çıkarttığı isyanlar bastırılmış ve merhametli Türk halkı hiçbir zaman bu bölücülere kin tutmamıştı. Fakat amaç Türk’ü yurdundan kovmak ve Türk varlığına son vermek olunca, dışarıda ve içeride işbirliği yapacak o kadar çok Türk düşmanı vardı ki, Kürt ayrılıkçılığı ve faşizmi sürekli körüklendi.

ABD’li efendileri tarafından Özakman’ın kitabını okumadan sadece başlığından ilham alarak “Türk çılgın olabiliyorsa sen de olabilirsin: Atıl Kürt!” emrine coşkuyla itaat eden bu uydurma millet sonunda öyle gaza geldi ki, kendilerini gerçektende bu vatanı bölebilecek ve Türk’ü öz vatanından atabilecek ve hatta Türk milletini yok edebilecek kudrette sandı.

Kürt bölücülüğüne taban oluşturmak için yaratılan bir dil ve uydurulan bir tarih de eklenince, arkalarına ABD ve AB gibi güçleri ve onların Türkiye’deki işbirlikçi medyasını da alan Kürt bölücülüğü kendisini dev aynasında görmeye başladı.

Okumaya devam edin ‘Atıl Kürt !’

30
Oca
11

Ülkeyi satmak kutsal değerleri satmaktan daha mı az önemli ?

 

Karadeniz’e sırtlarında Pontus Rum haritaları çizilmiş tişörtlerle gelen ve Pontus Rum İmparatorluğu özlemi çeken 2-3 bin Rum Sümela Manastırı’nda AKP hükümetinin verdiği izinle 88 yıl aradan sonra ayin gerçekleştirmişti.

Babalar  gibi  satanlar

Oktay  Ekşi’ye  kızıyor

Hürriyet gazetesi Başyazarı Oktay Ekşi’nin iki ay önce “Anası dahil her şeyi satmayı aklına koyan bir zihniyet” diye biten makalesi tüm AKP hükümetinin, Başbakan dahil, bakanlarını ve milletvekillerini can evinden vurdu.

Yarası olan gocunur misali hop oturup hop kaldırdı.

Tabii ki Oktay Ekşi’nin bu sözlerini, kime söylerse söylesin, ağır bir söz olması itibariyle gerçekleri ifade etse de kabul etmek kolay değildir.

Anne gibi, eş gibi, aile gibi, namus gibi çok önem verdiğimiz kutsal değerlerle hakaret edildiğinde hepimiz karşı çıkarız.

Hatta Başbakanın söylediği gibi bunlarla mücadele etmeyiz, belki de savaşırız.

Başbakanın yapacağı bu savaş nasıl bir savaş olacaksa bilemiyoruz.

Ancak bu fiziksel şiddeti içeren bir savaş mı olur, güvelik güçlerinin Oktay Ekşi’yi karakola çağırıp “sen Başbakana ve annesine küfretmişsin, hakaret etmişsin, gel bakalım” deyip sorguya çekilmesi mi olur yoksa hukuki bir savaş mı olur zamanla anlayacağız.

Bence Oktay Ekşi’nin bu sözleri vatan dahil her şeyi satma zihniyetinin tartışması ve önemli bir yaraya parmak basması nedeniyle bizler için uyarıcı olmuştur.

Bu  ülkenin  sadece  Cumhuriyetin  79 – 80  yıllık  gayretleri,  kazanımları  ve  birikimleri

olan  şirketlerin  kuruluşların  ve  stratejik  alanların  değil,  artık  vatanın  elinde  kalan

ne  varsa  yabancılara  satılması  gibi  bir  acı  gerçeği  bize  tekrar  hatırlattığı  için

Oktay  Ekşi’ye  teşekkür  etmemiz  gerekir.

Şimdi özelleştirme adı altında yabancılara satılan şirket, liman, havaalanı, köprü, otoyollar, toprak, elektrik ne varsa onların hikayesine geçelim.

Bu iş ilk olarak ciddi biçimde Turgut Özal döneminde başladı.

Özal bunu ilk defa Boğaz Köprüsü’nün özelleştirilmesi adı altında hisselerini yandaşlarına ve destekçilerine satmakla başladı. Sonra Türkiye Elektrik Kurumu’nun dağıtım ve satışını Aktaş gibi şirketlere satarak devam etti. Devletin elinde bululan Sümerbank, Etibank, Emlakbank gibi bankaları elden çıkararak sürdürdü. Daha sonra Demirel, Çiller, Mesut Yılmaz döneminde bazı özelleştirmeler yapılsa da hiçbir zaman devletin stratejik kurumları elden çıkarılmadı.

Ancak AKP ve Recep Tayyip Erdoğan hükümeti döneminde 2002’den 2010’a kadar Türkiye’nin en önemli stratejik birikimleri ve can damarları olan haberleşme, elektrik, enerji, TEKEL, ulaşım ve bankacılık dahil temel kuruluşları üç-beş yıllık kârına elden çıkarıldı. Zamanın Maliye Bakanının sözüyle “babalar gibi” satıldı. Ve Başbakan o zamanlar bu özelleştirme sırasında ülkenin değerlerini satıyorsunuz dendiği zaman buna karşı çıkmadı ve “evet, ben ülkemi pazarlıyorum” diyerek açık seçik beyan etti.

Şimdi sırada Türkiye’nin en önemli limanları, havaalanları, köprüleri, otoyolları, barajları ve elektrik dağıtımı var. Burada şunu da hatırlatmalıyız. Bu stratejik alanlar bir Türk şirketi tarafından alınsa “yine bu değerler zengin bir Türk’ün veya ailesinin eline geçiyor. Nasıl olsa kazancı ve imkanları Türkiye’de kalıyor.” dersiniz. Ama kazın ayağı öyle değil. Bu satılan değerlerin hepsi yabancı ve Türkiye’ye tarih boyunca düşmanlık yapmış halen de yapmakta olan Yunanistan, İsrail, İngiltere ve ABD kökenli şirketlerin eline geçmiş durumda.

Şimdi gelelim bundan daha elim ve acı olan duruma: “Benim halam, teyzem de Kürt’tü” diyerek Türkiye’nin cumhurbaşkanı olmasına rağmen içindeki Türk kanını değil gönlündeki Kürt kanını bildiren Turgut Özal’a ve şimdi aynı düşünceyle yola devam eden AKP hükümetine…

Özal’dan  Tayyip’e  toprak  satma  geleneği

Biliyorsunuz Van Gölü içinde Akdamar Adası’ndaki Türk kadınlarına tecavüzle meşhur Akdamar Kilisesi var.

Özal döneminde Van Akdamar Kilisesi’ni gören villalar yapıp buraları Ermenilere satmayı düşünen Özal, yabancılara ilk toprak satışını da başlatmıştı.

Ancak Anayasa Mahkemesi o zaman yabancılara toprak satışının ülkenin geleceği ile ilgili olarak, etnik ve sosyal yapısının değişeceği kaygısıyla yasayı Anayasa’ya uygun olmadığı için iptal etmişti.

Ancak AKP hükümeti bu konuda hiç boş durmadı.

2004 yılında yabancılara toprak satışının serbest bırakılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni bir vatan olmaktan çıkarıp yabancılara satılabilen bir meta haline getirdi.

Şimdi Ege’nin ve Akdeniz’in en güzel yerleri ve emlakları sokaklarda “real estate” adı altında satılık yerine “for sale” tabelalarıyla satıldığını görebilirsiniz.

Buralara yabancılar tarafından ucuz, uygun ve ileriye yönelik ilgi o kadar fazladır ki Alanya’da Alman bayraklı Alman köyleri, Fethiye’de İngiliz bayraklı İngiliz köyleri ve siteleri, Kuşadası’nda Fransız köylerini ve sitelerini görmek mümkün.

Bunun dışında Yunanlıların Ayvalık, Çeşme, İstanbul ve Trabzon’da nasıl yer alırız buralara nasıl yerleşiriz gayretlerini de görebiliriz.

Şimdi bunları geleceği göremeyen tüm AKP yandaşlarına söylediğiniz zaman “Canım ne var bunda? Bizim Türkler de İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da toprak alıyor. Burada toprak alan yabancılar alıp da evlerine mi götürecekler? Hepsi yerinde duruyor.” diye akıllara ziyan bir açıklama yapıyorlar.

Bunlara  cevap  olarak  ben   söyleyeyim :  Almanya,

Fransa  ve  İngiltere’de  gayrimenkul  satın  almak,

sahibi  olmak  anlamına  gelmiyor.

Tüm gayrimenkuller o ülkelerin vatandaşı olan kişiye belli bir süre kullanım hakkı verilmesi şeklindedir.

Aldıkları  toprağın  ve  gayrimenkulun  sahibi  değiller…

Sadece belli bir süre kullanıcısıdırlar.

Bu  gerçeği  kasıtlı  olarak  gizleyen  orospu  çocuklarına

ve  onları  aval – aval  mal  gibi  dinleyen  zekâ  özürlü –

lerine  duyurulur…

İkincisi orada gayrimenkul alan kişilerin oturma izni ve işi bitince yerini terk edip ya da satıp gitmesi gerekir.

Okumaya devam edin ‘Ülkeyi satmak kutsal değerleri satmaktan daha mı az önemli ?’

29
Oca
11

Atatürk siyasetçi miydi devrimci mi ?

Toplumsal  yapının  zorluğu

Bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yıla yeni umutlarla giriyoruz. Bu yıl seçim yılı. Her şey o kadar karışık ve kirli ki, sisten, toz-dumandan göz gözü görmüyor.

Sermaye medyası Ulusal Parti’nin sesinin duyulmaması için elinden geleni arkasına koymadı. Yine de özverili bir çalışmayla umduğumuzdan daha iyi bir yerdeyiz.

Bu yeterli mi ?   Tabii ki yeterli değil.

Daha çok çalışmalıyız.

Daha hızlı çalışmalıyız.

Daha devrimci olmalıyız.

Toplumsal  yapıda  üç  tür  insan  vardır :

1 –  Devrimciler

2 –  Karşı  devrimciler

3 –  Kuru  kalabalıklar

Çoğu zaman karşı devrimciler, yani sistem yanlıları, yığınları etkileyip yönlendirirler.

Çünkü başta maddi olmak üzere bir sürü olanakları onların çok daha aktif ve etkili çalışmasını kolaylaştırır.

Sistem içinde insanları sevk ve idare edecek bir meslek “erbabı” yaratmışlardır – Siyasetçiler.

Kapitalist sistem içinde siyasetçinin görevi, sistemin çıkarları doğrultusunda yığınları sevk ve idare etmektir.

Peki, devrimciler siyaset yapmayacaklar mı ?

Daha doğrusu kapitalist sistemin siyasetçileri gibi, siyaset satmayacaklar mı ?

Devrimcilerin de, doğal olarak, siyasi yönü vardır.

Kendi ideolojileri doğrultusunda mücadele etmek mecburiyetindeler.

Ancak siyasetçi değillerdir.

Siyaset satmazlar.

Çünkü devrimcidirler.

Görevi devrim yapmaktır.

Şöyle bir soru akla gelebilir:  Atatürk devrimci miydi yoksa siyasetçi mi ?

Atatürk kendisinin devrimci olduğunu sürekli vurgulamış ve kurduğu sistemin temel ilkelerinden birinin de devrimcilik olduğunu belirtmiştir.

Ancak  sistem  yanlıları,  Mustafa  Kemal’in  bu  yönünü  sürekli  gizleyip  onun  iyi  bir

devlet  adamı  ve  siyasetçi  olduğunu  belirtmeye  çalışmıştır.

Devrimcilerin  hedefi  ise  daha  eşitlikçi,  daha  adaletli,

Mustafa  Kemal’in  dediği  gibi  sınıfsız,   ayrıcalıksız

kaynaşmış  bir  toplum  yaratmaktır.

Türlü olanaksızlıklar içinde bu işi yapmak oldukça zordur.

Ama imkansız değildir.

Böyle sınıfsız, ayrıcalıksız bir düzen kurulduğunda, yığınların da siyasetçi gibi bir mesleğe ihtiyacı kalmayacaktır.

Kuru kalabalıklar ise karşı devrimcilerle devrimciler arasında bir oraya bir buraya savrulur durur.

Çoğu zaman da karşı devrimciler yığınlarla istedikleri gibi oynarlar.

Bazen ise akıllı bir devrimci bir punduna getirir, sistemi alaşağı eder.

Ancak yığınları kandırabilecek o kadar çok şey var ki, bir müddet sonra karşı devrimciler ortalıkta görünmeye, yığınları etkilemeye başlarlar.

Devrimciler ise her şeyi sil baştan yapmak durumunda kalırlar.

Bu onların yazgısıdır.

Kapitalist sistem tasfiye edilene kadar bu durum böyle sürüp gidecek.

Tarihsel  süreçte  toplumların  gelişimi

Bu durum tarihsel süreç içinde en az 20 000 yıldır sürüp gitmektedir.

Devrimciler bu süreç içinde devrimciliklerinden hiç vazgeçmemişlerdir.

Okumaya devam edin ‘Atatürk siyasetçi miydi devrimci mi ?’

29
Oca
11

Boğanın Boynuz Vurma Hakkı…

İnsanın yasama organı beynidir, yargısı da vicdanı..

Köyün vicdanı gelenek ve görenekleridir..

Devletin vicdanı da yargı erkidir..

Yürütme organını soracak olursanız o da ayağımızdır; üstüne basarak yürüdüğümüz..

…..

Hangi yöne yürüyeceğimize, kimi tekmeleyeceğimize kararı o veremez.

Yürütme, yasamanın emrinde, vicdanımızın denetiminde olmalıdır.

Türkiye’de ayak beyine emir veriyor, yüreğimizi tekmeliyor..

…..

İnsanın yüreğinden vicdanı kazırsanız; zorba olur, tertipçi robot, kanlı katil olur.

Ali kıran baş kesen olur köyde muhtar, gelenek ve göreneklerimizi çiğnetirseniz..

Devletin vicdanı sayılan yargıyı siyasallaştırırsanız o devlet hukuksuz olur, vicdansız, faşist olur..

Üniversite öğrencilerine yapılanlara bakın, Silivri ve Hasdal esirlerine, Haberal’a yapılanlara bakın..

Denektaşına sürün, hukukun ayarını ölçen vicdanınıza sürün yapılanları..

Hukuksuzlukları beş duyumuzla hisseder olduk, üç boyutlu oldu..

Sarraf olmaya gerek yok altınla tenekeyi birbirinden ayırmak için..

Yapılan hukuksuzlukları görmek için hukuk bilmeye gerek yok..

Yürütmenin emrine girmiş yargıya güvenmek, vicdansız zorbadan merhamet beklemek kadar saçma..

Hukuksuzluktan  hukuk  bekleyen  APTALLARA   duyurulur…

Parmağımız acıyor, şakaklarımız zonkluyor..

Parmağımızı kesenin adalet olmadığını biliyoruz..

….

Türkiye’nin  kalp  ölümü  gerçekleşmek  üzere..

Televizyon ve gazetelerin narkozitörlüğünde kılcal damarlarımızı ele geçirdiler.

Yargıtay ve Danıştay; atardamar ve toplardamarımız var sırada..

İşte o zaman kalbin adalet pompalaması tümden duracak..

….

Vicdanını sıyırıp atmış adam, insanlıktan; yargısı siyasallaşmış devlet demokrasiden çıkmış sayılır.

Ne vicdansız adamın sözüne güvenilir, ne de demokrasiden çıkmış devletin seçimine..

Okumaya devam edin ‘Boğanın Boynuz Vurma Hakkı…’

29
Oca
11

SOROS DARBELERİNİ HALK DEVRİMİ SANMAK APTALLıKTıR..!!!

‘Kuzey Afrika halkları ayakta!’ ‘Tunus 23 yıllık iktidara son verdi!’

Başkan Obama durumu değerlendirdi:: ‘ Tunus halkı gurur ve cesaretini gösterdi!’

Ardından H. Clinton ekledi: ‘Tunus halkının kararlı mücadelesi, diğer Ortadoğulu liderlere bir uyarı niteliğinde!’

Derken Mısır karıştı. Batı basını iri puntolarla yazdı:

‘Mısır halkı Mübarek’i def’etmek üzere!’

Batı basını büyük gümbürtüyle Tunus ve Mısır’ı manşetlere taşıyor. ‘Kendiliğinden bir halk hareketi’ (Spontan) oluşunun üzerine basıyor…

Türkiye’de birçok aydın, wiki sızıntılarda olduğu gibi olanları HAYRA YORUYOR!

Tek Dünya Devletçiler’i derinden memnun eden Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerindeki bu kargaşa nasıl oluyor da HAYRA yoruluyor? Biz ŞER kısmına bakalım..

Şablona bakın! Yasemin Sedir, Gül, Lale!
Gürcistan, Sırbistan, Ukrayna, Polonya, derken şimdi de Tunus ve Mısır…

Hepsi aynı adımları izledi.. şablon hiç değişmedi..

Tunus’daki ayaklanmaya verilen ad bile, Soroscu bir darbenin izi.

Yasemin, Sedir, Gül, Lale vs vs ‘devrimleri’!

Bunlar, Amerika’nın milli istihbarat teşkilatına bağlı hedef ülkeleri ayaklandırma, kaos yaratma ve fonlama merkezi NED (National Endowment for democracy) ve Soros’un Açık Toplum Vakfı (Open Society Foundation) imzalı…
Turuncu şablon, her ülkede KAOS YAPILANDIRMA operasyonuyla gelişti…

KAOS önce ekonomiye yerleşecek, kör topal giden karma ekonomide devletin yeri yokedilecek, tüm KİT’ler özelleşecek, İMF Uluslararası para Fonu Stand –by larla hedef ülkelerin gırtlağına çökecekti.

Okumaya devam edin ‘SOROS DARBELERİNİ HALK DEVRİMİ SANMAK APTALLıKTıR..!!!’

28
Oca
11

VE İSRAİL DÜĞMEYE BASTı, TUNUS, MıSıR, YEMEN… PEKİ YA TÜRKİYE…

Show Tv  ‘Siyaset  Meydanı’nda,  İsrail  Planı’nı  açıkladığımız  zaman,  yer,  gök  sarsılır  sanmıştık  ama  olmadı,  yer  de  sarsılmadı  gök  de…

Kurt  Kapanı’nda  “İsrail’in  Ortadoğu’yu  Parçalama  Planı”nın  Türkçe  tercümesini  koyup  da  yayımladığımızda,  bu  bizim  “aydın”  dediğimiz  insanlar,  uzmanlar,  yazarlar  ortalığı  alt – üst  eder  sandık  ama  o  da   olmadı.  Türkiye’de  her  şey  alışageldiği  gibi  sürüp  gitti,  kimse dönüp İsrail’e  bakmadı…

İşte Orta Doğu karışmaya başladı, önce Tunus, ardından Mısır, şimdi de Yemen…

Nedir bu, ne oluyor, bir halk devrimi mi yoksa diye sakın düşünmeyin, sormayın, bir cevap aramayın, çünkü her şey açık ve İsrail düğmeye bastı…

Neyin  düğmesine  bastı  İsrail ?

Orta Doğu’yu “etnik köken ve dini mezhep” temelinde ayrıştırma, parçalama planının düğmesine.

Nedir  bu ?

Hep anlatmaya çalıştık, yine anlatacağız, bıkmadan usanmadan anlatacağız, çünkü bu planın içinde Türkiye’de var.

Ve hala iddia ediyoruz, elimizde kanıtı var, şimdi yeniden açıklayacağız ;

“MÜSLÜMAN”  AKP’NİN  İZLEDİĞİ  SİYASET  BİREBİR  YAHUDİ  SİYASETİDİR .!!!

Bakınız,  önemli  bir  tespittir  bu,  BİREBİR  diyoruz,  Birebir  YAHUDİ  SİYASETİ !

Neden  mi – alın  işte  İsrail’in  Planı.!!!

“1980’lerde  İsrail  için  bir  Strateji1”

Yazan Oded Yinon (tercümesi ve önsözü yazan Israel Shahak2)…

Bu plan 26 sayfadır, http://www.erdalsarizeybek.com.tr sitesinde tamamı yayımlanmıştır. Biz, bizi ilgilendiren kısımlarını aşağıdadır…

Israel  Shahak,  13 Haziran 1982 ;

“ İsrail stratejik düşüncesinde, tüm Arap devletlerinin daha küçük parçalara bölünmesi hep tekrar tekrar görülen bir kavramdır. Örnek vermek gerekirse, Ze’ev Schiff, Ha’aretz’in askeri muhabiri (ve muhtemelen bu konuda İsrail’de en çok bilgiye sahip kişi), bir yazısında Irak’ta İsrail için olabilecek en iyi şeyin:” Irak’ın Şii ve Sünni devletler ve Kürt tarafının ayrılması” (Ha’aretz 6/2/1982) olacağını yazmıştır. Aslında planın bu yüzü oldukça eskidir…”

Oded Yınon: Bir taraftan petrol zengini olan ancak diğer taraftan parçalanmış bir ülke olan Irak’ın İsrail’in hedeflerine aday olması garantidir. Bizim için Irak’ın feshi, Suriye’nin feshinden bile daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Kısa vadede İsrail’in en büyük tehdidi Irak’ın gücüdür. Bir Irak-İran savaşı Irak’ı parçalayacak ve bize karşı geniş bir cephede çatışma organize etmesine imkan vermeden çökmesine sebep olacaktır. Araplar arasındaki her türlü çatışma kısa vadede bize yardımcı olur ve Suriye ve Lübnan’da olduğu gibi önemli bir hedef olan Irak’ın parçalanması için yolu kısaltır. Osmanlı döneminde Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da etnik/dini bazda bölgelere bölünme mümkündür. Üç büyük şehir etrafında üç (veya daha fazla) eyalet var olacaktır: Basra, Bağdat ve Musul ve güneydeki Şii bölgeler Sünni ve Kürt kuzeyden ayrılacaktır. Mevcut İran-Irak çatışmasının kutuplaşmayı derinleştirmesi olasıdır.

Yazarın Notu: Demokrasi getireceğim vaadi ile Irak’ı işgal eden ABD, 1.5 milyon Müslüman’ı öldürmüş ve Irak’ı parçalamıştır. Nasıl? Kürt-Arap, Şii-Sünni. Günümüzde de Şii ve Sünniler arasında nerdeyse bir iç savaş başlatmıştır. Bu parçalama planı, sizin de okuduğunuz gibi, 1982’de, Dünya Siyonist Dergisi Kivunim’de yayımlandığı gibi, birebir uygulanmıştır.


İŞTE  İSRAİL’İN  HEDEFİNDEKİ  ÜLKELER…

MISIR  NASIL  PARÇALANACAK

Oded Yınon: Mısır birçok otorite merkezine bölünmüş ve parçalanmıştır. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler mevcut şekilleri ile varlıklarını sürdüremez ve Mısır’ın çözülmesi ile birlikte onlar da çöküşe katılır. Mısır’ın yukarı bölümünde Hıristiyan Kıpti bir devlet ile birlikte merkezi bir hükümet olmadan bölgesel güçleri ile bir kaç zayıf devlet düşüncesi tarihi gelişimin anahtarıdır ve barış anlaşması ile sekteye uğramış olsa bile uzun vadede kaçınılmazdır.

LÜBNAN’IN  DURUMU

Oded Yınon: Batı cephesi yüzeyde daha problematik gözükse de aslında manşet olan olayların çoğunun son zamanlarda meydana geldiği Doğu cephesinden daha az karmaşıktır. Lübnan’ın beş bölgeye bölünmesi Mısır, Suriye ve Irak da dahil olmak üzere tüm Arap dünyası için bir başlangıçtır ve aslında Arap yarımadası şimdiden bu yolda ilerlemektedir. Suriye ve daha sonra Irak’ın feshi ve Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini bölgelere ayrılması İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki bir numaralı hedefidir ve bunun için kısa vadede bu devletlerin askeri gücünün feshi ana hedeftir.

SURİYE  SIRADA

Oded Yınon: Suriye etnik ve dini yapısına istinaden tıpkı bugün Lübnan’da olduğu gibi birkaç eyalete bölünecek ve kıyıda Şii-Alevi bir eyalet, Halep bölgesinde Sünni bir eyalet, Şam’da Kuzey komşusuna düşman olan bir diğer Sünni eyalet olacak ve Dürziler de belki bize ait olan Golan’da, mutlaka Havran’da Kuzey Ürdün’de başka eyaletler kuracaklardır. Bu gelişmeler uzun vadede barış ve güvenlik için garantör olacaktır ve bu hedef bugün bile erişebileceğimiz bir noktadadır.14

Arap yarımadasının tamamı iç ve dış baskılar sebebiyle çözülmeye adaydır ve özellikle Suudi Arabistan’da bu sonuç kaçınılmazdır. Petrole dayalı ekonomik gücünün baki kalması veya uzun vadede azalmasından bağımsız olarak, iç ayrışmalar ve kırılmalar mevcut politik yapının doğal ve açık bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır.

Okumaya devam edin ‘VE İSRAİL DÜĞMEYE BASTı, TUNUS, MıSıR, YEMEN… PEKİ YA TÜRKİYE…’

26
Oca
11

‘’TEZGÂH’’- İnsanlığın Kurtuluş Reçetesi ‘ ’Altı Ok’’tur !

Tüm dünyada insanlığa karşı büyük bir komplo tezgâhlanıyor ve bu ‘’Tezgâh’’; işbirlikçiler vasıtasıyla ‘’insan hakları’’, ‘’halkların kardeşliği’’ ve ‘’çiçek-böcek’’ konularını içeren yazı ve söylevlerle süslenerek; çoğunluğu cahil olan halkları değil, bilinçli denen kesimi hedef alıyor.

Bizim toplumumuzda olduğu gibi, Fransa’da olsun, Almanya’da olsun ve daha pek çok ülkede, sıradan halkın dışında; işi-gücü olan, iki kitap okumuş, arkadaşları arasında dinlenen kişilerdir asıl hedef !

Çünkü bu kişilerin sistemle barışık yanları diğerlerine göre daha fazladır ve bu kişiler ‘’sosyal sorumluluk projeleri’’ aldatmacalarına çok daha kolay yem olmaktadırlar.

Bunun gerçek nedeni ise; yarı cahilliğin, zır cahillikten daha tehlikeli olmasıdır!

Bu kişileri tehlikeli kılan ise; bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olduklarına inanmalarıdır.

Tehlikelerinin asıl sebebi; kendi halklarına olan bakış açılarıdır.

Eski bir söz vardır; ‘’çıktığı yeri beğenmemek’’ diye; işte bu söz sanki bunlar için söylenmiştir.

Kendi komşusundan, kendi halkından utanır, yeri gelir anasını bile beğenmez; ama iş konuşmaya geldi mi mangalda kül bırakmaz !

Ona göre, batı medeniyeti pek çok şeyi halletmiştir; ’’kırmızıda geçen göremezmişsin!’’.

Peki kırmızıda geçmeyenler Irak’a bomba yağdırırken nerelerdesin !

O ayrı !..

Şimdi bu örnekten yola çıkarak benim kırmızıda geçmeyi savunduğumu söyleyenler bile çıkabilir; zira bu zevat Türk olsun, Alman olsun fark etmez, hiçbiri okuduklarını anlama kabiliyetinde değildir.

Bunlar için varsa yoksa medyadan enjekte edilen devşirilmiş fikirlerdir.

O kadar düşünce yoksunu bırakılmışlardır ki; kendilerine edilen küfürleri bile nezaketle, ‘’ben de aslında oyum ama hiç üzerime alınmadım’’ gibisinden akla zarar savunmalarla geçiştirirler ve adamım diye de caddelerde, sokaklarda dolaşırlar !

Dedim ya tezgâh büyük, tek tip bilinçli(!) insan yetiştirmek ve cahil halkın arasına bunları serpiştirip halkta kafa karışıklığı yaratmaktır asıl olan.

Bu ‘’Tezgâh’’ın sahipleri insanlığın en büyük düşmanıdır ve arkalarında yatan düşünce; ‘’kutsal topraklar’’ mitidir !

Bu oyun Fransa’da da, Türkiye’de de ve pek çok ülkede de aynen bu şekilde uygulanmaktadır.

Haçlı seferlerini yapanlar da bu kafadır, Irak’ı bombalayanlar da…

İş; Orta-Doğu kökenli dinlerin Yahudilerle olan bağlantıları açığa çıkartılmadan çözülemez ve ‘’Tezgâh’’ bunun açığa çıkmasına izin vermemektedir.

‘’Büyük İsrail Projesi’’ denilen ucube; Hz. Musa’dan da önce, Hz. İbrahim’e kadar dayanan eski süreçte kotarılmış bir düşüncenin yansımasından başka bir şey değildir.

Yani  bu  oyunda  coğrafi  olarak  ilk  hedefte  olan  ülke  biz  görünsek  de ;

asıl  hedef  insanlığın  kendisidir.

Çünkü  bu  tezgâhın  düzenleyicileri,  insanlık  düşmanı

şeytanlardır !

Kendi yarattıkları ‘’iyi’’ ve ‘’kötü’’ kavramlarıyla doğal sürece müdahale ederek; hem tanrıyı oynamaktadırlar, hem de ona itaat için şeytanı kullanmaktadırlar.

Yani yazan ve oynayandırlar !

Kişilerin dindar olması veya olmaması değildir konu; konu, ‘’din’’ adı altında korku imparatorluğunu tüm dünyada egemen kılmaktır.

Ve alt yapısı dogmatik hurafelerle dolu olan bu ‘’Tezgah’’ın sahipleri yeri geldiğinde ateistleri bile işin içine dâhil ederek akıllara zarar bir komplo peşindedirler.

Bu komplonun figüranları halkların içinden gelişi güzel seçildiği gibi, ABD Başkanı düzeyindekiler ve yardakçıları çok önceleri tespit edilerek farklı şekillerde o konumlara getirilmektedir.

Dediğimiz gibi; plan, binlerce yıl öncesinden ‘’zincir bilgi’’ şeklinde nesilden nesile aktarılarak bugünlere ulaşmıştır.

Orta-Doğu’dan başka bir yerde de Yahudi olmadığından ne tesadüftür ki bütün kutsal(!) dinler hep aynı coğrafyada, hep aynı zincirle gelmiştir…

Gelelim oyunun bizi ilgilendiren yönüne !

Okumaya devam edin ‘‘’TEZGÂH’’- İnsanlığın Kurtuluş Reçetesi ‘ ’Altı Ok’’tur !’

25
Oca
11

Bu “Küçük Dağ Yaratıcıları” Nereden Çıktı

Özgürlük, aşk, cesaret, heyecan, isyan, bilim, akılcılık, kabullenmemek, coşku, kuşku, sorgulamak, boyun eğmemek, mutluluk, enerji, başına buyrukluk, hesap vermemek, hesap sormak, umut, arzu, düşünmek, düşünmemek, sevişmek, yaratmak, yıkmak, yapmak, bozmak, koşmak, yarışmak, paylaşmak, ayrışmak, kavga, barış, romantizm, hümanizm…
Gençlik her şeydir.
En gamsız avareliklerden en diri uyanışlara yelpazelenen bir titreşimdir.
Yalnızlıklarda ve kalabalıklarda sürekli bir devinimin devrimcisidir genç.
En kötü koşullarda ve haksızlıklar hangi boyutlarda olursa olsun asla pes etmemek…
Geleceksizlik kaygısını ışıltılı gelecek gemileriyle yarıp yarınlara açılmaktır.
Ruhu kararmışların içini röntgen filmi gibi görmektir gençlik.
Dogmaya, diktaya, faşizme, körü körüne inanmaya, itaat etmeye başkaldırmaktır.
Bütün bu nitelikleri bünyesinde barındıran başka güzellikler de var; “Bilim”, “Sanat” ve “çağdaş kadın.”
İnsanları korkutabilir…
Mazlumları tutsak eder…
Orduları sindirebilirsiniz…

Ama hala sesinizin yankılanmayacağı alanlar var.
Gerçek yurtseverleri, gençliği , aydınlığın kadınlarını, bilim insanlarını asla eğip bükemezsiniz.
Sanata, sanat eserine sözünüz geçmez.
Çağdaş bilim ve sanatla aydınlanmış… Evrensel sınırsızlıklarının ayırdına varmış insanlar koyun muamelesi görmeyi kabul etmezler. Asabi çobanlar gibi, o insanları azarlayamazsınız. Hiç kimseyi azarlayamazsınız! İnsanların yaşam alanlarının daraltılmak istenmesi, ruhunu tümden teslim etmemiş toplumlarda bir kimyasal reaksiyon başlatır.
Sindirmeye yönelik taktikler rüzgarda açılmış şemsiye gibi ters dönüverir.
Sizin için şaşkınlık verici olsa da, bazı insanları rüşvetle satın alamazsınız. Yollarına trilyonlar dökseniz, yine de susmazlar, zorbaya boyun eğmezler.
Okumaya devam edin ‘Bu “Küçük Dağ Yaratıcıları” Nereden Çıktı’

24
Oca
11

CUMHURİYET Gazetesi ve İğdiş Edilmiş Beyinler

Bu  yazım,  Cumhuriyet  Gazetesi  okuyarak  solcu  olunur,  sananlaradır.

Birinci sayfaya Merhum Uğur Mumcunun kocaman resmini koy, ikinci sayfaya da İngiliz Savunma Bakanının yazısını koy.

Cumhuriyet Gazetesi ne yapmaya çalışıyor ?

Ne zamandan beri, Cumhuriyet Gazetesi ile ilgili bir yazı yazmak istiyordum.

Ancak, emperyalizmin ülkemiz üzerinde sürdürdüğü ağır tehdidi ve ona karşı hangi düşünceden olursa olsun, ülke savunması yönünde düşünmeye çalışanların birliği ve beraberliğine zarar gelmesin diye, hep bu yazımı erteleyip durdum.

Cumhuriyet Gazetesini okuyanlar belki hatırlarlar, çok değerli, vatansever, kalemi ile insanları kendisine hayran bırakmış, merhum Deniz Som’un köşesine de sıkça da misafir oldum. Yazılarım ve düşüncelerim oradan okuyanlara ulaştı.

Ülkemizde emperyalizmin çıkarlarının derinleşmesi ile birlikte, basın yayın hayatımızda olumsuz yönde çok önemli gelişmeler olduğunu zaten çok yakından takip ediyorduk.

Cumhuriyet Gazetesini okuyanların kendilerine biçtikleri kimliğin, sol veya sosyal demokrat olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Okuyanlar kendini böyle tanımlar, Gazete de kendisini bu okuyucu kitlesini esas alarak, böyle olduğunu ima ederek yayın hayatını sürdürür.
Aslında giderek sol kimliğini yitirdiğini, emperyalizme karşı mücadeleci bir tavır almadığından söz edip, yılardır şikayetleşip dururduk. Ancak şikâyetlerimizi mümkün olduğunca dost meclislerinde dile getirip, açık etmemeye çalışırdık.

İlhan Selçuk, Deniz Som gibi çınarların yıkılmasından sonra, Gazete daha fazla sağa kaydı.

Bir gazetenin sağa kayması mümkündür, sağa kayabilir.

Sağ seçmene hitap edebilir.

Hatta kendini sol diye tanıtmasına rağmen sağdan da yumruk atabilir.

Bunların hepsine katlanmak belki mümkündür.

Emperyalizm ile işbirliği yapan çevrelerden, ilanlar da alabilir.

İlan alamıyoruz diye, sosyal demokratlara dönüp bir tek sol gazete var onu da yok etmek istiyorlar diye, öncen beyinlerini iğdiş ettiği sosyal demokratları da kandırmaya da devam edebilir.

Ama bu gün ikinci sayfada İngiliz Savunma Bakanının yazısını görünce, kendime o kadar da saf olma dedim.

Okumaya devam edin ‘CUMHURİYET Gazetesi ve İğdiş Edilmiş Beyinler’

24
Oca
11

Uğur Mumcu Gazeteciliği…

Uğur Mumcu’nun katledilişinin üzerinden bir kuşak geçti.

Özellikle yeni kuşaklarla Uğur Mumcu’nun gazeteciliğini ve mesleki duruşunu ana hatlarıyla paylaşmak isterim.

Kendisinden dinlemiştim…

Uğur Mumcu’ya önemli bir kurumun başındaki kişiyle ilgili dosya geliyor. İnceliyor.

Yazılması, sonrasında da izlenmesi gereken bir durum.

Hakkında yazı yazacağı kişiyi arıyor, anlatıyor.

Yazacağını, kendisinin söyleyecekleri varsa, onları da dikkate alacağını söylüyor.

Malum kişi kendi öneminden söz ediyor, ekliyor:

“Ben gazetenizin sahibi, başyazarı Nadir Nadi’yi iyi tanırım. Dostumdur. Bu yazıyı yazmamanızı rica ediyorum. Gerekirse onu da arayacağım…”

Aradan kısa bir süre geçiyor. Nadir Bey, Uğur Mumcu’yu arıyor, hal hatırdan sonra konuya giriyor. Şöyle bağlıyor:

“Beni aradı. Uzun uzun bir konudan bahsetti. Elinde belgesi varsa tabii ki yazacaksın. Benimle ilgili bir şey bulursan onu da yaz…”

Uğur Mumcu yazdı. Malum kişi görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Uğur Mumcu, böyle bir gazeteciydi.

Nadir Nadi, böyle bir başyazardı.

***

Uğur Mumcu’nun dostluğunun ve karşıtlığının tadı başkaydı. Düşüncesine katılmayan insanlar üzerinde de saygı uyandırırdı. Karşıt düşünceli gazetecilerle kıyasıya polemiğe girerdi. Ama gazetecilerle!

Bu anlamda gazeteci, yazar kriteri şuydu:

“Bir kişi ekmeğini sadece gazeteci olarak kazanıyorsa, kalemini satmıyorsa, düşüncesi ne olursa olsun, ben o kişiye saygı duyarım.”

Ama kalemini satıyorsa…

Okumaya devam edin ‘Uğur Mumcu Gazeteciliği…’




İstatistikler

  • 2.406.134 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Ocak 2011
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  

En fazla oylananlar