Şubat 2011 için arşiv

28
Şub
11

Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Tahliyesi(ymiş)..!!!

Son bir haftadır Türk Medyası Libya’dan Türk işçilerinin getirilmesi hadisesini Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Tahliyesi olarak vermektedir.

Evet bir tahliye sürüdürülmekte ve bugün itibariyle 17.000 Türki işçi ve aileleri yurda getirilmiştir.

Evet bu da doğru ve yerinde bir operasyondur.

Cumhuriyet tarihinin en büyük tahliyesi bu ise, demek ki başka tahliyelerde olmalıdır.

Ama onlardan tık yoktur.

Tık.

Varsa yoksa son sekiz yıl da ne yapıldı ise ‘Cumhuriyet Tarihinin En İyisi’ diye abartarak anlatmak.

Balık hafızalı ve nerede ise kendi tarihini hiç okumamış okudu ise en hafif tabiriyle unutmuş insafsız kalem erbaplarına hatırlatmak lazım gelir:

Neyi  ya  da  Kimi ?

Behiç  ERKİN’i  tabii ki.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Behi%C3%A7_Erkin

Sevkiyatlardan sorumlu komutan olarak Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynadı ve Kurtuluş Savaşı’nın en önemli kahramanlarından birisi oldu. Devlet Demiryolları’nın kurucusu ve ilk Genel Müdürü 1920-1926 olan Erkin, “Demiryollarının Babası” olarak anılır. 1926-1928 yılları arasında Bayındırlık Bakanı olarak hizmet vermiştir. Bakanlığı sırasında Milli İstihbarat Teşkilatı’nın fikir babalığını yapmış ve 13 kurucusundan biri olmuş; Cumhuriyet’in ilk Emekli Sandığı’nı kurmuştur.

Atatürk’ün en yakın ve en eski (1907′den itibaren) mesai arkadaşlarındandır ve özel mektuplarla düşüncelerini en açık surette paylaştığı, ülke ve dünya meseleleri üzerinde fikir alışverişinde bulunduğu sayılı kişilerden biridir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Demiryolları üzerine Türkçe bir eser yazan ilk ve tek Müslüman Türk’tür.

II. Dünya Savaşı sırasında Paris’te büyükelçilik yaptığı sırada binlerce Türk Yahudisi’ni Nazi zulmünden, yani soykırımdan kurtarması ile ünlüdür.

Kariyerinin son aşamalarında Behiç Erkin önce Budapeşte Büyükelçiliği yaptı (1928-1939). 1939’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Avrupa’daki karışıklığı göz önüne alarak kendisine Almanya ya da Fransa’ya büyükelçilik teklifi sundu. Fransa’yı tercih eden Erkin’in Paris’te göreve başladığı 31 Ağustos 1939 tarihinin ertesi günü Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle II. Dünya Savaşı başladı. Birkaç ay sonra görevli bulunduğu Fransa da Nazi işgaline uğramıştı; Yahudiler’in işlerinden çıkartıldıkları, paralarına el konulduğu ve toplama kamplarına sevkedildiği günlerde Behiç Bey, Almanlar’ın bir yabancıya çok ender verdikleri 1. dereceden Demir Haç madalyasının gücünü kullanarak pek çok hayat kurtarmayı başardı.

“Bu kanunları Türk Yahudilerine tatbik edemezsiniz. Çünkü benim ülkemde din, dil ırk ayrımı yoktur. Benim vatandaşlarımın belirli bir kısmına belirli zorunluluklar dayatmak bizim kanunlarımıza aykırıdır” diyerek Naziler’e direnen Behiç Erkin, mesai arkadaşları ile birlikte kendi hayatlarını tehlikeye atarak 20.000′e yakın Türk ve Türk olmayan Yahudiye Türk pasaportu vermiş ve hayatlarını kurtarmıştır

Ayrıca pek çok Yahudi için, Bu ev/işyeri bir Türk’e aittir şeklinde belge hazırlatarak toplama kamplarına gitmekten kurtarmış, gönderilenler ise elçilik ve konsolosluğun insanüstü çabalarıyla bir süre sonra tek tek bu kamplardan geri alınmıştır.

Yahudi asıllı Fransa eski Başbakanı Léon Blum bile Naziler tarafından toplama kampına atılan oğlu için Behiç Bey’e başvuracak ve Behiç Bey bir Fransa Başbakanı’na bile yardım eli uzatacaktır ve Léon Blum’un oğlunu, arkadaşları ile beraber temerküz kampından kurtarılmasını sağlayacaktır. Fransa eski Başbakanı Léon Blum’un Behiç Bey’e teşekkür mektubunun orijinali, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi içindeki İnkilap Tarihi Müzesi’nde saklanmaktadır.

6.000.000 yahudi soykırıma uğramak üzere bilmedikleri bir istikamette raylar üzerinde trenlerle Auschwitz’e doğru yol alırken,

Behiç Erkin Türkiye’den getirttiği ya da üzerlerine ay-yıldız astırttığı, “Büyükelçi’nin vagonları” diye anılan trenlere bindirdiği 20.000′e yakın Yahudiyi aynı rayların ters istikametinde, hem de Almanya toprakları üzerinden yaşama, yani Türkiye’ye göndermeyi başarmıştı.

İşte  Cumhuriyet  tarihinin  en  büyük  tahliye  operasyonu  budur.!!!

Behiç Erkin’in insanlık adına Yahudilere yaptığı yardımların haberi Atlantik’in öbür yakasındaki Amerika’ya dahi ulaşmıştı: 17 Haziran 1943 tarihinde Washington Post Gazetesi’nin başlıklarınından biri şöyleydi “Büyükelçi’nin suçlandığı aktivitelere kuvvetli Nazi engellemesi”.

Fransa Devleti, savaş sonrasında Behiç Erkin’i 1.dereceden Legion D’Honneur madalyası ile onurlandırdı.

Türkiye’deki bazı çevrelerin belli amaçlar güderek bu olayın doğruluğu hakkında insanların kafalarını karıştırmaya çalışmalarına verilebilecek en güzel cevap, Prof. Arnold Reisman’ın yabancı resmi arşivlerden topladığı resmi dokümanlarıi gözler önüne seren akademik çalışması “An Ambassador and a Mensch” kitabı ile aşağıdaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi açıklamalarıdır.

Okumaya devam edin ‘Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Tahliyesi(ymiş)..!!!’

28
Şub
11

“CHP TÜM TÜRKİYE’DE ÖN SEÇİM YAPMALI”

CHP  TABANINDA  ÖNSEÇİM  İMZA  KAMPANYALARINA  BİR  YENİSİ  EKLENDİ..

BU  KEZ  İNTERNET  SİTESİ  KURULDU.

SİTE  KURUCULARI  İSTİSNASIZ  TÜM  TÜRKİYE’DE  ÖNSEÇİM  YAPILMASI  İÇİN  EN  AZ  BİR MİLYON  İMZAYI  HEDEFLİYOR…

SİTE  ADRESİ :
http://www.onsecimistiyoruz.com/index.php

28
Şub
11

AKP’nin ABD ile 1 Mart tezkere pazarlığı

Wikileaks’ten  çıkan  ABD  ve  AKP’nin  Irak  pazarlığı

 

Dönemin Başbakanı Abdullah Gül, Irak saldırısından hemen önce Wolfowitz ve Grosman’la Türk askerinin kanı için pazarlık masasına oturuyordu.

ABD ile birlikte savaşa girmenin bedeli 2 milyar dolar para yardımı,1 milyar dolarlık petrol ve 500 milyon dolarlık askeri teçhizat hibesi olarak belirleniyordu.

Ortadoğu ülkelerindeki ABD destekli son darbeler süreci dolayısıyla Wikileaks‘in ne olduğu daha iyi anlaşıldı. ABD’nin BOP kapsamında rejimlerinin değişeceğini açıkladığı ülkeler art arda çalkalandı. On yılların liderleri sallandı, değişmez gibi görünen rejimler değişti. Wikileaks aracılığıyla açıklanan Amerikan diplomatik raporlarının çok önemli bir kısmı, şu an karmakarışık durumdaki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle ilgiliydi. Bunun tesadüfî bir yönünün olmadığı artık gayet açık.

Wikileaks olayı ilk ortaya çıktığında, bunun bir ABD operasyonu olduğunu, ABD’yi zor durumda bırakacak bir tane bile raporun kesinlikle ortaya çıkmadığını ve çıkmayacağını, genellikle Ortadoğu ülkelerinin yöneticilerini rahatsız edecek, konumlarını sarsacak raporların sağanak halinde aktığını tespit etmiştik.

Türkiye açısından ise esas mesele AKP’nin hizaya getirilmesiydi. ABD, Ortadoğu’da bazı işbirlikçilerinin ipini çekip yerlerine “daha iyilerini” koymak için düğmeye basarken, AKP’ye de “uslu dur, sözümüzden çıkma” mesajını vermişti.

Bu AKP için önemli bir balans ayarı oldu. AKP, zaman zaman danışıklı dövüş tarzında yaptığı “Batı ve İsrail muhalifi” çıkışlarının aksine Ortadoğu’yu sarsan olaylar karşısında ABD’nin sözcülüğü görevini yeniden ele aldı. Hararetle harekete geçti. Özellikle Tayyip’in önce Hüsnü Mübarek’e ardından da Kaddafi’ye karşı açıklamalar yapmasının altında yatan temel neden, ABD’nin ne istediğini çok iyi biliyor olmasıydı.

ABD, Wikileaks operasyonundan iyi sonuç almıştı. İstemediği adamları gönderirken, kalmasını istediği AKP gibilerini de işe yarar çizgiye oturtmuştu, şekillendirmişti. Fakat diğer yandan Wikileaks’te servis edilen raporlardan bazıları da Türkiye’nin AKP’li yıllarının ilk başlarında, AKPlilerin Amerikalılarla nasıl pazarlıklara giriştiklerini, Türkiye’yi nelere karşılık satmayı planladıklarını da ortaya serdi.

Özellikle bunlardan AKP ile ABD arasında yapılan Irak pazarlığına ilişkin olanı önem taşıyordu. Bundan tam sekiz yıl önce, yani 1 Mart 2003′te, TBMM’de yapılan kritik oylamanın öncesinde oynanan, “babalar gibi satma” oyununun ne boyutlarda olduğunu da ortaya seriyordu Wikileaks‘in bu raporu.

Abdullah Gül,  Wolfowitz  ve  Grossmann’la  nasıl  pazarlık  yapmış ?

Sızan 9 Aralık 2002 tarihli rapora göre, olaylar şöyle vuku bulmuştu:

Dönemin çiçeği burnunda Başbakanı Abdullah Gül, yanına Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal’ı da alarak, yine o dönemin ABD Savunma Bakanı yardımcısı Paul Wolfowitz ve eski Türkiye Büyükelçisi Marc Grossmann’la bir araya gelir. Gündem, ABD’nin Irak’a karşı başlatmak üzere olduğu sömürgeci saldırıdır. ABD’liler esas planlarının “Kuzey seçeneği” olduğunu söylerler. Wolfowitz, AKP’li Başbakan’dan ellerini çabuk tutmalarını ister. ABD, savaş kararını henüz almamıştır ama her an alabilir.

Bu “Kuzey seçeneği”ne göre ABD, Irak’a karşı girişeceği saldırıyı Türkiye üzerinden başlatacaktır. Wolfowitz, ABD taleplerini özetler: Türk askeri yetkilileri, ABD’lilerle planlamalara hemen başlamalıdır. Yer araştırma izinleri ABD’lilere hemen verilmeli, Türk askeri tesisleri, acilen hazır duruma getirilmelidir. Aralarında İngiliz birliklerinin de bulunduğu işgal güçleri Türkiye’ye kabul edilmeli, uçuş izinleri çıkartılmalı, keşif harekâtı başlatılmalıdır.

Okumaya devam edin ‘AKP’nin ABD ile 1 Mart tezkere pazarlığı’

28
Şub
11

Libya’da neler oluyor ?

Libya’da  organize  işler

Kaddafi isyancıları affetmedi, isyanın nereden ve nasıl yönetildiğini bildiğinden dolayı isyancıların üzerine en sert şekilde gitti. Bu isyanların bizzat yönetim yerinin emperyalist konsoloslukları olduğunu gayet iyi biliyordu.

Ayaklanmanın ayrıntılarını, Libya’da bulunan babamdan alarak aktarıyorum.

Ayaklanmanın  1. günü 18 Şubat :

İsyancılar ilk olarak Bingazi’de eyleme başlıyorlar, yanlız Bingazi’de, “Türkiye’deki Diyarbakır gibi” halkın tamamı Kaddafi’ye karşı zaten. Hemen arkasından ayaklanma Trablus’a oradan da Libya’nın her yerine sıçrıyor ve bu olaylar tam olarak iki saatte organize ediliyor. Ne kadar planlı programlı değil mi? Tüm ayrıntıların üzerinde ince ince çalışılmış ve üç saat gibi bir sürede Libya’nın tüm bölgelerini bir anda yangın yerine çevriliyor. Kaddafi ilk gün her hangi bir açıklama yapmıyor ilk olarak Türk şirketleri yağmalanmaya başlanıyor, ülkedeki tüm Türkler panik oluyor.

Kaddafi’nin sessiz kalması ülkede kaçtı dedikodusunun yayılmasına sebebiyet veriyor. Görsel ve yazıl medya yazmaya başlıyor: “Kaddafi kaçtı Libya teslim alındı.” Esas mesele basında yazılanların aksine Kaddafi’nin Libya’ya hakim olduğudur. Dünya basınıyla birlikte Türkiye’deki basın ağız birliği yapmış gibi aynı şarkıyı söylemeye devam ediyorlar.

Kaddafi,  Türklere  zarar  verilmesine  izin  vermiyor

Ayaklanmanın  2. günü 19 Şubat :

İsyancılar sabah saat 04:00’te sokaklara çıkarak ateş yakmaya ve yağmaya başlıyorlar. Sabah ezanının ardından hoparlörlerden anons yaptırılıyor: “Eylemcilerin dikkatine, eylemlerinize son verin, evlerinize dönün. Aksi taktirde tüm isyancılara asker ve polisler müdahale edecektir.” Anons yine devam ediyor: “Libya’nın ceza kanununa göre bize karşı, Libya’ya karşı silah kullananlar ölüm cezasına çarptırılacaklar. Aynı şekilde devletin egemenliğine göz dikenler de ölüm cezasına çarptırılacaklar ve bütün bu yasalar, özellikle orduya karşı suç işleyenler ve casusluğun cezası ölümdür.”

Ayaklanmanın  3. günü  20 Şubat :

İsyancılar yine aynı saatte sokaklarda, sanki ezberlemişler tüm bölgeleri aynı anda ortalığı ayağa kaldırıyorlar. Kaddafi, hoparlörlerden “İsyana son verin yasaları çiğniyorsunuz Türklere ait şantiyelerin yağmalanması yasalara aykırı. Türklerin canına malına her hangi bir zarar gelirse, en ağır şekilde karşılık verilecektir. Evlerinize dönün, aksi takdirde Libya ordusu karşılık verecektir.” Tabi eylemciler, arkasındaki güce olan güvenden olsa gerek, ciddiye almazlar bu sefer de evleri yağmalamaya başlarlar.

ABD  destekli  ayaklanma

Tarihe bakacak olursak, dünyadaki tüm emperyalist destekli ayaklanmalar aynı stratejiyle yapılmıştır. En yakın örnek, ABD’nin Irak’a girdiğinde nasıl bir strateji uyguladığıdır. Görsel medyadan izledik, evlerin basılması yakılması yıkılması emperyalist stratejisidir. Şimdiki ayaklanmalara bakın strateji aynı. Türkiye’deki PKK ayaklanmalarına bakın strateji yine aynı.

Okumaya devam edin ‘Libya’da neler oluyor ?’

28
Şub
11

Mısır’ın Atatürk’ü kim ?

 

Darbelerde mağdur olmuş, demokrasiyi sadece asker karşıtlığı olarak algılamış aydın geçinen bir kesim, TSK’nın bugün uğradığı saldırıyı adeta memnuniyetle karşılıyor ve seyrediyor. 19 Şubat Anıtkabir buluşması; sadece mağdur askerlere destek olarak algılanmamalı, bir hukuksuzluk uçurumunda hepimize doğru yaklaşan felaketin haykırılması, toplumsal silkinmenin fitili olmalıdır.

ABD’den gelen bir ses, Mısır olayları bağlamında bizi düşünmeye sevk etti.

Demokrat Parti Colorado Senatörü Mark Udall, NBC kanalında katıldığı bir programda, Mısır’daki son gelişmeleri değerlendirmiş ve “Mısır’da Atatürk gibi bir lidere ihtiyaç var” diye konuşmuştu…

Mısır’ın Atatürk’ü olsa ne olurdu ?

Her halde Mısır’ın Atatürk’üne “Atamısır” denirdi! Yahut da “Ebulmısr”.

Yani Mısır’ın babası !

Elbette bunları mizah olsun diye söylemiyoruz.

Fakat, Türkiye’de olup bitenlere bakanlar, Atatürk isminin 1930’lu yıllarda icadı karşısında kendilerini böyle bir havada hissetmişlerdir.

20. yüzyılda, bilmem kaç asırlık bir millete “ata” tayin ediliyor! Hem de o yıllar, Duçe’lerin, Führer’lerin iktidar yılları.

Parlak unvanların Avrupa’da faşist ve nazizst partilerin liderlerine verildiği yıllar…

İtalyan basını artık Benito Mussolini demiyor, Duçe diyor.

Alman basını Adolf Hitler demiyor, Führer diyor…

Türkiye’nin neden Atatürk’ü var ?

Neden elin ABD’li senatörü Türkiye’nin Atatürk’ünden memnuniyetini, “Mısır’da da olsa” diye dile getiriyor?

Bugün ABD, Mustafa Kemal’in Atatürk olduğu dönemin İngilteresi yerine geçmiştir.

20. yüzyılın başında dünyanın zembereğini İngiliz İmparatorluğu kuruyordu.

I. Dünya Savaşından sonra dünyayı esas olarak İngiltere şekillendirdi.

Aslan payını kendi aldı, müttefiki Fransa’yı da boş bırakmadı.

Biraz da diğer müttefiki İtalya’ya ihsan etti.

İngiltere, Ortadoğu-İslâm dünyasına hakim olabilmek, enerji kaynaklarını elinde tutmak için Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinin şart olduğunu biliyordu. Bunu işgalci bir güç olarak Osmanlı Devleti’ni yıkarak yapmaya kalkışsa idi, maliyeti çok büyük olacaktı.

Düşünün bir :  Vahdettin’i İngililer kovmuş !

Hilafeti İngilizler kaldırmış !

O  padişah, o halife on yıla kalmaz İstanbul’a âlâyı vâlâ ile dönerlerdi !

Hem tahrib edilmek istenen merkezi ülke Anadolu’da ciddi tepkilerle karşılaşırdı, hem de İslâm dünyasının diğer bölge ve ülkelerinde – ki büyük bir kısmı sömürgesi idi – ciddi reaksiyonlar ortaya çıkardı.

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi İngiliz siyasetinin en büyük başarılarından biridir.

İngilizler 20. yüzyılı böylece kurtarmışlardır.

Bugün bu tasfiyenin doğurduğu problemler bastırılmışlıkları yıkarak avdet ediyor ve bugünün dünya hakimi ABD’nin önüne geliyor.

Okumaya devam edin ‘Mısır’ın Atatürk’ü kim ?’

28
Şub
11

Anıtkabir’e koşup Atatürk’ten kaçmak !

Atatürk  kalksa  bize  ne  derdi :

“Çocuk,  ben  böyle  mi  yapmıştım,  size  demedim  mi

‘damarlarınızdaki  asil kana  güvenin.’

Yıkılın  karşımdan,  Anıtkabir’e  değil  Samsun’a  çıkın !”

————————————————————————————————————————————————–

Şeriatçılar için Anıtkabir, kaçılacak bir mekandır.

Çünkü onlar Atatürk’e düşmandır.

O’nu mezarda bile görmeye dayanamazlar.

Maazallah Atatürk’ün ruhunu bile hisssetmek onların abdestini bozar.

O nedenle de hiç gitmezler ya da ancak mecburen giderler.

Diğer taraftan milletimiz Atatürk’ü hissetmek için mutlaka Anıtkabir’e gider.

Çünkü Ata’nın huzurunda bir dua okumak, bir ibadet kadar kutsaldır.

Ve milletin vazifesidir.

Ama bu öyle bir vazifedir ki, tümüyle kendiliğindendir.

Her gün çocuğunu yanına alan bir anne ve baba Anıtkabir’in yolunu tutar.

Bir bakmışsınız ki hergün binlerce Türk birbirinden habersiz Anıtkabir’de buluşmuş.

Anıtkabir, yurdun her köşesinden, her tabakasından, her yaştan Türk’ün buluştuğu, birleştiği, ortak ruh edindiği bir yerdir.

Her milli bayramda, her önemli günde Anıtkabir’e koşulur.

Çünkü Ata’nın huzurunda resmiyet kazanır her şey.

Orası hem söz verme yeridir, hem hesap verme yeri.

Anıtkabir  bir  de  şikayet  yeridir.

Düzenden  şikayetler  yine  Ata’ya  yapılır.

Eğer  Anıtkabir’in  ziyaretçisi  çoksa,  bilinir  ki  halk  tepkilidir  ve  Ata’ya  koşmuştur.

Anıtkabir,  isyanın  buluşma  yeridir…

Son günlerde iki önemli Anıtkabir ziyareti var.

Biri, Ergenekon’dan tutuklanan subay eşlerinin protesto ziyareti.

Diğeri ise AKP’nin yargı darbesinin hedefi olan Danıştay üyelerinin ziyareti.

Şikayet ve sığınma yeri yine Anıtkabir…

Ama düşünelim bir kere acaba şikayet etmeye ne kadar hakkımız var ?

AKP tüm devlet kurumlarını bir bir ele geçirirken onu izledik, ses çıkarmadık.

Ya “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” dedik ya da “merak etmeyin bir şey olmaz” dedik boşverdik.

Boşvere vere bu hale geldik ve artık devleti ele geçirdiler.

Devleti ele geçirmek bir yana devleti yıkmaya çalışıyorlar.

Ve biz de gidip Anıtkabir’e Ata’ya sığınıyoruz.

Okumaya devam edin ‘Anıtkabir’e koşup Atatürk’ten kaçmak !’

28
Şub
11

YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM…

28
Şub
11

Rum Patrikhanesi’ni Artık Durdurmak Mümkün Değil !

10 Şubat’ta bu sitede yazdığımız yazının başlığı; “Rum Patrikhanesi; Türkiye Cumhuriyeti ile dalga mı geçiyor?” şeklindeydi.

Rum Patrikhanesi’ndeki, metropolit rütbesinde olan TC vatandaşı papaz sayısının yetmediği gerekçesiyle, 12 kişiden oluşan “Sen Sinod” dinî kuruluna, 2004 yılından itibaren 6 yabancı uyruklu papaz dâhil edilerek kurul bu şekilde teşkil edilmeye başlandı.

Bunu da daha önce bu sitede çıkan yazılarımızda dile getirdik ve irdeledik.

2010 yılı sonlarında aynı gerekçeyle 17 papaza TC vatandaşlığı verilmesi istenmiş, bunlardan 13’üne vatandaşlık verilmişti.

O esnada; aslında 20 civarında metropolit vardı ve kurul sayısını tamamlayamama gibi de bir sorunları yoktu.

Buna rağmen direndiler ve bunu başardılar.

Kadrolarında 13 taze TC vatandaşı olmasına karşın bu kurul yine 6 yabancı ile görevini sürdürdü ve buna müdahale edilmedi.

Ekümenik Patrikhane’ye fazlasıyla “maiyet” sağlama adına yapılan tüm girişimler bu süreçte hep Rum patrikhanesi lehine sonuçlandı.

Bu süreç; Patrikhane’nin siyasileri ve görevlileri de hedef alan iç kulis çalışmalarının bir eseridir ve onların vizöründen bakılırsa fevkalâde başarılıdırlar.

Zira siyasiler ve görevliler çok ustaca sürdürülen dış baskılar neticesinde 13 kişinin TC vatandaşı olmasına izin vermiştir.

Talep edilen 17 kişi arasında olan fakat bazı çekinceler nedeniyle 13 kişi arasında yer almayan “Marmara Adası Metropoliti”ne de geçtiğimiz bir iki hafta içinde sessiz sedasızca TC vatandaşlığı verildi.

Yine bu 17 kişiden biri olan ve aile fertleri arasında Türkiye açısından fevkalade sakıncalar olan “Avusturya Metropoliti” için ise ısrar etmeyi kestiler.

Ama sonra anlaşıldı ki bu kişi ağır bir kanser hastasıdır ve bir anlamda ona yatırım yapmayı fazla zorlamadılar.

Yine bu süreç içinde; Sen Sinod kurulu için artık fazlasıyla metropolit olmasına rağmen 11 ilave şahıs için tekrar TC vatandaşlığı almak için müracaat edildi ve şu an bunların muameleleri de sürdürülmektedir Bu sitedeki eski yazılarımızda bu gelişmelere sürekli yer verdik.

Ne yazıktır ki Türkiye açısından fevkalâde önemli olan bu gelişmeleri ulusal medyada dile getiremedik.

Basit  bir  polisiye  kaza  için  sayfalarca / dakikalarca

yer  ayıran “ulusal medyamız” ;  bu  konulara  çok

duyarsız  kaldı  ve  birkaç  basit  ve  “sempatize”  eden

ifadeler  içeren  haberler  dışında  basında  bu

gelişmeler  yer  bulmadı.

1 Mart’ta yeni “Sen Sinod” kurulu göreve başlayacaktır.

Bu kadar metropolit sayısına ulaşan kurulda artık vatandaş yapılan 13+1 kişi arasından 6’sına görev verilmesini doğal olarak beklerken “skandal” liste elimize ulaştı.

Bu listede sadece bir taze TC vatandaşı yer aldı ve 12 kişinin içinde yer alan 6 yabancı yerine yine yabancı uyruklu 5 metropolit atandı.

Buna ne demek gerekir? “Türkiye Cumhuriyeti ile dalga geçmek mi alay etmek mi ?”

Bunun tek adı vardır !

“Kepazelik”

Okumaya devam edin ‘Rum Patrikhanesi’ni Artık Durdurmak Mümkün Değil !’

27
Şub
11

CUMHURİYET İÇİN GÜÇBİRLİĞİ MÜMKÜN MÜ ?

Ulusal Kanal’da Pazar sabahları büyük ilgiyle izlenen, deneyimli gazeteci Kurtul Altuğ’un hazırlayıp, sunduğu Politikanın Nabzı programında, bu hafta “Seçimler ve Güçbirliği” tartışılacak.

Programın konukları DSP Genel Başkanı Masum Türker, İşçi Partisi Genel Sekreteri Hasan Basri Özbey ve SONAR Kurucu Başkanı-gazeteci Hakan Bayrakçı…

Programda, 12 Haziran Seçimlerine doğru, “ABD ve AKP, 2 Partili bir Meclis öngörüyor; Milli – Demokrasi Güçleri ne yapacak?”, “Güçbirliğiyle iktidara talip olmak mı? Muhalefete razı olmak mı?”, “Güçbirliğinden kaçınmanın vebali ve tarihi sorumluluk”, “Meclis’e 4. bir gücün girmesi olanaklı mı?” sorularının yanıtları aranacak.

Kurtul Altuğ’la Politikanın Nabzı, 27 Şubat, Pazar günü saat: 11.15’te ULUSAL KANAL’da…

http://www.ilk-kursun.com/2011/02/cumhuriyet-icin-gucbirligi-mumkun-mu/

26
Şub
11

Tayyip’ten milliyetçi olur mu ?


 

Son günlerde AKP’deki bu değişim açısından bizleri en çok hayrete düşüren olay ise “çift dillilik” tartışması oldu. Bilindiği gibi BDP, PKK’nın talimatıyla Diyarbakır’da bir kongre düzenledi ve önce çift dil ardından da özerklik için düğmeye bastı. Tayyip ise bu taleplere inanılmaz bir tepki verdi: “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet anlayışıyla sosyal barışımızı sağlayan resmi dilimiz Türkçe’dir.” Peki değil özerklik doğrudan “bağımsız Kürdistan”ı bile “eğer güçleri yetiyorsa kurabilirler” diyerek onaylayan aynı Tayyip değil miydi? Daha ağzından bir kez bile “Türk milleti” sözü çıkmayan Tayyip hangi tek milleti savunuyor? Devlete Kürtçe TV kurduran, Kürtçe dershaneler açtırtan, örgüt bunu da yeterli bulmayınca, üniversitelere Kürdoloji bölümü açtırtan, özel Kürtçe TV’lere de onay veren Tayyip mi tek dili savunuyor? Başkanlık ve eyalet sistemine dayanan, PKK’nın çift dillilikten tutun özerkliğe kadar tüm taleplerinin karşılanacağı bir anayasa hazırlanıyor. Türk milletinin sırtına sokulmak için yeni bir hançer hem de en “milliyetçi” söylemlerle bileyleniyor.

Sahte  saflaşma  operasyonu

Tayyip’in Davos çıkışından beri sahte bir anti-İsrailcilik oyunu oynadığı biliniyor.

Bu sahtecilik özellikle geçen mayıstan itibaren iç politikaya da yansımaya başladı.

2010 yılının mayıs ayında CHP’de yaşanan kaset darbesiyle birlikte Deniz Baykal tasfiye edildi ve CHP’nin başına Kemal Kılıçdaroğlu paraşütle oturtuldu.

Bu operasyona kadar CHP ulusalcı, Batı karşıtı, ABD ve AB’ye mesafeli olmakla suçlanıyorken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle yeni CHP “ABD ve AB ile dostluğu AKP’nin tekeline” bırakmayacaktı.

İşin ilginci aynı tarihlerde Tayyip AB’ye mesafeli, İran konusunda ABD ile çelişkili, iç politikada ise akıl almaz bir utanmazlıkla ulusalcılığa oynayan bir konumlanışa geçti.

Türkiye seçimlere giderken iktidar ve muhalefet saflarındaki bu eksen kayması elbette ki AKP’nin daha çok işine geliyor. Muhalefet AKP’nin en zayıf olduğu noktadan AKP’ye vuracağına, Tayyip’in Amerikancılığı, Batıcılığı ve vatan satıcılığı sürekli gündeme getirileceğine inanılmaz bir şekilde her hafta Almanya’ya giden AB’ci ve hatta açık Amerikancı bir lidere mahkûm oldu.

Bu tür bir muhalefet AKP’nin değirmenine su taşıyor. Batıcı Kılıçdaroğlu-Davos fatihi Tayyip saflaşması Tayyip’i güçlendirirken, Devlet Bahçeli zaten milliyetçilik yerine “halkların kardeşliği” politikasını savunduğu için AKP onca işbirlikçiliğine rağmen, inanılmaz bir şekilde, milliyetçi tepkiyi kendi çıkarına değerlendirip oya dönüştürebiliyor.

Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en işbirlikçi, Kürtçü, Rumcu ve Ermenici Başbakanına bu milliyetçi kisve asla terk edilemez.

Şu soruyu haklı olarak soruyoruz –  Bu işbirlikçiden milliyetçi lider çıkar mı ?

“Sayın  Öcalan”cıların  kayıkçı  kavgası

Geçtiğimiz hafta TBMM’de herkesi şaşkınlığa sürükleyen bir kavga yaşandı. Kürsüde konuşan BDP’li Hasip Kaplan’ın her zamanki gibi teröristbaşı için “Sayın Öcalan” demesi üzerine milletvekilleri tepki gösterdi. Büyüyen tartışma üzerine yumruklaşmalar yaşandı.

İşin ilginci tepki gösteren milletvekilleri ne CHP’li ne de MHP’liydi. Yumruklu kavga AKP’lilerle BDP’liler arasında yaşanmıştı. Bu tam anlamıyla bir şovdu. Çünkü BDP’liler daha önce defalarca kürsüden “Sayın Öcalan” demiş ancak AKP’liler bir kez bile tepki göstermemişti.

Hepsini bir yana bırakalım AKP’lilerin o kutsal (!) lideri Tayyip Erdoğan daha önce bizzat kendisi şehitler için “kelle”, teröristbaşı için ise “Sayın Öcalan” ifadesini kullanmamış mıydı?

O  zaman  neden  kavga  ediyorlardı ?

Her iki partinin “Sayın Öcalan”cı olduğu bir durumda Meclis’te yaşananlara ancak kayıkçı kavgası denebilir. AKP’li milletvekilleri milliyetçilik taslamak istiyorlarsa önce kendi genel başkanlarından hesap sormak zorundadırlar.

Okumaya devam edin ‘Tayyip’ten milliyetçi olur mu ?’

26
Şub
11

SUSMA.!!! SUSTUKÇA VATAN ELDEN GİDİYOR – ( 1 )

ABD Emperyalizminin, AB işbirliği ile, Ortadoğu’da aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değiştirilmesi projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi veya yeni adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müşterek bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık İnisiyatifi ülke içerisindeki işbirlikçilerin hizmetleri sonucunda dört nala hedefine ilerliyor.

Büyük Ortadoğu Projesinin, Türkiye’ nin bölünmesi aşaması veya ayağı 3 Nisan 2003 günü, dönemin Başbakanı Gül ve ABD dışişleri Bakanı Powell arasında gerçekleştirilen 2 sayfalık 14 maddelik gizli anlaşma ile ilk somut adımını atmıştır.

Abdullah Gül’ün Vatan Gazetesi yazarı Sedat Sertoğluna itiraf ettiği (Vatan 24 Mayıs 2003) bu anlaşmanın maddelerini gelin tekrar hatırlayalım ve gelişen olayları madde madde ele alalım :

1. Türk askeri Irak’ın kuzeyinden çekilecek: Irak’ın kuzeyinde bulunan bütün Türk birlikleri ve Türk ordusuna bağlı özel kuvvetler, dört ay içinde aşamalı olarak Türkiye sınırları içine çekilecek.

2. Sınır harekâtlarına son: Türk ordusu bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekâtta bulunmayacak. PKK/KADEK’in Türkiye egemenlik alanı dışında takip ve bastırılması harekâtlarına da son verilecek.

3. PKK’ya askerî harekât için ABD’den izin: PKK/KADEK’E karşı Türkiye devletinin egemenlik alanı içinde yapılacak askerî harekâtlar için, ABD askerî makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak.

4. Türkiye’ye ambargo ve askerî yaptırım tehdidi: Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK/KADEK’e karşı ABD askeri makamlarına bilgi vermeden ve izin almadan harekât yapacak olursa, ABD hükümeti, “Kürt halkına karşı şiddet kullanıldığı ve soykırım uygulandığı” çerçevesi içinde uyarıda bulunma hakkını kullanabilecek. Bu durumda ABD gerekli gördüğü ambargo ve silahlı müdahale gibi siyasal ve askerî yaptırımları saklı tutacak.

Okumaya devam edin ‘SUSMA.!!! SUSTUKÇA VATAN ELDEN GİDİYOR – ( 1 )’

26
Şub
11

YARSAV’dan Çok Sert Açıklama

Yargıçlar  ve  Savcılar  Birliği  (YARSAV)  Yönetim  Kurulu,  Hakimler  ve  Savcılar  Yüksek

Kurulu’nun  (HSYK)  Danıştay  ve  Yargıtay  üyeliklerine  yaptığı  seçimi  eleştirerek,

seçilen  üyelerin  bir  devrin  adı  ile  anılacaklarını  belirtti.

YARSAV’dan yapılan açıklamada, HSYK’nin yüksek yargıya üyelik seçimlerini tamamladığı ve toplam 211 yüksek yargıç seçildiği hatırlatıldı.

Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçilme koşullarını taşıyan 5 bin 576 yargıç ve savcının daha önceden ilan edildiğini, bu kişiler arasından 211′inin ”genellikle 5′e karşı 17 oy çoğunluğu ile seçildiği’‘ belirtilen açıklamada, şunlar kaydedildi:

”Kadına yönelik ayrımcılığın adeta bir izdüşümü olarak, aralarından 2′si HSYK yedek üyelerinin eşleri olarak tanınan, topu topu 6 şanslı kadın yüksek yargıç seçilmiştir. Geçmiş her gün lanetlenip, artık şeffaf, objektif ve demokratik olacağı defalarca söylenmesine karşın, tüm randevuların iptalini gerektiren bir gizlilikle ve bir iki günlük inceleme sonucu tam 211 yüksek yargıç (nasıl) seçilmiştir.

Herkese eşit mesafede görünme adına ve sesini sedasını kısacağı zannıyla küçük bir kısmı da YARSAV üyesi yüksek yargıç seçilmiştir. Tüm bu nedenlerle, seçilenlerin bazıları hiç ama hiç hak etmese de ne yazık ki, genel olarak bir devrin adı ile anılacaklar seçilmiştir. Ve tüm haklı eleştirilere karşı birileri bir yerlere yanıt yetiştirirken, asıl muhataplar, yıllardır özveriyle çalışan ve seçilmeyi hak ettiğini düşünen binlerce yargıç ve Cumhuriyet savcısı aslında ‘bilmezlikten de değil’ ama yanıt beklemektedir.”

————————————————————————————————————–

Perşembenin  gelişini  “göremeyen”  çarşambazede   % 58’lik   sürüye  “sevgilerimle”…

NEDEN  Hayır  DEMELİYDİNİZ…



26
Şub
11

Emre KONGAR’ın Daimi Güncel Yazısı..

‘Toprak  Ağası,  Demokrasi  ve  Travma’

Adamlar  Toprak  Ağası…

Adamlar  Şeyh…

Adamlar  Şıh…

Adamlar  toprağın  sahibi…

Adamlar  toprağın  üzerindeki  bitkilerin  sahibi…

Adamlar  toprağın  üzerindeki  hayvanların  sahibi…

Adamlar  toprağın  üzerindeki  insanların  sahibi…

***

Adamlar  her  zaman  her  yerde…

Adamlar  Padişahın  yanında…

Adamlar  Şeriatın  yanında…

Adamlar  tarikatların  başında…

Adamlar  partilerin  yönetiminde…

Adamlar  devlet  yönetiminde…

***

Bir  amcaoğlu  padişahçı,  bir  amcaoğlu  cumhuriyetçi…

Bir  amcaoğlu  iktidarda,  bir  amcaoğlu  muhalefette…

Bir  amcaoğlu  dağda,  bir  amcaoğlu  bağda…

Bir  amcaoğlu  köyde,  bir  amcaoğlu  kentte…

***

Rejim  değişir…

İktidarlar  değişir…

Adamlar  değişmez…

Adamlar  iktidarın  gerçek  sahibi…

Adamlar  Sarayda…

Adamlar  Meclis’te…

Adamlar  her zaman,  her  yerde…

***

Adamlar  hem  uhrevi  iktidarın  sözcüsü…

Hem  dünyevi  iktidarın…

Adamlar  hem  dini  yozlaştırır…

Hem  siyaseti…

***

Bir  kolları  Kuvva-i  Milliyeci,   Atatürkçü…

Bir  kolları  Kuvva-i  İnzibatiyeci,   Padişahçı…

Bir  kolları  Tek  Parti  Yönetiminde,   CHP’de…

Bir  kolları  Terakkiperver  Parti’de,  Serbest Parti’de,

Toprak  Reformuna  karşı  çıkan

ve  muhalefeti  oluşturan  Demokrat  Parti’de…

Her  zaman  iktidarda…


***

İktidarda  kalabilmek  için  her  türlü  takıyyeyi  yapanlar,

hem  Atatürkçü, hem  Atatürk  karşıtı  olanlar  onlar…

Devrimleri  yozlaştıran  onlar…

Dinciliğin  lideri  onlar…

Cumhuriyeti  yozlaştıran  onlar…

Laikliği  yozlaştıran  onlar…

Demokrasiyi  yozlaştıran  onlar…

Eğitimi  yozlaştıran  onlar…

İnsanlara  kul,  köle,

kadınlara  mal  muamelesi  yapanlar  onlar…

***

Sandığı  vatandaşın  önüne  koyarsan  içinden  demokrasi  çıkar….

Sandığı  müritlerin,  kulların  önüne  koyarsan,

ağa  çıkar,  şeyh  çıkar, şıh  çıkar…

***

Değişme  ve  gelişmeyle  güçleri  azalanlar  onlar..

Değişen,  gelişen  ülkeye  ve  dünyaya  direnen  onlar…

Travmayı  yaşayan  onlar…

Travmayı  yaşatan  onlar…

***

Onlar  iktidarlarını  korumak  için şeytanla  bile  işbirliği  yapar:

Kendi  çıkarları  adına  ülkeyi,  rejimi  satarlar…

Kendi  çıkarları  adına  dış  güçlerle  işbirliği  yaparlar…

Kendi  çıkarları  adına  ülkeyi  bölerler…

Kendi  çıkarları  adına  halkı  birbirine  düşman  ederler…

Okumaya devam edin ‘Emre KONGAR’ın Daimi Güncel Yazısı..’

26
Şub
11

Kadın değil, kadına bakış sorunlu…!

Kürt — islam  faşizmin  sonucu  ===  Feodalleşme  ve

insanımızın  özgür  bireylikten  çıkıp  kula  kulluğudur…

Bu  kadar  basit…

————————————————————————————————————————————-

Ülkemizin kadınla ilgili tartışma gündemi çok yoğun.

Bu yoğunluk, yazık ki kadının kazanım hanesine değil, haklar alanının boşaltılması üzerine yığılmakta.

Toplumdaki sorunlara parmak basmanın yanında, gidermeye yönelik çözüm önerilerinin geliştirildiği akıl ve bilim yuvası olması gereken üniversitelerden Profesör unvanını taşıyan kişilerin kadına sorunlu bakışını kürsüsünden yansıtıyor olması gidişatın vahametini yansıtırken; kadına yönelik şiddet, demokrasimiz ilerledikçe (!) azalacağına, artıyor.

Kadının nasıl giyinmesi, nasıl davranması gerektiği üzerine, kadına giydirilen “namus” kavramı üzerinden üretilen baskı, özünde insan hak ve özgürlüklerine aykırı.

Türkiye’de kadın hakları sorunu, kadınların çözmesi gereken sorun gibi algılanıp, biz kadınların hemcinslerimizin başına gelenlere karşı kendi aramızda toplaşarak yansıttığımız tepkilerle çözülemez.

Sorunun kaynağı ve parçası olan erkek egemen anlayışın, sonuçta karar vericilerin de erkek olması nedeniyle kadını giderek alanı daralan bir çember içinde kıskaca alan bir kısır döngüsü var.

Bu girdaba dönüşen döngüde kadının tartışma başlığı olarak çoğaltılması sorunu azaltmak yerine çoğaltıyor.

Kadınlara her alanda eşitliğin sağlanması için sürekli bir çabanın kurumsallaştırılması için yeterince gecikildi.

Kadınları ilgilendiren olaylarda kolluk kuvvetlerinden yargıçlara varıncaya, soruşturma ve karar süreçlerinde eşitlik eğitiminden geçmiş, kültürün erkek egemen vurgusuna sorgulayıcı yaklaşan kadın görevlilerin sayısı çoğaltılmalı.

Kadını “dekolte”si ile tecavüzcüye işaret eden son açıklama üzerine anlaşılmıştır ki; İlahiyat alanında da dini çarpıtmadan yorumlayan kadın aydınlar yetiştirilmesi zorunludur

Kadına nasıl davranıldığı, insana verilen önem ve değerin göstergesi olduğu kadar, demokrasinin ulaştığı düzeyin de büyütecidir.

Okumaya devam edin ‘Kadın değil, kadına bakış sorunlu…!’

26
Şub
11

Yaşar Okuyan : İhanet Bunlar ! İhanet Ankara’nın İçine Düştü ! AKP o sandıkta boğulacak !

Yaşar  OKUYAN :

İhanet  bunlar !

İhanet  Ankara’nın  içine  düştü !

Hükümet  seyirci !

Ne  seyircisi ?

Destekçisi !..

Ama  Allahın  izniyle  AKP  o  sandıkta  boğulacak !

******************************************************

Yaşar Okuyan Ulusal Kanal ‘da “Söz Meclisten İçeri” programında (25 Şubat 2011) güncel siyasi konular üzerinde konuştu. (Programda Tayfun İçli ve Mehmet Cengiz, Yaşar Okuyan’ın konuğuydu.) Yaşar Okuyan şunları anlattı:

Mahkemeye  Bakın

Üç gün önce bir dava sonuçlandı —  Rezalet !!!
İnsanlık adına utanç verici !!!
Okumaya devam edin ‘Yaşar Okuyan : İhanet Bunlar ! İhanet Ankara’nın İçine Düştü ! AKP o sandıkta boğulacak !’

26
Şub
11

Silivri Duruşmaları Televizyondan Yayınlansın KAMPANYASı Başladı…


Balyoz iddialarıyla tutsak edilen emekli ve muvazzaf askerlerin eşleri imza kampanyası başlattılar. ”Vardiya Bizde” sloganı ile faaliyetler yürüten asker eşleri “Silivri duruşma salonunda görülen davaların televizyondan yayınlanması” talebiyle imza topluyorlar. 4 Mart’a kadar toplanacak imzalar ilgili kurumlara iletilecek. Ve böylece tarihi duruşmaların televizyondan yayınlamasının yolu açılacak.

Silivri Kampüsü’nün İstanbul’a uzak bir mesafede bulunması, sınırlı izleyici kapasitesinde olması nedeniyle duruşmaların izlenmesi hayli zorlaşıyor. Dilekçede “Yassıada duruşmalarında olduğu gibi, herhangi bir televizyon kanalından canlı olarak yayınlanması” talep edililiyor.

Eşlerinin tutuklandığı gün Beşiktaş Adliyesi önünde toplanan ve gösteri yapan asker eşleri, 19 Şubat günü de binlerce yurttaşın katılımıyla Anıtkabir’i ziyaret etmişti.

Asker eşlerinin hareketine, emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın eşi Nilgül Doğan, Tümgeneral Ahmet Yavuz’un eşi Lütfiye Yavuz, Tümamiral Deniz Kutluk’un eşi İrem Kutluk, Tümamiral Cem Gürdeniz’in eşi Rengin Gürdeniz, emekli Oramiral Özden Örnek’in eşi Sevil Örnek, Tümamiral Sonar Polat’ın eşi Sevgi Polat, Koramiral Kadir Sağdıç’ın eşi Selver Sağdıç, Tümgeneral İhsan Balabanlı’nın eşi Berrin Balabanlı ve emekli Tuğgeneral Süha Tanyeri’nin eşi Nilgün Tanyeri öncülük ediyor.

İmza dilekçeleri için birçok kitle örgütü seferber olmuş durumda.

Ekte Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampusü’nde görülen davalar ın TRT’de canlı yayınlanması için hazırlamış olduğumuz dilekçeyi bulabilirsiniz. Kendi çevrenizle de paylaşıp azami imza sayısına ulaşmamız için gerekli desteği herkesten beklemekteyiz.

Duruşma öncesi, 10 Mart tarihine kadar imzaların toplanması hedeflenmiştir. Ancak, geciken imzaların da mutlaka bize ulaştırılmasını rica ederiz. İletilecek olan adresler şu şekildedir:

İSTANBUL:
Deniz Andaç Dikkatine,
Escada
Bağdat Caddesi No 451/B Suadiye İstanbul
Tel: 0216 416 1339

ANKARA
Nilşen Ar Dikkatine,
Media Team
Boğaz Sokak 27 / 3 (Sheraton’ın ana kapısının karşısındaki sokak)
Gaziosmanpaşa / Ankara
Tel: 0312 466 5956

Tarih: / /

İLGİLİ MAKAMA;

KONU: Silivri’de yapılan ve kamuoyunda Balyoz Davası olarak bilinen davanın resmi bir televizyon kanalından yayınlanması talebidir.

T.C. Adalet Bakanlığı Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampusü’nde görülen davalar, uzunca bir süredir Türkiye’nin gündemini önemli derecede meşgul etmekte ve içerikleri itibariyle toplumun bütününü yakından ilgilendirerek kamuoyunun yoğun ilgisini çekmektedir. Ancak, gerek duruşma yeri olan Silivri’nin İstanbul şehir merkezinden çok uzakta olması, gerekse de duruşma salonunun yetersiz koşulları, bu önemli davaların kamuoyu tarafından takibini fiilen imkansız hale getirmektedir.

Bu davaların önemi ve özellikleri itibariyle, duruşmalarının TRT’nin bir kanalından yayınlanmasını önemle talep ederiz.

Saygılarımızla,

İSİM

İMZA

İSİM

İMZA

http://www.ilk-kursun.com/2011/02/silivri-durusmalari-televizyondan-yayinlansin-kampanyasi-basladi/

26
Şub
11

TAKıM TUTAR GİBİ PARTİ TUTMA ZAMANı Mı ? Gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası: YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM !

TÜRKİYE  TARİHİ  BİR  SEÇİME  GİDİYOR…

Türkiye’nin rotası belli olacak…

ÜNİTER  ULUS  DEVLETİ  Mİ ?

EMPERYALİZMİN  KOLAYCA  YUTABİLECEĞİ  EYALETLERE BÖLÜNMÜŞ  ETNİK  DEVLETLER  TOPLULUĞU  MU ?

Laik,Demokratik Cumhuriyet mi ?

Ilımlı İslam adı altında Haçlı İrtica mı ?

Kim galip gelecek ?

BOP Eşbaşkanlığı mı? Türk Milleti mi ?

Türkiye  yeni  bir  yol  ayrımında…

Ülkeyi ve ulusu bölen yeni açılımlar kapıda…      Federasyon Anayasası seçim sonrasına bırakıldı…

CFR’den talimatlar alındı…

BOP Planı çerçevesinde ülkemizin güneydoğusunun Kürt Özerk Bölgesi olarak anayasal bir tanıma kavuşması öngörülüyor…

AKP, BDP rol kapma yarışında…

Bu gidişin adı UÇURUM...Buna“DUR!!” diyebilecek tüm kurumlar tasfiye edilmeye veya truva atlarıyla dönüştürülmeye, edilgenleştirilmeye çalışıyor…

Hukuk adına yapılan Hukuksuzluklarla Türk Ordusu tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kuşatma altında…

Kuşatılan esasında “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” yani Türk Milleti…

Şimdiye kadar “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışında olanlara da sıra gelmeye başladı..

Ve sustukça sıra TARAF olmayan herkese geliyor, BERTARAF olma sıralarını bekliyorlar büyük bir GAFLET içinde…

HSYK; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay,Danıştay, Üniversiteler derken Cumhuriyetin tüm kaleleri bir bir düşüyor..

Sıra geldi “Bütün ordularının dağıtılmasına” ..

Okumaya devam edin ‘TAKıM TUTAR GİBİ PARTİ TUTMA ZAMANı Mı ? Gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası: YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM !’

26
Şub
11

Bu Nefretin Kaynağı Ne ?

Geçtiğimiz günlerde, Gerçek Gündem adlı bir internet sitesinde yayınlanan bir yazı üzerine bu açıklamayı paylaşma gereği hissettik.

Bu köşe yazısının, kişisel bir değerlendirme değil, bir takım grupların ortak görüşü olduğu inancını taşıdığımız için kurumsal bir açıklama yapılmaktadır.
Parti olarak, kişisel değerlendirmelere cevap verme alışkanlığımız bulunmamaktadır. Hele hele, derinliği olmayan, gereksiz siyasi polemiklere karşılık verme alışkanlığımız yoktur.Fakat, partimiz ve Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan aleyhine yazılmış ve içerisinde yer yer nefret söylemleri bulunan bu yazının, bir takım grupların ortak görüşünün olduğu kanaatindeyiz.

Ayrıca şunu belirtmekte fayda var, Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan, bağımsız aday olması yönünde bir beyanda bulunmamıştır. Sadece, ’1.Bölge de adaylığımı koyacağım’ şeklinde bir karar almıştır. Adaylığının tercihi konusunda net bir karar henüz kesinleşmemiştir. Gerçek Gündem internet sitesinde yazılan bu yazı, Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan’ın, bağımsız aday olacağı yönünde yapılan bir değerlendirmedir. Böyle bir şey söz konusu değildir.

Yazıda kullanılan agresif üslup, nefret söylemleri ve Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan adına kişisel değerlendirmeler, halk tabanını aleyhte kışkırtmaktan başka bir şekilde değerlendirilemez.

Bu kışkırtmaların neden bu süreçte yapıldığının bilincindeyiz. Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan’ın özgürlüğüne kavuşup, parlamentoda yer almasının bir sonucu olacak olan Yeni Parti’nin iktidar olması, birilerini endişelendirmektedir. Fakat, bu endişelerin adresi biraz değişmeye başladı.

Bu panik neden.

Hadi Adalet ve Kalkınma Partisinin Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan’ın parlamento içerisinde siyaset yapmasından duydukları rahatsızlığı anlayabiliriz.

Ama sizdeki bu panik neden?

Bir şekilde Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde yer alıp, Cumhuriyet Mitinglerine kin kusmak neden?

Mustafa Balbay’a, ‘darbeci’ iması yapmak neden?

Tuncay Özkan’a saldırmak neden?

Adalet ve Kalkınma Partisinin yıllardır yürüttüğü bu gemiye Sayın Genel Başkanımız Tuncay Özkan’ın siyaseten delikler açıp bu geminin içerisine su dolduracağını onlar da tahmin ediyorlardır.

Fakat sizdeki bu panik ve nefretin kaynağını merak etmekteyiz.

Cumhuriyet Halk Partisinin milletvekili aday adaylarının reklamlarını, Cumhuriyet Halk Partisi ağırlıklı yayınlar yaptığınız internet sitesinde yer verip, Cumhuriyet Mitinglerine saldırgan ve agresif bir üslupla kin kusmak neden ?

Okumaya devam edin ‘Bu Nefretin Kaynağı Ne ?’

26
Şub
11

El Cezire – CIA, Katar Emiri – Erdoğan !

El Cezire Televizyonunu biliyorsunuz !

Orta Doğu coğrafyasında son dönem yükselen bir medya kurumu !

CNN ya da BBC benzeri bir yayın formatı var.

Bölgede kuş uçsa El-Cezire oradadır !

Tunus-Mısır ve Libya’da uç veren halk isyanlarında El Cezire yine ön almış ve âdeta bu kalkışmalara yayınları ile önderlik etmişti.

Peki durduk yerde nereden çıktı bu El Cezire ?

Her ay onlarca milyon doları bulan büyük harcamaları nasıl karşılıyor  ?

Birkaç kez bu televizyona mülakat verdim ve bana çekim sonrasında anında ödeme yaptılar!

Nereden geliyor bu değirmenin suyu ?

Katar Emiri finanse ediyormuş !

İyi de bu Katar dediğiniz sonuçta küçük bir şehir büyüklüğünde mini bir diktatörlük değil mi ?

Nüfusu 780 bindir ki gerçek Katarlıların sayısı sadece 100 bindir.

Öyle ise El Cezire gibi devâsa bir medya yatırımına ve büyük harcamalara bu Emir niçin ihtiyaç duyar ?

Öyle ya bölgede zerre iddiası ve hedefi olmayan antidemokratik bir rejim El Cezire gibi sürekli sıkıntı üretecek bir yayın kurumunu niçin kurar ?

En önemlisi El Cezire’nin yayınlarından çok çok şikâyetçi olan bölge diktatörlerinin sitem ve şikâyetlerine Katar Emiri niçin göğüs gerer ?

Bu mini Emirliğin en büyük özelliği ABD’nin bu coğrafyadaki merkez üssüne ev sahipliği yapmasıdır !

Yoksa bu El Cezire Katar Emirinin değil de CIA’nın mıdır ?

Yoksa CIA Orta Doğu’ya CNN ya da benzeri bir haber kanalı ile girersem Arap kamuoyundan dışlanırım endişesi böyle bir kamuflaja mı gitti?

ABD’nin bölgedeki merkez askerî üssü nerede?
Katar’da!

El Cezire’nin güya ardında kim var?
Katar Emiri!

Soruyorum bu tablo sizin zihninizi bulandırmıyor mu?

Ve bir başka soru:

Tayyip Erdoğan’ın bölgedeki en önemli dostu kim?

Katar Emiri.

Açın bakın arşivlere hem Tayyip bey hem de Abdullah Gül İstanbul’daki Bağcılar semtinin yarısı kadar olan bu zıpır ülkeciğe dafalarca gitmiş; neden acaba?

Yok adamların öyle potansiyeli şuyu buyu da yok!

İlginçtir Tayyip Erdoğan Lübnan’da zora giren Türk Telekom’u sattığı adam olan Hariri ile muhaliflerini barıştırmak için yanına yine Katar’ı almıştı.

En önemlisi bu Katar Emiri bizim Sabah-ATV’nin de yüzde 30 ortağı!

Anlamış değilim Katar Emiri Türkiye’de zarar eden bir medya yatırımına üstelik yüzde 30’la neden ortak oluyor ?

Okumaya devam edin ‘El Cezire – CIA, Katar Emiri – Erdoğan !’

26
Şub
11

McCARTHY YENİDEN Mİ DOĞDU

CIA ne zaman kuruldu ?  –  1947 yılında.

Peki kim kurdu ? – Başkan Truman…

Hazırlıkların tümü, 2. Dünya Savaşı sonrası yürütülecek ve yürütülen “komünizm ile mücadele” çerçevesinde yapılıyordu.

1951 yılı Mart ayında Rosenbergler ölüme mahkum edildi ve koskoca ABD’de bir “cadı avı” başlatıldı.

Başrolde Senatör McCarthy vardı ve o sıralarda henüz Temsilciler Meclisi’nde olan Richard Nixon da bir numaralı “yamağı” durumundaydı.

1947’den beri alt yapısı hazırlanan “kaos” yaratma ortamı, gün geçtikçe bir baskı ve yıldırma unsuruna dönüşüyordu.

ABD Hükümeti,” hiçbir yasadışı eylem, suç göstermeden, hatta bireysel yanıt mekanizmasının işlemesine bile olnak tanımadan, sürüyle örgütten herhangi birine katılmış herhangi bir yurttaşı hain diye damgalamakta serbestti.”

Yine aynı “hükümet, mahkeme salonlarında, savunmak greğini bile duymadığı toplu ve kaypak bir suçamaya girişmişti. Artık elinde liste olan her yurttaş, ABD hükümetinin yetki belgesine sahipmiş gibi canının çektiği yurttaşa dilediğince kar çalabiliyordu.” (1)

İhbar sistemi en üst noktaya kadar tırmanmış, Elia Kazan gibi yönetmenleri de çemberi içine almıştı.

Ünlü Holywood yıldızı Robert Taylor tam bir bülbül gibi şakıyor, önüne geleni komünistlik ile suçluyordu.

Sisteme ve hükümete yaranabilmenin en “güzel” örneklerini tarihe mal ediyordu.

Herkes birbirinden kuşkulanıyor, herkes birbirini ihbar ediyordu.

Sağlam görünen, sağlam olduğuna inananlar bile bir çöküntü, depresyon içindeydiler ve gün geçtikçe dirençleri kırılıyordu.

Savcılar sürekli listeler çıkartıyor, mahkemeler bu listedekileri tek tek çağırıyor ve sorguluyordu.

Okur yazar durumundaki her Amerikalı, bir dernek veya sivil toplum kuruluşuna da üyeyse eğer, topun ağzındaydı.

Komünizm ile mücadeleyi ciddi bir iş sanan gazeteci ve yazarlar ise şiddetle McCarhty ve politikalarını savunuyordu.

Sıradan Amerikalılar, bu dönemin geçeceğini, mutlaka “keser döner sap döner” hesabının tutacağını ve baskı döneminin biteceğini sanıyorlardı.

1952 yılına gelindiğinde, yani beş yıl sonra iş daha da “azgınlaşmış”, neredeyse ABD nüfusunun dörtte biri “şüpheli” duruma düşmüştü.

Baskı azalacağına artıyor, umut içinde bekleyen ABD halkı ise giderek bunalıyordu.

McCarthy ve arkadaşları ise, ipin ucunu kaçırdıklarında, sıranın kendilerinde olduğunu bildiklerinden, ardı ardına listeler yayınlıyor, bunu da medya aracılığı ile kamuoyu ile paylaşıyorlardı.

Ortalık toz dumandı yani…

Okumaya devam edin ‘McCARTHY YENİDEN Mİ DOĞDU’




İstatistikler

  • 2.406.132 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Şubat 2011
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28  

En fazla oylananlar