09
Ağu
09

Nâzım’ın paşa dedesi katil İngiliz’i nasıl astı..!!!

Nâzım’ın dedesi Mehmet Nâzım Paşa Mersin Valisiyken Padişah’ın ve İngiliz Konsolosu’nun tüm karşı çıkışlarına rağmen, bir küfeci çocuğu bastonuyla öldüren İngiliz Tompson’u çekinmeden idam ettirmişti. Nâzım’a vatan haini diyenlere ve Apo’yu bir türlü asamayanlara ibret  olsun  diye  Mehmet Nâzım Paşayayınlıyoruz.

Rumi takvime göre 1902, hicri 1318 senesi, Mehmet Nâzım Paşa için talihli bitmişti.

Padişah, kendisini Sivas’tan geri çağırdıktan sonra, uzun zamanlar yeni bir tayin için uğraştı durdu.

Kinci Abdülhamit II, ona Mersin olayını bir türlü affetmiyor, unutmuyordu.

Nüfuzlu tanıdıkları sayesinde Mehmet Nâzım Paşa Mersin’den sonra bir çok şehirlerde valilik yaptı; fakat hiçbir yerde ona, iki seneden fazla tutunmağa imkân-fırsat vermemişlerdi.

Esasen Padişah, yüksek rütbeden olanların, hele vergi alımı ellerinde ve kendilerine bağlı olan erkânın aynı yerde uzun zaman kalmasını hiç sevmezdi.

Aynı vilayette sürekli memurluklar, insanı ister istemez yerli halkın menfaatini korumaya zorlar.

Bu ise sarayın işine hiç mi hiç gelmiyordu.

Dile kolay, bilmem kaç tane karısı; aşçısı sekiz yüz, uşağı bin, yaverler bunun yarısı, soytarı, çalgıcısı, şair şuera dört yüz, hekim altmış, eczacı otuz, berber elli, muhafızmış, casusmuş otuz bin, hele sair saray hizmetkârı ise sayısız !

Gel de bu orduyu besle !

Kolay mı !

Abdülhamit’in kendisi pek de yemek seçermiş.

Yaz-kış yalnız Amasya elması ile beslenen ineklerin sütünü içer, sofrası için, danalar Afrika meyvesi ile beslenirmiş. Her ne kadar ecdadından kendisine kalan İmparatorluk pek büyük idi ise de (Afrika’dan Kafkasya’ya, Arabistan’dan Bosna ve Arnavutluk’a kadar), hazine daima boştu, memur maaşlarını bazen bütün bir sene ödeyemiyorlardı, “bahşiş”le geçinmekten başka çare kalmıyordu.

Hayır, Sultan hiç bir zaman valilerin, vilayetlerin menfaatini gözetmelerine müsaade edemezdi.

Yine de bazı valiler hep aynı yerde beş altı sene kalabilmiş iken, Mehmet Nâzım Paşa hemen hemen seneye başkente dönüp yeni bir yere tayini için eşik aşındırmak, bütün iltimas imkânlarını kullanmak ve hayli para harcamak zorunda kalıyordu.

Buna rağmen Paşa, Mersin’de on sene önce yaptıklarına hiç de pişman değildi.

İmparatorluk topraklarında oturan yabancılar pek küstahlaşmıştı! Kendilerinden vergi alınması şöyle dursun, bütün imtiyazlar -ve bunlar arasında en mühimi, tütün inhisarı- onların ellerinde idi.

Gavurlar, Müslüman mahkemelerine bağlı değildi.

Küfeci çocuğunun kafasına bastonunu indiren İngiliz Tompson da herhalde buna güveniyordu.

Vurması  şöyle-böyle  değil  –  ( Oğlan yere yıkılarak oracıkta can vermişti ).

Ama İngiliz, hesabında yanılmış olacaktı.

Mersin Mutasarrıfı Mehmet Nâzım Paşa kararlı bir insandı.

Britanya Konsolosu, İngiliz’in derhal bırakılmasını istemiş, hatta limanda bulunan Kraliyet Filosu gemilerinden şehri bombardıman edeceği şeklinde tehditler savurmuştu.

Nâzım Paşa çaresiz kalarak, bütün İngiliz uyruklularını rehin tutup, bombardıman yapılırsa, hepsini idam ettireceğini bildirerek tehdide karşılık vermişti.

Konsolos, İstanbul’daki sefaretleri vasıtasıyla Sultan’a başvurup, majestenin sekreteri de telgrafla, bütün İngiliz uyruklularının serbest bırakılmasını emreden Sultan fermanını bildiredursun -iş işten çoktan geçmişti- Nâzım Paşa’ya, Sultan’ın arzusunu yerine getiremeyeceğini pişmanlıkla bildirmekten başka yapacak şey kalmıyordu.

Çünkü  bu  arada,  İngiliz  Tompson  darağacında  çoktan  cancağızını  vermişti.

Bütün nüfuzlu tanıdıklarına rağmen Mehmet Nâzım Paşa da sağ salim kalamazdı.

Ancak Büyük Britanya Kralı’nın elçisi hadiseden iki hafta önce Boğaziçi’ndeki malikanesi yakınında bir yelkenli yarışı tertiplemiş; her nasılsa bir kaç yüksek rütbeli Türk memurunu da yarışa davet etmişti.

Halbuki kendisinin de iyi bildiği gibi, Abdülhamit, Avrupa komplolarından çekinerek memurlara yabancılarla her türlü özel görüşmeleri yasaklamıştı.

Padişah  haddinden  ziyade  öfkelendi.

Saygıdeğer devletin büyükelçisine bir gözdağı vermek gerekiyordu.

Mersin olayı bunun için biçilmiş bir kaftandı.

Böylece, dik kafalı Mersin Mutasarrıfı Nâzım Paşa cezadan kurtulmuştu.

Fakat Abdülhamit onun adını unutmadı.

Mehmet Nâzım Paşa yalnız dik kafalılığı ile değil, aynı zamanda liberal düşünen bir insan olarak da ün kazanmıştı.

Şiir yazardı.

Şiir sanatı hakkında bir kaç eser yayınlamıştı ki bu, İmparatorluğun üstün rütbeli bir memuru için hoş görülemezdi.

Bu da yetmedi, Mehmet Nâzım Paşa, pek de dindar olmayan “Mesnevi”yi yazan, Ortaçağ şairi ve mutasavvıfı Rumi Mevlana’nın müridi idi.

Bu eserde Celaleddin söz gelişi insan değerinin yeryüzündeki azametine bağlı olmadığını iddia ederek, kalpten ibadete dair öğütler veriyor, büyük bir cüretle, Allah’ın bütün var olanın yaratıcısı olmayıp, tersine, bütün var olanın Allah olduğunu ileri sürüyordu.

Mehmet Nâzım Paşa, bu şair tarafından kurulan, Müslüman aleminin bir nev’i mason locası olan Mevlevi tarikatı mensubu idi. Musiki, şarkı ve oyunlarla diniinançlarına kendilerini verip, mistik bir vecd ile Tanrı ile birleştikleri âyinlere de katılıyordu.

Sultanın baş hafiyesinin rapor ettiğine göre, Mehmet Nâzım Paşa’nın Boğaziçi Asya kıyısındaki evinde toplanan şair, yazar ve musikişinaslar arasında vatanı padişahtan üstün tutan ve on iki senelik bir sürgünden sonra Sakız Adası’nda vefat eden, ihtilâlci yazar Namık Kemal de vardı.

Günün birinde, güpegündüz, Nâzım Paşa yine her zamanki gibi, tayini için uğraşmak üzere Üsküdar’daki yalısından çıkınca, eve, içinde sultanın hafiyeleri bulunan üç payton yanaştı.

Nâzım Paşa’nın yazı odasında gerçekten Namık Kemal’in şiir suretleri ve kendisi tarafından çıkarılan “İbret” adındaki gazetenin de bir kaç nüshası saklı idi.

Nâzım Paşa’nın genç gelini Celile Hanım o sırada atölyesinde çalışmakta idi. Sokağa bakınca durumu hemen kavradı. Elindeki fırçaları fırlatarak, hamile olduğu halde selâmlığa koştu. Gizli çekmeden, yasak evrakı kaparak, ne olur ne olmaz düşüncesiyle bir de eline tabanca aldı. Sonra yatak odasına döndü, tabancayı komodinin üzerinde bıraktı, evrakı yatağın altına soktu ve karyolasına uzandı.

Yazı odasında ve kütüphanede hiç bir şey bulamayan hafiyeler yatak odasına girdiler.

Celile Hanım “Sizi gidi utanmaz reziller! Bir Müslüman hanımın yatak odasına nasıl girermişsiniz böyle?” diye bağırdı. “Hepinizi gebertmeden defolun buradan!”

Tabanca kullanmasını bilmediği halde, elindeki eski altılık tabanca ile üzerlerine yürüyüverdi.

Polisler ister istemez, hiç bir şey elde etmeden çekilmek zorunda kaldılar. Mehmet Nâzım Paşa ise derhal Halep’e gidip valilik vazifesine başlamak üzere Sultan’dan emir aldı

Mehmet Nâzım Paşa’da aristokratik snobizm illeti hiç yoktu. Yürekten cömert bir insandı o. Mevlâna’nın sadık müridi olduğundan, öz zenginlik olarak manevî zenginliği kabul ederdi. Müslümanlığın, iyi ahlâk anlayışına dair patriarkal öğütleri ise, kendinden daha ufak ve daha zayıf olan din kardeşlerini felâkette terk etmemeyi emrediyordu. Evinde daima fakir iş arkadaşlarının, uzak akrabalarının çocukları ve sayısız manevi evlâdı oturmakta idi. Mahalle kadınları yalının hanımefendisi vasıtasıyla, verem olmuş kızını hastaneye yatırmak, sultan harcına oğlunu okula kaydettirmek, kocasına bir iş bulmak için Paşa’ya başvururlardı. Nâzım Paşa elinden geleni yapar, yardım ederdi. Yaşlı hanımefendi fakirlere seve seve yiyecek dağıtırdı. Fakat yardım dilekleri o kadar çoğalıyordu ki, hepsini yerine getirmek imkânsız olmağa başlamıştı. Bu da Paşa’yı cephelerdeki durum kadar üzüyor, endişeye düşürüyordu. O arada Abdülhamit II tahttan indirilmişti. İmparatorluğun işleri “Genç Türk” adında Üçlü Devlet Şûrası tarafından idare ediliyordu. Zayıf iradeli Padişah Murat V, bunların elinde itaatli bir âlet oluvermişti. Üçlü Devlet Şûrası Başkanı, Padişah’ın damadı ve Başkumandan Yardımcısı Enver Paşa, Kayzer Vilhelm’in generallerinin tavsiyeleri üzerine, harbin hemen ilk günlerinde Kafkasya’ya saldırmıştı. Fakat Ruslara yenilerek, 90 bin askerinin 70 binini kaybetti; üstelik de Kars, Erzurum, Trabzon şehirlerini teslim etmek zorunda kaldı. Müslüman din adamlarının başı -Şeyhül İslam- gâvurlara karşı, din uğruna kutsal harp -cihad- ilan etti. Bu arada da yalnız Rus, İngiliz ve Fransızların gâvur sayılmasına dair vaazlarda bulundu. Alman ve Avusturyalıları ise tam aksine, İslam’ın desteği ilan etti. Buna karşılık Arap uleması ise, Almanların İslam düşmanı, İngiliz ve Fransızların da İslâm dostu olduğunu bildiriyordu. Arap kabilelerinin isyanları sayesinde Britanya ordu birlikleri Süveyş’ten Filistin’e kadar ilerledi. Nâzım Paşa, Britanya Kolordusu’nun, başlarında General Tausant olmak üzere, esir düşmesi ile bir dereceye kadar avundu. Fakat İngilizler çok çabuk toparlanarak hemen hücuma geçtiler. Kutsal şehir Şam ve Nâzım Paşa’nın çok sevdiği Halep tehdit altında idi. Kısa bir zaman sonra, Nâzım Paşa valilik yaptığı son vilâyetten -Selanik’ten- ayrılmak zorunda kaldı. Britanya filosu Çanakkale’ye bombardıman açtı. Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardı, hatta payitaht İstanbul’u da tehdide koyuldu. Fakat kanlı bir savaşın sonunda gâvurlar Miralay Mustafa Kemal tarafından denize döküldü.

Nâzım Paşa daha Halep Valisi iken Mustafa Kemal’le tanışmıştı. Mustafa Kemal o sıralarda, Suriye Askeri Mıntıkası’nda yüzbaşı rütbesi ile vazife görüyordu. Oraya da akademiyi bitirdikten sonra muhafız refakati altında getirilmişti. Sultan onun (sonradan anlaşıldığına göre, haklı olarak) Jöntürklerle temasta olduğundan şüphe ediyordu. Abdülhamit tahttan indirildikten sonra, Nâzım Paşa, Mustafa Kemal’in Şam’da, “Vatan” adındaki gizli bir subaylar birliğini kurmuş olduğunu öğrendi. Eğer Abdülhamit’in kendisinden korkmamış, yılmamış ise, Türk Ordusu’nda kendi ordusundaymış gibi serbest davranan Liman Von Sanders’e elbette ki boyun eğmeyecekti.

Nitekim Mustafa Kemal, Von Sanders’in emrini yerine getirmeyi reddetti ve -Allah şahit ya!- savaşı kazandı.


0 Yanıt to “Nâzım’ın paşa dedesi katil İngiliz’i nasıl astı..!!!”



  1. Yorum Yapın

Yorum bırakın


İstatistikler

  • 2.406.135 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Ağustos 2009
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  

En fazla oylananlar