Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana en zor günlerini yaşamaktadır.
Millet her şeyi kabullenmiş, dur bakalım ne olacak havasında.
Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri açıkça tasfiye edilme durumundadır.
Ancak ülkemiz bu duruma kendiliğinden gelmedi.
Dış güçlerin etkisi ne kadar çoksa da kendi kendimize yaptıklarımız da görmezden gelinemez.
Unutkan belleğimizi biraz zorlayarak bu güne nasıl geldiğimize “kafa” yoralım ve çıkış yolunu bulmaya çalışalım :
Türkiye’nin NATO’ya girişi
Demokrat Parti 1952 yılında ülkemizi NATO’ya soktuktan sonra belimiz hiç doğrulmadı. Girişimiz sessizce kabul gördü. Yığınlar bunu hiç sorgulamadı. NATO’ya ilk karşı çıkan 68 kuşağı ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) dir. Bu günlerde bu duruşun ne kadar doğru ve yürekli bir davranış olduğunu daha iyi anlıyoruz.
68 kuşağının önderleri bunu hayatlarıyla ödediler. TİP ise kapatıldı.
68 kuşağının önderleri Kemalistti. Atatürk’ün izindeydiler. Tam bağımsızlıktan yanaydılar. TİP de aynı görüşteydi ve sosyalizmi savunuyordu.
Daha sonra NATO’nun sorgulanması için 1990 yılını beklemek gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılması bizdeki bazı subaylarımızın bu örgütün geleceği hakkında yüksek sesle düşünmeye sevk etti. Rusya artık emperyalist bloğa katılmıştı. Bu durumda NATO’nun da bir anlamı kalmıyordu.
Ancak işin hiç de öyle olmadığı daha sonra ortaya çıktı. NATO’nun kontrolü tamamen Amerika’nın eline geçti. Eski emperyalist ülkeler birer alt emperyalist durumuna geldiler.
Artık Amerika 600 miyar dolarlık savunma bütçesi ile globalizm adı altında dünya imparatorluğuna oynuyordu. Geri kalan bütün dünya milletlerinin toplam askeri harcamaları ancak 500 milyar dolar civarındaydı. Buna İngiltere, Fransa, Rusya, Çin gibi güçlü devletler dâhildir.
Artık Amerika’nın hedefinde zengin yeraltı kaynakları olan ulus devletler vardı. Bunlar ya emperyalizme entegre edilecekti, ya da yok edilecekti. Kısacası Amerika dünyaya meydan okuyordu.
Şimdi bu istatistikî bilgilerin ışığında tarihsel süreci değerlendirebiliriz
Atatürk’ten uzaklaşan bir Ordu
NATO’ya girildikten sonra Amerika ordumuzu yeniden düzenlemeye başlar. Kendi amaçlarına uygun bir ordu yaratma çabasındadır. Bütün araç gereçler Amerika’dan gelmekte, subaylarımız Amerika’da eğitilmektedir. Özellikle üst subaylarımızın büyük sermaye ile yakınlaşması artmakta, ancak halktan gitgide uzaklaşmaktadır.
Atatürk’ün ölümünün ertesi günü başlayan Atatürkçülüğün tasfiyesi, ordu içinde NATO’ya girildikten sonra başlamıştır. 68 kuşağının telaşı ve kaygısı da bundandır. “Allahsız komünist”likle korkutulan halkımız bu sürecin sessiz pasif seyircisidir. Amerika dünyaya öyle bir propaganda yapmıştır ki her insan doğuştan komünizm düşmanıdır. Ancak kimse gerçekte bunun ne olduğunu bilmemektedir. Bildikleri tek şey bunların Allahsız olmaları ve aile mefhumlarının olmayışıdır. Bu emperyalist propaganda bütün mazlumlar üzerinde başarıya ulaşmıştır.
Oysa Türk Ordusu bir halk ordusudur ve Atatürk tarafından kurulmuştur. Yeni kurulan cumhuriyetin de en önemli güvencesidir. Bu ordu emperyalistlerle savaşmış ve onları yenmiştir. Ne acıdır ki onlar bu orduyu şimdi, yeniden düzenlemektedirler.
Kurtuluş savaşında Atatürk bu komünistlerle işbirliği yapmış, dahası onlardan yardım istemiştir. Bunlar da seve seve bu antiemperyalist mücadeleye katkıda bulunmuşlardır.
Dindar Fevzi Çakmak cephede çadırında sabahlara kadar Kuran okuyup dua ederken, Atatürk yandaki çadırda elinde kalem, önünde harita bilimin bütün inceliklerini kullanarak ordusunu savaşa hazırlıyordu. O savaş bilim ve fenle ve de Atatürk’ün üstün dehasıyla kazanıldı. Atatürk insanlığa yol gösterenin gökten gelen emirler değil bilim ve fen olduğunu söyleyerek bunu Türk milletinin bilincine kazımıştır. O dindar silah arkadaşlarına karşı da son derece nazik ve hoşgörülüdür. Kafasındaki laikliği savaş sırasında bile çevresinde kabullendirmişti.
Emperyalizm bu halkı Atatürk’ten koparmadan amaçlarına ulaşmanın mümkün olamayacağını daha kurtuluş savaşı yıllarında anlamışlardı.
Amerika’dan “Barış” “Gönüllü”leri geliyor
Menderes hükümetinin kötü yönetimi ile ülke kaosa sürüklendi.
Gençlik ve Ordu Menderes diktatörlüğüne boyun eğmedi.
Bilindiği gibi 1960 ihtilali oldu. İhtilal önce iyi niyetliydi. Atatürkçülükten kopan Türkiye’yi rayına sokmak isteniyordu. Ancak köprülerin altından çok sular akmıştı. Artık o ordu eski ordu değildi. Bir kere orduyu artık Amerika eğitiyordu. Hareket Atatürkçülükten ziyade toplumu Batıya entegre etme amacına yöneldi Talat Aydemir, Fethi Gürcan gibi Atatürkçü subaylar direnişe geçti. Ve bunu hayatlarıyla ödediler. Bir sürü harp okulu öğrencisi okuldan atıldı.
Mezun olan teğmenler “Atatürk’ün izinden ayrılmayacağım” diye yemin ederken 1960 darbesinden sonra, “Sosyal hukuk devletine bağlı kalacağım” diye yemin etmeye başladılar. Böylece halkçılık büyük bir kurnazlıkla emperyalizmin ideolojisi olan sosyal hukuk devletine dönüvermişti. Doğal ki bizim sosyal bir hukuk devleti olduğumuz yeni yapılan anayasada da yerini aldı. Hatta bu harekete devrim denildi.
CHP de bu arada tüzüğüne bir madde ekleyerek artık sosyal demokrat bir parti olduğunu yazıyordu. Artık her şeyimizle Batının kuyruğuna takılmıştık. Doğal olarak bu iki ideolojik farklılığı kimse fark etmedi fark eden sadece Atatürkçülerdi.
Çok partili rejimle başlayan Batı ittifakı, NATO’ya girilerek askeri bağlaşıklığa dönüşmüş ve halkçılık ilkesi büyük bir kurnazlıkla sosyal hukuk devletine evirilmişti.
Bu arada bir baktık ki Barış Gönüllüleri adı altında Amerikalılar dolmaya başladı ülkemize. Kimi öğretmen, kimi uzman, kimi sanatçıydı. Sadece askersel değil kültürel olarak da “Küçük Amerika” olmaya başlamıştık. Sessiz çoğunluk bunları da sessizce izledi ve hiç sorgulamadı.
Ordu — sermaye ilişkisi
Amerika’da Pentagon’un büyük sermaye ile olan ilişkisi bilinmektedir. Hatta Amerika’yı büyük sermaye ile Pentagon birlikte yönetmektedir denilebilir. Türk Ordusu’nu eğiten NATO ile birlikte ordu üst kademesinin büyük sermaye ile olan yakınlaşması günbegün artmaya başladı. Emekli olan generaller büyük bir şirketin ya da bankanın yönetim kuruluna dolgun maaşla işe giriyordu. Bu durum orduda elit bir tabaka yarattı. Bu tabaka halktan ziyade sermayeye daha yakındı. Ordunun alt tabakası olan küçük rütbeli subaylar ve erler halk çocuklarıydılar. Ve bunlar üstlerine ve orduya son derece saygılıydılar. Halkımızda orduya olan saygısını ve güvenini hiç yitirmedi.
Üst generaller 1971 ve 1980 yıllarında olduğu gibi sermayeden ve Amerika’dan yana darbeler yaptılar. Toplumun ekonomik yapısını Batı emperyalizmine entegre etmeye çalıştılar. Ancak Atatürk diğer konularda olduğu gibi ekonomide de öyle sağlam temeller atmıştı ki Batıya entegrasyon kolay olmadı.
12 Eylül 1980 dönüm noktası
Her türlü askersel, kültürel saldırılar, iktidara getirilen sağcı Amerikancı yönetimlere rağmen ülkemiz Batının istediği gibi emperyalizme bağlanamıyordu. Amerikancı yönetimler öyle oluyordu ki “Allahsız kominist”lerle yani Rusya’yla bile ekonomik anlaşmalar yapmak durumunda kalıyorlardı. Yığınları ise koministlikle ve Allahsızlıkla korkutularak hep sağcılar iktidardaydılar. Ancak milleti bir türlü çözemiyorlardı.
Ancak emperyalizm bizim içimizi dışımızı, ordumuzu biliyordu. 1970-1980 arası toplum iğrenç bir kaosun içine çekildi. Özellikle gençler sağ-sol diye ikiye ayrılıp birbirini öldürmeye başladı. Her gün 15-20 genç katlediliyordu. Herkes ordunun bir çözüm bulmasını bekler olmuştu.
Darbeden önce Demirel hükümeti iktidardadır. Ve Amerikanın dayatması ile o meşhur 24 Ocak kararları alınır. Bu kararlarla devletçilik, halkçılık tamamen tasfiye edilecek, her şey özelleşecek, yerli sermayede Batıya entegre edilecekti. Ancak toplumsal bilinç yüksek, sendikalar güçlüydü. Bu öyle mecliste çözülecek bir iş değildi.
24 Ocak kararlarının arkasından ülkemizi bu günlere taşıyacak olan 12 Eylül 1980 darbesi gelir. Darbe başarıya ulaşmıştır. Halkımız memnundur. Darbecilerin anayasası % 92 ile kabul edilir.
24 Ocak kararları Turgut Özal hükümeti ile uygulanırken tepede darbecilerin başı Kenan Evren vardır, halkımız olan biteni sessizce izler. İşçiler iş yerleri kapanırken sessizdir. Köylüler tarım yok edilirken sessizdir. Ama komprador yerli sermaye çok memnundur. Hemen yabancı sermaye ile ortaklık furyası başlar. Böylece Batıya entegrasyonumuz sorunsuz devam edecektir.
1990’lardaki “kafa” “karışık”lığı
Darbeden sonra tüm kamu kurumları özelleştirme adı altında haraç mezat satılmaya başlar. Bu arada sessiz çoğunluğun karşısına Kürtçülük diye bir bela çıkar. Darbeciler toplumsal birliği sağlamak için dini eğitime önem verilmesi kararını almışlardır. Zaten Amerika tarafından ülkemize önerilen yönetim biçimi de ılımlı İslam’dır. Kuran kursları, tarikatlar dini sapmalar çığ gibi büyür.
Ülkemiz kapitalizme ve emperyalizme teslim olurken sessiz çoğunluğun bilinçaltına şu üç karakteri de sokmuşlardır :
Açgözlülük
Kıskançlık
Bencillik
Orta ve alt tabakalarda hâkim olan bu karakterler cumhuriyetin özellikle halkçılık ilkesinin tasfiyesini kolaylaştırmaktadır. Sessiz çoğunluk yani işçiler köylüler, küçük esnaf , memurlar birbirleriyle uğraşırken emperyalizmin işi hayli kolaylaşıyordu. Ordunun üst yönetimi de zaten büyük sermaye ile ittifak içindeydi.Böylece ülke olarak askeri, sivili komünizme karşıydık.
1990’da beklenmedik bir şey oldu. SSCB yani komünizm çöktü. Aslında komünizm filan da olmadığı daha sonra ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya emperyalistlerle sosyal emperyalistler arasında bölüşülmüştü. Bir tarafta oligarşik diktatörlük, diğer tarafta bürokratik diktatörlük dünyayı yönetmekteydi.
Sovyet bloğunun çökmesi bizdeki bazı paşalarımızı NATO’nun geleceği hakkında düşünmeye sevk etti. “NATO’da ne işimiz var?” demeye başladılar. Kimisi Rusya’yla ilişkilerimizi geliştirip Avrasya bloğuna katılma fikrini ortaya attılar.
Ülkemizde birden bire ulusalcı bir uyanış başladı. Amerika ve Batı çok telaşlandı. Arka arkasına Atatürkçü yazarlar, bilim adamları öldürüldü. Ulusalcı paşalar genelkurmay başkanı oldu. PKK terörü hemen hemen bitirilmişti. Amerika çok tedirgindi. Birkaç paşa yüzünden 50-60 yıllık emek boşa mı gidecekti?
Yükselen gericiliği Ordu, post modern bir darbe ile önlemeye çalıştı. Tarihe 28 Şubat post modern darbesi diye geçti. Ancak savundukları tek şey laiklikti. Sadece irticaya karşıydılar. Böylece gericiliğin önünün alınabileceğini sandılar.
Oysa gericiliğin bölücülüğün arkasında her zaman emperyalizm vardı. Atatürk’ü unuttukları için bir türlü tam bağımsızlığı düşünemiyorlardı. Amerika’ya karşı Rusya’yla ittifak yapalım diyorlardı. Böylece bir Avrasyacılık furyası başladı. Eski ittihatçılık hortlamıştı. Bazı askerler ve partiler tarafından Avrasyacılık ulusalcılıkmış gibi sunuldu.
Amerika bunları sonradan çok kötü cezalandırdı. Amerika’ya karşı gelmek ağır bir suçtu. Ve bu yüzden bir sürü general, yazar, çizer “Ergenekon Terör Örgütü”ne üye olmaktan Silivri Cezaevi’nde tutukludur. Doğuda PKK ile savaşmış onlarca subayımız da aynı suçtan tutukludur. Senelerdir yargılama sürmesine rağmen sonuçlanamamıştır.
Doğal ki bunlar olağan şeyler değildi. Ordumuz Atatürk’ten kopuşun bir anlamda cezasını çekiyordu. Bu durumda şöyle bir sonuca varabiliriz belki:
Tek başına laikliği savunarak ülkenizi düşmana karşı koruyamazsınız. Önce Atatürk gibi emperyalizmle hesaplaşmanız ve yenmeniz gerekiyor. Böylece emperyalizmden devrimci bir şekilde koptuktan sonra ne irtica kalır ne bölücülük.
Ordu sanki uzaydan geldi
1990’ların sonuna doğru, daha doğrusu 2000 yılından sonra inanılmaz bir ordu düşmanlığı başladı. Marksistler, liberaller, dinciler ve de Kürtçüler hep ordu düşmanıydı. Ordunun yığınlar üzerindeki güveni sarsıldı. Sanki bu ordu bizim içimizden çıkmadı, uzaydan geldi. 24 Ocak kararlarını hayata geçiren tüm kamu kurumlarını haraç-mezat satan Turgut Özal çok iyiydi, ama bunun hayata geçmesi için toplumu zapturapt altına alan ordu çok kötüydü. Hâlâ AKP kamu mallarını satmaya devam etmektedir. Ormanlarımız ve TPAO satılma aşamasındadır. Daha sonra kentsel dönüşüm adı altında kentler vurgun yeri olacaktır.
Artık sivilleri de, askerleri de Amerika kontrol ediyor Amerika’ya kafa tutan subaylar da hapiste. Ülkemiz emperyalizme hızla entegre oluyor.
Şu günlerde Kenan Evren sözde yargılanıyor. Doğal ki herkes görevini yapmıştır. Sessiz çoğunluğa da, bakın ülkeyi darbecilerden biz kurtardık mesajı vermek kalmıştır.
Alınacak dersler
Batı tarafından ülkemize uygun görülen yeni rejim ılımlı İslam’dı. Bu Ortadoğu’yu kontrol edebilecek bir sistemdi. Ordu Amerika’nın ılımlı İslam projesini ya göremedi ya da kontrol edebileceğini düşündü. Ordu tek başına laikliği savunamayacağını gördüğü zaman çok geçti.
Ordunun laikliği savunması için dayanacağı toplumsal kesim kalmamıştı. Sermaye zaten her zaman Amerika’dan yanaydı. Halkın çoğunluğu medya aracılığı ile ordudan soğumuştu. Türk ordusu inanılmaz bir tuzağa çekildi. Dünyada 160 generali hapiste olan hiçbir ülke yoktur. Halkımız olup biteni de sessiz sedasız izlemektedir.
Mustafa Kemal’i unutmamızın bedelini çok ağır ödüyoruz. Çok geç olmadan Atatürk’ü yeniden hatırlamak ve ülkemize sahip çıkma zamanıdır. Ama bunun da çok zor olduğu görünüyor.
İnsan beynindeki korteksin kalınlığı hayvanlarınkinden çok fazladır. İnsan olma özelliğimizin de bundan olduğu söylenir. Böylece insan en ağır matematik hesaplarını, fizik problemlerini çözebilir. Evreni keşfetmek üzeredir. Ancak bu insana cahil bir çoban sopasını kaldırdığı gibi, sıraya diziliyor, yetenek metenek kalmıyor. Demek ki insan olmak beynin derinliklerinde, alt beyinde. Atatürk ne diyor? “Bağımsızlık Benim Karakterimdir”.
Beynin derinliklerindeki gerçek insanları, yani özgür ruhları, devrimci ruhları bulup çıkarmalıyız. Kadrolarımıza katmalıyız.
Tarihte dar bir alanda sıkışıp kalan Türk milleti demirci ustasının önderliğinde demiri eriterek Ergenokon’dan çıkıp kurtulmuş bütün dünyaya uygarlık götürmüştür. 1920’lerde bizi yine yok olmak üzere Ergenokon’a hapsettiler. İkinci çıkışımız Atatürk önderliğinde oldu.
Şu günlerde de Türk milleti tekrar Ergenokon’a sıkıştırılmıştır. Çıkışı bulacak önder vardır ve o Atatürk’tür. Atatürk’ün izinden giden Ulusal Parti bu görevi yapabilir.
Sonuç olarak şu dersleri de çıkarabiliriz
Sadece laikliği savunarak ülkenizi bağımsız yapamazsınız.
Eperyalizmle asla dost olunmaz, işbirliği yapılmaz.
Atatürkçülüğün 6 ilkesi bir bütündür. Birbirinden ayrılmaz.
Atatürk’ün dediği gibi yolumuza ışık tutacak gökten gelen emirler değil, bilim ve fendir.
Atatürkçü parti bu kritik süreçte dik durmasını bilmelidir.
Türk Milleti Atatürk’ünü hatırlarsa sıkıştırıldığı
kapandan kapıyı kırıp çıkabilir.
Bu kadar basit…
Aksi halde bu milleti tarihte olmadığı kadar
zor günler beklemektedir.
Ona göre…
Arif BAKIR
http://turksolu.org/364/bakir364.htm
Son Yorumlar