14 May 2012 için arşiv

14
May
12

“Gazeteci” kılıklı yaratıklar, tatil köyü gibi “gör”dükleri Silivri Cezaevi izlenimlerini “yaz(dırıl)mış”lar…

Ulan   pezevenkler…

Silivri   Cezaevi   bu   kadar   iyiyse,   bizi   de   atın   oraya,   amına   koduklarım…

Yemeklerine    bayıldığınıza   göre,   eti   çoktan   unutan   bizler   açlıktan   gebermemek  

için   çoluk  çocuk   olarak   bile   oraya   taşınmaya   razıyız…

 Ammaaaaaa…

“Konfor”unu   yerinde   görüp   de   öve   öve   methiyeler   düzdüğünüz   şu    Silivri  

Cezaevinin   imkânlarından    yararlanmak   için,    önce   siz   buyurun   yatın   şöyle   bir  

bakalım…

Ama    öyle   böyle   değil  —  en   az   üç   dört   yıl    yatın…

Ve    de    mutlaka    Ergenekon   rehinelerinin   şartlarında    yatın….

Yoksa    sesinizi   kesin   ki,   milletçe   yedi   sülalenizi   iltifata    boğmayalım…

Hitler’in    propaganda   elemanları   bile   sizden   daha   şerefliydi…

Onlar   hiç   olmazsa   ait   oldukları   Alman   Milleti’ne   sadıktılar..!!!

Tamam   mı   lan,   amına   koduklarım..!!!

Devamlı   halkın   içinde   olan   ben   şunu   rahatlıkla  

söyleyebilirim   ki ;   yukarıda    yazdıklarım,   kendi  

otosansürümden    geçebilen,   sessiz    çoğunluğun  

hakkınızda   sövüp   saydıklarının,   en   hafif   şeklidir…

Ona    göre…

———————————————————————————————————————————————————————

Dün  11  gazeteden  11  “gazete”ci   kılıklı   zalimin    kapı   kulları   Silivri   Cezaevi   Kampüsü’nü   gezmiş   ve   bugün   köşelerinde  izlenimlerini   “yazmış”lar(mış).

İşte   o   “yazılar”dan   “enstantane”ler…

Dün  11 gazeteci   –   Ruşen Çakır (Vatan),   Ahmet Hakan (Hürriyet),   Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet),   Emre Aköz (Sabah),   Bülent Korucu (Zaman),   Ergun Babahan (Star),   Rahim Er (Türkiye),   Utku Çakırözer (Cumhuriyet),   Oral Çalışlar (Radikal),   Nagehan Alçı (Akşam),   Tuncer Köseoğlu (Taraf)  –   Silivri Cezaevi   Kampüsü’nü   gezdi.İşte  “gazeteci”lerin  Silivri  izlenimleri: Ruşen ÇAKIR /V ATANDevletin  gösterdiği  ve  gördüğümüz  SilivriAdalet Bakanı, özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarının tutuklu gazeteci, asker, politikacıları nedeniyle sık sık gündeme gelen Silivri Cezaevi’ne bir medya turu düzenledi. Cezaevini gezerken 12 Eylül döneminde tutuklu kalmış biri olarak “Cezaevinin iyisi olmaz” demekten kendimi alamadım. …Ahmet HAKAN / HÜRRİYETİşte  Silivri  CezaeviSilivri Cezaevi kapılarını ilk kez gazetecilere açtı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin eşliğinde gezdik cezaevini. …Aslı AYDINTAŞBAŞ / MİLLİYETYasak  şehir  SilivriGarip, şimdiye kadar gittiğim en garip geziydi…
Dün ömrümde ilk kez bir cezaevine adım atmış oldum ve saatler boyu koridorlarda, hücrelerde dolaşırken, bir yandan gazetecilik merakı, diğer yandan da o duvarların hemen ötesinde yüzlerce insanın özgürlüklerinden mahrum kaldığının bilinciyle gelen ani bir utanma hissini aynı anda yaşadım. …
Tuncer KÖSEOĞLU / TARAFBen  5  dakika  dayanamadım

Küçük bir koridor, yan yana sıralı üç oda. Sonra küçük bir salon. Duvarda bir televizyon. Küçük mutfakta bir çay ısıtıcısı. Salondan küçük avluya açılan bir kapı. Avluyu adımlıyorum, voltam 20 saniye sürüyor. Biraz heyecanlı ve ürkek bir halde yan yana dizili odalardan birine giriyorum. …


Utku  ÇAKIRÖZER / VATAN

Bakan’a  göre  saray  gibi

Gazetecileri Silivri Cezaevi’nde gezdiren Adalet Bakanı Sadullah Ergin “koşulların çok iyi olduğunu” savundu. Gazeteciler, tutuklu ve hükümlülerle bir araya getirilmedi. …


Oral ÇALIŞLAR / RADİKAL

Komutanların,  gazetecilerin  kaldığı  hücreler…

… Silivri Cezaevi’ne ilk gidişim. Cezaevlerine gitmeyi sevmiyorum. Oradaki yaşamın ne olduğunu az çok bildiğim için cezaevi sözcüğü bile bazen bana fazla geliyor.
Adalet Bakanı ve cezaevleri yöneticilerinin eşliğinde gördüğümüz Silivri Cezaevi yerleşkesi sonuç olarak cezaeviydi. Bir deneyimli cezaevi kişisi olarak ancak bazı karşılaştırmalar yapabilirim. …


Ergun BABAOĞLU / STAR

Her  şey  mükemmel  ama  Allah  düşürmesin

Adalet Bakanı Ergin bir grup gazeteciye Silivri Cezaevi’ni gezdirdi. Gördüklerimizden sonra cezaevini övmek gibi absürd bir durumla karşılaştık. Dışardan “Dört dörtlük” dedirtecek koşullar, burada yaşayanlara katlanılmaz geliyordur. “Mahkumu Silivri’ye koymuşlar, illa da evim demiş” misali. …


Bülent KORUCU / ZAMAN

Silivri’ye  imaj  düzeltme  operasyonu

Hürriyeti elinden alınan insanların fazladan ve hukukun emretmediği cezalara maruz kalmaması için insanî seviyenin tutturulması gerekiyor. Bakanlığın bunu gerçekleştirmek üzere samimi çabasına tanıklık ettik.


Rahim ER / TÜRKİYE

İşte Silivri

Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve gazetecilerle birlikte cezaevini gezdik. Koğuşlar yeni ve temiz. Silivri Cezaevi Devlet Hastanesi açılmış. Fizik tedaviden, diş polikliniğine her türlü tedavi mümkün. Yemekleri ve fırını da gördük. …

Nagehan  ALÇI / AKŞAM

Silivri’deki  dünya

Cuma sabahı bir grup gazeteci, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile buluştuk. İstikamet Silivri. Birlikte gideceğiz ve cezaevini gezeceğiz. Koğuşlar nasıl, şartlar insani mi, hastane işliyor mu, etraf temiz mi… Bir saat içinde 938 bin metrekarelik kampusa vardık. Size o kampusta neler gördüğümü anlatacağım ama öncelikle bu yazıyı yazarken hissettiklerimi söyleyeyim:

14
May
12

Kuzuların Sessizliği…

Türkiye  Cumhuriyeti  kurulduğu  günden  bu  yana  en  zor  günlerini   yaşamaktadır.

Millet her şeyi kabullenmiş, dur bakalım ne olacak havasında.

Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri açıkça tasfiye edilme durumundadır.

Ancak ülkemiz bu duruma kendiliğinden gelmedi.

Dış güçlerin etkisi ne kadar çoksa da kendi kendimize yaptıklarımız da görmezden gelinemez.

Unutkan  belleğimizi  biraz  zorlayarak  bu  güne  nasıl  geldiğimize  “kafa”  yoralım  ve  çıkış  yolunu  bulmaya  çalışalım :

Türkiye’nin   NATO’ya   girişi

Demokrat Parti 1952 yılında ülkemizi NATO’ya soktuktan sonra belimiz hiç doğrulmadı. Girişimiz sessizce kabul gördü. Yığınlar bunu hiç sorgulamadı. NATO’ya ilk karşı çıkan 68 kuşağı ve TİP (Türkiye İşçi Partisi) dir. Bu günlerde bu duruşun ne kadar doğru ve yürekli bir davranış olduğunu daha iyi anlıyoruz.

68 kuşağının önderleri bunu hayatlarıyla ödediler. TİP ise kapatıldı.

68 kuşağının önderleri Kemalistti. Atatürk’ün izindeydiler. Tam bağımsızlıktan yanaydılar. TİP de aynı görüşteydi ve sosyalizmi savunuyordu.

Daha sonra NATO’nun sorgulanması için 1990 yılını beklemek gerekiyordu. Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılması bizdeki bazı subaylarımızın bu örgütün geleceği hakkında yüksek sesle düşünmeye sevk etti. Rusya artık emperyalist bloğa katılmıştı. Bu durumda NATO’nun da bir anlamı kalmıyordu.

Ancak işin hiç de öyle olmadığı daha sonra ortaya çıktı. NATO’nun kontrolü tamamen Amerika’nın eline geçti. Eski emperyalist ülkeler birer alt emperyalist durumuna geldiler.

Artık Amerika 600 miyar dolarlık savunma bütçesi ile globalizm adı altında dünya imparatorluğuna oynuyordu. Geri kalan bütün dünya milletlerinin toplam askeri harcamaları ancak 500 milyar dolar civarındaydı. Buna İngiltere, Fransa, Rusya, Çin gibi güçlü devletler dâhildir.

Artık Amerika’nın hedefinde zengin yeraltı kaynakları olan ulus devletler vardı. Bunlar ya emperyalizme entegre edilecekti, ya da yok edilecekti. Kısacası Amerika dünyaya meydan okuyordu.

Şimdi bu istatistikî bilgilerin ışığında tarihsel süreci değerlendirebiliriz

Atatürk’ten   uzaklaşan   bir   Ordu

NATO’ya girildikten sonra Amerika ordumuzu yeniden düzenlemeye başlar. Kendi amaçlarına uygun bir ordu yaratma çabasındadır. Bütün araç gereçler Amerika’dan gelmekte, subaylarımız Amerika’da eğitilmektedir. Özellikle üst subaylarımızın büyük sermaye ile yakınlaşması artmakta, ancak halktan gitgide uzaklaşmaktadır.

Atatürk’ün ölümünün ertesi günü başlayan Atatürkçülüğün tasfiyesi, ordu içinde NATO’ya girildikten sonra başlamıştır. 68 kuşağının telaşı ve kaygısı da bundandır. “Allahsız komünist”likle korkutulan halkımız bu sürecin sessiz pasif seyircisidir. Amerika dünyaya öyle bir propaganda yapmıştır ki her insan doğuştan komünizm düşmanıdır. Ancak kimse gerçekte bunun ne olduğunu bilmemektedir. Bildikleri tek şey bunların Allahsız olmaları ve aile mefhumlarının olmayışıdır. Bu emperyalist propaganda bütün mazlumlar üzerinde başarıya ulaşmıştır.

Oysa Türk Ordusu bir halk ordusudur ve Atatürk tarafından kurulmuştur. Yeni kurulan cumhuriyetin de en önemli güvencesidir. Bu ordu emperyalistlerle savaşmış ve onları yenmiştir. Ne acıdır ki onlar bu orduyu şimdi, yeniden düzenlemektedirler.

Kurtuluş savaşında Atatürk bu komünistlerle işbirliği yapmış, dahası onlardan yardım istemiştir. Bunlar da seve seve bu antiemperyalist mücadeleye katkıda bulunmuşlardır.

Dindar Fevzi Çakmak cephede çadırında sabahlara kadar Kuran okuyup dua ederken, Atatürk yandaki çadırda elinde kalem, önünde harita bilimin bütün inceliklerini kullanarak ordusunu savaşa hazırlıyordu. O savaş bilim ve fenle ve de Atatürk’ün üstün dehasıyla kazanıldı. Atatürk insanlığa yol gösterenin gökten gelen emirler değil bilim ve fen olduğunu söyleyerek bunu Türk milletinin bilincine kazımıştır. O dindar silah arkadaşlarına karşı da son derece nazik ve hoşgörülüdür. Kafasındaki laikliği savaş sırasında bile çevresinde kabullendirmişti.

Emperyalizm bu halkı Atatürk’ten koparmadan amaçlarına ulaşmanın mümkün olamayacağını daha kurtuluş savaşı yıllarında anlamışlardı.

Amerika’dan   “Barış”   “Gönüllü”leri   geliyor

Menderes hükümetinin kötü yönetimi ile ülke kaosa sürüklendi.

Gençlik ve Ordu Menderes diktatörlüğüne boyun eğmedi.

Bilindiği gibi 1960 ihtilali oldu. İhtilal önce iyi niyetliydi. Atatürkçülükten kopan Türkiye’yi rayına sokmak isteniyordu. Ancak köprülerin altından çok sular akmıştı. Artık o ordu eski ordu değildi. Bir kere orduyu artık Amerika eğitiyordu. Hareket Atatürkçülükten ziyade toplumu Batıya entegre etme amacına yöneldi Talat Aydemir, Fethi Gürcan gibi Atatürkçü subaylar direnişe geçti. Ve bunu hayatlarıyla ödediler. Bir sürü harp okulu öğrencisi okuldan atıldı.

Mezun olan teğmenler “Atatürk’ün izinden ayrılmayacağım” diye yemin ederken 1960 darbesinden sonra, “Sosyal hukuk devletine bağlı kalacağım” diye yemin etmeye başladılar. Böylece halkçılık büyük bir kurnazlıkla emperyalizmin ideolojisi olan sosyal hukuk devletine dönüvermişti. Doğal ki bizim sosyal bir hukuk devleti olduğumuz yeni yapılan anayasada da yerini aldı. Hatta bu harekete devrim denildi.

CHP de bu arada tüzüğüne bir madde ekleyerek artık sosyal demokrat bir parti olduğunu yazıyordu. Artık her şeyimizle Batının kuyruğuna takılmıştık. Doğal olarak bu iki ideolojik farklılığı kimse fark etmedi fark eden sadece Atatürkçülerdi.

Çok partili rejimle başlayan Batı ittifakı, NATO’ya girilerek askeri bağlaşıklığa dönüşmüş ve halkçılık ilkesi büyük bir kurnazlıkla sosyal hukuk devletine evirilmişti.

Bu arada bir baktık ki Barış Gönüllüleri adı altında Amerikalılar dolmaya başladı ülkemize. Kimi öğretmen, kimi uzman, kimi sanatçıydı. Sadece askersel değil kültürel olarak da “Küçük Amerika” olmaya başlamıştık. Sessiz çoğunluk bunları da sessizce izledi ve hiç sorgulamadı.

Ordu — sermaye   ilişkisi

Amerika’da Pentagon’un büyük sermaye ile olan ilişkisi bilinmektedir. Hatta Amerika’yı büyük sermaye ile Pentagon birlikte yönetmektedir denilebilir. Türk Ordusu’nu eğiten NATO ile birlikte ordu üst kademesinin büyük sermaye ile olan yakınlaşması günbegün artmaya başladı. Emekli olan generaller büyük bir şirketin ya da bankanın yönetim kuruluna dolgun maaşla işe giriyordu. Bu durum orduda elit bir tabaka yarattı. Bu tabaka halktan ziyade sermayeye daha yakındı. Ordunun alt tabakası olan küçük rütbeli subaylar ve erler halk çocuklarıydılar. Ve bunlar üstlerine ve orduya son derece saygılıydılar. Halkımızda orduya olan saygısını ve güvenini hiç yitirmedi.

Üst generaller 1971 ve 1980 yıllarında olduğu gibi sermayeden ve Amerika’dan yana darbeler yaptılar. Toplumun ekonomik yapısını Batı emperyalizmine entegre etmeye çalıştılar. Ancak Atatürk diğer konularda olduğu gibi ekonomide de öyle sağlam temeller atmıştı ki Batıya entegrasyon kolay olmadı.

12  Eylül  1980   dönüm   noktası

Her türlü askersel, kültürel saldırılar, ­iktidara getirilen sağcı Amerikancı yönetim­lere rağmen ülkemiz Batının istediği gibi ­emperyalizme bağlanamıyordu. Amerikancı ­yönetimler öyle oluyordu ki “Allahsız kominist”lerle yani Rusya’yla bile ekonomik anlaşmalar yapmak durumunda kalıyorlardı. Yığınları ise koministlikle ve Allahsızlıkla korkutularak hep sağcılar iktidardaydılar. Ancak milleti bir türlü çözemiyorlardı.

Ancak emperyalizm bizim içimizi dışımızı, ordumuzu biliyordu. 1970-1980 arası toplum iğrenç bir kaosun içine çekildi. Özellikle gençler sağ-sol diye ikiye ayrılıp birbirini öldürmeye başladı. Her gün 15-20 genç katlediliyordu. Herkes ordunun bir çözüm bulmasını bekler olmuştu.

Darbeden önce Demirel hükümeti iktidardadır. Ve Amerikanın dayatması ile o meşhur 24 Ocak kararları alınır. Bu kararlarla devletçilik, halkçılık tamamen tasfiye edilecek, her şey özelleşecek, yerli sermayede Batıya entegre edilecekti. Ancak toplumsal bilinç yüksek, sendikalar güçlüydü. Bu öyle mecliste çözülecek bir iş değildi.

24 Ocak kararlarının arkasından ülkemizi bu günlere taşıyacak olan 12 Eylül 1980 darbesi gelir. Darbe başarıya ulaşmıştır. Halkımız memnundur. Darbecilerin anayasası % 92 ile kabul edilir.

24 Ocak kararları Turgut Özal hükümeti ile uygulanırken tepede darbecilerin başı Kenan Evren vardır, halkımız olan biteni sessizce izler. İşçiler iş yerleri kapanırken sessizdir. Köylüler tarım yok edilirken sessizdir. Ama komprador yerli sermaye çok memnundur. Hemen yabancı sermaye ile ortaklık furyası başlar. Böylece Batıya entegrasyonumuz sorunsuz devam edecektir.

1990’lardaki   “kafa”   “karışık”lığı

Darbeden sonra tüm kamu kurumları özelleştirme adı altında haraç mezat satılmaya başlar. Bu arada sessiz çoğunluğun karşısına Kürtçülük diye bir bela çıkar. Darbeciler toplumsal birliği sağlamak için dini eğitime önem verilmesi kararını almışlardır. Zaten Amerika tarafından ülkemize önerilen yönetim biçimi de ılımlı İslam’dır. Kuran kursları, tarikatlar dini sapmalar çığ gibi büyür.

Ülkemiz  kapitalizme  ve  emperyalizme  teslim  olurken  sessiz  çoğunluğun  bilinçaltına  şu  üç  karakteri  de  sokmuşlardır :

Açgözlülük

Kıskançlık

Bencillik

Orta ve alt tabakalarda hâkim olan bu karakterler cumhuriyetin özellikle halkçılık ilkesinin tasfiyesini kolaylaştırmaktadır. Sessiz çoğunluk yani işçiler köylüler, küçük esnaf , memurlar birbirleriyle uğraşırken emperyalizmin işi hayli kolaylaşıyordu. Ordunun üst yönetimi de zaten büyük sermaye ile ittifak içindeydi.Böylece ülke olarak askeri, sivili komünizme karşıydık.

1990’da beklenmedik bir şey oldu. SSCB yani komünizm çöktü. Aslında komünizm filan da olmadığı daha sonra ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya emperyalistlerle sosyal emperyalistler arasında bölüşülmüştü. Bir tarafta oligarşik diktatörlük, diğer tarafta bürokratik diktatörlük dünyayı yönetmekteydi.

Sovyet bloğunun çökmesi bizdeki bazı paşalarımızı NATO’nun geleceği hakkında düşünmeye sevk etti. “NATO’da ne işimiz var?” demeye başladılar. Kimisi Rusya’yla ilişkilerimizi geliştirip Avrasya bloğuna katılma fikrini ortaya attılar.

Ülkemizde birden bire ulusalcı bir uyanış başladı. Amerika ve Batı çok telaşlandı. Arka arkasına Atatürkçü yazarlar, bilim adamları öldürüldü. Ulusalcı paşalar genelkurmay başkanı oldu. PKK terörü hemen hemen bitirilmişti. Amerika çok tedirgindi. Birkaç paşa yüzünden 50-60 yıllık emek boşa mı gidecekti?

Yükselen gericiliği Ordu, post modern bir darbe ile önlemeye çalıştı. Tarihe 28 Şubat post modern darbesi diye geçti. Ancak savundukları tek şey laiklikti. Sadece irticaya karşıydılar. Böylece gericiliğin önünün alınabileceğini sandılar.

Oysa gericiliğin bölücülüğün arkasında her zaman emperyalizm vardı. Atatürk’ü unuttukları için bir türlü tam bağımsızlığı düşünemiyorlardı. Amerika’ya karşı Rusya’yla ittifak yapalım diyorlardı. Böylece bir Avrasyacılık furyası başladı. Eski ittihatçılık hortlamıştı. Bazı askerler ve partiler tarafından Avrasyacılık ulusalcılıkmış gibi sunuldu.

Amerika bunları sonradan çok kötü cezalandırdı. Amerika’ya karşı gelmek ağır bir suçtu. Ve bu yüzden bir sürü general, yazar, çizer “Ergenekon Terör Örgütü”ne üye olmaktan Silivri Cezaevi’nde tutukludur. Doğuda PKK ile savaşmış onlarca subayımız da aynı suçtan tutukludur. Senelerdir yargılama sürmesine rağmen sonuçlanamamıştır.

Doğal ki bunlar olağan şeyler değildi. Ordumuz Atatürk’ten kopuşun bir anlamda cezasını çekiyordu. Bu durumda şöyle bir sonuca varabiliriz belki:

Tek başına laikliği savunarak ülkenizi düşmana karşı koruyamazsınız. Önce Atatürk gibi emperyalizmle hesaplaşmanız ve yenmeniz gerekiyor. Böylece emperyalizmden devrimci bir şekilde koptuktan sonra ne irtica kalır ne bölücülük.

Ordu   sanki   uzaydan   geldi

1990’ların sonuna doğru, daha doğrusu 2000 yılından sonra inanılmaz bir ordu düşmanlığı başladı. Marksistler, liberaller, dinciler ve de Kürtçüler hep ordu düşmanıydı. Ordunun yığınlar üzerindeki güveni sarsıldı. Sanki bu ordu bizim içimizden çıkmadı, uzaydan geldi. 24 Ocak kararlarını hayata geçiren tüm kamu kurumlarını haraç-mezat satan Turgut Özal çok iyiydi, ama bunun hayata geçmesi için toplumu zapturapt altına alan ordu çok kötüydü. Hâlâ AKP kamu mallarını satmaya devam etmektedir. Ormanlarımız ve TPAO satılma aşamasındadır. Daha sonra kentsel dönüşüm adı altında kentler vurgun yeri olacaktır.

Artık sivilleri de, askerleri de Amerika kontrol ediyor Amerika’ya kafa tutan subaylar da hapiste. Ülkemiz emperyalizme hızla entegre oluyor.

Şu günlerde Kenan Evren sözde yargılanıyor. Doğal ki herkes görevini yapmıştır. Sessiz çoğunluğa da, bakın ülkeyi darbecilerden biz kurtardık mesajı vermek kalmıştır.

Alınacak   dersler

Batı tarafından ülkemize uygun görülen yeni rejim ılımlı İslam’dı. Bu Ortadoğu’yu kontrol edebilecek bir sistemdi. Ordu Amerika’nın ılımlı İslam projesini ya göremedi ya da kontrol edebileceğini düşündü. Ordu tek başına laikliği savunamayacağını gördüğü zaman çok geçti.

Ordunun laikliği savunması için dayanacağı toplumsal kesim kalmamıştı. Sermaye zaten her zaman Amerika’dan yanaydı. Halkın çoğunluğu medya aracılığı ile ordudan soğumuştu. Türk ordusu inanılmaz bir tuzağa çekildi. Dünyada 160 generali hapiste olan hiçbir ülke yoktur. Halkımız olup biteni de sessiz sedasız izlemektedir.

Mustafa Kemal’i unutmamızın bedelini çok ağır ödüyoruz. Çok geç olmadan Atatürk’ü yeniden hatırlamak ve ülkemize sahip çıkma zamanıdır. Ama bunun da çok zor olduğu görünüyor.

İnsan beynindeki korteksin kalınlığı hayvanlarınkinden çok fazladır. İnsan olma özelliğimizin de bundan olduğu söylenir. Böylece insan en ağır matematik hesaplarını, fizik problemlerini çözebilir. Evreni keşfetmek üzeredir. Ancak bu insana cahil bir çoban sopasını kaldırdığı gibi, sıraya diziliyor, yetenek metenek kalmıyor. Demek ki insan olmak beynin derinliklerinde, alt beyinde. Atatürk ne diyor? “Bağımsızlık Benim Karakterimdir”.

Beynin derinliklerindeki gerçek insanları, yani özgür ruhları, devrimci ruhları bulup çıkarmalıyız. Kadrolarımıza katmalıyız.

Tarihte dar bir alanda sıkışıp kalan Türk milleti demirci ustasının önderliğinde demiri eriterek Ergenokon’dan çıkıp kurtulmuş bütün dünyaya uygarlık götürmüştür. 1920’lerde bizi yine yok olmak üzere Ergenokon’a hapsettiler. İkinci çıkışımız Atatürk önderliğinde oldu.

Şu günlerde de Türk milleti tekrar Ergenokon’a sıkıştırılmıştır. Çıkışı bulacak önder vardır ve o Atatürk’tür. Atatürk’ün izinden giden Ulusal Parti bu görevi yapabilir.

Sonuç olarak şu dersleri de çıkarabiliriz

Sadece laikliği savunarak ülkenizi bağımsız yapamazsınız.

Eperyalizmle asla dost olunmaz, işbirliği yapılmaz.

Atatürkçülüğün 6 ilkesi bir bütündür. Birbirinden ayrılmaz.

Atatürk’ün dediği gibi yolumuza ışık tutacak gökten gelen emirler değil, bilim ve fendir.

Atatürkçü  parti  bu  kritik  süreçte  dik  durmasını  bilmelidir.

Türk   Milleti   Atatürk’ünü   hatırlarsa   sıkıştırıldığı  

kapandan   kapıyı   kırıp   çıkabilir.

Bu   kadar   basit…

Aksi   halde   bu   milleti   tarihte   olmadığı   kadar  

zor   günler   beklemektedir.

Ona    göre…

Arif  BAKIR

http://turksolu.org/364/bakir364.htm

14
May
12

Batman’da bir köyde “sondaj”da petrol “fışkır”mış(mış)…

“PETROL   VE    MADEN   YASA”sı    değişince,   herşey  

nasıl   da   fışkırıveriyor (!!!)   bir   anda..

Sırada : 

doğalgaz,   altın,   bor,   toryum,   uranyum    var…

Ammaaaa,   kendimize    de   acımasızca    soralım :

GERÇEKTE   ASıL   “MADEN”   KİM..?!!!!!

Ve   daha   da   önemlisi   —   bu   “maden”in   sömürülme 

sürecindeki   son   yerli   işbirlikçilerimiz   kimlerdir..?!!! 

Ve   de   bakalım   bizim   “muhalef”et   partileri   bu  

konuyla   ilgili   ne   “yapacak”lar…

Yoksa,    beş    paralık   bile   “muhalef”   etmeyenler  

hakkında  iyi  niyetle  çok  mu “saf”iyane  düşünüyorum.

———————————————————————————————————————————————————————

Amerika  Birleşik  Devletleri  (ABD)  Şirketi  Batman’da  bir  köy  ortasında  petrol  aradı.

Yapılan  sondaj  çalışmalarında  petrol  fışkırdı.

Batman’ın  Kozluk  İlçesine  bağlı  Taşlıdere  köy  meydanında  yapılan  sondaj  çalışmalarında  petrol  fışkırdı.

Star  gazetesinin  haberine  göre  açılan  4 kuyuda  şu  ana  kadar  yapılan  çalışmalarda  en  kaliteli  petrolün  çıkarıldığı  belirtildi.

Şirket  yetkilileri  köy  ortasına  4 tane  pompa  dikerek  petrol  çıkarma  çalışmalarına  başladı.

Batman’ın  Kozluk  ilçesindeki  Şelmo  Petrol  Sahası’nda  sondaj  ve  arama  çalışmalarını  sürdüren  ABD’li  Transatlantik  (TEMİ)  şirketi,  saha  içinde  kalan  Taşlıdere  köyü  meydanında  petrol  araması  için  yaklaşık  bir  ay  önce  sondaj  çalışmalarına  başladı.

Köy  ortasında  sondaj  çalışması  yapan  ADB  şirketi  kaliteli  petrole  ulaştı.

Şirket  yetkilileri  köy  ortasında  kalan  ve  3 ortaklı  olan  araziyi  satın  alarak petrol  “arama”ya  başladı.

İlk  kuyudan  kaliteli  petrole  ulaşan  şirket  3 kuyu  daha  açtı.

Yan  yana  açtığı  4 kuyuda  da  kaliteli  petrole  ulaşıldı.

Şirket  yetkilileri  şu  ana  kadar  elde  edilen  en  kaliteli  petrolü  bulduklarını  ve  her  4 kuyuda  kaliteli  petrol  buluklarını  söylediler.

Kaliteli  petrole  ulaşan  Şirket  çalışanları  pompa  dikme  çalışmalarına  başladı.

Taşlıdere  köylüleri  şirketin  bir  aylık  çalışma  sonucunda  kaliteli  petrole  ulaştığını  söylediler.

Arazisinde   petrol   bulunan   ve   araziyi   TEMİ   şirketine   satan   Cemil   Atlığ,   arazisini   şirkete   sattığını  ve   petrol   bulunduğunu   ancak   kendisine   bir   faydasının   olmadığını   belirterek :

“Şirketten   tek   isteğimiz   bizi   bu   kuyulara   bekçi  

olarak   görevlendirsin.  

Başka   bir   şey   istemiyoruz (!!!)”   dedi.

Bu    teslimiyet   ve   acizliğe   söylenecek   tek   şey   şudur :

“Aaaahhh,   benim   “zavallı”   halkım….

Ak  yarak,   kara  yarak  —  hepsi  de  sana  mı  gerek..!!!”

http://www.ilk-kursun.com/haber/104125

14
May
12

YUNANİSTANA’A HELÂL OLSUN..!!!

Unutan   dangalaklara   ve   de   evvelce   “her   boka   maydanoz”   olan   ama,  

şimdilerde   sus   pus   olan   “ekonomist”   pezevenklerimize   ithaf   olunur…

“Emperyalist   domuzdan   tek   kıl   bile   koparmanın   kâr”   olduğunu   bilen   yunan  

halkına   da   helâl   olsun…

Emperyalizmin    sömürdüğü   ükelereden   “götür”düklerine   karşılık,   yunanlıların  

çektiği   “borç”   resti   az   bile    sayılır…

Biz   ise   ülkemizin   topraklarının   satılmasını,   yerüstü   ve   yeraltı   her   türlü  

kıymetinin   sömürülmesini   alık   alık   seyredip,   katır   gibi   dünyanın   yükünü   çekip  

duralım…

Kısır   katırlar   gibi   —   ama   her   bakımdan,   özellikle   örgütlenme    bakımından     

kısır   ülkemiz   “insan”larını   daha   çooook   “mucizeler”   beklemekte..!!!

ONA    GÖRE…

———————————————————————————————————————————————————————

( NOT :   Bu   yazı   ilk   olarak   01.03.2010   tarihinde   yayımlanmıştır…)

 

“AB”ciler   bakın ;    Venüs   size   ne   yapıyor :

“Borcum   borç…

Ama   nah   alırsınız..!!!!!”

Yunanistan’daki  ekonomik  krizi,  geçtiğimiz  hafta  Ali  Özsoy’un  “Avrupa  Birliği  Yunanistan’ı  havaya  uçurdu”   başlıklı  yazısıyla  incelemiştik.

Yunanistan’ı  tam  bir  yıkıma  götüren  kriz,  AB’ci  liberal  ekonomistlerin  ortaya  attıkları  “Yunan  mucizesi”nin  de  sonunu getirdi.

Bizzat  Papandreu,  krizin  etkisiyle  artık  milli  bayramın  dahi  kutlanamayacağını,  belirtti.

AB  reçetesiyle  ve  ekonomik  dalaverelerle  yaratılan   Yunan  mucizesi”nin  bir  balon  olduğu,  balonun  patlamasıyla  ortaya  çıktı.

Almanya’da  yayınlanan  Focus  dergisinin  en  son  sayısı  da  Yunanistan  krizinin  Avrupa’daki  etkilerini  konu  edinmiş.

Kapakta  el  hareketi  yapan  ve  Yunanistan  bayrağına  sarılmış  Venüs  heykeli :

“Euro  ailesinin  dolandırıcıları”   başlığı  atılmış.

Çöken  Yunan  ekonomisindeki  sahtekarlıkların  diğer  Avrupa  ülkelerine  de  zarar  verdiğini  belirten  dergi,  Yunanistan’ı  ABD’den  aldığı  paraların  üzere  yatmakla  ve  tembellik  etmekle  ve  Avrupa  ekonomisine  hiç  katkı  sağlamamakla  suçluyor.

Atina,  derginin  bu  kapağına  tepki  verirken,  biz  Türkiye’deki  AB’ciler  ne  yapıyor  ona  bakalım.

Türkiye’nin   mutlaka   AB’ye   üye   olmasını   ve   tıpkı   birliğe   katılan   Yunanistan  

gibi   zengin   olacağını    söyleyip   duran   “ekonomist”   bozuntusu   pezevenklerimiz  

şimdilerde   sus   pus… (a.q. larım..!!!)

Yunan mucizesinin yıkıntılarının altında kalan ve sesleri solukları çıkamayan AB’ciler için Focus dergisinin son kapağı iyi bir kapak olmuş görünüyor.

Sahi,  Venüs  onlara  ne  “demek”  istiyor  acaba ?




İstatistikler

  • 2.405.773 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Mayıs 2012
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  

En fazla oylananlar