21 Şub 2012 için arşiv

21
Şub
12

BULDUM BULDUM

( Zekeriya  Beyaz  sağolsun )

Daha önceki iktidarları da yererdik, beğenmezdik, eleştirirdik ama bu iktidar gelinceye kadar, sözlerin yetersiz kaldığı, ne söylense bir eksik kaldığı böyle kötü bir dönemi anımsamıyorum.

Siz  biliyor  musunuz ?

Hiç  mi  iyi  bir  şey  yapmamışlar ?

Neden  tek  bir  olumlu  işlerini  bulamıyorum  bunların ?

Yaptıklarını  düşman  ordusu  olsa  yapmaz  diyordum  ama  nedenini  bulup  çıkaramıyordum.

İnsan ne olursa olsun, atası dedesi nerden gelirse gelsin, atası dedesi ne suçu işlerse işlesin, bu suçundan ne cezası alırsa alsın, söz konusu vatansa kin tutulamaz, kan davası güdülemez değil mi? derdim.

Bunlar  neden  başkalar ?

Neden  bu  öfke,  bu  kin,  bu  nefret,  neden ?     derdim.

Ülkemizin kurucu iradesine, kurucusuna neden böyle dört koldan saldırı, neden böyle düşmanlık? diye sorardım.

Neden   vatanı   satarken   acımıyorlar ?

Neden kurumlarımızı gâvurun malı gibi yağmalatırken, hem de çoğu kez gâvura yağmalatırken içleri yanmıyor ?

Dağlarımızı altın arayan küresel çetelere zehirletmeyi nasıl içleri götürüyor?

Sularımızın HES’lerle kurutulmasına, yağmalanmasına nasıl razı geliyorlar?

Halkına genetiği değiştirilmiş gıdaları nasıl lâyık görüyorlar?

GDO’lu tohumlarla yapılan tarımla ülke toprağının bozulmasına ve girişine izin verilen zararlı GDO’lu ithal gıdalarla, halkın genetik yapısıyla oynanmasına, hastalanmasına, üremelerinin engellenmesine kadar giden bir sürü tehlikeyle karşı karşıya olunmasına nasıl gözlerini kapıyorlar?

Sağlığı ticari bir araç olarak , hastayı müşteri gibi görmeleri nasıl mümkün oluyor?

Habire karayolu, köprü, yüksek beton binalar yani tabutluk gibi evleri niye yapıyorlar? Veya yapmak istiyorlar? Niye bu karayolu yapımına sevdalılar? Bu yolla hem diğer ulaşım yollarının (deniz- demir), halka yararlı olacak ucuz ve sağlıklı ulaşımın yolu kapanıyor, hem büyük paralar mı kazanıyorlar? Niye halk yararına değil de para kokusuna hizmet?

Tren yollarını trenler işlerken , trenler çalışırken tamir edip halkı zarara sokmamak, ülkelerin savaşta ve barışta, bir felâkette en önemli hayati ulaşımı olan tren ulaşımını kesmemek varken, niye çeşitli bahanelerle bu ulaşımı kökten kesiyorlar?

Haydarpaşa Garı İstanbul’un Türk tarihi değil mi? Niye tarihimizi, anılarımızı elimizden alıyorlar?

Niye tarihi okullarımızı, okulları kent dışına taşıma bahanesiyle bizden koparıyorlar?

Tarihi binalara niye düşmanlar?   Niye bunları ya otele, ya alışveriş yerine çeviriyor, içlerini boşaltıp hayalet yapıyorlar ?

İktidara geldiklerinde ilk işleri İstanbul’dan Karadenizin ta ucuna kadar giden, tarifeli vapur seferlerini kaldırmak olmadı mıydı? Bu, araba, yük ve en önemlisi insanımızı taşıyan vapurlar haraç mezat satılmadı mıydı? Nedendi bu acele? Neden ilk işleri buranın gemi seferlerini yoketmekti? Deniz yolunu kapatmaktı?

Elin, eli yüzü kanlı küreselcilerinin, bölgenin haritasını değiştireceğiz, yeniden çizeceğiz dedikleri, ülkemizi bölmeye niyet etmiş BOP’a karşı olmak yerine, neden BOP’un eşbaşkanı oldular? Bu işbirliği nedendi?

PKK adlı on binlerce insanımızın ölümüne neden olmuş, on bine yakın askerimizin kanına girmiş, pusu kurarak, saldırarak, bomba koyarak can almış, devletine isyan etmiş, başkaldırmış bir kanlı çetenin üyeleriyle bunların bu gizli görüşmeleri, “PKK görevini yapıyor”, gibi terör örgütünü muhatap kabul eden, onları bir kurummuş gibi gören sözleri ne içindir?

Terör örgütü bile birbirleriyle Türkçe konuşup anlaşırken, başka ortak bir dilleri olmamışken, olamazken, ulusumuzun, Türkçeye eş, aynı değerde, önemde, güçte, konumda, ortak bir dili daha varmış gibi, bir küçük bölgede konuşulan bir yerel ağızdan dil yaratmak çabaları nedendir? Kime hizmet etmek için? Ne için? Neye gerekli bir dil daha bulmak?

Bir bakanın gittiği bir yerde bu yerel ağızla devlet görevlisi tarafından karşılanması neden?

İngilizceyle, dilimizi boğdurmaya kalkışmaları ne için? Amerikanca eğitim veren, Amerikan okullarının temsilcisi olan, bizden o kültüre köle yetiştirmeyi amaçlayan Fethullah okullarının önünü açmak, bu okulların reklâmını yapmak neden?

Devletinin eğitiminden eğitimin millîsini atar mı hiçbir devlet? Eğitim milletsiz olur mu?

Milleti olmayan bir devlet olur mu?

Milleti olmayan, tek ve bütün olmayan bir devleti bizim coğrafyamızda barındırırlar mı?

Devletinin televizyonunda, uyuz bir maçı bile İngilizce diliyle anlattırır mı bir kurumun yöneticileri?

Atasına küfrettirir mi, küfür serbest olsun diye Atasını koruma yasasını kaldırmaya bile kalkışır mı bir devletin yöneticileri?

Bir devlet, kendi dilini bırakıp başka ağızları öne çıkarır mı? Bu ağızlara 24 saat yayın hakkı, alt yazısız, sınırsız özgür yayın tanır mı? Devleti yönetenler bunu neden yaptırırlar? Yaparlarken yürekleri sızlamaz, korkmazlar, hiç mi çekinmezler?

Kendi diline, bir ırkın diliymiş, bir köken diliymiş, böyle onlarca köken dilinden biriymiş muamelesi yapabilir mi, yaptırır mı gerçek devlet adamları?

Anıtkabir’e kadar dikebilirler mi gözlerini kötülük odakları, arsızlaşan yöneticiler?

Memurlarını sözleşmeli yapar, hepsini kendine kul köle eder mi bir yönetim? İşçisini sendikasız bırakır mı?

Çiftçisini yabancı bankalara borçlandırır mı, tarlasını tapanını sattırır mı, eloğluna peşkeş çektirir mi vatan topraklarını bir yönetim?

Eski Türkçeyi hortlatmaya kalkar mı, devrim yapmış, çağdaşlığı yakalamış , müslüman ülkelerin arasında hıristiyana köle olmamış tek millet olan Türk Milleti’nin kurduğu Cumhuriyetin bir yönetimi? Arapçayı ilkokula sokmaya kalkışır mı? Dinsel eğitimin yolunu tekrardan açar mı bu devirde hiç insan?

Devlet kurumlarını yeteneksiz kadrolarla sırf bizden bunun kafası, bizim yandaş takımından diye doldurur mu bir ülkenin yöneticileri? Dinler arası diyalog adı altında ülkesini hıristiyanlaştırmanın, Yahudiliğin rahatça yayılmasının önünü açar mı bir yönetim?

Misyonerlikten korkulmaz mı, neden kapalı kiliseleri açar, müzeleri tekrar kilise yapar , ev kiliselerini serbest bırakır ben dindarım diye övünen bir iktidar?

Müslüman benim dinim bana , senin dinin sana der ama hıristiyan böyle der mi? Tarihi boyunca demiş mi?

Nerden çıktı bu tek taraflı Yunanistan sevgisi? Zor durumdayız diye telefon etmişler, gaz vanaları açılmış. Komşundur, iyi geçin ama nedir bu sevda? Bizim mülkiyetimizdeki malları bir yasa çıkarıp onlara karşılıksız vermek, iade etmek, bu mallardan, vatan topraklarından, Türkçe yer adlarından vazgeçmek neden?

Yeni anayasa (!) çalışmalarında Rum’un, bunların papazının, patriğinin işi ne? Kısıtlama kalkmalıymış. Heybeliada Rum Okulu açılmalıymış, devletin yasalarına uymayan biçimde. Bağımsız.

Bütün değerlerimiz tuz buz… Rus kızları aile yapımıza çok uygun, onlarla daha çok evlilik yapın neden der bir Dışişleri Bakanı?

Bordum’a, Ege- Akdeniz kıyılarına keyfi olarak, oraları sömürgesi saymak için, eski sömürgesi Hindistan’a gider gibi kıyılarımıza gelip yerleşen İngiliz’den bize ne ki, Andımız’ı okunmaktan gocunan İngiliz göz önüne alınacak ve bunların şikayetiyle “Andımız” kaldırılsın denebilecek, bu bahane gösterilecek. Neden Andımız, Gençliğe Hitabe, Atatürk devrimleri engel görünüyor birilerine? Vargüçleriyle bunları kaldırtmak, devletin yapısından kurucu iradeyi çıkarmak için uğraşıyorlar?

*

Buldum… Buldum…

Hepsinin nedenini buldum! Geçen akşam Zekeriya Beyaz hocamız tek bir sözle açıkladı. Bunların nedeni “Darülharb anlayışıdır” dedi.

O dedi, ben öyle ağzım açık kalakaldım.

Kusura bakmayınız ama ben de kendimi birşeyler bilir sanırdım, az buçuk kitap okumuş, batının ve doğunun önemli eserlerini bilen, Cumhuriyetin yetiştirdiği bir öğretmen sayardım kendimi. Meğer hiç bir şey bilmiyormuşum.

Bilmek için Atatürk düşmanlığının iç yüzünü bilmek gerekiyormuş. Düşmanlık güdenlerin kafalarının ardını görmek…

Divanı Harb ( Savaş Mahkemesi) sözünü duymuşum da bunu hiç duymamışım. İşgal zamanı işgal devletlerinin bize kurduğu mahkemedir bu.

Diğeri, Arapça tamlaması gibi değil de Türkçe gibi yazarsak, Darülharb.

Şu demekmiş:

İslâm ahkâmının ( yasalarının ) tatbik edilmediği yer. “Sözlükte şöyle yazmışlar:

“Kâfir bir hükümdarın egemen olduğu yerler ve Müslümanlarla gayrı müslimler arasında henüz barış akdedilmemiş olan memleketler İslam hukukunda Darülharb sayılır. İslami görüşe göre dünya Darülharb ve Darülislam olmak üzere ikiye ayrılır. Darülharbi Darülislam haline getirmek cihadın ( din uğruna savaşmak) amacıdır.”

Osmanlıca- Türkçe sözlükte şu yazıyor:

“İslâm elinde olmayan, her zaman savaşyeri olabilecek yer.” ”Kavga meydanı” anlamına da geliyor.

Şimdi gelelim Zekeriya Beyaz Hoca’ya. Şunları anlattı bu konuda:

*

Devletten Çalma, Darülharp

Darülharp savaş ülkesi demek.

Darülislâm huzur ülkesi demek.

Bunlara göre bu çalmak değil. Devletten çalma: Bu ganimettir. Çünkü bu devlet kâfirdir.

(Hangi devlet? Bunlara göre, Türkiye Cumhuriyeti Devleti! ) Benimseyenler küfrü benimsediği için kâfirdir, buradan çalmak ganimettir. Düşman öldürülebilir de… İftira edebilirler. Bir subaya iftira yapmak cihattır, sevaptır (Silivri örneği ).Yani zulüm yapmayı da meşru (hak- yasal) görüyorlar. Kul hakkı yok, çünkü onlar müslüman değil, bunlara göre.

Hamas, El Kaide, Taliban böyledir.

Bu çok yaygın boyutta var. Bir takım insanlar büyük zulümler yapıyor. Ama namaz vakti geçmesin diyor.

İslâm zulmü yasaklar. Kediye köpeğe bile zulmedemezsin. Bunlar müslümana bu zulmü yapıyorlar.

Bir parti lideri, bir komployla uzaklaştırıldı, şimdi milletvekili. Ondan (Deniz Baykal) dinlediklerim:

Tekel fabrikalarını ve arazilerini satıyorlar, özelleştirme adına. Amerikalı istiyor. Verelim diyorlar. 915 milyona falan. Amerikalıya: “Sen kenarda dur. Yandaşa: “Sen şunu al, üçyüze. Devletin kasasına bunu at.” Birkaç ay sonra Amerikalı’ya: “Kaça anlaşmıştık? 915’e. Gel al. Arazileriyle al.” Amerikalı İngiliz’e gidiyor: “ Gel bunun üçte ikisini size verecektik. İki milyar doları verin bir bölümü alın.” İngiliz’e bir kısmını veriyorlar.

Demek ki bunun değeri 4-5 milyar dolar edermiş.

Nedir bu? Darülharpçiliktir.

Gâvur (!) olan milletin malını milletten almak! Bunların bu kanaatleri sapıklıktır!

Siz müslümana kâfir derseniz siz kâfir olursunuz. Topluluk halinde derseniz sapık olursunuz! İmam imamlık yapsın. Kaymakam için yetiştirdikleriniz kaymakamlık yapsın. Bu bir iş bölümüdür.

Bunlar sapıklıktır.

Bunlar dini reddetmektir. Menfaatperestliği din kisvesi altında devam ettirmektir.

Hazine malında tüyü bitmeyen çocuğun da hakkı vardır.Bunların günahı canilerinkinden elli katıdır.

Bunların zulmü canilerinkinden elli katıdır. Bunu Kur’anı kerim söylüyor.

Ganimet savaş meydanında olur. Bunun dışında zulümdür. Darülharpçılığı yapana baktığınız zaman hiç biri bu konuları bilmez. Bir takım adamlar, sözde din adamlarının fetvalarıyla gidiyorlar.

Bunun tarihçesi Muaviye ile başlamıştır. Önce kâfir ilân ederler, sonra saldırırlar.

Eski sapkınlık fikri yeniden doğdu. Altmışlı yıllarda Türkiye’ye geldi.

Türkiye’nin en büyük sorunu dinin saptırılması sorunudur.

Devlet gücüyle zulmetme, çalma…”

*

Bu bilgileri heyecanla bağıra çağıra verdi Zekeriya beyaz. Heyecandan, üzüntüden kıpkırmızı kesildi. Kafalardaki soru işaretlerini de sildi.

Darülharb konusunda bilgiağında yazılan yazıları incelerken gördüm, bu yazıların altına, yeşil boyalı, üstü Arapça yazılı bayrağını koymuş gazetelerden birine şöyle bir yazımla bir yorum yazılmış. Vatandaş sormuş (imlâsını düzeltmeden aldım):

“ yani türkiye darul harb mi oluyor. eğer darul harb ise türkiye biz müslümanlar niye oturuoruz koltuklarımızda.bu ülkeyi darul islam yapmak için neden cihat etmiyoruz.”

Bak bak neler oluyor, olur mu böyle saçma şey diyeceğine kardeşini boğazlamayı aklına getirebiliyor böyle uyutulan, kandırılan zavallı kişi.

Buldum buldum diye ortaya çıktığım bu yüzden. Tehlike sandığımızdan da büyük. “Kerbelâ’da peygamber soyunu katleden bu zihniyettir!” dedi Zekeriya Beyaz. Şimdi bu zihniyet, aptala sorduruyor:

“Yani  Türkiye  gâvur  memleketi  mi ? “   Öyleyse  biz  neden  oturuyoruz ?”

Zavallım,   beynini   kullanamayan,   beyni   esir   alınan   cahilim,   gerçeği   nasıl  

bulacak,   nasıl   görecek ?

Küresel   tuzağa   düşmekten   nasıl   kurtulacak ?

Aklını   başına   nasıl   alacak ?

Doğruyu   onlara   nasıl   bulduracağız ?

Ülkemiz   tamamen   uçuruma   düşmeden,   iş   işten   geçmeden,   vakit   çok   geç  

olmadan…

Siz  bir  yol  buldunuz  mu ?

Feza  TİRYAKİ,   21 Şubat 2012

http://www.ilk-kursun.com/haber/96458

21
Şub
12

ANAYASA / PASPASYASA

8. Cumhurbaşkanı  Turgut  Özal,  Anayasa  için ;  “Bir  defa  delinmekle  bir  şey  olmaz”  demişti. 

Bakalım  Anayasa  sağlam  mı  kalmış,  eleğe  mi  dönmüş…

Madde 2: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, Lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

*Atatürk Milliyetçiliği tamamen kaldırılmış, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün yazılması Cumhurbaşkanı Gül tarafından “ilkellik” olarak yorumlanmış ve Atatürk’ten-Türklükten-Milliyetçilikten rahatsızlık, Devletin başı olan kişi tarafından dile getirilmiştir.

AKP İktidarı, Anayasa Mahkemesi tarafından “Lâiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu için mahkum edilmiştir.
Sonuç:  T.C Anayasasının 2. Maddesi ihlal edilmiştir.

Madde 3: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

*Cumhurbaşkanı Gül, kanunla konulan ve kanunla değiştirilebilecek İlçe isimlerini, Kürtçe söylemektedir. Belediyeler İlçe-Belde- Köy isimlerini Kürtçe tabelalarla değiştirmişlerdir. AKP İktidarının teşviki ve göz yumması ile, ülkemizin önemli bir bölümünde Türkçe konuşmak yasaklanmış, Pazar yerlerinde bile Kürtçe konuşulur hale gelinmiştir.
Sonuç:  T.C Anayasasının 3. Maddesi ihlal edilmiştir.

Madde 9: “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

*Başbakan’a verilen yetki ile, artık Türkiye’de bazı insanların yargılanıp yargılanmayacağına, bağımsız mahkemeler değil, Başbakan Erdoğan karar verecektir.
Sonuç:  T.C Anayasasının 9. Maddesi ihlal edilmiştir.

Madde 22: “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır.”

*Özür dilerim. Bu konudaki tespitimi gülmekten söyleyemeyeceğim.
Sonuç:  T.C Anayasasının 22. Maddesi, ihlal edilmiştir.

Madde 24: “Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. Madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.(14. Md: Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve Lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz) Kimse ibadete,dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine,küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen dahi olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz..”

*Anayasa Mahkemesi Kararları, Anayasa maddesi hükmündedir. Bu iktidarın Lâiklik karşıtı olduğu Anayasa Mahkemesi kararıdır. Anayasa Mahkemesinin “türban” konusundaki kararları, “Hukukun arkasından dolanarak” YÖK tarafından çiğnenmiştir. Türban ilkokullara kadar inmiştir. Tarikatlar ve Cemaatler din eğitimini kaçak olarak yapmakta, on binlerce kaçak Kur-an Kursunda çocuklarımız, sapık cemaatler tarafından Cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirilmektedir. Buna göz yuman Vali ve Kaymakamlar Anayasayı ihlal suçu işlemektedirler. İlkokul 4. Sınıftan itibaren konan ARAPÇA dersi, Aile İmamı, Mahalle İmamı gibi kurumların oluşturulması, dindar gençlik yetiştirilmesi,  24. Maddenin ihlalinin kanıtıdır.
Sonuç:  T.C Anayasasının 24 ve 14. Maddeleri ihlal edilmiştir.

Madde 42: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.”

*Anayasanın bu maddesi yürürlükte iken, Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bakanlar, Başsavcılar eğitim ve öğretimde, anadil olarak Kürtçe okutulması gerektiği söylenmiş ve bunun hazırlıklarına başlanmıştır. Kamuoyu oluşturmak için Maliye Bakanı(İngiliz Vatandaşı), bir polis memuru tarafından Kürtçe konuşularak karşılanmış ve T.C Bakanı da Kürtçe konuşmuştur.(Anayasa 129. Maddesine aykırı) Bu davranış, Türkiye’nin dil birliği ilkesine hakarettir.
Sonuç:  T.C Anayasasının 42. Ve 129. Maddeleri ihlal edilmiştir.

Madde 174: Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasa halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şekilde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.
(3): 677 Sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapanması-yasaklanması ve Türbedarlıklar ile bir takım unvanların Yasaklanması ve kaldırılması hakkındaki kanun.

*Türkiye’de, AKP İktidarıyla birlikte ne kadar cemaat-tarikat varsa bunlar yeraltından çıkmışlar, Bakanlıkları paylaşmışlar, devletin en hassa kurumlarını ele geçirmişlerdir. Cemaatler, zaman zaman AKP İktidarı ile de çatışmaktan çekinmemişlerdir. Cemaatin elemanları, sahte dijital deliller üreterek çok sayıda kişinin tutuklanmasına sebep olmuşlardır.
Sonuç:  T.C Anayasasının 174 Maddesi ihlal edilmiştir.

Sizlerin  düşüncesin i merak  ediyorum ;   Anayasamız  kız-oğlan-kız  olarak  mı  duruyor,  yoksa  eleğe  mi  dönmüş ?…

Bunlar, benim belirleyebildiğim suçlar, her biri tam Yüce Divanlık suçlardır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Anayasaya göre görevleri Cumhuriyeti ve Demokrasimizi korumak olan Mahkemeler ve kamu görevlileri kendilerine bu duyarsızlıklarının hesabının sorulmayacağını mı zannediyorlar ?…

Sağlık  ve  başarı  dileklerimle.  /   21 Şubat 2012

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/96387

21
Şub
12

SUYUN AKıŞı

Başında  ‘’made  in  USA – AKP’’  markalı  çuvalı  taşıyan  Türkiye  anormalleşiyor  ve  kabuk  değiştiriyor.

Biz değiştik, üzerimizdeki gömleği çıkardık diye fetva veren AKP hükümetinin açtığı güvensizlik ve korku ortamında devletin en önemli kurumları birbiriyle kavga halinde iktidar mücadelesi veriyor.

Emniyetinden, yargısına, TSK’dan, MİT’ine kadar hiç bir kurum ya da yetkili diğer bir kuruma güvenmiyor.

Binlerce ABD-İsrail ajanlarının serbestçe cirit attığı, örtülü, örtüsüz operasyonlar yapabildiği ülkemizde herkes makam odasında, yatak odasında, arabasında, evinde, yolda dinleniyoruz, izleniyoruz kaygısını haklı olarak taşıyor.

Memleketin çivisi çıkmış, kimin eli kimin cebinde, kimin kulağı kimin ensesinde belli değil !

Özel yetkili mahkemeler ve savcılar istediği zaman istediğini şafak opersyonları ile gözaltına alabiliyor, MİT MİT’i takip ediyor, Cumhuriyet savcısı diğer cumhuriyet savcısının odasını basıyor, Emniyet TSK’nin mensuplarını dinliyor, tutukluyor.

Casuslar savaşı ya da şaka gibi ama değil.

Kimse kimseye inanmıyor, güvenmiyor.

ABD-AKP hükümetinin bilinçli, planlı ve programlı olarak izlediği bu korku siyaseti doğrultusunda Türkiye totaliter teokratik bir düzene doğru hızla yol alırken, cumhuriyet düşmanı kadrolarla donatılan ulusal, üniter, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kurumları onarılması çok zor olan büyük yaralar almıştır.

Türk  Silahlı  Kuvvetleri

Yargıtay

HSYK

Danıştay

Sayıştay

Üniversiteler

MİT

Emniyet

Diyanet

Devrim yasalarının bir bir kaldırıldığı ve hukukun guguklaştığı Türkiye’yi yöneten Gül, Erdoğan, Arınç Beyler, hukuk işlerine geldiği gibi işleyince ‘’ biz adalete müdahale edemeyiz, yasalar önünde herkes eşittir’’ diye AKP’nin özel hukukuna alkış tutmaktadırlar. Hukukun gücüne değil, gücün hukukuna yaslananlar, Genel Kurmay Başkanı dahil yaşamını TSK’ne adamış olan, çok önemli vatani görevlerde bulunmuş olan komutanları terör örgütüne üye olmak ve çete kurmakla içeri atarken, yetkili cumhuriyet savcılarının görevlerini aştıkları iddiasıyla ifadeye çağırdıkları MİT başkanı ve bazı MİT mensupları için özel dokunulmazlık yasası çıkaranlar hukuka, adalete ve topluma karşı bir kez daha suç işlemişlerdir.

Daha başka bir ifadeyle, siyasi bir rezalet olan ve toplumsal vicdanı derinden yaralayan AKP Hükümeti- MİT-PKK ilişkisinin üstünü havaya kalkan parmaklarla örtmeye çalışmışlardır.

Ancak, tavşan şapkadan çıkmıştır artık. Türk ulusu, bu yabancı ortaklı bölücü ve gerici filmde kimin nerede ve nasıl rol aldığını biliyor.

AKP’nin TBMM’deki parmak çoğunluğuna dayanarak yetkili savcılık tarafından ifadeye çağrılan MİT’in başındaki Hakan Fidan’ı ve haklarında yakalama kararı çıkarılan bazı MİT’çileri adaletin önünden kaçırmak için ‘’kişiye özel koruma yasası’’ çıkartmak vicdana ve ilahi adalete sığar mı?

Büyük önder M.Kemal Atatürk’ün kutsal Hitabesi’ndeki yurtsever Türk Gençliği’ne karşı, dindar ve kindar bir gençlik isteyen AKP hükümetinin, AB-D’nin uşağı kanlı terör örgütü PKK ile Oslo’da yürütülen çirkin ve aşağılayıcı müzakerelerde başbakanın kendilerine verdiği özel rolü aştıkları anlaşılan ‘’MİT’çileri koruma ve kollama yasası operasyonu’’ AKP hükümetinin adalete müdahalesi değil midir ?

Yargının başbakanın izninine ve keyfiyetne göre soruşturma başlatabilmesi ileri demokrasilerde değil, ancak örtülü demokrasilerde mümkün olur.

Demokratik ve laik devlet anlayışından teokratik devlet anlayışına geçerken, Atatürk devrimlerini, demokrasiyi, hukuku, ve adaleti kıra kıra yol alanlar unutmasın ki, hayat bumerang gibidir.

Bir  Afrika  atasözü  der  ki ;   “Sular  yükselince,  balıklar  karıncaları  yer.  Sular  çekilince  de  karıncalar  balıkları  yer…”

Kimse  bugünkü  üstünlüğüne  ve  gücüne  güvenmemelidir.

Çünkü  kimin  kimi  yiyeceğine   “SUYUN  AKIŞI  KARAR  VERİR…”

ONA   GÖRE…!!!

Uğur  SETEN

http://www.ilk-kursun.com/haber/96446

21
Şub
12

Siz Kerkük’ü unutsanız bile, Kerkük sizleri unutmayacaktır..!!!

Araplaştırmadan  Sonra,  Kürtleşme  Politikası  başka  boyutta 

Irak Türklerinin durumu, Saddam Döneminde olduğu gibi, bu günde rahat yüzü, mutluluk görmeyen Türkler 35 yıl Saddam dikta rejiminden sonra Kürt eşkıyaları ve onlar işbirlikçileri sözde kardeş söylenen, bir bölüm  çıkarları yolunda acımasız, Baas rejimini döneminin ajanlarıyla birlikte Irak Türk toprak bölgelerinde Türklerin milli mücadelesine baskıyla karşı durarak her bir yola denemektedirler.

İnsanları, korkutularak kendi ana yurdunu, ata topraklarını bıraktırmak üzere milli ilkelerini, milli Türkçülük ruhları öldürmeye çalışan Saddam döneminin hizmetkârları, dini, milleti olmayan satılmış ajanlar her yönüyle bu kahraman milletimizi yok etmeye çalışarak, Kerkük ve öteki Türk bölgelerimizi bu günde Kürtleştirme politikasıyla asimilasyon sürdürmektedirler.

Bu caniler önde gelen Türk insanini öldürülerek, ana yurdundan, doğduğu toprağından uzaklaştırmak nedeniyle başkalarının kavuştuğu tüm haklara Türkler bu günde birçok ana yasal haklarından yoksun olarak engellerle karşılanmaktadır.

Baskılar artarak her türlü Acı olaylarla Kerkük, Diyala, Musul, Erbil, Altunköprü, Tuzhurmatu ve birçok yerlerde Irak Türkleri Kürtleştirme politikasına maruz kalmaktadırlar.

Bu gün tam olarak Irak devleti, Amerika, İsrail, İngilizlerinin destek, yardımı, yönetmesiyle Kürtlerinin işgali altında kalarak devletinin altından, üstünden yalnız tüm gelirlerinden Kürtleriler yararlanmaktadırlar, tüm yatırımlar, ticaret, sınır kapıları ellerinde olarak devletin, ziraat, ticaret,  petrolünden büyük örende pay almaktadırlar.

Nerde adalet, hak, eşitlik, nerde Irak Türklerinin payları, hakları, nerde insan hak ve özgürlüğü, hala binlerce Türkmen oymak, aşiretleri Saddam döneminde Araplaştırılarak bu günde baskı içinde binlerce aile kurtlaştırmakla yok olmaktadır.

Bu gün Türkler hiçe sayılarak, acımasız bir Asimilasyon ve Araplaştırma, politikasından, Kürtleştirme politikası tüm yönüyle artmaktadır.

Ve yeni Kerkük’ün Kürtleştirme politikası planını birçok devletlerinin razılığı, isteğiyle, çıkarları açısından, kazanç elde etmekten dolayı sesiz kalarak, Kürtler alanı boş bularak hayal ettikleri Kürt devletinin kurulması peşinde her türlü destekler almaktadırlar.

Tüm çıkarlarını elde eden Kürtler, Devlet zirvesine çıkarak, Türk şehri Erbil’de Elçilikler, konsülüz açılmakla devlet olmaya doğru şimdiden öne gedilmektedir.

Tüm hızıyla Kültleştirme politikası artarak, Irak Türklerinin bölgelerinde etnik oranlarda değiştirmeye yönelik, yüz binlerce Kürt aileleri Irak’ın kuzeyinden, komşu ülkelerden getirilerek, güzelim Türk şehri Kerkük ve diğer Türkmenli bölgelerine yerleştirilmektedir.

Getirilen bu Kürtlere karşı büyük miktarda maddi yârdim, destek, ev, arsa arazi, iş verilmekle devlet dairelerinde her türlü önemli görevlerde çalıştırılmaktadırlar.

Günümüzde binlerce Kürt ailelere Kerkük, Telafer, Altunköprü, Tuzhurmatu, Erbil, Diyala Hanekın, Mandalı, Kazaniya, kızlarbat, Adanköy, Tazehurmatu, Leylan, Dakuk, Yaycı, Kümbetler, Kızılyar, Ömer mandalı, Türkalan, Beşir, Tisin, Yahyava, ve diğer Türk bölgelerinin çevrelerinde köyler ve yerleşim bölgeleri yaparak kurmaktadırlar.

Bu gün baktığımız Kürtler Türk bölgeleri Kerkük ve öteki bölgelerde devlet dairelerinde önemi görevlere atanmaktadırlar.

Çok önemli görevleri Kürtler alarak Irak Devletinin yanında Irak’ın Kuzeyini tam olarak yönetmektedirler, çoğunluk Kürtler bakanlık, Başbakanlık, Cumhurbaşkanını ve önemli dairelerde tüm görevlere yalnız Kürtler atanmaktadırlar, Buna karşı yüzlerce diplomalı Irak Türkleri işiz olarak iş aramaktadır ve birçok Türklerde ülkesini, toprağını bırakmaktadır.

Araplardan sonra, Kürtlerinin Her türlü sinsi baskı nedenlerden dolayı Kerkük şehrinin Türk milleti sürekli her türlü engellerle azaltılarak yerlerine Kürtler yerleştirilmektedir.

Kerkük’ten başka Tuzhurmatu, Tazehurmatu Kifri, Dakuk, Yengice, Bastamlı, Amirli, Altunköprülü yüzlerce köy ilçelere Kürtler el koyarak yarlaşmışlardır.

Bu gün Kerkük şehri yüzde yüz Türk olmasına rağmen 700 binin üstünde Kürt bölgeye yerleşerek, bu uygulama sonucu Kerkük en tehlikeli, acılı günlerini Saddam döneminden sonra bu gün Kürtlerin, peşmerge asayişin baskısını yaşamaktadır.

Bu gün Kerkük’ün tüm Devlet dairelerine Kürtler yerleşerek, sanki burası bir Kürt bölgesi olarak, Türkleri yok duruma gelmişlerdir.

Bu güzelim Türk şehri Kerkük kendi kimliğine, kendi ana kucağına, sıcak bir yuvaya hasret kalarak, viraneye, harabeye dönmüştür.

Kerkük’üm kendi çocuklarından uzak düşerek, acı dert dolu Türküleri şarkıları, içli hoyratları, başı bölük, bükük, yavruları yalnız, kimsesiz, öksüz, yetim, sahipsiz tek başına kalmışlar, anneler gözyaşı dökmektedirler her zaman olduğu gibi bir gece ansızın gele bilirim şarkısını söyleye, söyleye beklediler, Kıbrıs’ın bekleyişi gibi bir gün yeni güneşin doğmuşunu özlediler, bu  karanlık gece bitecek diye yol üstüne serildiler bekledikleri tek umut bir azıcık olsa bile kendisini göstermedi.

Gönülleri tek bu aşkla yaşadığı için yine usanmadan bekleyecekler ama Kerküklüler bu bekleyişten bakmadılar umutla, milli duyguyla, biricik sevgiyle bekleyerek, söyleyerek, durmaktadırlar, can, kan vererek, şehitler vererek umutla beklemektedirler, ama ne gelen oldu, ne soran, ne yanan oldu, ne acıyan.

İşte sizler Kerkük’ü unuttunuz, Kerkük o kadar sizleri sevdiği için unutmadı aşkına başka aşk katmadı, seçmedi uzun yıllar oldu Kerkük sözü dilden sanki silindi, gönüllerden çıkarıldı, unutuldu, artık sabrımız bitti, dükkandı, işte Kerkük’ü almaya, öldürmeye, yok etmeye, hoyratını susturmaya kalkıyorlar çeteler, eşkıyalar, çakallar, Ayılar, İşbirlikçiler, Hainler, Baascılar, Ajansalar,  Kıyıcılar. Nasıl ki gözbebekleri Abdullah Abdurrahman, Necdet Koçak, Rıza Demirci, Adil Şerif, Mehmet Korkmaz, Rüştü Muhtar oğlu, Halit Şengül, Aydın Mustafa, Hüseyin Demirci, ve bir çok Türkleri şehit edenler hesap vermeden, hak alınmadan bize yaşamak yok, seni yakanlar çocuklarını senden alanlar Baba,  Anneleri, Bacı, kardeşleri gözyaşında, Ak giyen Gelinleri siyaha kaplayan, yeni göz açan çocukları yetim bırakanlar yakında cezaların bulacaklar.

Pişman olacaklar.

Kerkük, Hakkını almadan Kerkük’üm suyun, yediğimiz ekmek bize haram olsun,Hakkın halel olmasın, Yanıyorum, can veriyorum, ölüyorum bu acıya, ayrılığa dayanmak zor geliyor, zor. Bir bakın bu gün kimlerin elinde Kerkük’üm 14 Temmuz 1959 yılında üç gün, üç gece katliam yapıp Ataları, İhsanlar, Emelleri, Neftçileri, Kemalleri, Hıdır, Avcıları, Muhtar çocuklarını şehit edenlerin elinde dayanmak zor, zor geliyor bize çok zor, Kerkük’üm sabır dökendi, bitti etmek çok acı, yüreğimiz yaralı kaldı Kerkük, ne gelen var, ne giden, unutuldu, bırakıldı, yılda bir defa bile hatırı, halı sorulmadı, anılmıyor, siyahı soymak bile ona yasaklandı, ölümle baş başa kaldı, her günde bin defa Kerkük gözü açık, açık ölmektedir, can vermektedir suçsuz yere yargılanmaktadır.

Bir bakın kardeşler Kerkük tek kaldı, yalnız kaldı, dalsız, barsız, gülsüz, bülbülsüz ağaçsız, Bağsız, Bahçesiz, Susuz kaldı, o içli, dertli, çileli, sustu küstü birden konuşmamaktadır.

Sesler bile kesildi Sabah Meltem yeni açan tomurcuk güller gibi kokusunu saçmadan soldu, serçe, kuşlarının ötüşünü almaya bir köşeye sıkılarak uzakları gözlemektedir.
Bir yürek, bir gönül yananı, kurtuluştan söz edeni beklemektedir.

Şimdi Kerkük gibi ölümle çırpınan, acı, çileli, baskılı anları yaşayan Türk dünyası soydaşlarımız dayanmayarak çaresiz düşmelerine rağmen ara sıra soranlar olmaktadır, oralarda bir kardeş Kerkük var idi, Yalnız Türkçe konuşurdu, Türk diye kan verirdi, Hoyrat söylerdi, çağırırdı, acılarını gizletirdi bizler gibi, nerde kaldı, hiçbir haber var mı acaba? Unutuldu mu? Bırakıldı mı?

Neden ?       Niçin ?

Evet kan kardeşler, can kardeşler bir Türk şehri Kerkük vardı, can çekmektedir, ruh vermektedir. Kargalar, çakallar aldılar yerleştiler, onlar safa sürmektedirler, bizler ise cefa sürmekteyiz.  Kerkük’ü öldürmeye kalkan düşmanlar, yalnız soykırım, katliamla öldürmediler, şehit etmediler, Kerkük’ün içinde olan, duygusunu, tek milli, aşkını, sevdasını, Mücadelesini Türkçülüğünü, Ruhunu almaya bile çalıştılar, projeler sondular, annesine karşı yavruyu küstürdüler, kırdılar, öksüz bırakmaya uğraştılar.

Ama ne yazık ki hiç bir zaman düşmanların işbirlikçilerin, satılan, hanlerin planları baş tutmayacak, kendileri gibi yok olacak gidecekler Kerkük uzun uykusundan, ölüm yatağından kalkarak, ruhunu teslim etmeden, can vermeden uyanacak, milli mücadelesini, içli Türkçülük duygusunu,   Davasını canıyla, kanıyla sürdürecektir.
Çünkü Kerkük’ün,   Türk milletinin içinde, gönlünde Allah, Millet, Toprak, Bayrak, Vatan, Türkmeneli, Türk Dünyası, şehitlerin mücadelecilerinin sevgisi, aşkı vardır, O Aşkla, O Duyguyla O Türklükle Yaşamaktadır.

Artık Kerkük yeni günün doğuşuyla kendi yavrularını, çocukları kucaklayacaktır Kerkük’ü kendi yananları, kendi temiz, kahraman, yiğit, atılgan gençleri, yaşlıları, kadınları, kızları, çocukları kurtaracaktır, koruyacaktır, Artık bu utku, bu bekleyiş yarından, bu günden dah yakındır İnşallah gerçekleşecektir.

Bir daha umutla, zaferle Kerkük’te Türk kültürü, şarkı, Türklüleri, makam hoyratları canlanacaktır, susmayacaktır, Kerkük’te yeniden yüce tarihli taş köprü,  Osmanlı hükümet sarayı, kışlası  Kerkük kalası yapılarak Camilerinde
Daha yüksek sesle azan, Kuran Kerim canlanarak, tekrar aileler baş gölgesi olan evlerine, kendi yerlerine yerleşerek, uzaklaşanlar döneceklerdir.

Kerkük’ü unutan kan kardeşi, Kerkük kendi kardeşine karşı, kardeşliğini unutmayacak eskiden olduğu gibi Söylemiş Hoyratını hatırlatacaktır.

Eskiden Söylemiş olduğu Hayratını hatırlatarak ama bir daha farkı olarak cevap bekleyecektir.

Kerkük  söyledi :

Akşam   Arada   Kaldı
Hançer   Yarada   kaldı
Menim   bu   asıl   yarım
Bilmem   Harada   kaldı

Kan  Kardeş  Cevap  vermiş:

Akşamın   arasın   gör
Aç   bağrım   yarasın   gör
Men   sana   yar   olmaram
Ged   başın   çaresin   gör

Evet, kan kardeşler sen olmadan düşmanlar, hainler, işbirlikçiler bizlere yar, dost, kardeş olamazlar sen bizi, Kerkük’ü unutsan da, yine biz ve Kerkük seni unutamaz.   Çünkü bizler birbirimizden birer parçayız,

Saddam döneminden sonra Kürtlerinin ve eski diktatör Baas rejiminin sindirme, saldırı, işkence baskılarından dolayı bu gün dünyanın birçok ülkesinde yaşayan Irak Türkleri sürgün hayatı geçirerek, Kendi toprağından, Yurdundan uzaklaşarak yabancılık duymaktadır,

Kendi yurdunda Her türlü insani haklardan yoksun kalarak, çok sayıda insanları kayıp edilip, şehit vererek, patlamadan, kaçırma, güvensizlikten kurtarmak için göçe zorlanarak benliğini, kimliğini, Türklüğünü Kaybetme tehlikesiyle yaşayarak Can ve mal güvenliği olmayarak, yok Edinme durumdadır.

Uygarlıktan, İnsan haklarından, eşitlik, adaletten, Demokrasiden Konuşan Amerika, birçok Dünya devletleri Kuruluşları, BM İnsan Hakları Örgütü bu acı tablo önünde ne zamana kadar Seyirci kalacaktır, Irak Türklerine karşı Bu acı Felaketi görmemezlikten gelmektedir.

Batılılar tarafından Bu gün Irak’ın kuzeyi Kürt bölgesi sayılarak tam olarak olaysız istikrarlı bölge olarak kalkınmaktadır ve başka önem verilmektedir. Öteki tarafta Irak Türklerinin neler çektiğini, ne türlü zulüm ve baskılarla karşı karsıya geldiğini yalnız Kendileri bilerek hiç kimseden ses çıkmamaktadır, yok olup gedmektedirler.

Irak diktatör Saddam Rejimi, Irak’ta Türk varlığını ortadan kaldırmakta kararlı olmasına rağmen 35 yıl Irak Türkleri dayanarak durdular katliamlar, soykırım yaşamalarına rağmen, bu günde Kürtlerde Acımasızca bilinçli ve planlı olarak Baasçılar, ve öteki düşmanlarla birlikte her türlü asimilasyon politikasını uygulamaktadır.

Bu gün Türkler eriyip gidiyorlar kendi ana topraklarında özellikte Kerkük’te
Kürt peşmergeler Tehlikesi karşısında yok olmaktadırlar. Öteki dış güçlerinin yardımıyla Tek umudumuz Türklük aşkıyla coşan Her Kerkük’ü sevenler, gönlü toprak, vatan sevgisiyle atanlar

Bu acı duruma, Kürtleştirme politikasına Karşı susmayarak, Sesini yükseltecektir.

Bu acılar, haksızlıklar, Kendi Ana topraklarında yasamakta olan Irak Türkleri insanlık dışı ve ürpertici eylemler baskılar sinsiUygulamalar tüm yönüyle sürmektedir. Ve anayasal haklar bakımından sistematik olarak baskılar, Arka gizli planlar gündemde yerini almaktadır. Etnik temizlik boyutuna varılmakla Kerkük’ten planları her yolları deneyerek Kerkük’ten Türkleri uzaklaştırmaktır.

Bu  da  son  yıllarda  binlerce  aileyi  aşarak  Türklerin  yerlerine  Kürtler  yerleşmiştir.

Göç  ettirme,  arıtma,  göçtürme,  politikası  Saddam  döneminde  olduğu  gibi  bu  politikaýı  Kürt  yönetimleri  sistematik  olarak  yürütülmektedir.

Okumaya devam edin ‘Siz Kerkük’ü unutsanız bile, Kerkük sizleri unutmayacaktır..!!!’

21
Şub
12

KALDıĞıMıZ YERDEN…

Yaklaşık  altı  ay  önce;

“VATANIM ;  HA  EKMEĞİNİ  YEMİŞİM  HA   UĞRUNA    KURŞUN”

Askere gidiyorum. İhtimal Doğu olmaz ama olurda, O şerefe nail olursam “Şehit Ömer Yıldız, bir sosyal paylaşım sitesinde Vatan Sevgisini bu cümlelerle dile getirdi.” falan diye haber yapacaklar.

Medya ;  sıkıysa  bunu  da  yayınlayın.

“Satılmışsınız  oğlum  hepiniz,  tüküreyim  sizin  zihniyetinize  de  yayın  ilkelerinize  de.   Yalakasınız,  kemik  yalayıcılarısınız  hepiniz…”

Demiş ve askere uğurlanmıştım sevdiklerim tarafından… Sonuçta gidip de dönmemek vardı ve giderayak toplumsal bir mesaj vereyim bari demiştim. Biraz ağır bir eleştiri olduğunu savunan dostlarımız oldukça fazlaydı ama onlar, keşke içimden geçenlerin çok az bir kısmını paylaştığımı bilselerdi. Sonunda vatani görevimi tamamlayıp döndüm ve her yazımda belirttiğim sosyal değerlerimizin, kültürümüzün yozlaştırılması hadisesinin genel kitlelere ulaştırılması hayali de başka baharlara kaldı sanırım.

Yine de “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturunca, dilimizin döndüğünce anlatmaya devam edeceğiz bundan sonra ki dönemde…

Bu kimine göre uzun, kimine göreyse göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içerisinde satılmış medyamızın, onun hipnozuna girmiş toplumumuzun da değişmediğini üzülerek gördüm. Kaldı ki bu kadar kısa bir sürede her şeyin değişmesini beklemekte safdillik olur sanırım. Durun yazıyı burada noktalamayın hemen o konulara daha sonra değineceğiz biliyorum sıkıldınız zaten…

Bu süre zarfında siz değerli dostlarımdan ayrı kalmamak, genç arkadaşlarımın da yazılarımı sabırsızlıkla(!) beklediklerini bildiğimden yazmaya devam ettim. Son bir ay hariç yazılarda aksama olmadı. Yoğun kış şartlarından ötürü sabah beş, akşam yedi kar mıntıkasına çıktığımızdan mütevellit oturup yazmaya zamanım olmadı. Olsun sonuçta “her şey vatan için” değil mi? Tabi bir de yazılara yapılan iyi ve kötü yönde eleştirileri, etkisinin nerelere ve kimlere kadar gittiğini görememek -yazan arkadaşlar bilirler- oldukça can sıkıcı bir durum.

Yalnızca Melodi ve Tatlıses TV’nin izlendiği, bir tek Posta Gazetesinin okunduğu!, tüm sohbetlerin “şafak” ve “ askerliğin kısalması” üzerine kurulduğu, internet imkanının olmadığı bir ortamda gündemi takip edememekte en büyük sıkıntıydı askerlik süresince…

Askerlik anıları malumunuz erkeklerin yıllarca anlatıp bitiremedikleri bir hadisedir ve anlatan dışında da kimsenin dikkatini çekmemektedir. Yıllarca askerlik anısı dinlemiş biri olarak bunun farkındayım tabii ki bu yüzden o konulara hiç girmeyeceğim dahi. Büyüklerimizin dediği gibi “o tornadan geçmeliydik” ve çok şükür kazasız belasız görevimizi ifa edip döndük.

“İhtimal doğu olmaz” diyerek büyük konuşmanın sınırlarını zorlamıştım giderken… Ve daha doğusu olmayan Van’a çıktı askerlik hizmetim. Van, Erciş’e üstüne üstlük. Orada yaşadıklarımı, yaşananları ayrı bir yazıda kaleme almak en doğrusu sanırım. Zaten günlerce aylarca konuşulan bu konu her ne kadar sıcak odalarında, televizyon karşısında ailesiyle beraber izleyen insanları sıkmaya başlasa da belki yaşamış birisi olarak gözlemlerimi aktarmak durumun vahametini ortaya koyacaktır. Sonuç olarak duyarsızlaşmaya karşı oldukça yatkın bir milletiz ve her zaman belirttiğim gibi insanların acılarını, yürek dağlayan ızdıraplarını bir süre sonra sıradanmış gibi kabul ediyoruz. Tıpkı şehit haberlerinde olduğu gibi…

“Ne   yapalım   yani ?”

O  da  doğru  ya…

İşte o nokta da emin olun bende tıkanıp kalıyorum siz de haklısınız bir bakıma…

Ömer  YILDIZ

(  Yazıları Facebook’tan takip etmek için : http://www.facebook.com/mryldz46  )

http://www.ilk-kursun.com/haber/96443

21
Şub
12

A’ La BASTİLLE (BASTİL USULÜ)

Charles  Dickens’in,  “İki  Şehrin  Hikayesi”  isimli  romanını  14-15  yaşlarında  okumuştum. O  yaşlardaki  bir  genç  için  kitabın  en  etkileyici  unsurunun,   Sydney  Carton’un  yaptığı  fedakarlık  olması  gerekirken,  ben  sadece  Bastil  hapishanesine  atılan  ve  orada  unutulan  mahkumlara  odaklanmıştım.
Onlar beni inanılmaz biçimde etkilemişti. Belki de kitabı yanlış zamanda okumuştum. O kitabı okurken rahmetli babam, Kayseri Cezaevinde siyasi suçlu olarak yatıyordu. Ve Bastil beni can evimden vurmuştu.

Hâlâ insan muhayyilesinin yarattığı en acımasız cezanın hapis olduğunu düşünürüm. Sağlıklı bir insanın dört duvar arasına kapatılıp, orada unutulması…

Bu girişten sonra sözü Silivri’ye getireceğimi düşünmeyin. O başka bir olay, orası yaşanan bir sivil darbenin zulümhanesi…
Ben,  sivil  darbenin  hedefi  olmayan,  sıradan  vatandaşların  Bastil’inden  bahsetmek  istiyorum ;

17 Şubat Cuma günü Hürriyet Gazetesinin 7 inci sayfasındaki haberde; İkiz kardeşlerden biri gasp suçu işliyor, üç cep telefonu çalıyor ve 27 yıla mahkum oluyor !… Fakat ikiz kardeşlerden gasp yapan değil, diğeri tutuklanıyor, hüküm giyiyor ve o genç 6 yıldır hapiste. Diğer genç yırtınıyor, “suçu işleyen o değil, benim” diye ama mesele bir türlü çözülemiyor ve masum bir genç 6 yıldır Bastil’de yatıyor… Bu bir yargı rezaletidir…

Benzer bir olayı da evvelki yıl yaşamıştık. Vatan Gazetesinin internet haberleri görevlisi bir genç kadın, okul arkadaşı ile bir kahvede oturduğu ve arkadaşı bir terör suçuyla suçlandığı için tutuklandı. Ancak 1 yıl sonraki ilk duruşmasında serbest bırakılmıştı. Bu da bir Bastil olayı değil mi ?…

İnsanların yıllarının böyle heba edilmesini hoş gördürecek bir mazeret tanımıyorum. Bu mekanizma insanların sadece yıllarını yemiyor, haklarını da yiyor. Örneğin, bir arkadaşımın, Beypazarı’nda devam eden Tapu-Kadastro davası var. Dava bu yıl 56. Yılını doldurup, 57. Yılına girdi !…
57 yıldır bu aile, elinde tapusu olan gayrimenkulle ilgili haklarını kullanamıyor. Böyle bir sistem herhalde Mozambik’te bile yoktur.

Hukuk ve yargı sistemimiz bu haliyle sadece inanılırlığını değil, sürdürebilirliğini de yitirmiş durumdadır. Bu çöküntünün, yargı reform paketi adıyla çıkartılan ve temelde birkaç yasa maddesi değişikliğinden fazla bir şey içermeyen çalışmalarla giderileceğine inanmıyorum.
Önerilerimi şu şekilde sıralayabilirim;
1)  Anayasaya mutlaka “Tabii Hakim” kavramı tekrar girmelidir.
2) Fevri olarak çıkarılan yasalar akla, mantığa uygun hale getirilmelidir. Gasp olayları mı arttı, hadi bu suçun cezasını arttıralım, caydırıcı olsun. İyi, olsun da üç cep telefonu gasp eden adama, karısını “namusumu temizliyorum” diye öldüren adamdan daha fazla ceza vermek, ne kadar adildir?…
3)  Savcıların  hiçbir  kurala  tabi  olmamaları.

Bir Savcı senede 100 tane dava açsa, bunların hepsi de beraatla sonuçlansa, yani birtakım insanlar suçsuz yere aylarca, yıllarca tutuklu kalsalar da,bu eziyetin savcı açısından hiçbir yaptırımı olmaması… Çağdaş Hukuk Devletlerinde Polis, suçluyu yakaladıktan sonra, Savcıya dava açacak kadar delil sunmak zorundadırlar. Deliller yasaya uygun bir şekilde elde edilmelidir.
Aksi takdirde savcı dava açmayacaktır.
4) Davaların  uzun  sürmesi.
Hakimler, her yıl verdikleri kararların belli bir oranı Yargıtay tarafından onaylanmazsa, mümtazen terfi edemezler. Hakimler, tayin edildikleri yerlerde
2 ila 4 yıl görev yaparlar ve önlerindeki dosyaları uzattıkça uzatırlar ta ki, tayinleri başka bir yere çıkıncaya kadar…
5) Hakim  ve  Savcıların  Eğitim  Eksikliği.
Hakim ve Savcı olmak, çok farklı nitelikler gerektirir. Hukuk Fakültelerinde okutulan “Hukuk Felsefesi” dersi ve son derece yetersiz stajyerlik dönemi ile Hakim ve Savcı yetişmez. Hele bu deneyimsiz gençleri, 3. Veya 4. Bölgede yer alan küçük yerleşim merkezlerine tek başınıza yolladığınızda, onlar da oralarda “Hakim Bey” “Savcı Bey” diye karşılandığında , sorunlar başlar.

Bütün bunlar “Yargı Reform Paketi” ile çözülemez. 21. Yüzyılda yaşadığımız bu kaos bir an önce sona erdirilmelidir. Hukukçularımızın, nüfus yoğunluğu yüksek ülkelerdeki uygulamaları çok ciddi olarak inceleyip, doğru düzgün bir yargı sistemini Türkiye’nin gündemine acilen getirmesi ve bu garabete son verilmesi şarttır.

Rifat  SERDAROĞLU

http://www.ilk-kursun.com/haber/96324

21
Şub
12

ÖZEL HUKUK

Kara Harp Okulu’ndan 1962 yılında teğmen rütbesiyle mezun olan İlker Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde çeşitli görevler yaparak, komutanlarının ve Yüksek Askeri Şura üyelerinin verdikleri yüksek siciller ile 2002 yılında orgeneral oldu.

Orgeneral İlker Başbuğ, AKP hükümeti tarafından Genelkurmay İkinci Başkanlığı, Birinci Ordu Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve 28 Ağustos 2008 ile 27 Ağustos 2010 tarihleri arasında da Genelkurmay Başkanlığı görevlerine getirilmiştir.

Bu  görevlerindeki  başarılarından  dolayı  TSK  Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası,  TSK  Üstün Hizmet Madalyası,  TSK  Şeref Madalyası  almıştır.

Özel görevli savcıların hazırladığı iddianame üzerine yazılı ve görsel medyada 26. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Ergenekon gizli örgütü adına Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızdığı hakkında haber ve yorumlar yapılmaktadır. Başbakan ve Milli Savunma Bakanı başta olmak üzere, bütün üst düzey yöneticilerle yakın temasta bulunan Orgeneral İlker Başbuğ’un, herkesi yıllarca uyutarak, Ergenekon gizli örgütü adına darbe yapmaya hazırlandığı belirtilmektedir.

Siyasi iktidarın, laik cumhuriyeti İslam cumhuriyetine dönüştürme girişimleri sırasında, Kara Kuvvetleri Komutanı olan Başbuğ, darbeyi gerçekleştirecek ortam bulamamıştır. Siyasi iktidar tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Başbuğ için artık darbeyi gerçekleştirecek ortam hazırlanmıştır. Bu amacını gerçekleştirmek için Ergenekon gizli örgütüne sızmıştır. Özel görevli savcıların hazırladığı iddianameye göre ilk kez terörist bir Genelkurmay Başkanı ortaya çıkmıştır.

Anayasa gereği Yüce Divan’da yargılanması gereken Genelkurmay Başkanı “terörist” suçlaması ile “özel görevli mahkemede” sorgulanmış ve tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir. Artık İlker Başbuğ komutan değil, TSK’ye “sızmış bir terörist”tir. Kara Kuvvetleri Komutanı iken darbeyi planlayan Orgeneral İlker Başbuğ’u, siyasi iktidar neden Genelkurmay Başkanı yapmıştır? AKP iktidarı tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na atanan ve “Başbakan’a bağlı” komutan, şimdi Silivri’de hücrededir.

Kara Kuvvetleri Muhabere Okulu’ndan 1986 yılında astsubay rütbesiyle mezun olan Hakan Fidan, Başçavuş rütbesiyle 2001 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır. Ankara’da Avustralya Büyükelçiliği’nde ‘Siyasi ve Ekonomik Danışman’ olarak görev yaptıktan sonra, ABD’ye giderek lisans eğitimini tamamlamış, ardından Ankara’da yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır. Başbakanlık danışmanlığı yaparken, Milli İstihbarat Teşkilatı’na önce müsteşar yardımcısı, sonra da müsteşar olarak atanmıştır.

MİT ile PKK terör örgütü arasında Oslo’da birkaç kez görüşmeler yapıldığı ortaya çıkmıştır ve bu görüşmelerde yasaların ihlal edildiği açıkça söylenmektedir. Zamanın başbakan özel temsilcisi, günümüzün MİT Müsteşarı, PKK terör örgütünün başı olan katil için övgüler düzmekte, bilge adam demektedir. PKK terör örgütünü rahatsız etmeyecek valilerin Güney Doğu’ya atandığı, bu görüşme sonucu ortaya çıkmıştır. Ülkenin her yerinin bomba ile doldurulduğunu bildiklerini söyleyen ve sizinle savaşan ordu içeridediyen itiraf, ne yazık ki devlet yetkililerinden gelmektedir. Oslo’da başlayıp, PKK terör örgütünün Kürdistan Halklar Konfederasyonu (KCK) ile devam eden görüşmelerin başbakanın talimatıyla yapıldığı bellidir.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski müsteşar Emre Taner, şimdiki Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’le birlikte birkaç MİT görevlisinin özel görevli savcı tarafından davet edilip sorgulanmak istenmesi karşısında ivedi olarak Başbakan devreye girmiştir. Başbakan kişisel ağırlığını ortaya koyarak, müsteşarın sorgulanmasına fiilen engel olmuştur. Hakan Fidan ifadeye çağrılınca, adeta yer yerinden oynadı. Peki MİT görevlilerinden Kaşif Kozinoğlu özel görevli savcı tarafından sorgulanıp, tutuklanırken neden hükümetten ses çıkmadı? Hapiste ihmal sonucu öldüğünde bile, sessizliğini bozmayanlara ne demek gerekir? Geçen hafta Adana ve Hatay’da gerçekleştirilen KCK operasyonu kapsamında bir MİT görevlisi gözaltına alınırken, bazı MİT görevlileri de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılırken, hükümet sessizdi. Aralık 2009 tarihinde Erzincan’da MİT Bölge Müdürü ve iki görevli tutuklanırken, iktidar çevrelerinin sesi çıkmamıştı. Bu olanlara sessiz kalarak onaylayanlar, iş Hakan Fidan’a gelince özel yasa çıkartmakta sakınca görmemişlerdir.

AKP iktidarında Genelkurmay Başkanlığı’na atanan ve “başbakan’a bağlı” komutan, Yüce Divan’da yargılanması gerekirken, özel görevli savcılar tarafından, Silivri’de hücreye konulmuştur. Buna karşılık “başbakan’a bağlı” müsteşarlık görevine getirilen kişi hakkında ise, TBMM’den “kişiye özel” yasa çıkartılarak, sanık ya da tanık olarak yargı önüne çıkarılması engellenmiştir. Siyasi iktidar askere ve MİT’e ayrı bir hukuk uygulamaktadır. TBMM’de kabul edilen bu yasanın sadece altı saatte onaylanması ise, noterlikte yeni bir rekor olarak kabul edilmelidir.

MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrılması ve sonrasında yaşanan hukuk dışı gelişmelerin özel görevli mahkemelerin kaldırılması gerektiğini net olarak gözler önüne sermiştir. Tüm yaşanan bu gelişmelerin ardından özel görevli mahkemelerde, başbakanın istediği kişilerin yargılandığını ortaya çıkmıştır. Temel hak ve özgürlükler açısından ciddi bir tehdit oluşturan özel görevli mahkemelerin, siyasi iktidarı tehdit etmesinin ardından MİT Yasası’nın 26. maddesinde yapılan değişiklik, 12 Eylül 1980 paşalarının anayasaya koyduğu geçici 15. maddenin sivil bir uygulamasıdır.

‘Yetmez ama evet’ adı verilen ileri demokrasilerde geçici 15. maddenin, sivili yaratılmış ve uygulamaya konulmuştur.

Askeri darbeler için geçici 15. maddelere karşı olurken, sivil geçici 15. maddelere destek vermek, faşizmi gündeme getirecektir. MİT Yasası’nın 26. maddesinde yapılan değişiklik, böyle bir değişikliktir.

İvedilikle çıkarılan bu yasa, bundan sonra daha pek çok hukuksuzluklara da yol açacaktır.

Herhangi bir konu, siyasi iktidara bir şekilde dayanacak olursa, siyasi iktidarın hukuk önünde hesap vermesini engelleyecek değişikliklerin ardı arkası kesilmeyecektir.

Gerçek  bir  hukuk  devletinde  herkesin  hesap  verebilirliği  esastır,  yargıya  kapalı  alanlar  yaratılması  ise,  ileri  faşizmin  karanlığını  doğuracaktır.

BU   KADAR   BASİT..!!!

Suay  KARAMAN

http://www.ilk-kursun.com/haber/96277




İstatistikler

  • 2.406.214 Tıklama

Son Eklenen Yazılar

Şubat 2012
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
272829  

En Çok Okunan Yazılarımız

En fazla oylananlar